Sol muhalefet hareketi oluşmalıdır!
Cezaevinde yatan biri hakkında yazmak istemezdim. En azından
özgürlüğü elinden alınmış, arkadaşlarıyla birlikte siyasetin ve sosyal yaşamın
dışına itilmiş bir kişi hakkında yazmak içime sinmiyor. Ancak içinde
bulunduğumuz süreçte öne çıktığı için görüşlerimi paylaşmak ihtiyacı hissettim.
İmamoğlu, bir anda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı
olarak öne çıkarıldı. Beylikdüzü Belediye Başkanıyken sağ görüşlü olduğu
bilinmesine rağmen, sosyal demokratların önüne aday olarak konuldu. Gerçi onu
aday gösteren kişi, kimleri aday yapmadı ki? Sağcı tüm adaylar ve sağcı
kimlikler, sol görünümlü TV kanallarında ve medya organlarında yer bulmaları
sağlanarak siyasetin her alanında adaylaştırıldı. Bu süreçte solcuların düşünce
ve duyguları hiçe sayıldı. Erdoğan ve AKP karşıtlığı ile laiklik karşıtı,
modern yaşamı tehdit eden uygulamalara karşı duyulan — ki bu hiç de temelsiz
bir korku değildir; Sivas Katliamı’nda rol alanları (hüküm giymiş katilleri) savunan
birçok avukat bu partide milletvekili olmuştur — kaygılar üzerinden siyaset
üretildi. Bir anlamda solun eli kolu bağlandı. Alternatif üretmeye çalışanlarsa
“bölücü” olarak yaftalandı ve halk nezdinde de bu şekilde tanıtıldı.
Sağcılara seslenen, sağ politikaları benimseyen CHP ve
kurmayları; solun ve genel muhalefetin önüne “korku dağları” örerek, kendi
uygulamalarıyla özgürlükleri ellerinden alınanlara karşı sessiz kaldı. Devletin
bekası gerekçesiyle yasa dışı uygulamalara ses çıkarılmazken, iş kendilerine
dokunduğunda — yine kendi destekledikleri yasalarla — gözaltına alınanlar için
“adalet” yürüyüşü düzenlediler. Bu yürüyüş, kurt işaretleri eşliğinde ve tek
başına tamamlandı. Ortaya çıkan sosyal muhalefet ise çadır toplantılarıyla
etkisizleştirildi.
Bu noktada İmamoğlu figürü bir anda parlatılarak seçmenin
önüne sunuldu. O dönemde kim aday olursa olsun, Erdoğan’ın İstanbul’dan
göstereceği aday karşısında avantajlı olacağı açıktı. İki inatçı keçinin dar
bir köprüde karşı karşıya gelmesi gibi, birinin aşağı düşmesi kaçınılmazdı;
çünkü seçim sistemi bir kişinin kazanmasına dayanır. Seçmen birini seçer ve o
kişi başkanlık koltuğuna oturur. “İstanbul’u kazanan, Türkiye’yi kazanır”
düşüncesi bu seçimle doğrulanmış oldu. İstanbul, büyük bütçesinin yanı sıra her
şehirden gelen göçmenlerin oluşturduğu kozmopolit bir yapıya sahiptir.
Kılıçdaroğlu bu seçimi büyük bir başarı olarak sunarken, adayının önüne
cumhurbaşkanlığı yolunu da açmış oldu; çünkü Erdoğan da bu yoldan geçmişti.
Siyaset, alanında uzman kişilerce yapılmaz; tıpkı ülkemizde
binaların müteahhitler tarafından yapılması gibi. Parası olan biri kendisini
müteahhit ilan eder, bina yapar. Sonra çok zengin olduğunda, o binalarda deniz
kumu kullandığını itiraf eder ama kimse bu kişiye dokunamaz. Siyasette de durum
farklı değildir. Öne çıkan yol alır; bilgi ve tecrübe gibi unsurlar liderlerin
gözünde pek önemli değildir. Sonuçta siyaset, bir tür baba-oğul ilişkisi gibi,
feodal ve “işbilirlik” esaslı bir düzende yürür.
İmamoğlu’nun içi boş bir lider figürü olduğunu düşünüyordum;
artık bunu kendisi de kanıtladı. Leman dergisi baskını ve sonrasında yaptığı
açıklamalarla üzerindeki boya döküldü, kel göründü.
Sonuçta onu seçen kişi de Kılıçdaroğlu’ydu ve ona “oğlum”
diye hitap ediyordu. Baba-oğul kavgası gibi sunulan kurultay süreci sonunda,
seçen kişi iki “kullanışlı” adaydan birini belirledi ve partinin başına onu,
bir de stepnesiyle (yedek lastiğiyle) birlikte getirdi.
CHP, Baykal sonrası dönemde her zaman iktidara endeksli bir
politika izledi. İktidarda kim varsa onun koltuğunu sağlamlaştırmak için
elinden geleni yaptı. Toplumsal direnişlerin havasını alarak bu enerjiyi kendi
yapısına çekti ve etkisiz hâle getirdi.
CHP, Erdoğan’a karşı oluşturulmuş bir muhalefet partisi
görüntüsünden hiçbir zaman rahatsız olmadı. Ancak bu görüntü artık o kadar
görünür hâle geldi ki, şimdilik toplumsal muhalefeti yönlendiriyor gibi
davranıyor. Seçim zamanı geldiğinde ise muhaliflerin hayalleri başka bahara
kalacaktır. Ya da Erdoğan’ın rolüne birileri artık son vermeye karar
verecektir. Unutmayalım, Erdoğan “BOP eş başkanıdır.”
“Peki, neden o seçilmiştir?” diye sorarsak, cevabı
Ortadoğu’daki tarihsel değişim sürecine bakıldığında açıkça görülecektir.
İmamoğlu neden mağdur konumuna düşürüldü? Çünkü Erdoğan da
biliyor ki, bir siyasetçi mağdur konuma düşerse, iktidara yakındır. Akıllı,
zeki, iyi hatip olmasının bir önemi yoktur. Siyaset sahnesinde bu özellikleri
taşıyan birçok üstün insan olmasına rağmen, bugün siyaset sadece bu iki figür
üzerinden okunmaktadır.
Erdoğan “yenilmez” olarak tanımlanırken, sanki kutsal bir el
tarafından korunuyormuş havası yaratılıyor. Bu gizem ve kutsiyet, uzun süre
siyaset sahnesinde kalan her lider için oluşturulmuştur ve gelecekte de
oluşturulacaktır. Ancak bu “yenilmezlik” algısının arkasında, esasen muhalefet
partisinin ve onun atanmış/seçilmiş liderlerinin “sözde” yetersizliği
yatmaktadır, özde ise verilen rolünü çok iyi oynamıştır.
Bugün mağdur edebiyatının gölgesinde duran birinin yerine,
acaba yeni bir “kahraman” mı seçildi söylentileri dolaşıyor. Elbette
Kılıçdaroğlu için gözyaşı döken biri, bir anda devletin en üst makamına
atanabilir — pardon, seçilebilir! Sonuçta kim daha kullanışlıysa, kim iç
siyasette yükselen muhalefeti bastırmada başarılıysa o tercih edilir. İç
siyasette çok başarılı olmasa bile, dış siyasette istenilen verimi sağladığı
sürece, içeride ona uygun bir muhalefet yaratılır ve parçalı muhalefet
sayesinde başarısız bir iktidar yerinde kalır.
Kullanışlı lider, polisle karşı karşıya gelen gençlerin
arkasında durmaz; sadece duruyormuş gibi yapar. Dışarıdan gelen tepkilere
kulaklarını kapatır ve tüm bu tavırlarıyla, bir muhalefet partisinden çok
“devletin partisi” gibi davranır. Sonuçta meydanlara çağırır, orada nutuk atar,
gereken mesajları verir ve görevini tamamlamış olmanın huzuruyla odasına
çekilir, meydandan dağılan gençlerin başına ne geldiği ile ilgili kaygısı,
korkusu ve görevi yoktur.
Bu arada gözaltına alınanlar için parti avukatlarını
görevlendirir, onların özgürlüğü için savunma yapılmasına izin verir; ancak o
gençlere gerçek anlamda sahip çıkmaz. Tıpkı Saraçhane’deki 1 Mayıs eyleminde
olduğu gibi, bugün de içeride kalan gençler ortada sahipsiz kalabilir.
Bir lider, sorumluluğu başkasına atıyorsa, adı “lider”
değil, “sorumsuz” olur. O dönemin basına yansıyan görüşleri ise gizli saklı
değildir.
Solun önünde seçenek olmasına rağmen, yaratılan korku duvarı
yüzünden kendi kapısını aralayamıyor. Bağımsız, özgür siyaset üretemiyor. Bu
nedenle 12 Eylül sonrası süreçte gölgede, risksiz siyaseti benimsedi ve o
risksiz alanlar içinde kitleselleşme ya da varlığını koruma yoluna gitti. Sol,
kendi yoluna çıkmadığı sürece bu ülkede taban bulamayacak; siyasete söz hakkı
elde edemeden, sadece çıkardığı dergilerde “doğru” analizler yapmaya devam
edecektir.
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.