Galata Gazete


22 Nisan 2015 Çarşamba

Öze dönen düşünceler…

Öze dönen düşünceler…

Toplumumuzun kara noktaları o kadar fazladır ki, o kara noktalarda neler yaşandığını kimse tam olarak bilemez. Ortada fısıltılar, destanlaştırılmış hikayeler dolanır ama kimse o karanlık zaman diliminde gerçekten neler yaşandığını bilemez ama sonuçları hep ortadadır. Azalan, yok olan ve bir birine kuşku ile bakan halklar, kültürler arasında ayrılmanın daha da derinleştiğine şahitlik ederiz.

Karanlık noktalar miras aldığımız Osmanlı döneminde de olabildiğince çoktur. Fıtrat dönemi diye adlandırılan dönemlerde, ne zaman iktidarda zafiyet gösterse Alevi katliamı ortaya çıkar, zafiyetin üstü örtülür. İmparatorluk sınırları içinde geçmişte ulus devlet kavramı yokken ulus kırımından daha çok mezhep, din katliamları, hatta soykırımları olurdu. Fransız devrimi sonrasında batıdan başlayarak doğuya doğru ulusların bağımsızlık savaşları ve sonuçlarını imparatorluk yaşayarak öğrendi.

Balkanlarda baş gösteren savaşlar Osmanlı tabası içinde yer alan Müslüman azınlığın üzerine dış destekli Bulgar, Sırp, Yunan haklarının oluşturmuş olduğu milisler elleri ile katliamlar gerçekleştirildi, korku ve güvensizlik bir Balkan devleti olan Osmanlı’yı doğuya doğru çekilmesine sebep oldu. Osmanlı Balkanların küçük bir toprağında, yani Trakya ile sınırlı topraklarda kalmaya mahkum edildi. Her savaş, her anlaşma Osmanlı’nın bir parçasının kopması anlamına gelmektedir. Ulus devleti fikri ve yayılması batı toplumlarını atomize ederken, aynı şey ve daha ağrı Osmanlı toprakları içinde geçerli oldu. Her ne kadar kendi sınırları içinde sermaye birikimi yapan devletler, geçmişin birikimi ve aşağılık kompleksini bir anlamda parçalayarak ve yeniden oluşturan devletler ile yok ediyordu. Bu devletler aracılığı ile ihtiyaç duyduğu emek ve mal girdisini en düşük maliyetten kendi ulusu içinde oluşan burjuvaziye aktarıyordu. Feodal dönemden kalan emperyalist fikrine yeni doğmuş kapitalist sistem yeni anlayışlar ve bakış açısı getiriyordu.

Osmanlı imparatorluğu kendi değimleri ile Devlet-i Aliye yok oluyordu, içinde ulus devletinin nüvelerini balkanlarda oluşturuyordu. Balkanlarda sıcak savaşın içinde ve parçalanan, yok olan devlet yeni bir kimlik ile geleceğine sarılıyor ve bunun için Türk kimliğini keşfediyordu. Aslında batı zaten Osmanlıya Türk diyordu, bir anlamda batının söylediği kimliğe sahip çıkılıyordu. Batıdan esen rüzgarın doğuda hissedilmesi kaçınılmazdır, çünkü gök kubbenin altında esen rüzgar eşit olmasa da her yere yayılıyordu. Osmanlı bu yeni gelen dalgaya karşı kendisini savunacak bir yapı oluşturamamış, zor ile baskıyla ayakta kalmayı seçmişti. Abdülhamid’in oluşturmuş olduğu ‘İstibdat Dönemi’ bu yok oluşa doğru gidişi ertelemiş olmasına rağmen yok edememiştir. Yıldız Sarayı içinde her kişiden kuşkulanan bir imparator, saray içinde yeni bir dünya kurmuş, elde ettiği jurnaller ile ülkede karanlık bir bulut gibi esmiş olmasına rağmen, Zeytun ve Sason’da Ermeni ayaklanmasını engelleyememiştir. Hamidiye alayları ile doğuda yaşayan Hristiyan ve diğer dinlere yönelik baskılar artmış, yerel ve geniş alanlı katliamlar yaşanmış olması dahi gelişmeleri engelleyememiştir. Karadeniz ve doğuda Hristiyan azınlıkların boşalttıkları yerlere Kürtler yerleştirilmesi bile sorunu ortadan kaldırmamıştır.

İttihat ve Terakki Partisi bir darbe ile istibdat dönemini sonlandırmış, yeni gelen rejim eskisini aratmayan yeni bir tek parti diktatörlüğünü kurmuştur. Bir anlamda savaştığı ile benzeşmiştir. Alman hayranlığı bu istibdat döneminin tipik benzerliğidir, orduyu kuran yeni devletin biçimlenmesine örnek teşkil eden Alman disiplini, yeni bir sürecinde belirlenmesine etkin olarak kendisini hissettirecektir. Devletin ricası üzerine Kassel'deki 22. Prusya Tümeni Komutanı Liman von Sanders, Kayzer II. Wilhelm tarafından atanacak, Türk Ordusu Genel Müfettişi olarak göreve devam edecekti. Alman subaylar Türk askerini eğitecek ve kendi disiplini aşılayacaktır, bu sırada Alman devlet yapısı ve düşünce yapısı da doğal olarak Osmanlı devletinin yeni yüzü olacaktır.

Osmanlı ister istemez Avrupa’da savaşın Fransa sınırında kilitlenmesi üzerine savaşın ilerleyebilmesi için savaşa dahil edilmiş ve yeni paylaşım projesi hayata geçmiştir. Osmanlı parçalanmaya devam edecektir. Bu parçalanma alanının da elde kalan doğu ve güney bölümün olması kaçınılmazdır. Churchill kestirmeden gidip savaşı hemen kazanmak istemiş ve Çanakkale savaşı olarak bildiğimiz çıkarmayı yaptırmış ve kaybetmiştir. Bu savaş olurken Ermeni sorunu çözüm yolu olarak ‘tehcir’ politikası hayata geçirilmiştir. Savaşın olduğu bir dönemde, Ermeni askerlerin ve sağlık çalışanların cephede olduğu bir anda savaş gerisini boşaltmak adına ülke sathında yer alan tüm Ermenileri (istisnai yerleşim yerleri vardır, orada ki Ermenilere daha sonra ellenmiştir.) güney toprakları olarak görülen çöllere sürülmesi planlanmış ve bir disiplin içinde hayata geçirilmiştir. Topraklarından, köylerinden alınan Ermeniler önce toplama kamplarında toplanmış ve sonra çöle doğru yol alınmıştır. Yol boyunca çeteler ve yağmacılar tarafından saldırıya uğramış, saldırı sonucunda hayatta kalanların önemli bölümü salgın hastalıklar ve bit ve pireler yüzünden hayata veda etmiştir.

Bu olayın sonucunu bugün dahi hissetmekteyiz. Ermenilerin boşalttıkları köylere yağmalayanlar yerleşmiş ya da göçerler yerleşik hale gelmiştir. Bugün dahi devam eden ‘ganimet arama’ bahanesi ile boşaltılan evler ve kişilerin temelleri delik deşik edilmekte ve yağmalanmaya devam edilmektedir.

O günleri yaşayanlar bu olayın gün yüzüne çıkması sonucu kendisini savunan bir çok açıklamalarda bulunmuştur. O dönemin sorumluları ve yandaşları genelde savunmalarını; “yok Ermeniler devlet istemeseydi bu olmazdı, Ermeni örgütlerini yargılamak gerek, Osmanlı sadece ülkesini savundu... Hangi devlet içinde başka devletin doğmasına, izin verir…” Bugün de ek olarak “o dönemin lideri Talat Paşa haklı olarak önlem aldı” diye cümleler kurar oldular...

Suç işleyen değil, kurban olan bu ülkede mahkumdur anlayışı devletin genel bakışı içinde hep varlığını korumuştur. Devletin bu anlayışı eski solcu - devrimcilerin ağzında şimdilerde Ermeni Sorunu tartışırken yeniden hayat buluyor... Eski değim ile ‘velev ki Ermeniler devlet kurmak için silahlandı ve ayaklandı, Osmanlı topraklarında özgür alanlar yarattılar, şimdi Kürtler de yarattı. Bütün Ermenileri çöle sürerek yolda imha etmek mi devletin büyüklüğünü gösterir? Şimdi tüm Kürtleri nereye süreceksiniz?’

Devletin büyüklüğü sürgün yapmak, öldürmek, kıymak mıdır? Başka çözüm yolları neden akıllara gelmez, “Yahu kardeşim tamam haklı sebepler ile ayaklanmış olabilirsiniz, gelin şimdi birlikte yaşamanın koşulları ne, önce onu bir konuşalım” demek çok mu lükstür? ‘Adam konuşmuyor, silah sıkıyor, o halde bende silah sıkarım’ demek devleti elinde bulunduranlar için ne kadar haklıdır? O silah sıkanlara ortam hazırlayan bizzat devletin uyguladığı politika değil midir, onu yaratan ortamı yok etmek neden çok karmaşık ve zor gelir? Savaş gerisi olarak görülen yerer savaş cephesinden çok uzak olmasına rağmen, neye göre cephe ve neye göre cephe gerisi tespit edilmiştir?

O dönemin savaş koşullarında, sürekli kaybeden bir ülkenin politikacısı ve askerleri tek seçenek olarak; ‘öldür, yok et’ stratejisini seçmiş olmaları ve bu tercihlerin yanlışlığını kabul etmek neden bugün çok zordur. Dün Osmanlı meclisinde, İttihat ve Terakki partisinde kurucu olan Ermenileri yok say, ciddiye alma, onların temsilcilerini hain olarak gör, halkı da toptan yok et anlayışında olanların düşünce takipçileri bugün ellerinde olanak olsa bütün Kürtleri de yok edecekler! Kürtlerden sonra mutlaka yok edilecek birileri ve iç düşman mutlaka bulunur... O anlayışın takipçileri için Ermeniler gitti, Kürtler gidecek ama sonra başka düşman mutlaka bulunacaktır…

Eski solcuların önemli bir bölümü İttihat ve Terakki Partisi özüne dönmüş gibi, onun ağzından Ermeni Sorununa bakar buldum... Bu bakış açısının mahkum edilmesi şarttır, çünkü bir daha bu ülke ve başka topraklar üzerinde geçmişte karanlık noktalarda yaşadığımız kıyımların, cinayetlerin bir daha olmaması için o koşulları hazırlayan ortamların yok edilmesi şarttır.

“Komşuma dokunma!” demek o kadar güç bir şey olmasa gerek, komşuma dokunanı mahkum ediyorum, bir daha asla demek o kadar çağ dışı bir kavram olmasa gerek…

İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.