Kimse asimilasyona tabi olmasın…
Ülkemiz ulus devlet denen kötü bir süreci diğer ülkelerde
olduğu eksiği ile yaşadı, hatta bazı
ulus devletleri kıskandıracak kadar da bazı işlerde sanırım birileri için ‘başarı’
kategorisi içinde yer aldı. Ulus devleti olma sürecinin başlangıcında el
yordamı ile yol alırken sanayileşme için gerekli adımları atamadan liberal
ekonominin girdabına kaptırdı ve ulus devleti ile elde ettiği tüm başarılıları
bir bir kendi iktidarı ile yok etti.
Devlet değişmeyen şey değildir, zamana göre değişim gösterir
ve kendisini değişen yeni duruma göre konumlandırır ama bu her zaman esnek ve
hızlı olmaz. Devletin algoritması bazı değişimlere karşı direnir, birden
burjuvazinin ihtiyacı bu şekilde hadi onun ihtiyacına uygun değiştim diyemez. Zaman
içinde küresel değişimin zoru ile devlet ve kendi iktidarı da ona bağlı olarak
liderlik kadrosu da değişimin bir parçası olur ve bazı siyasiler tarihin
dehlizlerinde unutulmaya bırakılırken, değişime ayak uyduranlar bir süre daha
iktidarın nimetlerinden yararlanmaya devam eder...
Ulus devlet, homojen olmak ister. İçinde ki değişikliğe,
çeşitliliği, farklı inanç gruplarına karşı hoşgörülü değildir, çünkü ulus
devletin varlık sebebi kendi burjuvazisini kapitalist siteme uygun şekilde
yaratmak, beslemek ve büyütmektir. Emperyalist aşamada ise yaygınlaşması için
küresel anlamda kendi burjuvazisinin iyiliği için bazı gelişmekte olan
ülkelerin gelişim evrim sürecine müdahil edip onları kendilerine ekonomik,
siyasi, sosyal olarak bağımlı yapmaktır. Yeter ki kendi ülkesinin burjuvazisi
ve onların kapitalist firmaları emperyalist aşamaya uygun yayılsınlar ve
küresel güç olsunlar… Hatta uluslarüstü ama ulusun rengini taşıyan firmalar
olması için her türlü kolaylığı sağlamak ile yükümlüdür bir anlamda devlet...
Ulus devlet içinde sosyal devlet kavramı geliştirilmiş ve
bir çok ülkede uygulandı. Bir ihtiyaçtan doğmuştur sosyal devlet, çünkü sosyal
devlet olmasaydı kendisi için savaşacak inanmış asker ve çalışacak sağlıklı
işçi bulamayacaklardı. Sanayi devrimin ilk zamanlarda çalışma süresi zaman içinde
azalmasının tek nedeni, daha nitelikli, daha verimli işçiden yararlanmak için
oluşturulmuş algoritmaya uygun yeniden yapılandırılmasıdır. Elbette burada işçi
sınıfının mücadelesi ve onların kazanımlarını da göz ardı etmemek gereklidir,
çünkü içeride ne kadar güçlü devlet olursa, dışarıya yönelmiş emperyalist
siyasetin ayağı o kadar da güçlü olacaktır…
İçte güçlü devlet dışta da güçlüdür…
Yukarıda anlattıklarım hepimizin bildiği şeyler, yeniden
yeniden yazmak da bana acı veriyor ama en azından üstten de bakış olsa yazmak
gerekli diye düşünüyorum, çünkü var olan devlet kavramı ile geçmişin devlet
algılayışı arasında uçurum olmuştur ve bugüne bakarak dün üzerine yazı
yazılamaz…
Bugüne bakarak dün olduğu gibi yazılamaz ama bugüne bakarak
dünün eksik yönleri ve yeni bakış ve devlet yapısına göre dünün eleştirel
olarak yeniden yorumlanması önemlidir, çünkü bugün ancak dünün gelişme
aşamalarına bakarak anlayabilir ve yorumlayabilirsiz, hiçbir şey birden
oluşmadı ve oluşmayacak da…
Bugün homojen olma isteği olan devlet yapısından çıktık ama
geçmişin alışkanlıkları ile hala bugüne bakanların dirençleri ile karşı
karşıyayız. Ülkemiz öznelinden bakarsak, homojen devlet bakış açısı içinde
imparatorluktan miras kalmış kültürel çeşitlilik, uluslar arası anlaşmalar ile
güvence altına alınmamış olanların asimilasyonu ile karşı karşıya kaldık.
Uluslararası sözleşmeler ile güvence altında olanlarında küçük siyasi oyunlar
ile o güvenceler ortadan kaldırılması için az çaba sarf edilmedi değil…
Ülkemizin mirasında yer alan her türden çeşitlilik homojenleştirme ve
asimilasyon sürecin içinde öteki, farklı olan her yapının üzerinden geçmiştir… İç
siyasi dinamikler bazıları için ağır olurken bazıları biraz daha az hasar ile
süreçten kendisini koruyarak ayakta kalmaya çalışmıştır… bugün var olan tüm
çözülmesi gereken sorunlar dünün homojenleştirmeden ağır yaralar ile ayakta
kalmış olanlar içindir. Asimilasyon ile artık aramızda olmayan kültürler için
artık çok geçtir, insanlık çok şeyini kaybetmiştir. Sadece doğa yok olmadı,
kültürlerde ulus devleti süreci içinde yok olmuş ve dünya yağmalanmıştır…
Ülkemizin kuruluşundan itibaren iki zayıf karnı hep var
olmuştur, Aleviler ve Kürtler. Bu iki unsurun denetim altında alınması ve polis
gücü eşliğinde asimilasyon sürecine doğru şehirleştirme içinde eritilmesi… Bizim
gibi ülkelerde şehirler doğal süreci içinde ve planlı şekilde ortaya
çıkmamıştır, bir anlamda çarpık şehirleşme teşvik edilmiştir.
Şehirlere göç dalgasından en çok etkilenen iki kültür
dikkati çeker, Kürtler ve Aleviler. 12 Eylül öncesi yaşanan çatışmalar
gecekondu mahallerinde ve Kürtler ve Alevilerin yaşam alanları içinde olması
tesadüfi değildir.
Şehirlerde oluşturulan gecekondu mahalleri ve onların
içlerine açılmış hapishane polis gücünün somut ifadesidir. Polis gücünün
görünmeyen yüzü olan eğitim ise okullarda somut olarak hayat bulmuştur. Okullarda
yeni ulus devletin ruhuna uygun homojenleştirme ve yaratılan tarih öğretilerek
nasıl üstün bir ırkın devletinde yaşadığımız ve ondan gurur duymamız
öğretilmiştir.
Alevi ve Kürt ve diğer ötekilerin çocukları devlet olanaklarının
artması ile paralel olarak başlangıçta bölgesel yatılı okullar ve fakir
çocukların eğitilmesi süreci yani bugünün taşıma usulü ile eğitim yerine
çocukların ailelerden alınarak zorunlu eğitimden geçirilmesi... Askerlik ocağında
ise Türkçe bilmeyenlere Türkçe öğretilmiştir. Şehirlerde “vatandaş Türkçe konuş”
diyerek Lozan’da hakları güvence altına alınmışlar dahi tüm ötekiler üzerine
mahalle baskısı kurulmuş başka bir asimilasyon süreci ile karşı karşıya
kalınmıştır…
Söz sözü açarmış ama esas konuya bir türlü gelemedin
dediğinizi işitir gibiyim, ben de en kestirmeden cümleye gireyim! Bugün ki
duruş ve bugün ki bakışa göre;
Yıllardır dikkatimi çeker, birileri Kürt olduğunu
ispatlamaya çalışır, birileri “hayır” der “Kürt değil sen asimile olmuşsun”…
Bana kalırsa kimin hangi kökten geldiğinin pek önemi yok,
bugün ne yapıyor diye bakarım. İnsana saygılı mı, adalet kavramı içinde ahlaklı
mı, kendisi dışında azınlık hakkına saygılı mı, dünya benim etrafımda dönmüyor
ben de diğer insanlar gibi biriyim mi demekte, bir arada yaşamanın
zenginliğinin farkında olmak…
Benim açımdan en önemli şey yan yana gelip, omuz omuza
kavgada yerini alıyor mu diye bakarım. Kısaca sınıfsal duruşu ve içinde
bulunduğu sınıfını tanıyan birinin hangi kökten geldiğinin pek önemli değil,
kendisini nasıl ifade ediyorsa, hangi kültür içinde kendisini görüyorsa ve
kendisini içinde bulunduğu kültür ve dilde geliştirmek için mücadele ediyorsa
işte bu dünyanı ihtiyacı duyduğu insan derim. Çünkü ne kadar çeşitli kültür
varsa ve kendisini geliştiriyorsa, asimilasyona karşı direniyorsa, kendi
düşünce yapısı içinde dünyaya bakabiliyorsa insanlık için bir şans olarak
görürüm ve saygı duyarım.
Bana düşen görev, onu kendime benzetmek ve kökünü araştırmak
değil, onun ve kendimin gelişmesine katkı sunacak bir ortam yaratmaktan
geçer...
Ben de onun dilini öğrenebilirim, ben de o dilde de
düşünebilecek kadar tanıyıp hayata daha farklı açılardan bakabilirim diye
düşünüyorum...
Ne kadar hayata değişik düşünce yöntem ile bakarsam o kadar
toleranslı, o kadar bir arada yaşamı savunur buluyorum kendimi. O yüzden
yabancı düşmanlığı, nefret söylemleri bana her zaman itici ve insanlığın
arkasına saplanan hançer gibi görürüm...
Dilime bir türkü düştüğünde hangi dilde söylediğimin ne
önemi var, önemli olan dile düşenin yüreğimin sesi olmasıdır... Kürtçe, Lazca, Rumca,
İbranice, Arapça, Ermenice, ... Arnavutça, Çerkezce... Yani sadece kürselleşmenin
dili olan İngilizce, Fransızca ya da Almanca olmasına gerek yok!
Tüm dünya tek dil ile anlaşmasın, çünkü tek dil çöl
fırtınası yaratır ve düşmanlığı körükler, yaşadığım yerde binlerce dilin
olmasını arzularım, çiçek bahçesinde neden bir çiçek türü eksik olsun ki,
ilaçlanmış tarladan verim elde edebilirisiniz ama onu tüketenin de DNA'sını
bozar...
Ben doğal olanı daha çok seviyorum...
İnsanlık için en kanlı süreci ulus devletinin çöküşü ile
bitti diye düşünürken, yerini alması gereken küreselleşme de siyasi, hukuki
yapısını henüz kuramadı. Belki de ulus devleti sürecinden daha kanlı bir
sürecin içindeyiz…
Ulus devleti artık çökmüştür, yeniden ayağa kaldırılması da
artık küresel şirketlerin konumunda ve ihtiyacından dolayı imkanı yok gibi
gözükmektedir…
Kapitalist sistem bir üst aşamaya sıçramıştır ama bunun
gerekli alt yapısını kurmadan sıçramış ve bu da tarih içinde büyük bir sosyal
kırılmanın içinde olduğumuz anlamına gelmektedir. Geçiş sürecin kargaşasında
klasik rollerde artık ortadan kalkmıştır, Ortadoğu görünümlü liderlerin bu
sürecin belki de doğal sonucu olarak bizim şansımıza düştü. Elbette bu süreç
geçicidir ve geçen sürecin bırakacağı iz çok da derin olabilir… İslam’ın
‘cihad’ kavramı içinde yeniden yorumlanması ve küresel olarak terör dalgasının
bir parçası hale getirmesi kimin işine yaradığını biraz düşüncünce daha iyi
anlayabiliriz… Yıkılmış ulus devletler üzerlerine öyle kıyafetler geçirdiler ki
hala ayakta gibi gözükmelerini sağlıyor… Yabancı düşmanlığı ve göçler yıkılmış
olanın üzerine giydirilen eğreti elbise gibi, insanların kanları ile yeni süreç
kendi restorasyonu yaratma derdinde…
Tarihte, ulus devletin ortaya çıkması ile imparatorluklara
yeniden nasıl ki geri dönüş olmadığına göre, küreselleşme içinde de ulus
devletine dönüş de artık imkanı yoktur.
Şirketler için öncelik verimlik olduğundan hangi coğrafyada
kimin kanı ile tüketimi körükleyecek ürünü ortaya çıkarıp satışa sunacağının
önemi yoktur. Ulus devletlerinin bayraklarının daha üstünde şirketlerin bayrakları
dalgalanmaya başlamıştır.
Düşünsel anlamda, gelişen olanaklar içinde karşılaştırmalı
tarih ile dünya yeniden yorumlanıyor ve biçimleniyor, dünyamız yeniden
biçimlenirken liberalizmin bilinçli tercihi ve şirketlerin ihtiyacına uygun
olarak örgütlü işçi sınıfı korkunç saldırısı karşısında örgütsüz yada çok zayıf
konuma düşmüş durumda, kapitalizm kendisine alternatif olacak bir gücü zayıf
bırakarak kendinsin en zayıf anında sitemini kendisine göre koruma altına
almıştır.
Umudum her zaman var olacaktır…
Bütün bu gelişmelere rağmen insanlığın bana göre hala tek
umudu işçi sınıfının iktidarındadır. Gerçek barış, özgürlük, demokrasi ancak
işçi sınıfının iktidarında hayat bulacaktır, aksi halde kapitalist sistem bir
bunalım ve krizden başka krize doğru evrilmekten başka şey ifade etmiyor ve
krizden kurtuluşu hala savaş olarak görmektedir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.