Galata Gazete


3 Temmuz 2025 Perşembe

Sol muhalefet hareketi oluşmalıdır!

Sol muhalefet hareketi oluşmalıdır!

Cezaevinde yatan biri hakkında yazmak istemezdim. En azından özgürlüğü elinden alınmış, arkadaşlarıyla birlikte siyasetin ve sosyal yaşamın dışına itilmiş bir kişi hakkında yazmak içime sinmiyor. Ancak içinde bulunduğumuz süreçte öne çıktığı için görüşlerimi paylaşmak ihtiyacı hissettim.

İmamoğlu, bir anda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak öne çıkarıldı. Beylikdüzü Belediye Başkanıyken sağ görüşlü olduğu bilinmesine rağmen, sosyal demokratların önüne aday olarak konuldu. Gerçi onu aday gösteren kişi, kimleri aday yapmadı ki? Sağcı tüm adaylar ve sağcı kimlikler, sol görünümlü TV kanallarında ve medya organlarında yer bulmaları sağlanarak siyasetin her alanında adaylaştırıldı. Bu süreçte solcuların düşünce ve duyguları hiçe sayıldı. Erdoğan ve AKP karşıtlığı ile laiklik karşıtı, modern yaşamı tehdit eden uygulamalara karşı duyulan — ki bu hiç de temelsiz bir korku değildir; Sivas Katliamı’nda rol alanları (hüküm giymiş katilleri) savunan birçok avukat bu partide milletvekili olmuştur — kaygılar üzerinden siyaset üretildi. Bir anlamda solun eli kolu bağlandı. Alternatif üretmeye çalışanlarsa “bölücü” olarak yaftalandı ve halk nezdinde de bu şekilde tanıtıldı.

Sağcılara seslenen, sağ politikaları benimseyen CHP ve kurmayları; solun ve genel muhalefetin önüne “korku dağları” örerek, kendi uygulamalarıyla özgürlükleri ellerinden alınanlara karşı sessiz kaldı. Devletin bekası gerekçesiyle yasa dışı uygulamalara ses çıkarılmazken, iş kendilerine dokunduğunda — yine kendi destekledikleri yasalarla — gözaltına alınanlar için “adalet” yürüyüşü düzenlediler. Bu yürüyüş, kurt işaretleri eşliğinde ve tek başına tamamlandı. Ortaya çıkan sosyal muhalefet ise çadır toplantılarıyla etkisizleştirildi.

Bu noktada İmamoğlu figürü bir anda parlatılarak seçmenin önüne sunuldu. O dönemde kim aday olursa olsun, Erdoğan’ın İstanbul’dan göstereceği aday karşısında avantajlı olacağı açıktı. İki inatçı keçinin dar bir köprüde karşı karşıya gelmesi gibi, birinin aşağı düşmesi kaçınılmazdı; çünkü seçim sistemi bir kişinin kazanmasına dayanır. Seçmen birini seçer ve o kişi başkanlık koltuğuna oturur. “İstanbul’u kazanan, Türkiye’yi kazanır” düşüncesi bu seçimle doğrulanmış oldu. İstanbul, büyük bütçesinin yanı sıra her şehirden gelen göçmenlerin oluşturduğu kozmopolit bir yapıya sahiptir. Kılıçdaroğlu bu seçimi büyük bir başarı olarak sunarken, adayının önüne cumhurbaşkanlığı yolunu da açmış oldu; çünkü Erdoğan da bu yoldan geçmişti.

Siyaset, alanında uzman kişilerce yapılmaz; tıpkı ülkemizde binaların müteahhitler tarafından yapılması gibi. Parası olan biri kendisini müteahhit ilan eder, bina yapar. Sonra çok zengin olduğunda, o binalarda deniz kumu kullandığını itiraf eder ama kimse bu kişiye dokunamaz. Siyasette de durum farklı değildir. Öne çıkan yol alır; bilgi ve tecrübe gibi unsurlar liderlerin gözünde pek önemli değildir. Sonuçta siyaset, bir tür baba-oğul ilişkisi gibi, feodal ve “işbilirlik” esaslı bir düzende yürür.

İmamoğlu’nun içi boş bir lider figürü olduğunu düşünüyordum; artık bunu kendisi de kanıtladı. Leman dergisi baskını ve sonrasında yaptığı açıklamalarla üzerindeki boya döküldü, kel göründü.

Sonuçta onu seçen kişi de Kılıçdaroğlu’ydu ve ona “oğlum” diye hitap ediyordu. Baba-oğul kavgası gibi sunulan kurultay süreci sonunda, seçen kişi iki “kullanışlı” adaydan birini belirledi ve partinin başına onu, bir de stepnesiyle (yedek lastiğiyle) birlikte getirdi.

CHP, Baykal sonrası dönemde her zaman iktidara endeksli bir politika izledi. İktidarda kim varsa onun koltuğunu sağlamlaştırmak için elinden geleni yaptı. Toplumsal direnişlerin havasını alarak bu enerjiyi kendi yapısına çekti ve etkisiz hâle getirdi.

CHP, Erdoğan’a karşı oluşturulmuş bir muhalefet partisi görüntüsünden hiçbir zaman rahatsız olmadı. Ancak bu görüntü artık o kadar görünür hâle geldi ki, şimdilik toplumsal muhalefeti yönlendiriyor gibi davranıyor. Seçim zamanı geldiğinde ise muhaliflerin hayalleri başka bahara kalacaktır. Ya da Erdoğan’ın rolüne birileri artık son vermeye karar verecektir. Unutmayalım, Erdoğan “BOP eş başkanıdır.”

“Peki, neden o seçilmiştir?” diye sorarsak, cevabı Ortadoğu’daki tarihsel değişim sürecine bakıldığında açıkça görülecektir.

İmamoğlu neden mağdur konumuna düşürüldü? Çünkü Erdoğan da biliyor ki, bir siyasetçi mağdur konuma düşerse, iktidara yakındır. Akıllı, zeki, iyi hatip olmasının bir önemi yoktur. Siyaset sahnesinde bu özellikleri taşıyan birçok üstün insan olmasına rağmen, bugün siyaset sadece bu iki figür üzerinden okunmaktadır.

Erdoğan “yenilmez” olarak tanımlanırken, sanki kutsal bir el tarafından korunuyormuş havası yaratılıyor. Bu gizem ve kutsiyet, uzun süre siyaset sahnesinde kalan her lider için oluşturulmuştur ve gelecekte de oluşturulacaktır. Ancak bu “yenilmezlik” algısının arkasında, esasen muhalefet partisinin ve onun atanmış/seçilmiş liderlerinin “sözde” yetersizliği yatmaktadır, özde ise verilen rolünü çok iyi oynamıştır.

Bugün mağdur edebiyatının gölgesinde duran birinin yerine, acaba yeni bir “kahraman” mı seçildi söylentileri dolaşıyor. Elbette Kılıçdaroğlu için gözyaşı döken biri, bir anda devletin en üst makamına atanabilir — pardon, seçilebilir! Sonuçta kim daha kullanışlıysa, kim iç siyasette yükselen muhalefeti bastırmada başarılıysa o tercih edilir. İç siyasette çok başarılı olmasa bile, dış siyasette istenilen verimi sağladığı sürece, içeride ona uygun bir muhalefet yaratılır ve parçalı muhalefet sayesinde başarısız bir iktidar yerinde kalır.

Kullanışlı lider, polisle karşı karşıya gelen gençlerin arkasında durmaz; sadece duruyormuş gibi yapar. Dışarıdan gelen tepkilere kulaklarını kapatır ve tüm bu tavırlarıyla, bir muhalefet partisinden çok “devletin partisi” gibi davranır. Sonuçta meydanlara çağırır, orada nutuk atar, gereken mesajları verir ve görevini tamamlamış olmanın huzuruyla odasına çekilir, meydandan dağılan gençlerin başına ne geldiği ile ilgili kaygısı, korkusu ve görevi yoktur.

Bu arada gözaltına alınanlar için parti avukatlarını görevlendirir, onların özgürlüğü için savunma yapılmasına izin verir; ancak o gençlere gerçek anlamda sahip çıkmaz. Tıpkı Saraçhane’deki 1 Mayıs eyleminde olduğu gibi, bugün de içeride kalan gençler ortada sahipsiz kalabilir.

Bir lider, sorumluluğu başkasına atıyorsa, adı “lider” değil, “sorumsuz” olur. O dönemin basına yansıyan görüşleri ise gizli saklı değildir.

Solun önünde seçenek olmasına rağmen, yaratılan korku duvarı yüzünden kendi kapısını aralayamıyor. Bağımsız, özgür siyaset üretemiyor. Bu nedenle 12 Eylül sonrası süreçte gölgede, risksiz siyaseti benimsedi ve o risksiz alanlar içinde kitleselleşme ya da varlığını koruma yoluna gitti. Sol, kendi yoluna çıkmadığı sürece bu ülkede taban bulamayacak; siyasete söz hakkı elde edemeden, sadece çıkardığı dergilerde “doğru” analizler yapmaya devam edecektir.

İsmail Cem Özkan

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Görünmezlikten Görünürlüğe…

Görünmezlikten Görünürlüğe…

Cumhuriyet kurulurken birlikte yola çıkanların birlikteliği, iktidarı elinde bulunduranların ulus-devlet mantığı içerisinde "öteki" olanları yok saymasıyla son buldu. Farklı kimlikler, yeni ve homojen bir devlet yapısı içinde eritilmeye çalışıldı. Erimeyenler içinse zorlayıcı yasal düzenlemeler getirildi; böylece yeni ulus-devletin hukuk düzeni tesis edildi.

Yok sayılanlar aslında hep vardılar; sadece görünmez kılınmışlardı. Ancak liberalizmin ekonomik olarak iktidar alanına yerleşmesiyle ve küreselleşmenin ulus-devlet kurumlarını zorlaması sonucu görünmeyenler görünür olmaya başladı. Bu yeni süreçte devlet, artık homojen bir yapıdan ziyade çok kültürlü bir yapıya yönelme ihtiyacı hissetti. Bu adım, ilk olarak "Kürt realitesinin" tanınmasıyla atıldı. Oysa bu realite zaten mevcuttu; sadece devletin hukuk düzeni içinde yer almıyordu. Kürtler ve Aleviler sonradan ortaya çıkmadılar; görünür hale geldiklerinde, sorunları da masaya yatırılmaya başlandı.

Kürt açılımı, ilk denemesinde başarısız oldu. Sürecin görünmeyen yüzü, Arap Baharı sonucu ortaya çıkan değişimlerle birlikte daha net görülmeye başlandı: Yüzeyde sakin, fakat derinlerde fırtınalı bir dönem yaşanıyordu. Bugün geldiğimiz noktada, bu açılım süreçlerinin niteliği, yönü ve gerçek amacı üzerine yeniden düşünmek gerekiyor.

“Kürt Yeterli Değil, Yanına Alevi Açılımı Ekleyelim!”

Artık yalnızca Kürt açılımı değil, bir de Alevi açılımından söz ediliyor. Söylentilere göre, 16 Ağustos’ta —eğer hazırlıklar tamamlanırsa— Hacıbektaş’ta, büyük olasılıkla Devlet Bahçeli'nin katılımıyla bir Cemevi açılışı yapılacak. Bu törenin, Alevi açılımının kamuoyuna ilanı işlevi göreceği belirtiliyor. Bu yalnızca sembolik bir ziyaret değil; arka planda daha kapsamlı bir stratejinin izleri var.

Kimin Açılımı, Kimin Onayı?

Bu süreçte en fazla sorgulanması gereken soru şu: Bu açılımlar gerçekten Kürtlerin ve Alevilerin taleplerini mi karşılıyor, yoksa onları yalnızca birer “seçmen torbası” olarak mı konumlandırıyor?

İktidar, "açılım" kavramını bir yumuşatma aracı olarak kullanıyordu; fakat zamanla onu da yetersiz buldu ve yerine “Terörsüz Türkiye” adını verdi. Ancak içeriği hâlâ muğlak ve pazarlığa açık.

Torba Yasalar Gibi Torba Anayasalar

Torba yasaların nelere yol açtığını görmek için cezaevlerine ve mezarlıklara bakmak yeterlidir. Yeni anayasa süreci de benzer bir mantıkla işliyor: Bir “torba yasa” gibi şekillendiriliyor. Bu torbaya alınan seçmenlerden, anayasa değişikliklerini “mutlak” bir onayla desteklemeleri bekleniyor. Çünkü paketin içeriği, seçmenlerin hassasiyetlerine göre düzenleniyor; ardından da “sizin için ne güzel işler yaptık” denilerek destek talep ediliyor.

Peki, bu torba teklifin içine neler giriyor, neler çıkarılıyor? Ve en önemlisi: Bu değişiklikler gerçekten halkın lehine mi, yoksa oy almak için hazırlanmış, cazip gösterilen bir paket mi?

Sağa Yönelmek: Tepkisel mi, Dönüşümsel mi?

Bugün hem Kürtlerin hem de Alevilerin bir kesiminin sağa yöneldiği bir dönemden geçiyoruz.

Sağ düşünce, var olanı korur; değişimden korkar.

Bu ülkenin devlet aklıyla şekillenmiş sağı, açılımları yapar ama düzeni değiştirmez. Bugün size bir Cemevi açar, yarın onu “kültürel merkez” olarak tanımlar. Bugün anadil hakkınızı tartışmaya açar, ertesi gün başka bir güvenlik politikasıyla bu hakkı bastırır.

Solun Yeniden Düşünme Zamanı

Solun da kendine dönüp şu soruyu sorması gerekiyor: Neden insanlar artık bizi değil, sağın sunduğu sembolik jestleri tercih eder oldu?

Eğer ortada bir açılım varsa, içeriği mutlaka tartışılmalıdır. Yeni anayasa deniyorsa, hangi özgürlüklerin güvence altına alındığı, hangilerinin yine “devletin takdirine” bırakıldığı netleştirilmelidir.

Kürtler ve Aleviler, eğer hakları anayasal güvence altına alınacaksa elbette bu süreci onaylayacaklardır. Çünkü tarihlerinde ilk kez görünür ve muhatap alınır hale geleceklerdir.

Fakat ortada şöyle bir sorun vardır: Devlet, Kürtleri ve Alevileri nasıl görüyor ve tanımlıyor? Çünkü var olan ile istenilen arasında ciddi bir çatışma da olabilir. Erdoğan “en hakiki Alevi” olduğunu iddia ediyor; peki, onun tanımına göre Alevi olmak, var olan sorunları gerçekten çözer mi?

 

İsmail Cem Özkan

 

Bir Katliamın Sessiz Tanıkları; Sessiz Dağların Çığlığı

Bir Katliamın Sessiz Tanıkları; Sessiz Dağların Çığlığı

Türkiye artık yalnızca yarı-sömürge değil; açık bir sömürge düzeninin acı gerçekleriyle yüzleşiyor. Bu dönüşümün en çarpıcı göstergesi, altın madeni bahanesiyle doğaya çöken emperyalist şirketler ve onların arkasındaki küresel güçlerdir. “Altın arıyoruz” diye gelenler, dağları deliyor, toprakları zehirliyor, suyu kirletiyor. Geride bıraktıkları şey yalnızca siyanür gölleri, çökmüş dağlar ve yaşanmaz hale gelmiş köyler değil; yok olmuş bir denge, susturulmuş bir yaşamdır.

Altın uğruna yok edilen doğanın feryadını duyan yurttaş, “terörist” yaftasıyla susturuluyor. Hak arayan köylü, suyunu, toprağını, yaşamını savunduğu için işkenceye uğruyor, mahkemelerde süründürülüyor. Sonunda şehrin varoşlarına savruluyor; açlıkla, işsizlikle, unutulmayla baş başa kalıyor. Kendi toprağında mülteciye dönüşüyor.

Bütün bu olanlar bir çevre sorunu değildir yalnızca; bu, topyekûn bir yaşam katliamıdır.

Altın madenleri yalnızca dağları değil, vicdanları da oyuyor. Maden ocaklarındaki patlamalar, siyanür sızmaları, toprak kaymaları “doğal afet” değil, insan eliyle planlanmış cinayetlerdir. Yeraltı suları zehirleniyor, binlerce yılın kurduğu denge birkaç yıl içinde çökertiliyor.

Ve bu felaketin en can alıcı yanı: Kimse duymuyormuş gibi davranıyor.

Ben yalnızca hayvanların değil, insanların, doğanın, çocukların, geleceğin öldürülmesine de karşıyım. “Hayvan katliamına hayır” deyip savaş tezkerelerine destek verenlerin ikiyüzlülüğüyle artık yüzleşmeliyiz. Savaş da bir katliamdır. Ormanları yerleşime açmak, orada yaşayan bütün canlıları yok etmektir. “Enerji” bahanesiyle dağları delmek, vadileri boğmak da öyledir.

Kaz Dağları örneğin...
O dağlar binlerce yıldır orada. Taş taş üstüne durmuş, bir insan eli değmeden kendi dengesini kurmuş. O dağlara hiç çıkmayan biri, o taşların nasıl dengede durduğunu da bilmez; nasıl da devrilmeye hazır durup yine milyonlarca yıldır yerinden oynamadığını da. Dağlara çıkmayan, dağların ağladığını da duymaz.

Ve işte şimdi, o dağlarda siyanür gölleri kuruldu. Her yıl artan sıcaklıklarla birlikte orman yangınları baş gösteriyor. Yangınlar artacak; bu artık bilimsel bir uyarı değil, yaşanan bir gerçek. Peki o yangınlar, çevredeki kurumuş derelerden su alınamayacaksa, o siyanürlü göllerden mi söndürülüyor? Gökten yağan küllerin içinde siyanür var mıdır? Bu soruyu sormak bile, içinde yaşadığımız felaketin boyutunu anlatmaya yeter.

Doğa bağırmaz, fısıldar.
Onu duymak için içimizdeki gürültüyü susturmamız gerekir.

Ama biz şehirdeki konforumuzu, ekran başındaki sessizliğimizi bozmadan doğayı “izliyoruz.” Doğayı anlamak için onunla yaşamak gerekir. Dağların sesini duymak için, şehir gürültüsünü susturmak gerekir.

Ve şimdi sıra zeytin ağaçlarında.
Zeytinliğin altını kazmak için yasa çıkarıyorlar. Sadece ağacı değil, toprağa kök salmış bir tarihi, bir hafızayı, bir kültürü söküp atıyorlar. Zeytin ağacının altına altın için inmek, köküne dinamit koymak demektir. O kök söküldüğünde sadece bir ağaç değil, bir yaşam biçimi ölür.

Altın için toprağı, suyu, ağacı, insanı feda edemeyiz. Artık dur demek zorundayız. Çünkü bu sadece bir doğa kıyımı değil; bir hafıza, bir kültür, bir vicdan kıyımıdır.

Her türlü katliama, her türlü talana hayır!
Doğaya, insana, hayvana, geçmişe ve geleceğe yapılan her saldırıya hayır!
Çünkü bir dağın feryadı sustuğunda, çok geçmeden insanın felaketi başlar.

 

İsmail Cem Özkan

 

1 Temmuz 2025 Salı

Bir kıvılcım büyük bir fırtınaya dönüşebilir.

Bir kıvılcım büyük bir fırtınaya dönüşebilir.

Leman Dergisi’ne baskın yapılmış, camlar kırılmış, çevredeki kafelerde oturanlara saldırılmış...

Olayın detaylarına baktığımda, asıl meselenin dergi olmadığı açıkça görülüyor. Dergi, yalnızca bir bahane gibi duruyor.

Oysa bir dergiyi protesto etmek, sadece derginin önüne gidip görüş bildirmekle sınırlı kalmalıdır. Protesto hakkı demokratiktir; ancak çevrede oturanlara saldırmak, doğrudan bir sindirme ve korkutma stratejisidir. Bu durum, yalnızca düşünceyi değil, yaşam biçimlerini de hedef aldığını gösteriyor.

Yaşananlar, Fransa’daki Charlie Hebdo saldırısını ve sonrasında gelişen olayları aklıma getirdi. O dönemde de benzer şekilde, bir protesto bahanesiyle canlar alındı.

Ve tıpkı bugün olduğu gibi, o günlerde de kutsallık şemsiyesi altında bir dünya görüşü, zorla kabul ettirilmeye çalışılıyordu. Amaç yalnızca tepki göstermek değil; farklı görüşleri bastırmak ve insanları düşüncelerini açıklamaktan korkutmak olmuştu.

Bu yaklaşım, maalesef zincirleme tepkilere yol açtı.

Birçok ülkede Kur’an yakmalara kadar varan İslamofobi olayları tetiklendi. Sonrasında Arap Baharı patlak verdi. Batı ülkelerinde aşırı sağın yükselişi hızlandı ve normal şartlarda lider olamayacak isimler, bu popüler dalgayı kullanarak ülke yönetimlerini ele geçirdi. Bu liderler, “dünyayı ben yarattım” diyerek istedikleri ülkelere bomba atma yetkisini bile kendilerinde gördüler.

Sonuç olarak, bu protestoların ardından milyonlarca insan hayatını kaybetti. Cihatçı örgütler bahane edilerek ülkeler işgal edildi, liderler devrildi.

Kısacası, düşünceye saygı göstermeyen bir anlayış, sonunda ölümle, kaosla ve yıkımla yüzleşti.

Bu noktada sormadan edemiyorum:

Bir yandan düşünceye saygı gösterilmezken, diğer yandan “Benim kutsalıma saygı duyulmalı” demek ne kadar adil, ne kadar mantıklı?

Eğer değerler ve düşünceler toplumun yapı taşlarıysa ve birlikte yaşamak gibi bir hedefimiz varsa, o zaman nefret söylemlerinden vazgeçilmeli; hoşgörü ve evrensel hukuk kurallarına saygı gösterilmelidir. Eleştiri ve protesto etmek en doğal insan hakkıdır.

“Ben dedim, ben yaparım, benim doğrum tek doğru” anlayışı sürdüğü sürece, çatışmalar kaçınılmaz olur.

Kovboy kültürü yalnızca bireysel hareket değil; çoğu zaman arkadan vurmayı da meşrulaştırır.

Bu olaylar içinde Leman Dergisi’ne ayrı bir parantez açmak gerek.

Derginin savunma hakkı vardır. Maksadını aşan karikatürler olabilir; çünkü çizerin bakışı ile okuyucunun algısı her zaman örtüşmeyebilir. Ancak unutulmamalıdır ki mizah, yerleşik olanı ve sistemleşmiş dogmaları eleştirmek için vardır. Bu, onun doğasıdır.

Karikatürde seçilen isimler yanlış olabilir. Peki, farklı isimler kullanılsaydı bu protesto yine olur muydu?

Sonuçta Gazze katliamı ve sonrasında gelişen olaylarda, din savaşları benzeri algılar birçok toplum ve ideoloji içinde seslendirilmiştir.

Zamanın ruhu, ne yazık ki bugün çatışmayı, cepheleşmeyi ve kutuplaşmayı besliyor. Ancak bir umutla söylemek isterim ki, umarım hoşgörünün ruhu da bir gün zamanı ele geçirir ve tüm dünyayı sarar.

Birlikte yaşamanın yolu; korkutmaktan, sindirmekten, dayatmaktan değil, dinlemekten ve anlamaya çalışmaktan geçer.

Sonuç olarak, 2 Temmuz’a yaklaştığımız bu günlerde, Leman Dergisi ve çevredeki kafelerde oturanlara karşı yapılan şeriatçı saldırıyı kınıyorum.

Dergi çalışanlarının can güvenliği ve savunma hakkı, hukuk devletine yakışır bir şekilde güvence altına alınmalıdır.

Ülkemizde belli zamanlarda buna benzer provokasyonlar hep yapılmıştır. Ne yazık ki olaylar bittiğinde, “Ölenler bizden değil,” diyerek sevinenlerin ülkesiyiz. Ne katiller gerçek anlamda sorgulanmış ve yargılanmış, ne de arkalarındaki güçler tam anlamıyla ortaya çıkarılabilmiştir.

Leman Dergisi’ne yapılan bu saldırı dalgası umarım daha büyümeden sonlanır...

İsmail Cem Özkan