Resmi dil kendi vatanında “yabancı dil” konumuna gelirken…
Bugün
bir toplantıdaydım. Toplantı davetiyesinde toplantı dili belirtilmemiştir,
fakat tercüme eşliğinde bir söyleşi olacağını tahmin ediyordum. Davet metni
yanında basın bülteninde hangi dilde olacağı ibaresi yoktu, sanırım buna benzer
toplantılarda genelde konuk ile ortaklaşan bir dilde sohbet oluyordur… Osmanlı
devleti zamanında ortak dil Fransızcaydı, çünkü bizi Fransız kültürü devletin
işleyişini belirleyen dönemim küresel diliydi. Birinci dünya savaşı sonrası
güçler dengesi değişmiş ve İngilizce uluslararası diplomasi dili olmuştur. Buna
benzer toplantılarda genelde İngilizce olur. Sanatçılar genelde nedense hepsi
İngilizceyi bilir ve konuşur!
Gittiğim
toplantı çağdaş sanat üzerine bir sergi ve serginin ev sahibi bir banka ve
konuk sanatçı o bankanın sahiplerinin olduğu ülkeden. Banka sahipleri
ülkelerinde İspanyolca konuşurken, diğer ülkelerde İngilizceyi tercih ederler,
bu suret ile herhangi bir tercüme, anlam bozukluğu yaşanmaz yazışmalarda ve yüz
yüze görüşmelerde. Paranın dili İngilizce, parayı basan ülke de resmi dil
İngilizcedir.
Bizim
ulusal bankamız aslında başka bir ulusun ulusal bankasıdır, küreselleşme böyle
bir şeydir, ulusal gördüğünüz birçok şey artık ulusal değildir, küresel
firmaların yönetiminde, denetiminde olan şirketler konumundadır. Paranın rengi,
ulusu, ırkı, dili olmaz ama sahipleri olur!
Elbette
toplantı başlarken bir sunum yapıldı, alışkanlık gereği sanırım İngilizce uzun
bir giriş yapıldı ve sanatçıya uzun bir soru soruldu. Çok uzun cümleler
kurulması sanki kural gibidir, acemi gazeteciler siyasetçilere akıl verir gibi
soru sorması gibi, nedir bu uzun soru sormanın egosu? Uzun bir soru eşliğinde
sorulunca doğal olarak konuklar arasında "hop ne oluyoruz" bakışı
oldu, çünkü dili belirtilmemiş toplantıda tercüme eksikliği vardı ve oraya
katılan gençlerin büyük bir bölümü İngilizceye hakim olabilir ama konuya
hakimler mi bilemiyorum, çünkü böyle toplantılarda dili bilmek yeterli değildir
bir de konuya hakim olmakta gereklidir. Neyse konumuzun bu tarafı beni pek
ilgilendirmiyor, çünkü benim açımdan söylenen sözlerin pek önemi yok, benim ne
algıladığım önemlidir...
Henüz
kafamda somutlaştıramadığım bir sanat çalışmasının üçlemesi üzerine bir sohbet.
Ama itiraz kaçınılmazdı, bir konuk hafiften sesini yükselterek dedi ki,
"Türkçe yok mu?" arkasından ekledi "biz sömürge ülke
değiliz!"
Benim
takıldığım cümle son söylenen oldu, “sömürge ülke değiliz” ama “bağımsız da
değiliz!” Ülkemiz kurulmadan öncesi neyse sonrası da öyle oldu, “tam bağımsız”
bir ülke hiç bir zaman olamadık, çünkü tam bağımsız devlet küresel dünyamızın
güçlü ülkeler kategorisinde yer alması anlamına gelir. Tam bağımsızlık “güçlü”
olmak demektir. Biz uluslararası politikada 1800'lü yıllarda “hasta adam”
denilerek bir düştük, bir daha güçlü devletler kategorisine giremedik...
Görünmez, yok sayılan bir ülkenin toprakları yağmalandı, eski sahibine
Avrupa’da "Türk sorunu" olmasın diye bir anlamda devlet
olmasına müsade edildi. Emperyalist devletler “size bu alanı layık
gördük, burada ulusal devletinizi kurabilirsiniz.” diye fısıldadı. Bir
anlamda Balkan devleti olan Osmanlı Devleti, halkı ile birlikte Anadolu
topraklarına Balkan savaşları sırasında ve sonrasında “tehcir” yani zor ile
(katliamlar/ cinayetler eşliğinde) göç ile taşındı… Balkanlarda yaşayanların
devlet tecrübesi Ankara’da oluşmakta olan oluşuma büyük katkı verdi ve devlette
devamlılığı sağlayarak geçmiş ile güçlü bir bağ kurdu. Onlar bize sınırlarımızı
dayatmadan önce son İstanbul’da toplanan meclis oturumu ile misak-ı milli
sınırlarımızı kararlaştırmıştık! Bir anlamda bizi parçalayanlar bizim meclis
kararlarımızın bu yönüne çok fazla itiraz etmeden- kendileri için önemli olan
bir kaç şehri kendilerinde tutarak- bizim ulusal sınırımızın çizilmesini
Lozan'da kabul ettiler. Kısaca biz resmi tarihimizde anlattığımız gibi dört
düvele karşı cephelerde savaşmadan ama diplomasi cephesinde mücadele ederek
antlaşma ile sınırlarımıza kavuştuk.
Tarihimizin
şatafatlı zamanlarını anlatan birçok öykü duymuşsunuzdur, en çokta son yıllarda
İstanbul'da bahçelerde boy veren laleler... Lale devri denilen zamanda halk
açlıktan ölürken saray ve çevresi şatafatlı lale bahçelerinde aşk şarkıları
dinliyordu... Savaşlarda bir bir komutanlara, siyasilere ve yakınlarında
payeler dağıtılırken köylü evladı pireler ve açlık ile savaşıyordu. Bu ülkenin
gerçek sahipleri düşmandan daha çok pireler ile savaşmıştır, pire ile
savaşmadığı anda çöl topraklarında kefensiz düşmüştür... Boşuna söylenmemiştir
ağıtlar. Hangi dilde söylenirse söylensin ağıtlar acıyı ve ezileni anlatır.
Ülkemizde Ermenice, Kürtçe ve Türkçe ağıtın dilidir… Her biri ortak acı
çekmiştir, Elazığ türküleri üç dilde söylenmesi tesadüfi değildir… Üç dili
ortak kılan ortak acıdır, acılarda zaman içinde ayrılacaktır. Her ayrışma başka
acıyı ve ağıtı ortaya çıkarmıştır. Anadolu ve Mezopotamya bozkırlarında,
ovalarında, dağlarında ağıtlar hiç eksik olmamıştır. Düğünlerde çalan
birçok türkü de ağıttır ama nedense o ağıtlarda halaya durulur. Acılar o
kadar içselleşmiştir ki, bu ülkenin yok sayılanları acıdan sevinç çıkarmaktadır…
Şimdi
"biz sömürge devlet değiliz" cümlesi bize çok şeyi anlatıyor, fakat
ekonomisi güçlü olmayan devletler ya sömürgedir ya da yarı sömürgedir demek
yerine daha süslü bir laf mutlaka bulunmuştur!
Devletimiz
ne yazık ki bağımsız ve güçlü ülkeler kategorisinde değil...
Yaşadığımız
zamanda bağımlı olan ülkelerin insanları açlık ile sessizleştiriliyor,
sessizleştirilen ülkede bankalar elbette küresel şirketlerin şubesi/ temsilcisi
olarak çalışmaya devam edecektir.
Bütçesi
açık veren iktidarlar “özelleştirme” adına ulus devletin tüm birikimlerini
satmak, elden çıkarmak ile uğraşırken, devletin gider ve gelirlerini alt üst
etmeye devam etmektedir, çünkü kısa vadeli çözüm uzun vadeli tam bağımsızlığın
olma ihtimalini yok etmektedir. Küreselleşme bağımsızlığı ortadan kaldırıp,
“kazan kazan” modeli adını verdikleri bir modeli dayatıyorlar ama kazan kazanda
insanlar yoktur…
Ekonomisi
bağımlı ülkelerin bağımsız düşünmesi ve geleceği umut ile bakması sorunludur...
Bir
toplantıda konuşulan bir dilin sorun yumağı olarak karşımıza çıkması şaşırtıcı
mı, elbette değil, çünkü biz yaratılmış olan gerçekliğin içinde yaşayınca,
dünyada bizi kendimizi gördüğümüz gibi gördüğü algısına kapılıyoruz... Bu da
elbette resmi dil kendi vatanında “yabancı dil” konumuna gelirken,
toplantılarda birileri sessizce itiraz etmeye devam edecek ama davet
metinlerinde konuşulan dil ibaresi eklenince o itiraz yolu da kapanacaktır…
İsmail
Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.