Galata Gazete


29 Haziran 2025 Pazar

Altının Bedeli: Parlayan Cevherin Gölgesinde Yok Olan Yaşam

Altının Bedeli: Parlayan Cevherin Gölgesinde Yok Olan Yaşam

Altın Neden Bu Kadar Değerli?

Altın neden değerlidir, hiç düşündünüz mü? Doğada nadir bulunmasından değil sadece. Ondan daha az bulunan elementler de var; ama altın başka bir şeye hizmet ediyor: İletim. Modern teknolojinin belkemiği olan çiplerde, en küçük parçaların bile birbirine bağlanmasında altın kullanılıyor. Çünkü altın, en iyi iletkenlerden biri. Telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda, arabalarımızda hatta uzay araçlarında altın var. Her geçen gün gelişen teknolojiyle birlikte altına olan ihtiyaç da artıyor. Peki bu kadar çok altın nereden geliyor? Ve biz bu ihtiyacı karşılarken neleri yok ediyoruz?

Sömürünün Altın Rengine Bürünmüş Hâli

DMAX gibi her ülkede yayınlanan ve yayınladığı ülkenin dili ile yayın yapan televizyon kanallarında altın arayıcılarının maceraları anlatılıyor. Büyük makinelerle, devasa çukurlar açılarak doğanın içi oyuluyor. Bu yayınlar bize “altın aramak” gibi romantize edilmiş bir hikâye sunuyor ama gerçekte ne yaşanıyor? Doğa tahrip ediliyor, insanlar sömürülüyor, toprağın altındaki yaşam yok ediliyor. Emperyalizm artık tankla tüfekle değil, medya aracılığıyla ve yerli taşeronlarla giriyor ülkelerin kalbine. Katliam gibi projeler, “ekonomik kalkınma” kisvesiyle meşrulaştırılıyor.
Kazdağları'nda, ve diğer dağlarımızda ve altın aranan sahalarda Kanada (küresel) sermayeli altın şirketleri toprağı delik deşik ederken, oradaki canlılar ve insanlar görmezden geliniyor. Zeytinliklerin altına “altın” var diye giriliyor. Hatta yeni yasalarla zeytin ağaçlarının bile altı eşilmeye çalışılıyor. Sözde kalkınma için, yaşanabilir geleceğimizden vazgeçiyoruz.

Siyanürle Gelen Sessiz Katliam

"Katliam yasasına hayır!" demek yetmez. Bu sadece hayvanlar için değil, insanlar, dağlar, sular, ormanlar için de geçerli. Ormanlar yerleşime açılıyor, HES’ler ve JES’ler kurularak yaşam alanları yok ediliyor. Altın için siyanürle dağlar delinip göller oluşturuluyor. Bu siyanür gölleri toprakla, suyla karışıyor, ekolojik denge telafisi olmayan bir şekilde bozuluyor. Dağların altı oyuluyor ve biz hâlâ “kalkınma” masalları dinliyoruz.
Yapay olarak oluşturulmuş siyanür gölleri yeraltı sularını zehirliyor, toprağı çoraklaştırıyor. Maden ocaklarında meydana gelen kaymalar, patlamalar "doğal afet" değil, doğa cinayetidir. Ve bu cinayetler, halkın rızası olmadan, hukuka aykırı şekilde, halkın zararına işlenmeye devam ediyor.

Altının Gerçek Bedeli: Göç, Yoksulluk ve Sessiz Bir Çığlık

Bu yağma sadece doğayı değil, insan hayatını da etkiliyor. Köylüler topraklarından sürülüyor, sular zehirleniyor, hayvanlar ölüyor, tarım yapılamaz hâle geliyor. Yerinden edilen insanlar şehirlerin kenar mahallelerine sığınıyor; kendi yurdunda mülteciye dönüşüyor. Sadece insanlar mı, göçmen kuşların yolları yok ediliyor, yollarını kaybeden kuşlar yol ararken, sulak alan bulamadığı için telef oluyor.
CEO’lar, “Türkler iyi taş taşır” diyerek hem küçümseyici hem de sömürücü niyetlerini açığa vuruyor. Yağmacı şirketler, arkalarında çöp yığınları, kurumuş dereler, siyanürle kaplı dağlar ve boşaltılmış köyler bırakıp çekip gidiyor.

Dağların Sessiz Ağıdı

Dağlara çıkmayan bilmez; taşların nasıl dengeyle dizildiğini, sessizliğin nasıl konuştuğunu. O dağlar milyonlarca yıldır var ve insan eli değmeden bir ekosistem kurmuş. Şimdi biz o taşların altını oyuyoruz, dağları ağlatıyoruz. O dağlar ağlarsa, felaket yakındır.
Kazdağları gibi altın madeni aranan yerler sadece bir coğrafya değil, bir yaşam alanıdır. Orada doğan, orada yaşayan, orada ölen canlılar için vatan demektir. Yağmacılar içinse yalnızca kâr kapısıdır. Onlar vur-kaç yaparken, geride yalnızca yıkım bırakıyorlar.

Altının Borsa Yüzü: Değer mi, Felaket mi?

Her şeyin borsası kuruldu. Altının, enerjinin, sanatın… Ne kadar alınıp satılabilir olduysa, o kadar da doğadan uzaklaştı. Emek göz ardı edildi. Üretilen değil, speküle edilen değerli hâle geldi. Bu yapay değerler zinciri, hepimizi uçuruma sürüklüyor. Lale çılgınlığı Hollanda’da yaşanmış olabilir, ama sanmayın ki bizim başımıza gelmeyecek. Bugün emlak, yarın altın… Her alanda balonlar şişiyor, patlamaya hazır bekliyor.

Son Söz Yerine: Altın mı, Yaşam mı?

Bir padişahın havuza altın attığı tarihsel hikâye geldi geçti gözümüzün önünden. O zaman da halk yoksuldu, altın saraydaydı. Bugün de değişen bir şey yok. Tek fark: Altın artık sarayların değil, şirketlerin cebinde; bedelini ise doğa ve halk ödüyor.
Altın, belki de en çok şeyin sembolüdür: Hırsın, savaşın, sömürünün, borsanın, teknolojinin… Ama en az şeyin: Yaşamın. Yaşam altının altına saklanmaz, tam aksine altın yüzünden yok edilir. Biz seçimimizi yapmalıyız: Altın mı, yaşam mı?
Doğayı yok eden kişi ve firmalar toprak altına ve tarih sayfalarına girmeden ne yazık ki bu doğa cinayetleri halka rağmen işlenmeye devam edecektir.

İsmail Cem Özkan

28 Haziran 2025 Cumartesi

Yeni Mevlevihane Açılışları: Kültürel Zenginlik mi, Dini Kurgu mu?

Yeni Mevlevihane Açılışları: Kültürel Zenginlik mi, Dini Kurgu mu?

Geçtiğimiz günlerde Tokat’ta bir Mevlevihane’de düzenlenen etkinliklere dair haberler dikkatimi çekti. Etkinlikte sema gösterileri yapılmış, ardından Bektaşi kültürü üzerine konuşmalar gerçekleştirilmiş. Kerbela ve matem gibi temalar da gündeme gelmiş. İlk bakışta kültürel bir buluşma gibi görünse de, bu tür etkinliklerin arka planında neyin inşa edilmeye çalışıldığını düşünmeden edemedim.

Tasavvufi Mirasın Yeniden Yorumlanması

Mevlevilik, tarih boyunca daha çok saray çevresiyle ilişkili, estetik ve ritüel yönü güçlü bir tasavvuf yolu olarak bilinir. Bektaşilik ise, özellikle Yeniçerilikle ilişkisi ve halkla kurduğu doğrudan bağ üzerinden daha muhalif ve heterodoks bir yapı sergilemiştir. Alevilik ile iç içe geçmiş olan Bektaşilik, Kerbela ve matem gibi temalarla halkın tarihsel belleğinde derin izler bırakmıştır.

Bu yapılar tarih boyunca zaman zaman yakınlaşmış, zaman zaman uzaklaşmış; ama her zaman kendi özgün kimliklerini korumuşlardır. Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla bastırılan bu gelenekler, uzun süre gayriresmî biçimlerde yaşamayı sürdürmüştür. Yakın zamanda Alevilik / Bektaşilik Cemevleri ile görünür olmuş ama bu seferde geleneksel yapıdan kopmayı ve şehirlerde yeni bir Alevilik tanımı ile yüzleşir olduk.

Bugün ise bu geleneklerin aynı çatı altında, aynı etkinlik içinde bir araya getirilmesi; yüzeyde kültürel bir kaynaşma gibi görünse de, daha derinlerde “yeni bir dini anlatı” inşasının parçası olabilir.

Sosyolojik Perspektif: Gösteri ve Boşluk

Son yıllarda özellikle genç kuşaklar arasında dini aidiyetlerde bir gevşeme gözlemleniyor. Bu boşluk, kimi zaman geleneksel tarikatlar aracılığıyla, kimi zaman da tasavvufun estetik yönünün ön plana çıkarıldığı kültürel etkinliklerle doldurulmaya çalışılıyor.

Ancak bu süreç, bazı sorunları da beraberinde getiriyor:

İnançların tarihsel bağlamından koparılması,

Simgelerin içinin boşaltılması (örneğin sema’nın/ semah’ın yalnızca bir sahne gösterisine dönüşmesi),

Dini aidiyetin kültürel bir gösteri formatına indirgenmesi.

Bu dönüşüm, inançtan çok “deneyim” odaklı, yüzeysel bir ilişki biçimi doğuruyor. Ve bu da geleneksel yolların yerini sembolik, melez yapılar alıyor.

Politik Boyut: Yeni Sentez mi, Eski Yöntemlerin Devamı mı?

Bu tür etkinliklerin genellikle kamu destekli kurumlar ya da iktidar çevresine yakın vakıflar aracılığıyla organize edilmesi, onların yalnızca kültürel bir çaba değil, aynı zamanda siyasi bir araç olarak da kullanıldığını düşündürüyor.

Din, Türkiye’de uzun süredir bir meşruiyet zemini olarak işlev görüyor. Siyasal iktidarın halkla bağı zayıfladığında, dinin daha yumuşak, kapsayıcı biçimleri sahneye sürülüyor. Mevlevilik ve Bektaşilik gibi farklı geleneklerin bir araya getirilmesi, bu anlamda “kontrollü bir birlik” inşa etme çabasına benziyor.

Bu durum, geçmişte FETÖ tarafından yürütülen “dinler arası diyalog” ve “ortak değer” projelerini hatırlatıyor. Farkı ise, günümüzde bu tür yaklaşımların “yerli ve milli” söylemle pazarlanması.

Sonuç: Yön Arayan Bir Toplumun Aynası mı?

Tokat’taki Mevlevihane’de Bektaşilik ve Kerbela’nın birlikte anılması, sıradan bir kültürel etkinlikten fazlası olabilir. Bu tür birleşimlerin arkasında gerçek bir toplumsal ihtiyaç mı, yoksa mevcut siyasal yapıya uyumlu yeni bir dini kurgu yaratma arzusu mu var?

Bu sorular açıkta. Ama şurası kesin: Türkiye’de dinin yalnızca bir inanç değil, aynı zamanda bir kültürel, sosyolojik ve politik mühendislik alanı haline geldiğini göz ardı etmek mümkün değil.

İsmail Cem Özkan

27 Haziran 2025 Cuma

Çürüyen Toprak, Betonlaşan Vicdan: Bir Ülkenin Sessiz Çöküşü

Çürüyen Toprak, Betonlaşan Vicdan: Bir Ülkenin Sessiz Çöküşü

Unuttuğumuz Bir Şey Var

Her sabah gözümüzü açtığımız bu topraklarda, kim olduğumuzu biraz daha unutuyoruz. Toprakla bağımız koptu, vicdanımız betonlaştı. Gıdadan eğitime, sağlıktan ölüme kadar her şey bir ticarete dönüştü. Yaşamak, bir maliyet hesabına indirgendi; ölmek ise bir sektör haline geldi.

Tarımda Kimyasal Zehirlenme: Toprağın Sessiz Çığlığı

Bir zamanlar bereket fışkıran topraklarımız, şimdi kimyasallarla yıkanıyor. Yetişen her şeyin üstüne kontrolsüzce tarım ilacı dökülüyor, doğal gübreler ya unutuldu ya da o gübreleri üretecek canlılar bile kalmadı. Sonuç? Yediğimiz her lokma vücudumuza sinsice yayılan birer zehir.

Bu kimyasallar yalnızca midemizi değil, geleceğimizi de zehirliyor. Kanser vakalarının artışı, Alzheimer’ın sıradanlaşması, doğum bozukluklarının normalleşmesi bir rastlantı mı? Hayır. Bunlar toprağın intikamı.

Bunlar yetmezmiş gibi, dünyanın çöpü buraya taşınıyor. Bir kısmı havaya karışıyor, geri kalanı toprağa atılıyor. İlçelerin çöplerinin nereye döküldüğünü gördünüz mü hiç? Derelerin, suyollarının kıyılarına... Nükleer atıklar bile burada! Radyasyonsuz bir tek nokta kaldı mı bu ülkede?

Hastalıklar Ülkesi: Sağlık Sistemi mi, Sağlık Endüstrisi mi?

Sağlık, artık sadece bir hak değil; pahalı bir hizmet. Olmayan hastalıkların “tedavisi” bizde icat edilir. Check-up paketleriyle sağlıklı bireyler hasta ilan edilir. Gereksiz ilaçlar, yanlış tanılar, aceleyle yapılan ameliyatlar... Bütün bunlar sağlığı korumak için değil, sisteme para akıtmak içindir.

Hasta, müşteri haline gelir. Muhtaç, çaresiz birine dönüştürülür. Çünkü çaresiz insan, sistemin en verimli kaynağıdır. Elindeki tüm birikimi vermeye hazırdır. Bu sistem, sağlığı değil bağımlılığı büyütür.

Ölümün Ticareti: Bir Mezarlık Ekonomisi

Ölüm bile bir sektör haline geldi. Organ ticareti, en karanlık ticaret zincirlerinden biri haline geldi. Büyük şehirlerde mezarlıklarda yerler satılıyor; mezar yaptırmak bile başlı başına bir ekonomik sömürüye dönüştü. Tabutu, mermeri, mezar taşı—hepsi birbirine benziyor. Yaşarken birbirinden farklı olanlar, ölünce aynı kalıba sokuluyor. Hangi şehre, hangi mezarlığa giderseniz gidin hepsi tek kalıptan çıkma olduğunu görürsünüz.

Ölüm bir acı değil, artık bir alışveriş süreci. Ve bu süreçten her zaman birileri kâr ediyor.

Beton Şehirler, Yanan Ormanlar: Doğayla Savaş Halindeyiz

Şehirler griye büründü. Ağaçların yerine AVM’ler, parkların yerine otoparklar yapıldı. Nefes almak bile lüks hale geldi. Ormanlar ise kaderine terk edildi; yaz geldiğinde “bir şekilde” yanmaya başlıyorlar. Her yangın, yeni bir rant alanına kapı aralıyor.

Toprak yanıyor, su kirleniyor, hava solunamaz hale geliyor.

Bu bir doğa sorunu değil; bu bir insan sorunu. Çünkü doğa kendini korur, ama biz onu yok etmeye yemin etmiş gibiyiz. Yanan ormanın arkasından bile gözyaşı dökemez hale geldik.

Müşterileşen İnsan: Kimlik Var, Yaşayan Yok

Eğitimde öğrenci bir müşteri. Diploması, “al-ver” sisteminin ürünü. Sağlıkta hasta da müşteri, mezarlıkta ölü bile bir ticari unsur. Peki ya insan? O artık sadece bir kimlik numarası. Var ama yok. Yaşıyor ama hissiz. Ne kendine çare olabiliyor, ne başkasına insan.

Aziz Nesin, yıllar önce romanını yazmıştı: Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz. Hepimiz yaşar olduk, kanıtımız kimlik numaramız!

Bu topraklarda doğan her birey, yaşar yaşamaz konumda. Sadece var olmakla yetinmek zorunda kalan bir nesil yetişiyor. Çaresizliğin, suskunluğun, unutulmuşluğun gölgesinde...

Çürümeye Razı mıyız?

Biz kendi kendimizi çürütüyoruz. Çürümüş bir sistemden bahsediyoruz; ama farkında olmadan, onun bir parçası haline geldik. Her açıdan çürüyoruz, ama çürüyeneler düşünemez, kaderine razı olur.

Toprak çürüdü, sistem çöktü, vicdan sustu. Fakat her çöküş bir yeniden doğuşa da gebe olabilir. Yeter ki fark edelim: Bu düzen, değiştirilebilir. Bu çürümüş yapı, iyileştirilebilir. Ama önce çürümeyi kabul etmeli, sonra ondan kurtulmak için çabalamalıyız.

Unutma: Sessizlik onaydır. Görmezden gelmek suç ortaklığıdır. Bu yazı, bir başkaldırı değil; bir hatırlatma. Hâlâ insan olabilme ihtimalini hatırlatma...

İsmail Cem Özkan

24 Haziran 2025 Salı

12 Öfkeli Adam, Hukuk mu Yargılıyor, Tarih mi?

12 Öfkeli Adam, Hukuk mu Yargılıyor, Tarih mi?

1970’li yıllar... Muhtıra verilmiş, hükümet düşürülmüş; ülkede siyasi kriz derinleşmişti. Sol hareketlere karşı sürek avı başlatılmış, cezaevlerinden kaçanlar, sokak çatışmaları, bildiriler ve siyasi operasyonlar ülkeyi kasıp kavuruyordu.
Kayseri civarında yakalanan devrimciler ve onları kurtarmaya çalışan yoldaşları Kızıldere’de öldürüldü. Bu süreçte davalar birbiri ardına açıldı, idamlar konuşulmaya başlandı.


Sıkıyönetim ilan edildi. Atanmış hâkimler, hukuki temeli olmayan, tamamen siyasi iradenin taleplerine göre şekillendirilmiş suçlamalarla kararlar vermeye başladı. Dönemin “anarşist” olarak yaftalanan gençleri hakkında ardı ardına davalar açıldı.
Ama asılan sadece insanlar değildi — hukukun kendisiydi!
Her olağanüstü dönemde önce hukuk boğulur, sonra insanlar darağacına gönderilir.

Meşru olmayan kararlar, meclis eliyle meşrulaştırılıyor; seçilmiş milletvekillerine önceden hazırlanmış kararlar sadece onaylatılıyordu. Meclis vardı, ama bu görünürlük yalnızca dış dünyaya karşı bir meşruiyet algısı yaratmak içindi.

Bu tarihsel bağlamda sahnelenen “12 Öfkeli Adam”, dönemin karanlık yüzüne ışık tutan, belgelere dayanan, politik ve vicdani bir yüzleşme metni olarak dikkat çekiyor. Oyun, üç devrimcinin idamını onaylamak üzere oluşturulan meclis komisyonunu merkezine alıyor. Gerçek meclis tutanaklarından alınan diyaloglar, yıllar sonra sahnede canlandırılıyor.

Sahne sade ama çarpıcı: Salonun ortasında bir masa; masada oturan bir vekil…
Bu vekil, dönemin gazete haberlerini yüksek sesle okuyarak seyirciye dönemin atmosferini adım adım yaşatıyor. Seçilen haberler bilinçli olarak kurgulanmış; seyircinin çoğunlukla haberdar olmadığı olaylar, sesli anlatımlarla aktarılıyor. Yorumlarda şaşkınlık, öfke ve “Bu kadar da olamaz!” türünden tepkiler yankılanıyor salonda.

Yıllar boyunca Denizler hakkında yazılmış yüzlerce anı kitabı, destansı anlatımlar, kişisel tanıklıklar okuduk. Ancak bu oyun, kişisel yorumlardan çok somut belgelere, özellikle meclis tutanaklarına dayanmasıyla farklılaşıyor. İki sağcı ve iki sol/sosyal demokrat vekilin, bu üç gencin idam sürecine dair mecliste yaptığı konuşmalar, sahnede yeniden hayat buluyor.

Oyunun en güçlü yönlerinden biri, olaylara farklı bakış açıları sunması. Aynı olay, oturduğun yerden, sahip olduğun dünya görüşünden bakıldığında bambaşka bir anlam kazanıyor. Bu durum, sadece siyasal değil, aynı zamanda vicdani bir yüzleşmeyi de gündeme getiriyor. Meclisteki tartışmalar arasında sert gerilimler yaşanıyor; ama seyirciye düşen görev yalnızca izlemek değil, taraf olmaktır. Çünkü burada sadece vekiller değil, seyircinin de vicdanı yargılanıyor.

Oyun boyunca seyirci, kimi zaman sahnedeki görüşe alkışlarla katılıyor, kimi zaman ise sessizliğe bürünüyor. Oyun sonunda oyuncularla seyirciler arasında yapılan söyleşi, bu etkileşimi daha da derinleştiriyor. Sahnede yaşanan yalnızca bir dönem anlatısı değil; aynı zamanda bugüne de uzanan, “hukuk, vicdan, adalet ve hafıza” ekseninde bir sorgulama.

Bir anlamda seyirci bu oyunun içindedir; ama asıl yargıç, tarihin kendisidir.

Oyunculuk Performansı ve Sahne Etkisi

Oyuncuların performanslarını değerlendirecek olursak, her biri son derece başarılı. Seslerini, mimiklerini ve beden dillerini öylesine etkili kullanıyorlar ki, seyirci olarak kendimizi adeta sahnenin ortasında yaşanan tartışmanın tarafı gibi hissediyoruz.

Her oyuncunun, oyun kurgusu içerisinde sesini yükseltmesi, karakterini yorumlaması, mantık süzgecinden geçirilmiş replikleri canlandırması ve üstlendiği rolün gerekliliklerini yerine getirmesi sahneye güçlü bir dinamizm kazandırıyor. Zaman zaman ayakta verilen tepkiler, yükselen gerilimle birlikte sese ve vücut diline yansıyor; bu da doğrudan seyirciye ulaşıyor.

Ani ses yükselmeleri, parlamalar yerinde kullanılmış; verilen sessizlikler ise oyunun atmosferini güçlendirmek açısından son derece etkili. Bu sessizlik anları, tartışan karakterlerin vicdan muhasebesi yaptığı anlara dönüşüyor ve izleyiciye düşünme fırsatı sunuyor.

Bilge, yatıştırıcı bir ses tonuyla konuşan karakter ise çatışmayı körüklemek yerine, müzakere görüntüsü altında yaşanan görünmez bir gerilimin parçası hâline getiriyor seyirciyi. Böylece izleyici yalnızca olan biteni izleyen değil, içsel bir taraf hâline de geliyor.

Mehmet Esatoğlu, Hamit Demir, Bertan Dirikolu ve Engin Alpateş… Her biri sahnede birbirini tamamlıyor. Bireyselmiş gibi görünen itirazlar aslında tek tek bireylerin değil, kamusal vicdanın sesi hâlinde karşımıza çıkıyor. Oyunun atmosferi, bu dört oyuncunun uyumuyla derinleşiyor. Sahnedeki masaya taşınan tartışmalar yalnızca geçmişin değil, bugünün de izdüşümünü içinde barındırıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel ve siyasal çatışmalar kadar, resmi tarihin çizdiği sınırlar içinde sürdürülen ideolojik müzakerelerin günümüze yansıyan hali de oyunda güçlü biçimde hissediliyor.

Teşekkür:
Bu oyunu izleme ve üzerine düşünerek yazma fırsatını bana sunan tüm yaratıcı ekibe ve sahne arkasında emeği geçen herkese teşekkür ederim.

Geçmişle yüzleşmeden bugünü anlamak mümkün değil. “12 Öfkeli Adam”, bu yüzleşmenin sahnede ete kemiğe bürünmüş hâlidir.

İsmail Cem Özkan

 

Araştıran / Yazan / Yöneten: Murat Karahüseyinoğlu

Oynayanlar: Mehmet Esatoğlu, Hamit Demir, Bertan Dirikolu, Engin Alpateş

Müzik: Mahur Beste (Söz: Attila İlhan / Beste: Ahmet Kaya)

Çizer: Tolgay Palaska

Afiş ve Sahne Tasarımı: Murat Karahüseyinoğlu

Not: İdam görüşmeleri 10 Mart 1972’de başlamıştır. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamına karar veren askeri mahkeme, “müessese olarak bunlar üzerinde hüküm vermeyi kamu vicdanına, tarihe ve TBMM’nin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görerek” konuyu meclise havale etmiştir.
İdam kararları 5 Mayıs 1972 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanmış, infazlar 6 Mayıs sabahı gerçekleştirilmiştir.

 

12 Günlük Savaş: Gerçek Hedef Neydi?

12 Günlük Savaş: Gerçek Hedef Neydi?

“12 Günlük Savaş” ya da karşılıklı füze saldırılarıyla süren çatışma sona erdi. Peki, bu 12 gün boyunca gerçekten ne elde edildi?

Ortadoğu bir kez daha füze sesleriyle yankılandı. İran ve İsrail arasında başlayan gerilim, 12 gün süren karşılıklı saldırılarla sınırlı kaldı. Ancak bu kısa süreli çatışma, bölgede yalnızca askeri değil, ideolojik ve siyasi anlamda da derin fay hatlarını açığa çıkardı.

Solun İran İmtihanı

Çatışma sürecinde özellikle Türkiye’deki bazı sol çevrelerin İran rejimine yönelik tutumu dikkat çekiciydi. İran’ın otoriter, teokratik ve halkına baskı uygulayan yapısı görmezden gelinirken, “anti-emperyalist” duruş gerekçe gösterilerek adeta koşulsuz destek verildi. Oysa rejimin kendi halkına uyguladığı şiddet, kadın hakları ve temel özgürlükler konusundaki sicili ortada. Sonuç olarak sol, kendi celladına hayran, onu savunan zavallı bir figüre dönüştü; adeta analiz yazılarıyla kasabının bıçağını öptü...

Bu noktada sorulması gereken soru şu: Halkların özgürlük taleplerini göz ardı ederek salt jeopolitik karşıtlıklar üzerinden pozisyon almak, sol adına ne kadar tutarlı?

Kazananlar ve Kaybedenler

12 günün sonunda rejim değişmedi; çünkü kullanılan araçlar zaten var olan paradigmanın dışına çıkmıyordu. Mevcut düzen ve düşman rolleri yerli yerinde durdu, sınırlar değişmedi. Ancak İran, askeri ve ekonomik olarak büyük bir yükün altına girdi. Sahada operasyon yapan paramiliter güçlerin başarısızlığı, hem caydırıcılık söylemini hem de iç kamuoyundaki güveni zedeledi. Sonuçta İran ve müttefikleri olan cihatçı grupların kime saldıramayacaklarını daha iyi bilir hale geldi. Onlar da boylarının ölçüsünü alırken ceplerinden milyarlarca dolar çıktı. Her atılan füze milyarlarca paranın İran halkının kursağından alınıp havaya savrulması anlamına geliyordu. ABD ve İsrail attıkları füzelerin parasını İran’dan anlaşmalar ile mutlaka alacaktır!

Diğer yandan, İsrail operasyonel hedeflerine büyük ölçüde ulaştı. ABD'nin bölgedeki müttefikleri ise sessiz ama etkili biçimde sürece dahil oldu. Bazı Arap / Müslüman ülkelerinin kamuoyuna İsrail karşıtı açıklamalar yaparken, perde arkasında istihbarat ve lojistik iş birliğine gitmesi, bölgesel denklemlerdeki ikiyüzlülüğü bir kez daha gösterdi.

Anayasada “İsrail” Tartışması Gündemde mi?

Ateşkesin ardından İran üzerindeki diplomatik baskının artması bekleniyor. Özellikle anayasa metninde yer alan ve İsrail’in yok edilmesini öngören ifadelerin uluslararası alanda daha yoğun şekilde sorgulanması şaşırtıcı olmayacaktır. Böyle bir değişiklik, rejimin ideolojik omurgasında ciddi bir kırılma yaratabilir.

Rejim Mi, Halk Mı?

Savaş, İran’da liderliğin önceliklerini de yeniden gündeme taşıdı. Ali Hamaney’in rejimin bekası için her türlü tavizi vermeye hazır olduğu iddiaları, ülke içindeki muhalif çevrelerde öfkeye yol açtı. Rejim güvenliği uğruna halkın yaşam kalitesinden feragat edilmesi, İranlıların geleceğe dair umutlarını daha da törpüleyebilir.

Bu süreçte liderlerin hayatlarının, halklarının hayatından daha değerli olduğu da ortaya çıktı. Hamaney, kendi yaşamını korumak uğruna her türlü talebi kabul etti. Yeter ki rejim ayakta kalsın!

Domino Etkisi Engellendi

Uluslararası aktörlerin süreci sınırlı tutma çabası da dikkat çekiciydi. İran'daki olası bir rejim çöküşünün Pakistan, Afganistan ve Bangladeş gibi din birliği temelli ülkelerin ve Hindistan gibi çok uluslu ve din temelli devletlerde benzer çözülmelere yol açabileceği ulus-devlete dönüşmesini beraberinde getirebilirdi. Bu olasılık, küresel güçleri kontrollü müdahaleye yöneltti.

Silahlar ve Pazarlar: Ekonomik Ayak

Savaşın bir başka boyutu da silah endüstrisiydi. ABD, bu süreçte yeni nesil savunma sistemlerini test etti ve artık müttefiklerine pazarlama sürecine hazır. Bu durum, barışın değil, savaşın ekonomik getirisini önceleyen bir küresel düzenin sürdüğünü bir kez daha kanıtladı.

İran'da Yol Ayrımı

İran iç siyasetinde ise yeni bir eşik kapıda. Rejim, azınlıklar ve muhalifler karşısında ya demokratikleşme yönünde adım atacak ya da baskı mekanizmalarını daha da sertleştirecek. Her iki ihtimal de ülke içindeki kutuplaşmayı derinleştirme potansiyeli taşıyor.

Sonuç yerine bir soru:

12 gün süren bir savaş, yalnızca silahların değil, ideolojik tutumların, siyasi safların ve toplumsal reflekslerin de test edildiği bir dönemdi. Şimdi sorulması gereken şu: Savaş gerçekten bitti mi, yoksa yeni bir oyunun sadece fragmanını mı izledik?

İsmail Cem Özkan


22 Haziran 2025 Pazar

Burjuvaziye Akıl Veren Yorumcu Sendromu

Burjuvaziye Akıl Veren Yorumcu Sendromu

TV yorumcularının moda akımı, son günlerde Trump’a — daha doğrusu siyasi liderlere ve burjuvalara — akıl verme yarışına dönmüş durumda. Şaka gibi! Adam Amerikan başkanı olmuş; o, kanalizasyonda kullanılan boru değil ki!

Dünyanın en güçlü ekonomilerinden birinin tepesine çıkmış birinden bahsediyoruz. Sadece siyasi değil, ekonomik anlamda da devasa bir güce sahip. Her ülkede yatırımı var; otelleri, gayrimenkulleri, milyar dolarlık anlaşmaları var…

Yorumcunun üzerinde giyecek doğru düzgün kıyafeti yok; olan da büyük ihtimalle Trump gibilerinin ürettiği markaların ürünü. Sonra çıkıyor ve ekran karşısında “Trump şöyle yapmalı, böyle yapmalı.” diye akıl veriyor. Dümdüz komedi bu! Kapitaliste hayat dersi vermek... Bu ne özgüven arkadaş?

Trump, askeri eğitim almış, stratejiyle yetişmiş biri. Oteller kurmuş, dünyanın en değerli arazilerini toplamış, Amerika gibi bir ülkenin başkanlık koltuğuna ikinci kez oturmuş. Bizimki ne yapıyor? Kanalın kahve köşesinde “Ben olsam şöyle yapardım.” diyor. Ya kardeşim, sen değilsin işte! Ve bu gidişle hiç olamayacaksın da.

Elinde hiçbir başarı hikâyesi olmayanların “her şeyi bildiği” bu yeniçağda, özgüven ders olarak okutulmalı. Hele o klasik söylem yok mu: “Tüm Amerikalılar aptal, bir biz zekiyiz.” İyi de, madem bu kadar zekisin, neden sen üretmedin o teknolojiyi? Neden senin aklından bir marka, bir buluş çıkmadı? Hâlâ içinde bulunduğun ülke, gelişmekte olan ülke kategorisinde. Amerika’dan habersiz, izinsiz adım atamıyorsun!

Sonra işin içine bir de “her şeyi tek kitapla açıklayan” tipler karışıyor. Bilim insanı yıllarını veriyor, keşif yapıyor; adam çıkıyor diyor ki: “Zaten kutsal kitapta vardı.” Vardıysa, neden sen bulmadın? O kitap yeryüzüne ineli yüzyıllar olmuş; hâlâ bir ampul bile icat edememişsin ama ekran karşısında ahkâm kesiyorsun. Kitabı sürekli okuyorsun ama okumaktan başka hiçbir şey yapmıyorsun.

Aslında başka açıdan yapıyorsun: Kitabı referans gösterip işlenen katliamların, cinayetlerin temelini oluşturuyorsun; o suçları meşrulaştırıyorsun! Yaşamı değil, ölümü yücelterek insanlık ileriye gidebilir mi?

Kullandığın ekranı, kamerayı, mikrofonu, yayını emperyalistlerin teknolojisiyle alıp “onlara karşı” konuşuyorsun. Ne tuhaf çelişki değil mi? “Hepsi kitapta var.” diyerek o teknolojiyi meşrulaştırıyorsun ama o teknolojiye en ufak katkın yok!

Sarık takıp, şalvar giyip kadını siyah çarşafa hapset; zihin hâlâ Orta Çağ’da. Ama lüks arabaya bin, beş yıldızlı otelde kal, son model telefondan paylaşım yap. Modernliğin sadece konfor kısmı sende. Bilim yok, üretim yok. Ne varsa ölüm, kin, şiddet, nefret var. Kadına şiddet sende, rüşvet sende, kelle kesmek sende. Ama “Biz haklıyız.” diyorsun.

Sonra ne oluyor, biliyor musun?

Bu zihniyetten etkilenmiş ama kravatını takmış, modern kıyafetler giymiş bir yorumcu daha çıkıyor. Kendini entelektüel zannediyor. Oturmuş, Trump’a akıl veriyor. “Trump aslında şöyle yapmalıydı...” diyor. Sanki sabah birlikte kahvaltı etmişler!

Ama üretmek yok, araştırmak yok, öğrenmek yok. Eleştirmek bol, küçümsemek daha bol. Konuşmak zaten sınırsız. Her konuda bir fikir var ama arkasında tek bir katkı yok.

Trump’a akıl vermek mi? O her zaman var!

Sonuçta Trump bu yorumcuların yorumunu hiçbir zaman duymayacak. Yorumcular Trump’ın duyacağını bilmiş olsa acaba o yorumları yapabilir mi, çünkü Amerikan vizesi alımında bu yorumlar öne çıkma tehlikesi ya da resen hakkında açılan bir davanın öznesi olma durumu yok!

Özneleri değiştirin, yorumcular hep benzer davranış içinde rahatlıkla konu olan kimse ona akıl vermeye devam ediyor…

Yorumcular konuştukları kanaldan alacakları yevmiyeyi düşünüyor olabilir ama yorumcuların sahip olduğu her hangi ticari başarı belgesi bile yok, olsa ekran başına çıkıp konuşmak yerine ticari kaygılarını ortadan kaldırmak için uğraş veriyor olabilirdi! Üniversitelerden alınmış diplomalar ile işin uzmanı olduğunu ilan eden ama küresel olarak ciddiye alınmayan diplomaları sayesinde ekranlara çıkıp konuşuyorlar…

Yazıya konu olanlar profesyonel yorumculardır, ekranların vaz geçemediği profesyoneller… Profesyonel tanımı olarak işverenin ihtiyacına uygun olarak para karşılığında üretim yapan, tez geliştiren ya da proje yürütendir.

İsmail Cem Özkan

İspanya’dan İran’a Uzanan Tarihsel Kırılma

İspanya’dan İran’a Uzanan Tarihsel Kırılma

İkinci Dünya Savaşı öncesinde İspanya, savaşın genel bir provasıdır. İç savaş başlamış; dünyanın tüm devletleri oraya askerini, teknolojisini göndermiş; sol ve anarşist birliklere karşı savaşmış, son silahlarını onların üzerinde kullanarak bir genel prova yapmıştır.

İspanya İç Savaşı’nda Stalin, solcuları ve anarşistleri Hitler ile yaptığı anlaşma doğrultusunda satarak, lojistik desteğini çekmiş; böylece yenilginin ortamını hazırlamış ve 30 yıl sürecek bir diktatörlüğün kuruluşunu ilan etmiş oldu.

İspanya, faşizme karşı direnişin, destanın yazıldığı yerdir. Ama aynı zamanda ihanetin, arkadan bıçaklanmanın da tarihidir.

İran-İsrail savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı'nın genel provası olarak ortaya çıkmıştır. Tıpkı İspanya gibi bir ülke seçilmiştir. Din birliği ile oluşturulmuş bir devlette, ulusların durumu; yani tarihsel olarak parçalanmanın yaşandığı bir yerde, uluslaşma ve ayrılığın yerini bir diktatörlük doldurmuş; din, iç savaş sonrası yapıştırıcı bir unsur olarak korunmuştur.

Bugün dahi İspanya, din birliği ve krallık bayrağı altında tek bir devlet gibi görünse de; aslında içte üç ayrı devletten oluşmaktadır.

İran’da ise dinî iktidarın gideceği artık kesindir. Peki, yerini nasıl bir diktatörlük alacak? Sonuçta ABD ve İsrail, İran üzerinde travmatik bir etki yaratmış ve bu etki, orada yaşayan halkların zihninin arka fonuna sessizce yerleştirilmiştir.

Bu savaş, sonuçta ABD ve emperyalist devletlerin onayı ile kurulmuş olan İslam Devleti’nin; yani “yeşil kuşak” politikasının artık tarihe gömüldüğünün ilanıdır. Çünkü yeşil kuşak politikasının tek amacı; solun, yani işçi sınıfı devletlerinin Ortadoğu coğrafyasında iktidara gelişini engellemek ve sol örgütleri yok etmektir.

Kısaca: emperyalist ve kapitalist sistem için tehlikeli olan her şeyi yok edip, sistemle asla sorunu olmayacak dini yerleştirmek; din savaşlarını görünür kılarak Batı’da oluşmuş göreceli demokrasilerin yerini neo-faşistlerin iktidara getirilmesiyle doldurmak ve böylece küreselleşmenin tamamlanmasını sağlamaktır.

Ancak küreselleşme, ulus-devletin güçlü olduğu coğrafyalarda tam olarak kurumsallaşamaz. Çünkü yerel şirketler, küresel şirketlerin çıkarlarına çomak sokmaya devam eder. Küreselleşme, yerel şirketlerin küresel şirketler içinde erimesidir. Yerel şirketler, ulus-devleti güçlendirir ve onun koruyucusudur. Çünkü yerel şirketi yaratan da yine ulus-devlettir.

Ortadoğu’da yeşil kuşak politikasının yerini “Büyük Ortadoğu Stratejisi” ve onun pratik ayağı olan “Arap Baharı” almıştır. Bu, küresel şirketlerin ihtiyaç duyduğu enerji topraklarını ele geçirmek için devreye sokulmuştur. Çünkü enerji olmadan şirketlerin üretim yapma ve küresel düzeyde verimli olma ihtimali yoktur.

Şirketler her ürününü, parası olana göre biçimlendirmekte; her sınıfın tüketeceği ürün, o sınıfın kullandığı mağazalarda yerini almaktadır. Ülkemizde “üç harfli” mağazalar, işçi sınıfı ve yoksul halkın mağazalarıdır. O mağazalarda onların parasına uygun ürünler bulunurken, AVM’lerdeki markaların benzer ürünleri, daha kaliteli ve daha gösterişli hâliyle yer almaktadır.

Sınıflar artık daha görünür hâle gelirken; geçişin zorlaştığı, özenilen bir hayat ise işçi sınıfının çocuklarına dayatılmakta ve onları, emekten uzak, sanal bir gerçeklik içine çekmektedir. Bu hayat, yalnızca aileden alınan para ile ya da satılan uyuşturucudan elde edilen kazançla yaşanabilir bir hâle getirilmiştir.

Sonuçta, var olan tüm örgütsel yapılar dağıtılmış ve yeniden biçimlenmektedir. İşçi sınıfı, yeni duruma göre örgütsel yapısını zaman içinde oluşturacaktır. Ancak bugün için var olan birçok yapı; sadece protesto eden, küçük ekonomik damlalarla zafer ilan eden, fakat siyasi sonuç üretemeyen yapılara dönüşmüştür.

Küreselleşme yalnızca ulus-devleti değil; yerel olan tüm örgütlerin de altını boşaltmaktadır.

Emperyalizm, yeni savaş stratejisine uygun olarak İran gibi dinci-emperyalist devletleri ortadan kaldırmaktadır. Bu, sömürgeci İspanya’nın sonlandırılması gibidir.

Peki bu yeni dünya düzeni, Üçüncü Dünya Savaşı’nın fiilen başlamasını daha da yakına mı çekmiştir?

Çünkü İran-İsrail savaşı, artık tarafları ve blokları daha görünür kılmıştır.

İsmail Cem Özkan

21 Haziran 2025 Cumartesi

Sivrisinek Boyutunda İHA'lar ile Savaş

Sivrisinek Boyutunda İHA'lar ile Savaş

“Çin'de Sivrisinek Boyutunda Keşif ve Muharebe İHA'sı Geliştirildi

Çin'de sivrisinek boyutunda keşif ve muharebe İHA'sı geliştirildiği bildirildi. Söz konusu İHA'nın çubuk şeklinde, yaprak benzeri bir yapıya sahip iki minik kanadı olduğu aktarıldı.”*

Mikro İHA’lar: Gelecek Değil, Bugün

Bu haber, Çin'in İHA teknolojisinde ulaştığı seviyeyi gözler önüne seriyor. Ancak unutulmamalı ki, Usame Bin Ladin’in öldürülmesi sırasında ABD, arı boyutunda İHA’lar kullandığını açıklamıştı. Sonrasında Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülke, bu tür mikro İHA’ları üretmeye başladı ve çeşitli operasyonlarda aktif biçimde kullanıyor.

Bu kadar küçük boyuttaki araçların içine ses kaydı, kamera, uydu bağlantısı sağlayabilen antenler ve dijital yayınları algılayıp yönlendiren parçalar yerleştirilebiliyor. Yani bu cihazlar yalnızca birer hava aracı değil; aynı zamanda gelişmiş birer istihbarat aracıdır.

Nokta Atışı Teknolojilerde Görünmeyen Rol

Son zamanlarda İsrail’in gerçekleştirdiği “nokta atışı” füze saldırıları, kamuoyunu şaşkına çevirdi. Apartmandaki yalnızca bir kat vuruluyor; alt, üst veya yan daireler neredeyse hiç zarar görmüyor. Bu saldırıların “dönen kılıç” teknolojisiyle gerçekleştirildiği açıklandı: Duvar delindikten sonra içeriye yayılan bıçak benzeri sistemlerle hedef imha ediliyor.

Füzelerin yönlendirilmesinin İsrail’deki merkezlerden yapıldığı tahmin ediliyor. Ancak bu kadar hassas atışlarda mikro İHA’ların rolü nedense hiç gündeme gelmiyor. Oysa hedefin bulunduğu dairenin tespiti, dışarıdan değil; içeriden alınan görüntü, ses ya da elektromanyetik dalga verileriyle mümkündür. Hedefin hangi odada, hangi saatte bulunduğu gibi ayrıntılar, yalnızca içeride bulunan bir istihbarat kaynağıyla veya sızdırılmış bir cihazla elde edilebilir.

Böcek Boyutunda Cihazlarla Gözetleme

Böceklerin istihbarat ve silah olarak kullanılması yeni bir teknoloji değil. Ancak bu alandaki gelişmeler genellikle kamuoyunun dikkatinden kaçıyor. Biyolojik silahların yanında, böceklerin boyutlarında geliştirilen yapay İHA’lar da artık görev başında. Doğa belgesellerinde bu tür “böcek kameraların” daha büyük ve ilkel versiyonlarını izliyoruz. Gerçekte ise doğadaki canlılar gibi görünen bu cihazlar, hayatın doğal akışı içinde görüntü ve veri topluyor.

Sonuçta insan da bu canlılardan çok farklı değil. Üstelik en az dikkat çeken cihazlar; arı, sivrisinek, karasinek ya da hamam böceği boyutundaki araçlardır. Bu tür cihazlar her yere kolaylıkla sızabilir ve çoğu zaman öldürücü kimyasallardan bile etkilenmeden görevlerine devam eder.

Sabit bir noktaya yerleştirilmiş mikro bir İHA’yı etkisiz hâle getirmek, yalnızca gelişmiş anti-İHA teknolojileriyle mümkündür. Fakat bu da kolay değildir. Çünkü bu cihazlar izlendiklerini fark ettikleri anda iletişimi keserek kendilerini “uyku moduna” alabilirler. Bu tür “uyutma” teknikleri, özellikle uzay çalışmalarında ve askeri operasyonlarda yaygın olarak kullanılır.

Savaş Teknolojisi: Görünmeyen Güç Dengesi

Mikro İHA teknolojisi, savaşın ve istihbaratın geleceğini değil, bugününü temsil ediyor. Artık savaş, yalnızca tanklarla, uçaklarla ya da büyük insansız araçlarla değil; sivrisinek boyutundaki cihazlarla yürütülüyor.

Savaş, sadece cephede değil; iletişimde, yazılımda ve pazarlama stratejilerinde de yürütülüyor. Her ülke, geliştirdiği silahları “dost ve kardeş” ülkelere pazarlamak için çabalarken, bu araçlara genellikle müdahale edilebilecek bir arka kapı bırakıyor.

Teknolojiyi geliştiren ve bu alanda öncü olanlar, her zaman “dost ve kardeş” ülkelerin önünde, kendilerine bağımlı bir ilişki kurar. Çünkü:

Ülkelerin ve şirketlerin dostları ya da kardeşleri yoktur; sadece ticari partnerleri ve müşterileri vardır.

İsmail Cem Özkan

 

https://anlatilaninotesi.com.tr/20250620/cinde-sivrisinek-boyutunda-kesif-ve-muharebe-ihasi-gelistirildi-1097208374.html

 

13 Haziran 2025 Cuma

Filler Savaşırken Ezilenler

Filler Savaşırken Ezilenler

Müslümanın Müslümanı vurması, tarih boyunca hep yaşandı; bugün olanlar da bu tarihsel zincirin bir halkası. Ne yazık ki, İslam dünyası hiçbir dönemde tam anlamıyla bir birlik içinde hareket edemedi. Dini kuran peygamberin vefatından sonra bile, rivayetlere göre cenaze namazı bile doğru dürüst kılınamamıştı; çünkü son nefesiyle birlikte iktidar mücadelesi başlamıştı. Bu rivayetlerin doğruluğunu tarihçilere bırakalım. Ancak gerçek şu ki, İslam tarihinin ilk yıllarından itibaren neredeyse tüm liderlerin ölümleri ya kuşkuludur ya da doğrudan en yakınları tarafından gerçekleştirilmiştir.

Halifelik kurumu inşa edilirken, Ehlibeyt soyunun sistematik biçimde dışlandığı, hatta yok edildiği tarihsel bir gerçektir. Kellelerin kesildiği, çocukların çölde susuz bırakıldığı o karanlık dönemlerin izleri, bugün hâlâ Şam’daki Mevlevî Camii’nde belgelenmiş şekilde durmaktadır.

Kuruluşta başlayan ayrılık, günümüzde de farklı biçimlerde sürmektedir.
İslam dünyasındaki bu parçalanma tarihi yalnızca geçmişte kalmadı; bugün de aynen devam ediyor.

İran Gerçekten Bir Ulus-Devlet mi?

İran bir ulus-devlet değildir. İçindeki etnik ve mezhepsel yapılar, merkezi otoriteyi her an sarsabilecek potansiyele sahiptir. Günün birinde bu yapı çöker ve içinden ulus-devletler çıkarsa —ki ben bunun daha sağlıklı olacağını düşünenlerdenim— bu durum, Pakistan, Afganistan ve Hindistan gibi ülkelerin de peş peşe dağılmasına neden olabilir. Belki de Ortadoğu için gerçek çözüm budur. Umarım gerçekleşir.

İslam dünyasında “cihatçı” bakış açısı her zaman var olmuştur. Ancak bu bakış genellikle kim güçlüyse onun arkasına dizilme eğilimi taşır. Din, doğuşundan itibaren kendi içine bir tür çöküş mekanizması da yerleştirmiştir. Bu yüzden İslam tarihi, bir anlamda güçlülerin kendi kendini yok ettiği bir tarih olmuştur. Genişleme bile çoğu zaman bu iç savaşlar üzerinden gerçekleşmiştir.

Dinin toplumlar üzerindeki hâkimiyeti sürdükçe, otokrat liderler, baskı, katliam ve zulüm de varlığını sürdürecektir. Çünkü dinin olduğu yerde, çoğu zaman sorgusuz itaati emreden bir otokratik iktidar yapısı da bulunur.

Biz Ne Yapıyoruz?

Bugün savaşanlar birbirlerini öldürüyor. Peki, biz ne yapıyoruz?

Tarihte zavallılar, mazlumlar, güçlüler arasında çaresizce ölümlerini beklemiştir. Katliamlar, soykırımlar hep bu güçler arasında kalanlara yapılmıştır. Mazlumlar savaş sırasında “kurtuluş için ne yapmalıyım?” sorusunu önlerine koyamazlar.

Tarih bize hep aynı şeyi anlatır; bir kez daha seslendirelim:
"Filler savaşırken, altında ezilen hep güçsüzler olur."

Mazlumun tek çığlığı vardır:
"Savaşı durdurun!"

Ama savaş durmaz. Çünkü savaşanlar, ölümden değil, kazançtan beslenir. Kan akmaya devam ederken, silah tüccarları kasalarını doldurur.

İsrail, İran’ı Neden Vurdu?

Son gelişmelerde İsrail, İran’ı vurdu. Ancak bu saldırının ardında yalnızca İsrail yok. İsrail, arkasına bazı Müslüman güçlerin desteğini almadan böyle bir hamleyi yapmazdı. Bu yüzden bu savaşı “Yahudilerin Müslümanları vurduğu” şeklinde yorumlamak eksik bir bakış açısı olur.

Bu savaş, doğrudan emperyalist çıkarların bir ürünüdür. İran ise uzun süredir mezhepçi bir yayılma politikası izliyor. “Şii Kuşağı” oluşturma çabası, onu İsrail’in başlıca hedeflerinden biri hâline getirdi. İsrail’e yönelik sert söylemler ve düşmanlık politikaları da bu sürecin doğal sonuçlarından biridir.

İran, tıpkı kuruluş sürecinde olduğu gibi bugün de Batı emperyalizminin bir ürünü olarak varlığını sürdürüyor. ABD ve İngiltere desteğiyle kurulan bu yapı, artık işlevini yitirmiş görünüyor. Onu kuran güçler, şimdi onu ortadan kaldırmaya hazırlanıyor. Çünkü emperyalizm, kurduğu yapıları zamanı geldiğinde parçalamaktan çekinmez. İçine yerleştirdiği “çöküş dinamiği” her zaman hazırdır.

Bugün olan biteni sadece bir İran-İsrail savaşı olarak görmek, yaşanan büyük oyunu küçümsemek olur. Asıl mesele, güçsüzlerin bu savaşın neresinde durduğu. Çimen olmak istemiyorsak, gözümüzü gökyüzündeki fillerle değil, toprağın üzerindeki gerçeklerle açmalıyız.

İsmail Cem Özkan