Galata Gazete


13 Mayıs 2024 Pazartesi

Suçsuzlar çağı, suçlular çağı

Suçsuzlar çağı, suçlular çağı

Her tiyatro oyunu seyircisini yaşadığı gerçeklikten koparıp, sahne ışığı altında başka bir dünyaya davet eder, bazı oyunlar seyircisini öyle kucaklar ki, zamanın ruhunu, sahnede yaratılmış gerçeklik içinde bulur… Her oyun başlangıcında seyirci koltuğuna oturduğumda kafamın içinde oluşmuş olan tüm önyargıları ortadan kaldırıp, sahnede olana odaklanmak isterim, fakat bunda ne kadar başarılı olduğum tartışmalıdır, çünkü oluşmuş önyargıları yıkmak ya da silmek o kadar kolay değildir…

İşkenceyi yaşamış bir birey sahnede de olsa işkenceyi gördüğü an geçmişine doğru yolculuğa çıkar ve kalbi sıkışır, nefesi düzensizleşir, çünkü geçmişi her anımsatan olay bir anlamda kişinin kendisiyle yüzleşmesidir… Her oyun bir anlamda yüzleşmek değil midir, insanlık tarihinin birikiminin bugüne yansıması, yüzleşmelerin izdüşümüdür... Bunu da en iyi yapan tiyatrodur…

Öncelikle dekordan başlayalım, demir bir arka ve yanlardan yukarıya doğru genişleyen zemin, bir platformun üzerinde durmaktadır. Seyirci ile parmaklıklar arasında olanı izlemez, hücrenin penceresinden sahneyi görür! Demir bir kapı sahnenin arka tarafında ve ortalamış şeklinde… İçeride seyirci ile demir parmaklıklar arasında oyuncular bir platformun üzerindedir, bu sayede hücrenin zemini sahnenin zemininden ayrılmıştır.

Gizemli, dikkati çeken bir müzik arka fonda çalmaktadır. Sahne seyirci yerine oturana kadar kısık ışık altındadır, özel bir ışık hüzmesi yerine sadece platformu öne çıkaran bir düzenleme var… Koltuklarına otururken seyircilerin bir bölümü ellerindeki cep telefonlarından sahnenin fotoğrafını çekip, sosyal medyadan nerede olduklarını paylaşıyorlar…

Oyunun başlamasını demir kapıya el ile vurma ile başlıyoruz. Müzik o vurmaya uyumlu bir şekilde seyirciye oyun başlıyor işaretini veriyor ve oyuncular bulundukları alandan platformun her alanına doğru hareket ediyor… Bir karmaşa, telaş, belirsizlik hakimdir, kısa sürede bu hareketlenmenin nedenini anlayacağız…  

Bir subay ve arkasında asker ile hücreye girişi ve oyunun ilk kördüğümünü atıyor…

 Bir hücrede dokuz insan, masumlukları konusunda tartışma götürmez … Bir valinin emri üzerine tesadüfi olarak seçilmiş dokuz insan bir hücrede kaderleri ile baş başadır… Bir biri ile ilişkisi olmayan suçsuz insanlar. Her biri aniden alındıkları için yakınlarının haberi yoktur,  her biri endişe içindedir, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlar… En azından orada olduklarını yakınlarına bildirilmesini düşünüyorlar, randevular, yapılacak işler hepsinin kafasında soru işaretleri içinde endişeleri yüzlerine, dillerine vuruyor… Subaydan rica ediyorlar ama subay “imkanı yok” diyor, neden orada olduklarını kısaca açıklıyor…

Vicdan ve onur arasına sıkıştırılmış insanlardan sorunu çözmesi bekleniyor…

Valiye bir suikast olmuş ama başarılı olamamıştır. Bu girişimde biri yakalanmış, suçunu itiraf etmiş ama kimlerle yaptığını açıklamamıştır. Her türlü işkenceden geçmiş olmasına rağmen direnmiş… Vali bu durumu çözmek için dokuz masum insana ile aynı hücreye koyup, onlardan bu suçlunun sakladıklarını öğrenmesini sağlamak! Kısaca bu suçsuz insanı bir suça ortak etmektedir. O suçsuz insanların özgürlüğü o adamın sakladıklarını açıklamaya bağlıdır, ne kadar hücrede kalacakları suçlunun suç ortaklarını açıklamasına bağlıdır.

Suçlu, suçsuz aynı hücrede aynı kaderin kurbanı olmuşlardır. Çıkış yolu bellidir ama her birinin mesleki, hayata bakışı, duruşu bu suçunun içselleştirilmesine ne kadar katkı sunacaktır? Bireysel tercihler suçsuz bir insanı suça ortak edecek midir? İşkence bir insanlık suçu olduğuna göre, o suçsuz ve hiçbir şeyden haberi olmayanları birden bir işkenceci ile paralel konuma getirecek midir?

Şimdi koltuğunuza kurulun, gözlerinizi kapatın ve sizi öyle bir şey ile test etmeye çalışırlarsa tepkiniz ne olurdu, suçluyu nasıl ikna edersiniz?

Oyunun ilk bölümü bu soruya verilen yanıttır.

Suçlunun ismi Sason’dur (Eren Pekgöz). İşkenceden yeni çıkmış, yaralı bir şekilde bir askerin kollarında o suçsuzların bulunduğu hücreye getirilir, dokuz insan bir “suçlu” ile aynı hücrededir… Masum insanlar ne yapabilirler? Suçsuz insanlara bu yöntem bir karar vermeye zorlamaktadır. Bu yöntem daha önce okullarda uygulanmıştır, başarılı da olmuştur, kendi arkadaşları, kendi arkadaşlarının işkencecisi olmuştur, linç etmiş ve suçu birinin üzerine yıkarak o hücreden çıkmıştır.  Eren Pekgöz bu rolü öyle bir başarılı bir şekilde yapmaktadır ki, seyirci ister istemez geriliyor… Sesi ve yüz mimiklerini kullanımı ile rolün içinde yaşıyor gibidir… Suçu ne için işlediğini bilmektedir, ser veriyor ama sır vermeyen bilinçli bir direniş içindedir… Karşısındakilerin her türlü tacizine, saldırısına karşı direnmektedir. Duygusal yaklaşımlara karşı dirençlidir… Hücrede olanların kendi suçu olmadığını vurgular, onlara verilen duygunun sorumlusu kendisi değildir, vali öyle istediği için masumlar orada, bir savcı, polis rolündedir… Sason insanlık onuru için direnmektedir, aksi halde kendi düşüncesine ve arkadaşlarına ihanettir. Tek çözüm yolu vardır ölüm, onun dışında yolu kapatmıştır…

“Hiçbir yaşam başka yaşam ile ölçülemez”

Sertel Uğur konsolos rolünü canlandırmaktadır, sakin, bilgin, tecrübesi ile soğukkanlıdır… O bir anlamda vicdanın sesidir, öte yandan her şeye şüphe ile karşılayıp, karar verme sürecinde ise kararsız konumdadır… Sason’nun yanındadır, fakat açıktan tavır alacak konumda hissetmemektedir…

Öğrenci (Berk Yaparel) okulda yaşadıklarından dolayı daha tecrübelidir… Mazlumun ve ezilenin yanındadır… Açıkça doktor gibi Sason’un yanındadır… Hücrede işler çok karıştığında suçluyu korumak için nöbet fikrini geliştirir ve sıraya koyar, fakat aynı zamanda katil genelde bu savunanların arasından çıktığını suçlu Sason’a bildirir. Cebinde taşıdığı zehri sunar Sason’a ama Sason bunu bir korkaklık olarak algılar ve ret eder…

Doktor (Mustafa Çirkin) ettiği yenine sadıktır, yaralı bir hastanın kim olduğuna bakmadan tedavi etme tarafındadır. O vicdanını sistemin istemlerine satmamıştır, meslek etiğini savunmaktadır... Mustafa Çirkin Sason ile yüzleşirken geçirmiş olduğu sinir krizini o kadar başarılı bir şekilde yapar ki, o an kendi özgürlüğü için suçlu Sason’u zorlayacaktır, fakat sınırını bilir ve kendisini kontrol eder. Bu arada oyuncu olarak sesini çok başarılı bir şekilde kullanır…

Oyunda en çok dikkati çeken Mühendis rolü ile Can Şıkyıldız. O bir an önce sorunun çözümü tarafındadır ve siyah ve beyaz gibi net çizgiler ile olaya bakmaktadır. O bir anlamda sıkılan yumruğun sesidir… Analitik çözümün keskin çizgisi vardır ve o analitik çözümün en acımasız alanından bakmaktadır.

Kamyon Şoförü (Burak Çevik) ise yumruğun kendisidir. Açtır, henüz eşyasını boşaltmadan onu buraya getirmişlerdir. Kaba güç ile sorunu çözme tarafındadır… İlk bölümde bir anlamda işkencecidir… Sorunların üzerine felsefi düşünecek konumda değildir, o bir an önce kamyonuna kavuşup, getirmiş olduğu eşyayı boşaltmak derdindedir.

Trajik komik rol ile Köylü rolünde Mert Asker dikkati çekmektedir… O en son denediği çobanlık konusunda da başarısız olma korkusundandır, birçok şeyler denemiş ama hep başarısız olmuş bir köylüdür… Bir an önce sonlanması tarafındadır, fakat hücrede yer alan diğer suçsuzlar karşısında en ezik konumdadır ve pek ciddiye alınmaz, sürekli susturulur… suçu üstüne almak eğilimindedir, çünkü o köylü olduğu için diğerlerine göre eğitimi daha düşüktür, her toplumda olduğu gibi düşük eğitimli biri suçu üstlenmesi o kadar yadırganacak bir şey değildir. Genelde suç “öteki” kabul edilenlerin üstüne yapışır, olarda bir anlamda kaderin bir çizgisi gibi sorgulamadan kabul eder, kaybedeceği fazla bir şeyi yoktur.

İlk bölüm bir cinayet ile sonlanır ve suçsuz insanlar valinin niyetini yerine getirdikleri için özgür kalırlar…

İkinci bölüm, aradan dört yıl geçmiştir ve darbe ile vali koltuğundan olmuş ve vurularak öldürülmüştür... Benzer bir tutuklama olur, tıpkı dört yıl öncesi gibidir ama bir kişi eksiktir, parmaklarını kesen matbaacı yoktur, o da intihar etmiştir bu arada… 

O hücrede işlenen cinayetin suçlusu aranmaktadır.

Darbeciler bu sefer aynı insanları aynı hücreye koyarlar ve işlenen o cinayetin suçlusu bulunmasını isterler. Bulunan suçlunun tek cezası vardır, ölüm… İlk bölümdeki kadar keskin tartışmalar yoktur, felsefi çözümlerin yerini bir arayış almıştır… Bu bölümde öğrenci okulu bitirmiş ve hakim olmuştur. Yıllar sonra bir darbe ile iktidarı ele geçirdikten sonra geçmişte olduğu o hücrede yaşadıklarını sorgulamaktadır, başka bir anlamda geçmiş ile yüzleşmektedir… Elbette siz seyirci olarak onların yerine bu sefer de koyarsanız ne hissedersiniz? Yıllarca birikmiş bir vicdani hesaplaşma içinde olmak mı, yoksa gerçekten içlerinde katili mi bulmak ister?

Oyun biter ve katil kendisini vurmuştur, gerçekten katil o mu?

Oyuncular yönetmenin kendilerine verdiği rolü başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Sahnenin dekoru, seçilen müzik, kullanılan efektler, ışık bir bütün olarak oyunu sahnede daha görünür kılmış, dramaturg oyunun akışına başarılı dokunuşu hissediliyor… Yönetmen bu oyun için çok başarılı bir ekip kurmuş ve oyunu bu sene İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun sahneye koyduğu bana göre en başarılı çalışması yapmış…

Oyunun sonucunda tüm salon ayağa kalkıp oyuncuları ve emeği geçenleri alkışlamıştır.  Oyuncular ve sanrım emeği geçenler alın terlerinin karşılığını bu alkışlar ile aldıklarını düşünmekteyim…

İsmail Cem Özkan

 

Suçsuzlar Çağı Suçlular Çağı

Yazan: Siegfried Lenz

Çeviren: Sezer Duru

Yöneten: ÖzgürYalım

Yönetmen Yardımcısı: Sertel Uğur

Dramaturg:  SelenKorad Birkiye

Dekor&Kostüm Tasarımı: Nalan Alaylı

IşıkTasarımı: İ. Önder Arık

Müzik: Zafer Aracagök

Asistan: Sencer Çanakçıoğlu, Şeyda Arslanalp

Oyuncular:

Konsolos: Sertel Uğur

Köylü: Mert Asker

Mühendis: Can Şıkyıldız

Bankacı: Berk Sezenler

Otelci: Aydın Sezgin

Kamyon Şoförü: Burak Çevik

Basımevci: Yiğithan Zirek

Sason: Eren Pekgöz

Öğrenci/Hakim: Berk Yaparel

Doktor: Mustafa Çirkin

Binbaşı: Sefa Çelenk

Nöbetçi: Yunus Uğurlu

Yüzbaşı: İbrahim Cem Tek

Haberci: Sencer Çanakçıoğlu

 

Sahne Amiri: Cengiz Aydoğan

Kondüvit: Seyfettin Akcan

Işık Kumanda: Sercan Sayın

Dekor Sorumlusu: Hüseyin Tekcan

Aksesuar Sorumlusu: Barış Akbaş

Erkek Terzi: Ramazan Çakır

Perukacı: Zeynep Bolkısık Bağ

 

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Ortak üretemiyoruz ama ortak bir dünyayı hayal ediyoruz.

Ortak üretemiyoruz ama ortak bir dünyayı hayal ediyoruz.

Kendisine solcuyum, Marksist’im diyenlerin önemli bir bölümü ortak akıl ile yol almak yerine, kendi aklı ve kendi doğrusunun genel doğru kabul ederek, diğer insanların görüşünü alıyor gibi yapıp, feodal ilişkiler içinde, feodal davranışlar sergiliyor... Marksizm adına iktidara geçen liderlerin özlü sözleri bile nasıl bir ego, bireysellik ve kibir barındırdığını keşfedebilirsiniz. Hep devletin, ideolojinin, tek devletin bekası için kendi gibi düşünmeyenleri düşman, öteki ilan edip, kurulan mahkemeler ya da mahkeme kurmadan cephe önüne göndererek yok edilmesi…  Kısaca lider partidir, parti liderin bakış açısına sahiptir, toplanan kongreler alınan kararların onaylanması ve tartışmasını ortadan kaldırmak içindir. Fakat o tartışılmaz doğruyu savunan lider koltuğundan bir hastalık sonucu inmesi ile almış olduğu kararların tarih önünde hesaplaşması olur, özürler açıklanır ama bu arada hayatını kaybedenlere olmuştur…

Bir solcu ile ortak ne üretebilirsiniz ya da ne ürettiniz?

Aynı ortamda, aynı kültür birikimine sahip olanların ortak üretmiş olduğu, ortak akıl, ortak doğrular içinde buluşabileceği noktalar nedir? Sorular sorulur ama genelde yanıtsız kalır, çünkü tartışmak resmi tarihi bakışın sorgulanması gibi sonuç çıkarır, çıkarlar yalan söylemeyi meşru sayar!

Geçen günlerden birgün fiziki olarak aramızdan ayrılmış arkadaşımız anına yapılan bir toplantıdaydım, doğal olarak eski bir arkadaş üzerine anılarını dinliyorum… Fiziki olarak yok olmuş bireyin geriye anıları kalmıştır ve o anılar genelde o kişiyi yüceltir, ona doğru güzelleme yapılır, birlikte yaşanmış güzel ve komik anlar anlatılır... Peki diye düşündüm, ortak anılarda olmasına rağmen bir arada birlikte ne ürettiler ve bugüne ne kaldı?

Hiç düşündük mü, biz bir aradayken dahi eşit değildik, çünkü görev paylaşımı yapılmıştır, biri daha öne çıkar, diğeri onun gölgesinden gider… Eşit olma fikri yerine görev paylaşımı ve ona göre sınıflandırılması…

Bir yetkili olunca, yanında olan onun çalışanı olmuş, “müdürüm” mantığı içinde yaklaşım, ona biçtiği, onun kendisine biçtiği rol ortada... Biri isteklerini dillendiriyor, öteki çıkarına geldiği sürece yanına yer alıyor ve sonra o da kendi egosunu tatmin edeceği başka alana kayıyor...

Bir arada, birlikte ürettikleri bir şey yok...

Birlikte kurdukları inisiyatif, şirket, medya hepsi geçmişte kalmış bir anıdır ve genelde kötü olarak ve yermek için kullanılır... Geçmişte kurulan ve halen yaşayan birlikteliklere yeni bireyleri katamamış, bir işin elinden tutmak yerine üstten bakış ile akıl vermek, isteklerini yerine getiren sessiz bireyleri bulmak, kısaca biat edenler olduğu sürece ortak üretim yapılıyormuş gibi yapılmış...

Örneğin tiyatro. Tiyatro ortak emek ile ayakta durabilen ve tek başına yapılamayacak bir iştir... Ödenekli tiyatrolar hariç, orada patron bellidir, roller bellidir ama özel olanlardan bahsediyorum. Tiyatro kişi üzerine kuruludur. Kişi yanında çalışanlarına para verdiği sürece o tiyatro yaşar, para veremediği an dağılır... Yani tiyatro sahibi tiyatrosunu yaşatmak için kazanmak zorunda ve diğerlerinden daha üstün olduğunu, yönetici olduğunu göstermek zorunda, aksi halde ortak üretecekleri bir şey yoktur, fakat bu durum tiyatronun ruhuna aykırıdır, çünkü tiyatro ortak üretilen en doğal iştir...

Yaşadığımız şehirde binlerce tiyatro kurulur, yüzlercesi sahneye çıkar, onlarcası oyuncu popüler ve ilişkilerini kurduğu tiyatro yaşasın diye kullananların ki yaşar... Kısaca çok az tiyatro ortak davranış sergilediği sürece, ortak ürünleri sahneye taşıyabilir, fakat büyük çoğunluğu oyuncusu, yöneticisi öldüğü an yok olur, dağılır gider... Zamanın en popüler tiyatroları bugün yerinde hiç bir şey yok, bir kaç geriye kalmış fotoğraf, çekilmiş ise filmi... Neden ortak üretmez, ortaklaşa, ortak emek üzerine bir şeyler kurulamaz? Neden ürettiklerini ileriye taşımak yerine anı yaşa, güzel yaşa ve aramızdan sessizce ayrıl! Bu içinde bulunduğumuz eğitim ve bakış açımızın yansıması değil midir? Sivil kıyafetler içinde resmi askeri kıyafet, ayaktan hiç çıkmayan askeri bot!

Hani çok sevdiğimiz kelimeler var ya, “hepimiz sosyalistiz”, “komünistiz”... Ama hepsi sözde çünkü lider olduğu sürece, liderin arkasında giden klasik burjuva partiler gibidir. Birisi işverenleri açıkça savunur ve oluşumunu öyle kurar, diğer işçi sınıfını ya da çalışanı savunur ama çalışanın yönetici olmasını hiçbir zaman gerçekleştirmek istemez! Parası ve güç sahibi olan söz sahibidir ve parası kadar konuşur, kazandırdığı sürece işçisi vardır, para kazandırmayan işçisi hemen atılır, zarar kavramı ortaya çıkınca ilk yapılan şey işçiyi çıkarmaktır... Her zaman verimlilik kuralı çalışan üzerine uygulanır!

Düşünelim hep beraber, tiyatro sahibi, bellidir... Egosunu tatmin eden yanında hep asistanı, işini takip edecek çalışanı vardır ve hiç onlara akıl sormaz, ortak fikir tealisi yoktur, istekleri vardır, istekleri yerine gelmeyince sözleri yüksek çıkar, kendisini kontrol edemeyen sinir patlaması! Sonuç, oyununa aldığı oyuncusu değişir, başkası gelir, süreklilik arz eder ama hiç bir geriye dönük öz eleştiri yoktur, çünkü hep haklı olanlar, hep haklı olmaya devam eder! Çünkü o her şeyi bilen ve görendir...

Solcular her şeyi çok iyi biliyor ve görüyorlarsa neden bir arada yaşamın gerekliliklerini lidersiz yerine getiremiyor. Sürekli bir lider arayışı vardır kurdukları partide... Ortak akıl yerini lider, perde arkasında abi, önünde dayısı olan sol yapılar... Parti başkanlığı yerine yetkilendirilmiş parti sekreterliği... Sonuçta tek adam, tek fikir, tek doğru değil midir? Var olan diğer partiler arasında farkı nedir?

Dün bir toplantıya katıldım, hepsi solcuydu, geneli kibirliydi, geneli kendisini anılarda öne çıkarıyordu, hepsi bir işin bir ucundan tutmuş ama devam ettirememiş... Tek ortaklaştıkları yer içki masası ve sohbetler olmuş... İçki masasında yakalanan ortak duygular hayat içinde yerini bulamamış... Kendisinden daha yetenekli gördüğü solcuyu yok saymış, yetki eline geçer geçmez o solcuyu ezmeye ya da yok etmeye çalışmıştır... Onun yeteneğinden yararlanmaya, ortak üretmek yerine, kendi doğrusunu, yaşam biçimini dayatmış ve tek ortak anı noktası rakı masası kalmış, orada başlayan ve biten dostluklar...

Kendisine solcuyum, Marksist’im diyenler toplumu değiştirmesi, yeni bir toplum yaratması bu ilişkiler içinde hayaldir. Bu ilişki biçimi var olduğu sürece hiç şansı yoktur, sadece bir darbe ile iktidarı ele geçirmek kalır, ortak mücadele ve akıl olmayacağı için darbecilerin iktidarda uzun sürmez, yüzyıllık tarihi içinde kısa sürede çürüyüp, bir glasnost (açıklık) diyen tarafından da sönümlendirilecektir...

Kimse kendi iktidarını paylaşmak niyeti yok, kendi iktidarını daha uzun sürdürmek için yanında olanları ya kendine hayran bırakacak ya da biat etmesini bekleyip, boyun eğenlerden oluşması için ortam oluşturacak... Ortak akıl, ortak hareket, ortak gelecek hayalleri ne yazık ki bu sistem içinde çok gerçekçi görünmüyor, sistemden kopmuş bireylerin yarattığı dünyada sistemin çok kötü ya kopyası ya da karikatürize edilmiş halidir...

Sol örgütler sürekli "dayanışma" kelimesini tekrarlar, fakat sol örgütün üst yönetimi üyelerinden sürekli bir şey ister ama örgüt o üyelere örgüt kimliği hariç hiç bir şey vermez... O kimliği taşıyanlar bir arada oldukları için, yetkin, her şeyi gören ve bilen örgütleri olduğu için şükrederler ve başka bir dünyanın mümkün olmadığını düşünerek, o yapı içinde her türlü rahatsızlıklarına rağmen kalırlar...

Alan memnun, satan memnun, bana ne oluyor?

Biat sanki bireylerin hücresine işlemiş, düşünme, nasıl olsa senin yerine biri düşünmüştür, sana verilen görevi yerine getir, gerisi seni ilgilendirmez. Sakın hesap sorma, yap ve unut!

Ortak üretemiyoruz ama ortak bir dünyayı hayal ediyoruz. Sosyalizm ve komünizm kelimesi neyi anlattığını çoğu insan bilmediğini görüyorum, çünkü lidersiz hiçbir şey yapamayacaklarını düşünen ve sürekli bir lider arayışı içindeler… Ortak akıl, ortak üretimin olduğu yerde yani üretenin yönetici olduğu yerde lider olmaz, yeni bir ilişki ağı ve kültürü yaratılmış demektir. 

Geleceğin nüvesini yaratamayanlar, geleceği oluşturamazlar…

İsmail Cem Özkan

 

10 Mayıs 2024 Cuma

Eskiden gazetelere anlam yüklenirdi…

Eskiden gazetelere anlam yüklenirdi…

Cumhuriyet Gazetesi 100 yaşına basmış, şimdiki sahipleri de bir kültür merkezinde kutlama yapmış... Bir yerlerde gördüm sadece, çünkü ben orada değildim, gözlemimi yazayım, çektiğim fotoğrafları paylaşayım ama uzaktan da olsa gazete tarihi üzerine kısaca görüşümü paylaşmak istedim.

Etkinlikte Cumhuriyet Gazetesini nasıl tanıttılar, ne anlamlar yüklendi bilemiyorum ama benim kafamda Cumhuriyet Gazetesi bir tane değil, çok savrulan, her savruluşunda uçlara kadar gidip sonra orta bir yol bulandır... Cumhuriyet Gazetesi bir iktidarın propaganda ihtiyacına cevap vermek için ortaya çıkmış, iktidarın bir anlamda sesi olmuştur. Yunus Nadi basın dünyasına yabancı değildir, ittihat ve terakki parti üyesi ve İstanbul’da başladığı yayıncılık ve gazeteciliğini Ankara’ya taşımıştır...

İlk başlarda Mustafa Kemal ne derse ona uygun siyasi tavır almış, Türkiye devletinin ilk yasal siyasi partisi Türkiye Komünist Partisinin kurucusu olmuştur.. Elbette bu kurulan parti kısa sürede kendisini fesih edecek, çünkü Komintern üyesi olamayacaktır. Üyesi olmadığı için işlevsiz kalan parti hayatını sessizce sonlandırılacaktır. Arkasından aynı kadro daha sonra Nazi Almanya’sının sesi olacak ve hatta Berlin’den gelen paralar ve imajlar ile Türk kamuoyunu yönlendirecek haberler yapılır. Yahudi düşmanlığını karikatürlerinde, yazılarında bol bol görülecek, dersim yasası ve Dersim'e yapılacak sefer öncesi Dersimliler hakkında dizi yazılar yazılacaktır... Kuyruklu insanlar diye uydurulan haberler, yazılar sayfalarında bol bol yer bulacaktır... O süreçte Yunus Nadi’nin ismini Yunus Nazi olarak telaffuz edilir olur... Hatta sağcıların solculara saldırdığı bir alandır, oradan her türlü provakatif yazıyı bulabilirsiniz…  o döneme ait tüm solcuların anılarında Cumhuriyet Gazetesi imgesini bulursunuz, bu yazının içinden sadece teğet geçti, fakat teğet geçen her kelime dönemin acısını içinde barındırır…

Cumhuriyet, devletin gazetesidir...

Saraçoğlu iktidarı, varlık vergisi, Türkçe konuş propagandaları gazetenin sayfasında iktidarın niyetine uygun olarak yer bulur... Yunus Nadi'nin ölümü üzerine gazete yönetimine geçen Nadir Nadi ise dönemin iktidarının görüşleri içinde kendisine yer bulur, hatta milletvekili bile seçilir. 

Nadir Nadi’nin gazetenin yönetimine geçişi 2. Dünya savaşının sonudur ve dünyada Nazi Almanya’sının mahkum edildiği günlerdir. Elbette gazetenin politikası da gözden geçirilmiş ve CHP içinden çıkan eski İttihat ve Tarikat partisinin kadrolarının öncü olduğu yeni siyasi bir partinin içinde kendisini ifade etmeye başlar.  Özgürlük, demokrasi, tek parti iktidarına karşı duruş, tek vatan içinde hakim görüşün içinde çok sesliliği savunur. Kısaca o dönemin devlet politikasına uygun görüşler gazetesinde yerini bulur.

Demokrat Parti içinde başlayan tek adam tartışmalarında “demokrasi” tarafında kendisini ifade etmeye başlar ve parti içinden ayrılarak bağımsız milletvekili olarak parlamentoda bulunur. Darbe sonrası ise Demokrat Parti’den ayrılmış vekillerin bir bölümü CHP içinde politika yapmaları ve özgürlükler, demokrasi gibi kavramları “ortanın solu” kavramının içinde kullanmaları ile CHP içinde değişimin taraftarları olur.  Nadir Nadi’de ortanın solu söylemine sıkı sıkıya sarılır ve gazeteyi yenilmiş, gözden düşmüş ırkçı Nazi çizgisinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Bu aynı zamanda CHP içinde değişimi de yansıtır. Gazete dolaylı olarak CHP'nin yayın organı gibidir ama CHP'yi bağlayacak bir kurumsal yapısı yoktur...

Ortanın solu, ilhan Selçuk’ların gazeteye ağırlığını koyması ile birlikte geçmiş algısının dışında yeni bir algı oluşturmuştur... Solcu kabul edilen yazarlar oradadır, 27 Mayıs darbesi ve onun anayasasını yazanlar Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarlarıdır... 12 Mart süreci ve 12 Eylül sürecinde devam eden yanlış bir algı hep var olmuştur, “cumhuriyet sol gazetedir!”...

Gazete zamanın ruhuna uygun muhalefet gazeteciliği yapmıştır ama içinde solcuların olduğu bir devlet gazetesi özelliğini hiç yitirmemiştir. Ara ara kapatılmış olmasına rağmen devlete bakışını değiştirmemiş, devletin çıkarları güncel olandan daha önceliklidir. Devlet içinde kötü adamlara karşı mücadele etmiştir, her zaman iyi adamların iktidara geleceği umudunu korumuştur.

Cumhuriyet Gazetesinin İstanbul merkezinin olduğu bina İttihat ve Terakki Partisinin genel merkeziydi, orası Babıali’den taşınana kadar merkez olarak varlığını korudu ama Nadir Nadi'nin ölümü sonrası Cumhuriyet Gazetesi bir dağılma, yalpalama süreci yaşamıştır... Değişen yayın yönetmenleri, onların tercihi, Özallı yıllar ve liberalizm... Siyah beyaz gazetenin renklenmesi ve klasik devlet gazetesi çizgisinden çıkması, solcu gibi algının yerini liberal sağ çizginin alması...

İlhan Selçuklu yıllar, gazete içinde iktidar kavgaları, köşe başı olan gazetecilerin gazete sayfalarına sokulmaması, sonra onların direnişi, tiraj sorunu ve yeniden gazetenin fetih süreci, arkasından Fetö kumpasları, İlhan Selçuk Ergenekon Davasından içeriye alınması ve ölümüne giden süreç...

Mallarını bu sırada satışı, elden çıkarılması, borçlar... Muhtaç durumda kalması ve okuyucu desteği... Yayın yönetmenlerin değişimi gazete içinde yaşanan savaşın dışa yansıması... İşten çıkarılanlar, işte kalanlar, birbirlerinin hakkında yazılar yazılması...

Bugün gazete Şişli'de bir binada...

Tarihi arşivi ile orada duruyor...

Gazete devlet gazetesi değil, çünkü bu arada devlette değişmiştir. Devletin yeni sahipleri kendilerine ait gazeteleri "devlet / parti gazetesi" yapmıştır... Yaşanacak operasyonları önceden haber veren muhabirler, gazeteler... Algı operasyonları... Cumhuriyet bu süreçte CHP'nin gazetesi algısına oturması...

Sokakta satılan gazete artık yoktur, belediyelerin aldıkları gazeteler tiraj raporunu belirler oldu... Kısaca CHP tarihi yakın tarihimizin karikatürize edilmiş hali olarak da görebilirsiniz, devletin tarihi olarak da okuyabilirsiniz... Cumhuriyet bugünlerde 100 yaşına basmış, elbette kutlamalar için bana davetiye gelecek değildi, gerçi içinde çalışan arkadaşlarım mutlaka vardır ama birbirimize sanırım çok uzağız...

Devletini arayan gazete özelliğini ve refleksini gösteriyor bugün elimize ya da ekranımıza aldığımız Cumhuriyet Gazetesi. Kaybettiği devletine kavuşabilecek mi?

İsmail Cem Özkan

9 Mayıs 2024 Perşembe

Bir Mayıs'tan bugüne ne kaldı?

Bir Mayıs'tan bugüne ne kaldı?

1 Mayıs günü saraçhane'de yapılan etkinlik, miting ve "Taksim'e gireceğiz, tek yol budur" diye açıklamada bulunanların büyük yenilgisidir, bozgunudur... O gün polise "mukavemet" (direnmek) dedikleri şey aslında sözünde durmak isteyen hareketlerin müdahalesidir, çünkü düzenleme kurulu o miting alanına çağırdığı kitleyi yüz üstü bırakıp gitmiştir... Açıkla kalan kitle çağrı amacına uygun olarak etten örülmüş polis duvarını aşmak istedi...

Beşiktaş'ta ve Saraçhane'de direniş olması kaçınılmazdı...

Kitlenin az geleceği hesaplanarak Beşiktaş iptal edilmiş tek koldan Taksim'e çıkılacak! Hepsi elbette sözde kalacağını geçmişi inceleyen her birey bilir... Nitekim sözde de kaldı, düzenleme kurulu istediği siyasi desteği görmedi, güçlü olan "benim sorunum değil, çağrıcı ben değilim, ben sadece destek verir ve giderim" dedi... Düzenleme komitesi ne yaptı, "madem onlar gitti, biz artık meşru değiliz" diyerek o da göstermelik polis ile sohbet ve çekilme kararı... Geçmişten tecrübe var, başına geleceğini biliyor: tutuklama, gözaltı, gaz, plastik mermi ve tomalar...

İş işten geçmişti, meydanı dolduran, bağımsız, sol, otonom gruplar çağrılan meydana gelmişti, ne yapacaklardı: inandıkları şey için yola devam... Bayrak /flama taşımak için kullandıkları ellerindeki plastik sopalar ile polis kalkanına vurdu, bir iki tekme savurdu...

Polis zaten eğitimini buna göre yapmış, hazırlıklı...

Polis eğitiminde kullanılan sloganlar atılmış ve barikattan delik açtırmamak için her türlü önlemini almış... Arkasında bir de teknoloji var. Yani yapay zeka kullanan kameralar... Tek tek kişileri tespit ediyor, henüz tekmesini yukarıya kaldırmış vatandaşın ev adresi, TC numarası ekranda!

Polis kendisine göre "terörist" olarak kabul ettiği hareketleri ve bireyleri sahada olmasa dahi akşama doğru, sabaha karşı evden aldı. Polis bilerek ev baskını yapar, çünkü evi basılan bireyin çevresine teşhir edilmesidir... Çevreye denir ki, "bu kişi, bu ev bir muhalif evidir, dikkatli olun, onlar ile iletişime geçerseniz başınız belada!" kısaca kişinin yaşadığı alandan uzaklaşmasını sağlamak için baskı aracıdır, her evden almak…

Sonuç, gözaltılar ve tutuklamalar...

Gözaltına alınanlar, tutuklananlar aslında suçlu değildir...

Onları suçlu gibi gösteren "tek yol 1 Mayıs alanı Taksim'dir" diye açıklama yapanlardır...

O gençlerin avukatları meydanı terk eden kurumlar olacağını mı düşünüyorsunuz, sanmam... Onlarda üzerilerine düşen görevi yaptı, iktidara: "sen güçlüsün" demek için böyle bir tiyatro oynadılar...

Olan gençlere oldu... Şimdi onların tutukluluk halleri, mahkemeleri, gönüllü avukatların savunması, gösteri / yürüyüş yasası… Uzayıp giden mahkeme koridorları ve bir süre sonra eğer iktidar isterse kapalı alanda bırakır, isterse evde, isterse koşullu salıverilme, istediği uygulamaya uygun maddeler uygulanır ve en sonunda zaten olması gereken olur ve özgür olurlar…

Kısa bir süre sonra tarihte olduğu gibi unutulacak gidecek, bazı göstericiler için kişisel travma olacak, belki ömür boyu üzerinde taşıyacak, birileri için onur kaynağı olacak ileride anlatacak, belki birisi de bak nasıl direndik diye örnek göstereceği bir araca dönüşecek…

Bugüne kadar yapılan ve benzer sonuçlar doğuranların özeleştirisi yapıldı mı? Benim bildiğim hiç yapılmadı, ders alındı mı, alınmadığı geçen eylemden belli değil mi?

Zaman akar gider, kuşaklar değişir ve değişmeyen şeyler hep kalır, sadece özneler değişir…

İsmail Cem Özkan

 

6 Mayıs 2024 Pazartesi

Nereden bakıyoruz?

Nereden bakıyoruz?

Ölmüş olan tüm devrimciler ortak hafızamızdır ve onurumuzdur... Bu konuda sıkıntı yok ama kendisini devrimci kabul edip, Kemalizm’in yaratmış olduğu krizler içinde ulusal bayramları kutlanması garip bir durumdur…

Ulusal bayramları kutlayıp Deniz Gezmiş ve Mahirleri anmak garip geliyor bana... Dönemin gençlik liderleri Marksist, onların ideolojisi ölüme giderken nettir, öyle muğlak filan değil, “kurtuluş devrimde” demekteler ve “devrimden” ne anladıkları nettir, işçi sınıfının iktidar olacağı bir sosyalizm özlemi içindeler... Ortada ne burjuvaziyi savunmak vardır, ne de sistemin simgelerine methiye düzmek vardır... Denizler Marksist’tir ve o çocukların çok iyi bildikleri bir şeyler vardır, onları da son nefeslerini verirken anlatmışlardır...

 Kemalizm lideri işçi sınıfının lideri ve onun yolunda adım atmış bir birey değildir, üstelik o yaşarken antikomünist dalgaya izin vermiş, birçok komünist işkencelerden geçirilmiş, haksız yere sürgün edilmiş, mahpusluk komünistler için üniversiteye döndürülmüş... Tüm bunların şahitliği ise siyasi şube ve onun hücreleridir...

Neden işine geleni görüp, işine gelmeyeni yok sayma alışkanlığımız var. Tarih bir bütündür, parçala, hücrelere ayır ve o hücrelerde işine gelen kelimeleri cımbızla ve kendini haklı çıkarma, çok zorlama gerek yok…

Kemalistler elbette ulusal bayramlarını kutlayacak, o bayramların ortaya çıkmasında rol almış mağdurlar ise katliam, sürgün, soykırım adı altında o günleri yad edeceklerdir, bu doğaldır, çünkü tarihe nereden baktığınız ile ilgili bir sorundur...

Bırakın Kemalistler istedikleri gibi bayramlarını kutlasın, altını istedikleri gibi doldursun. Onların bayramını kendi bayramı yapmak yerine kendi tarihinize ve gerçekliğinize sahip çıkın...

İşçi sınıfının tarihi Kemalistlerin tarihi ile paralel değildir, farkı zeminlerde farklı kulvarda ve hayata farklı noktalardan bakar ve öncelikleri farklıdır…

Hiç bir ulusal bayram tesadüfen çıkmaz, mutlaka mağduru ile ortaya çıkar ve madalyonun iki yönünün bir yüzünü temsil eder...

Hadi bugün ulusal bayram ilan edelim diye bir gün yoktur...

Ulus devleti mantığı içinde homojen toplum yaratmak adına ötekini ezmek, sindirmek, en nihai hedef olarak asimilasyon edip yok etmektir...

Fizikken yok etmeye kalkılırsa o durumda holokost, tertele, safo, tehcir, soykırım adı verilir, kelimenin ne zaman ilk söylendiği ya da çıktığının önemi yoktur, sonuçta bir halkın kökü fizikken yok edilmişse, yok edilmiş denir, efendim onlar aslında bizi kışkırtı, o yüzden fizikken yok ettik savunması olmaz...

Tarihi her olay siyasaldır, siyaset üstü tarih olmaz...

Hem mağdurun günü kutla hem de ulusal bayram kutla çelişkinin açıklanacak tarafı yoktur.

Kendisine solcuyum diyenler burjuva bayramlarına sahip çıkarsa, onlarda gelir sol değerin altını boşaltarak sahip çıkar... CHP, AKP vb... yakın tarihine bakarsanız eğer, işlerine gelince tüm değerlerimize içi boşaltılmış halde sahip çıkmış ama arkasından sol / devrimcilere yönelik operasyon yapmaktan çekinmemişlerdir...

Popüler siyaset ve liderleri için her yol mübahtır ama sol için her yol mübah değildir. Amacını, yolunu sahte yıldızlı sözler ile halka açıklamaz, gerçekleri olduğu gibi anlatmak için yol arar ve bu konuda olabildiğince açıktır...

Bugün içinde bulunduğumuz toplumda ne yazık ki ortak duygular, ortak beklentilerin en aza indirildiği süreci yaşıyoruz, kısaca birçok konuda ortaklaşacak zemin yok edilmiş durumda, o da siyasi bir tercihin sonucu... Elbette bu suç tek başına bugün iktidarda bulunan parti ve liderinin değildir, geçmişten gelen ve halen devam eden ve bugün ki iktidarda geleneksel olanı takip ederken, kendi önceliğini öne koyarak Kemalizm ile “yüzleşme” adı altında yapmış olduğu içtihatlar ile tarihte ayrı bir yere sahiptir...

Bugün yaşadığımız sorunların temelinde kapitalizm uygulamasının liberal yorumlanmasından başka izahı yoktur.

Ulus devlet yerini “küreselleşme” adı verilen tercihlerin alınması, ki paranın global olarak hareket etmesi kapitalist sistemin varlık sebebidir. Ulus devletlerin oluşturmuş olduğu gümrük duvarlarının yıkılması sadece paranın özgür hareket alanını genişletmemiş, resmi tarihi anlayışında parçalanması anlamına gelmiştir, çünkü sınırları ortadan kaldırılmış paranın hareketi kültürlerin daha iç içe geçmesini ve göç hareketinin ortaya çıkardığı ve ulus devletlerin de istemediği tarih ile yüzleşmeyi ortaya çıkarmıştır...

Sovyet sistemin yıkılması, Renkli Devrimler ve en sonunda Arap Baharı’nın oluşturmuş olduğu tarih yeniden yorumlanması var olan tüm ulusal değerlerin yeniden sorgulanmasını ve gerçek olarak kabul edilenlerin aslında gerçek olmadığı gerçeği ile yüzleşilmesidir. Küreselleşme ulus devletinin yerine küresel kültürü inşa edememiş, sadece tüketimi ikame etmiştir... Ulusal olarak ortaya çıkan ne varsa onun hızlı, hesapsız özelleştirilmesi, tüketilmesi ile karşı karşıya kaldık, bu da ahlak / etik kavramının yok olması ve yerinin dinin doldurmasıdır...

Bugün yaşanan çelişkilerin temelinde tarihe nereden baktığımızı net olarak ifade edemezizdir. Kısa vadeli ve iktidarın uygulamasına tepki olarak ortaya konan tarihi anlayış, yıkılmış ulus devletinin tarih anlayışının dillendirilmesinden başka şey değildir... Yanlışta daha fazla istekli olmak, solcuların duruşunu, algılayışını ve gelecek projelerinin muğlaklaşmasını ve düzen içinde düzeni korumayı savunan tutucu politikaya yönelmesi anlamına gelir...

Kısaca sol diye kabul edilenlerin sol olmadığı gerçeği ile karşılaşırız...

Sözün başında söylediğimiz cümleye tekrar dönersek, ölmüş olan tüm devrimcilerimiz onurumuz ve hafızamızdır. Onların mirası önümüzü aydınlatmaya devam etsin, burjuva ilericileri/ liderleri bizim liderimiz olmadığı gibi, bizim önümüzde karanlık noktalar yaratarak bizleri gittiğimiz yolun daha çetrefilli olmasına neden olmaya devam ederler...

İsmail Cem Özkan

 

30 Nisan 2024 Salı

Taksim yeni fetih edilmesi ve korunması gereken alandır!

Taksim yeni fetih edilmesi  ve korunması gereken alandır!

Polis üstüne görevi yapmış, bariyerleri Taksim meydanı ve Atatürk heykeli etrafına dizilmiş ve giriş ve çıkışlar şimdiden kontrol edilir hale gelmiş... İşçi sınıfı bu sene meydanda sahnesi olan ve halaylar ile kutlayacağı bir alanı olmayacak! Alanı olmayacak çünkü alan işgal edilmiş durumda...

Taksim inadını bir yasal düzenlemeye bağlıyorlar ama ortada yasaları tanımayan bir iktidar ve ona bağlı kurumlar var. "önce yap eylemini yasa/ kanun/ hukuk arkadan gelir" anlayışı ile tüm haklar kendileri için var ama öteki gördükleri için yok...

Geçmişte yaşadık, düzenleme komitesi yasağa ve verilmemiş izne rağmen meydana doğru sefer düzenler ama her seferinde gaz bulutu altında kısa bir direniş ve düzenleme komitesi çıktıkları sendika binasına girerek sonlandırır, onlar sonlandırır ama kitle sokaklarda, caddelerdedir... Bu da polis ile 1 Mayıs kutlaması yapmak isteyen tüm sol, devrimci, işçi kitlesi ile karşı karşıya kalması ve sonunda can kaybına varacak kadar birkaç saatin yaşanması anlamına geliyor...

Bu çatışmada kayıpların gerçek sorumlusu kim olacak?

Bir çağrı yapmak kolay ama o çağrının sonucunu da katlanacak, hiç bir can kaybı olmadan sonlandıracak ve çağrıya uygun meydana çıkıp halaylarla kutlayacak bir irade var mı?

Bu sorunun yanıtını olumlu veremiyorum...

İstek ile irade arasında fark vardır...

İrade olmasının temel koşulu güçtür...

Güçlü, kitlesi olan bir demokratik kitle örgütleri var mı?

Bu sorunun yanıtı da açık, bir cemaatin kitlesinden daha az, seçim sonucunu bile etkileyemeyecek konumda...

Disk eskiden başkanlarını vekil çıkarırdı, bir iki seçimde onlara bir vekillik önerisi bile gitmemiş olacak ki, iki seçimdir başkanlarını vekil seçtirmedi..
Kısaca vekillik istemi gidecek kadar bile göstermelik güçleri yok...

Diğer kitle örgütlerinin adı var ama kitlesi yok, her ne kadar haklı istekleri olmuş olsa da, haklılıklarını anlatacak kadar kendi çevresini saracak güçleri yok... TMMOB seçimlerini bir bölümünü sağcıların kazanması tesadüfi değildir...

Polis üstüne düşeni yaptı, Taksim meydanı kızıl elma olarak duruyor ve etrafını korumaya aldı, çünkü siyasi irade oraya işçiler çıkamaz dedi.. Diğer zamanlarda çıkılan meydan birden yasaklı alan oluverdi...

Kalesini fethetmek isteyenler ise etrafta oraya açılacak tüm yolları zorlayacak...

Geçmişte bazı uyanık siyasi yapılar otele bir gün önceden girip, bariyerin arkasında kalan otel girişinden meydana girip bir kaç saatliğine heyecanı yaşadı. Bu etkinlikte olur mu?

Bu meydana çıkarmayacağım irade ile çıkacağım arasında kalacak bu mücadele kime ne faydası olacak?

Orası 1977 yılından bu yana yüklenmiş anlamı olan bir alan, fakat en büyük alan Sultanahmet meydanıdır, orada işgal altında bile 1 Mayıs anmaları yapılırdı, geleneksel meydanımız Sultanahmet meydanıdır... Beyazıt meydanıdır, orada katliamlar gerçekleşti, ama şehrin ülkenin kalbi konumunda olan Taksim meydanı 1 Mayıs alanı olmasının en büyük nedeni işçi sınıfının burjuvazinin alışveriş caddesinin ucundaki alanı alması tesadüfi değildir...

Ulus devletinin sembolik çelenk bırakma alanı Taksim’dir...

Kısaca Taksim alanın birçok anlamı ulus devleti sonunda yüklenmiş olduğu için o meydana işçi sınıfı çıkıp, burjuvaziye gücünü göstermek ister...

Fakat, işçi sınıfının kitlesel gösterileri kazanımlardır...

İşçi sınıfı küçük de olsa kazanımlar elde etmiştir ama 12 Eylül öncesi kazanımlarına hiç bir zaman ulaşmamıştır... Kaybettiğini yeniden kazanma mücadelesi de çok zayıf konumda...

Tüm iş yerleri direniş alanı, tüm meydanlar Taksim meydanı olmalıdır...

İki taraflı inatlaşmalı çatışmalar işçi sınıfına kazanım vermiyor, sadece sembolik bir anlamı vardır... O sembolik restleşmede kimin kazandığının gerçek anlamda pek anlamı yok...

Son kararı tarih verecek ve iktidar kimin ise o kazanmış olur...

İsmail Cem Özkan

 

29 Nisan 2024 Pazartesi

Ve şiir düştü payımıza…

Ve şiir düştü payımıza…

Hasan Seçkin kitabını elime aldım, elime aldım dediğime bakmayın, sanki almadım da yapıştı...” Ve ... İsyan Düştü Payımıza” adını verdiği kitap yüksek ses ile okunacak, coşkulu, bir yandan sanki Hasan Hüseyin Kormazgil şiiri okuyor tadında, diğer yanda bir halk ozanın sazının eşliğinde sesimi yükseltip okuyorum dizelerini... Bir yandan tarihin dehlizlerinde yaşanmışlıklar üzerine, diğer yandan özel duyguları içinde, bir bakmışsınız şiirden şiire geçerken farklı zamanlara savruluyorsunuz...

Hasan Seçkin’i bana sorarsanız: asıl işi karikatür çizmek, ama Hasan dostun aslı işi sanki ileride tarih onu “notçu” diye yeni bir meslek dalına alacak. O tarihe notlar bırakıyor, kendisine yansıyanları çizgiye, dizelere aktarıyor. Onun şiirinde, resmi tarihin yazılmamış olan kısmına doğru yolculuk yapıyorsunuz...

Yıllar öncesinde Adnan Yücel ile Ankara'da bir masa etrafında oturup sohbet ederdik. Sohbetimizin daimi konuğu karikatürcü Sivas'ta sıkışmış, çaresiz olanlara  moral vermek için armonika çalan Asaf Koçak... Aslında o masaya sonradan eklenen bendim ama olayı ben anlattığım için merkezine kendimi koydum! O masamız Mülkiyeliler Birliği bahçesinde genellikle girişe en yakın masa olurdu... Neden hep aniden kalkacak gibi o masada otururduk bilmiyorum ama her zaman yan masamızda Mülkiyeliler Birliğinde yapılan konuşmaları dinleyip not eden sivil birileri de olurdu. Bizim sohbetlerimizi başlarda not ederlerdi belki ama zaman içinde bizi duymaz, görmez olmuşlardı... İşimiz gücümüz şiir, karikatür, sanat ve sanatın gücü filan... Kısaca şiirdi konunun merkezinde yer alan, arkasından şairler ve karikatürcüleri ortak kılan güzelliklerden bahsetmek olurdu. Karikatür şiirin en yakın sanat dalıydı, o yakınlık şairleri karikatürcüleri hep dost yapmıştır... O yüzden şairler ile karikatürcüler yan yana gelince ikisinin kesişme noktasından imgelerden bahsedilir, her imgenin neyi anlatması, nasıl çağrışım yapması ve nasıl vurgulanması konuşulur ve konu daldan dala, zamandan zamana atlayarak yayılır gider… Ve içtiğimiz biranın bıraktığı o hoş kokusu ve hafiften Ankara havasının çarpması ile kafaların biraz bulutlar içinde dolaşması ile keyifli, "Angara daşlı" sohbetler zamanı ortadan kaldırır ve yaşadığımız çağın acı gerçeklikleri ile yüzleşirdik... O gerçeklikler şiire, karikatüre yansıdı, ne yazık ki Sivas’taki Madımak otelinin odalarında, koridoruna da yapışık olarak kaldı…

Hasan Seçkin'in kitabını okurken beni Ankara zamanlarına götürdü... O iki güzel dostumun anıları ile baş başa bıraktı...

Diğer yandan Hasan Hüseyin Korkamzgil şiiri, coşkusu, inancı... Sanki arka fonda bir Ali Ekber Çiçek’in sazı ve Haydar Haydar ezgisi, diğer yandan bozkırın tezenesinin (Neşet Ertaş) sesi... Bozlak havasını ne güzel söylerlerdi... Ne güzel sesler biriktirmiş Hasan Seçkin şiirinde...

Gezi süreci, Silopi, Roboski, Amed, 1 Mayıs bayramı... Zamanın çetelesini düşmüş şiirlerine belki de şiir ile günlük... Zamanın akışını izledim şiirlerinde, zamanın ruhunu, zamanın acıları… Tek tek düşmüş şiirlerinin kelimelerinin arasına, beni zamanda yolculuğa çıkardı kitabı...

Günlükler okunur mu bilmiyorum, çok özeldir derler ama kitap haline gelince günlüklerde okunuyor, günlükler şiir ve yüksek ses ile okunduğunda kişiye yani okuyana coşku, bilinç veriyorsa...

Bir kitap kaç saatte okunur bilemem ama ben kitapların okuyuşunu saate göre değil, günlere yayarım, günlerdir elimde düşürmem, çünkü yazana saygımdandır, hızlı tüket diye vermedi, sindire sindire tüket ama tüketirken de bilinçlen diye vermiş. Bilinçlendim, arkadaşımın, dostumun başka yönünü gördüm bu kitapta...

“Taybet Ana, yedi gündür Silopi'de

upuzun yatıyor sokak ortasında

gündüz güneşe, gece yıldızlara dönük yüzü

ve sırtından -tse damgalı bir kurşunla- vurulmuş

usulca toprağa sızıyor kanı

avuçlarında gül ve hatmi kokusuyla

Diyarbekir de düştü… yıkıldı Sur

ve yeniden kurtardılar vatanı!…

ağzımda bir avuç cam kırığı

devamlı çiğneyip duruyorum, devamlı

nasıl da lezzetli, kanımın tadı…

Aralık 2015 - Ağustos 2021”

Olanağınız varsa kitabı alıp okuyun, bakalım sizde hangi duyguları açığa çıkaracak?

İsmail Cem Özkan

 

Hasan Seçkin

Ve… İsyan Düştü payımıza

Hasat Sanat Atölyesi Yayınları

Ekim 2023, istanbul

İSBN: 978-605-67473-4-2

28 Nisan 2024 Pazar

Zapping derken mankurt olmuşuz!

Zapping derken mankurt olmuşuz!

Günlerden bir gün, yapacak bir şey olmayınca, çözülen, çöken, çürüyen biri olarak “bugün de hadi TV bakalım” dedik, kanal kanal dolaştık, bir program bulamadık.

Kanaldan kanala zıplarken haber kanalları benzer tartışma programları ile halkın zekası ile “dalga geçiliyor” olduğu gerçeği ile karşılaştık. Akıl veriyorlar, güya “yorum” yapıyorlar ama sahibinin sesi bile olamıyor yorumcular… Parayı veren istediği konuğu ekranına alıp, onu meşhur ederken,  kanalda bedavadan zamanını dolduruyor, bu sayede en ucuz program ekranda en çok zamanı doldurmuş oluyor. Ekrana çıkmak “kazan kazan” modeline uyar. Hem ekran sahibi kazanır, hem de konuk. Konuk meşhur oldukça sağdan soldan bilgileri toplayıp, kesyap şekline getirdiği kitabının satışını garantili hale getirmiş olur, diğer yandan bir kamu, vakıf ya da özel üniversitede kürsü kapması olasılığını yükseltir, olmazsa bir partiden vekil oluverir. Vekil olmak için aday aday olursa eğer, o parti kazandığı bir belediyede, eğer iktidar olursa bakanlıkta ona uygun bir danışmanlık ayarlar ve o da “huzur” maaşını hak eder. Ekranlar huzuru sağlarken, diğer yandan da huzur maaşlarını ayarlamasına dolaylı rol oynar… Hadi onların işi bu, her yorumcuya bir de unvan verilmiş, Prof. Dr. … yahu her unvan sahibi gerçekten o unvana hak ederek sahip mi, demek ki sahip diyoruz, o kadar okul açarsanız o kadar saçma sapana unvan verirsiniz!

Tartışma programlarını es geçip normal kanallarındaki dizilere bakalım dedik… Hepsi birbirini çağrıştıran oyuncular ile halkın beğenisi ile dalga geçiyorlar, halkın kültürünü yukarıya çekmek yerine kavgayı belden aşağıya indirmek için çaba sarf etmişler. Bağırtı, çığırtı, kibir, üç kağıt, arkadan oyun oynama, yüzüne gülüp kuyu kazan... Neyse halkın çaresizliği ile dalga geçiyorlar, halkın ekmek sorunu varken onlar yalılarda, villalarda, lüks konutlarda seks yapacağı erkek ve kadını nasıl tongaya düşüreceği belden altı oyunlar ve sefil bir dil, konuşulan dili örnek alan varsa mutlaka dayak yer bir yerde! Belinde silahı olan efeleniyor… Bireysel silahlandırmayı, dayak atmayı özendirip duruyorlar…

Dizileri geçtik, bir de “mizah” adı altında bir program var, güldür güldür show ama güldürme yerine halkın şivesi ile dalga geçen, belden aşağı, hiç mizah ile ilişkisi olmayan, gülme efektleri ile masada oturanın gülmesi ile “hadi gülün” denilen seviyesi çok aşağıda espri adını verilen saçmalık...

Bu ülkenin mizahı bu kadar ayak altına düşmüşken, hadi biz de bir tekme atalım programı olmuş... Mizahı mezara koymuşlar, üzerinde tepiniyorlar...

TV kanalları ne yazık ki çaresiz insanların bilincinin aşağıya düştüğünü bildiği için daha aşağıya çeken, aşağılayan, kendi seyircisi ile dalga geçen kanalların istilasına uğramış... Ekranlara bakan gün geçtikçe ekranlarda parlatanlara benziyor, yüksek sesler ile konuşup, karşısındakini aşağılayan, küçümseyen, gücü yeterse döven, olmazsa trafik magandası olarak karşımıza çıkıyor ve gazetelerin 3. Sayfası haberleri sıradanlaşıyor…

Bu ülkenin insanına çok yazık, hem de çok...

Bu kadar aşağılama, bu kadar üstten bakış ile yapılan programları seyrederken, insanların var olan kültürlerinin de yok olduğunu, sadece tüketen ama ne tükettiğini bilmeyen mankurt olmuş...

Etrafımıza bir bakın, anlamsız nedenler ile kavga edenler, dilenen, cep telefonundan başını kaldırmayan, tik-tok tipler her yeri istila etmiş olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Para kazanmanın her yolu mubah olursa o ülkede ahlak ayaklar altına, din başın üstüne konur…  İnsanlık tarihi boyunca din kisvesi altında hiç çalışmadan para kazananlar, onun adına ölüm ilanı verenler, o dokunulmazlık adı altında şatafatlı yaşamlar halkın göremediği duvarlar arasında olurdu, şimdi aleni ortada olmaya devam ediyor… Düşünebiliyor musunuz İslam dininde bir kast sistemi yok deniliyor, diyenlerin kendisi kast sistemi içinde şatafatlı yaşarken İslam dinini Arapça ibadete sıkıştıranlar Arapça bilmiyor…

Yazık, çok yazık diye içimden geçirirken acaba diyorum çok mu geç kaldık hayıflanmak için…

İsmail Cem Özkan

27 Nisan 2024 Cumartesi

Cihatçılar kime hizmet etti?

Cihatçılar kime hizmet etti?

1979 yılında siyasi radikal İslam’ın doğuşudur. Pakistan'da darbeciler şeriat isteriz diyerek Zülfikar Ali Butto'yu asıyor, Afganistan’a ABD teşviki ile Sovyetlerin girişi, ona karşı Taliban’ın ABD tarafından silahlandırılması, İran’da Humeyni’nin iktidar darbesi, kısa bir süre sonra Türkiye’de ılımlı İslam isteyen generallerin darbesine şahitlik ettik... Arkasından büyük Ortadoğu projesi ile yeteri kadar cihatçı olmayan devletlerin içinde siyasi darbeler ve renkli devrimlerin benzeri gibi başlayıp ama cihatçı, kelle kesenlerin sahne aldığı bir süreç... Amerika ve sermayenin ihtiyacını karşılayan bu yeşil kuşak dalgasından her ülkenin zemininde, kültüründe, algılamasında sarsıntılar oldu, bir çok düşüncenin duruşu, odak noktası değişti. Modern yaşamı savunanlar bu süreç içinde türbanın içine sokulurken, askerlerinin başından aşağıya çuvallar geçiriyordu. Kısaca Arap ümmetçi devletleri şeriat ve cihat çığlıkları altında "Allah-u ekber" sesleri ile bir kan denizine çevrildi...

İslam bir silaha döndürülmüştü, o silah sermayenin ihtiyacına cevap verecek şekilde batı dünyasından ulus devletin yıkılması ve yerini küreselleşmenin ihtiyacına cevap verecek gümrük duvarlarının ve koruyucu önlemlerin kaldırılması ile birlikte kazanılmış işçi haklarının yerle bir edildiği süreci yaşadık. Tek kutuplu bir dünyada küreselleşme sorunsuz dönüşecekti ama olmadı... Dönüşüm için popüler liderler iktidarla geldi, her popülist iktidar var olan devletlerini çökertti, içinde yaşadıkları hakları fakirleştirdi ama küreselleşmenin kurallarını, yasalarını oluşturamadı, bu oluşturamamanın en büyük nedeni ise insanlığın önüne popülist söylemler kondu ve popülist olanların iktidardan çekilmesini sağlayacak muhalefette bu süreçte yok edilmişti...

Küreselleşme istenildiği gibi bir zamanda oluşmadı ama yeşil dalganın ortaya çıkardığı büyük bir kan çöplüğü ve ona bağlı popülist liderler kaldı...

Tarih masa başında planlandığı gibi hareket etmiyor, çünkü toplumsal dinamikleri etkileyen çok değişik olgular mevcut, fakat bu tarihsel kırılmada ne yazık ki devrimler oluşmadı, tersine insan hakları, haber alma hakları, seyahat hakları yaşanan ekonomik, siyasi krizler ile yok edildi...

1979 yılında başlayan ve kontrol dışına çıkmayan ama tam da kontrol edilmeyen bir tarihsel kırılmanın içinde yaşıyoruz... Bu süreçte insanlık muhteşem bir ilerleme kaydetmiş, toplumları ve bireyleri denetim altında tutacak savunma sanayisi gelişmiştir... Yapay zeka ile daha ağırlıkla bireylere kadar denetimin, kontrolün ve de tüketim çılgınlığının oluşumu ile güdüleri ile hareket eden diğer hayvanlara benzer tepkiler vermeye başladık... Ülkemizde de yaşanmış olan bir gezi direnişi süreci Arap Baharı kan denizi içinde kısa sürede sönümlendirilmiş, insanların üzerine umutsuz, belirsizlik, hayal kırıklıklarının tüm olguları serpilmiştir... Geleceği belirsiz bir insanlık, küresel savaş tehditi altında yaşama, hakkını aramadan şükrederek kendi kazandığı konumunu koruma savaşı içinde bırakıldı… Sınıf kavgasının yerini bireysel kurtuluş ve onun sonucu olarak da göçler, mültecilik sıradan bir olaya dönüştürmüştür... İnsan hareketi var olan istikrarın bozulması anlamına gelir, bu da geleneksel kültürlerin göçmenlere karşı düşmanlığını, nefret söylemini geliştirir, bunun sonucu da elbette faşist iktidarların popülist söylemler ile iktidar koltuğuna doğru istikrarlı yolculuğu anlamına gelir... Faşizm tekrar iktidara gelirken, silahlanma yarışı bir çılgınlığa dönüştü...

Faşizm iktidara gelmek için bu sefer İslam cihat çılgınlığını ve göçmenleri kullanıyor...

Sanayi devletler, dünya gündemini belirleyen ülkelerde ve görünür olan her devlette değişim insanlık lehine değil, küreselleşme önünde olan ve henüz yüzleşilmemiş bir paylaşım kavgasının görünür kılıyor...

Bizler, sıradan insanlar gelmekte olan savaşı engelleyecek gücümüz var mı?

1800'lü yıllardan beri devleti olan ama dünyada görünür olmayan bir devletin içinde yaşayan bizleri ne beklemektedir? Kısaca güçlü devletlerin masasının üzerinde serilmiş kağıtlarda bizim geleceğimiz ve sınırlarımız nasıl biçimleniyor, bize ne roller veriliyor, bu roller arasında bir arada yaşayanların birbirini boğazlaması planlanıyor mu? Tarihin her büyük kırılmasında ülkemiz içinde birbirini boğazlayan ve devlet gücünü kullananlar tarafından işlenmiş cinayetler ve katliamlar mevcut, bu gelecek süreç içinde aynı rolü oynayacaklar mı?

Başkasının çıkarı için kan gölüne dönüşecek ve bizim savaşımız olmayan savaşta bizler birer piyon gibi öne sürülüp, Sarıkamış dağlarında yeniden donmamız mı sağlayacaklar?

Yeşil kuşak dalgası sonlanacak mı?

Cihatçılar kime hizmet ettiklerini bugün kendilerine soracak ne atmosferleri var ne de olanakları ama tarih içinde acaba kendileri ile yüzleşip, yok ettikleri canlar ve tarihi alanlar konusunda ne diyecekler? Neden birden cihatçılar ortaya çıkı? O kadar alana hükmedip, o kadar kelle kesmelerine olanak verilip, nasıl bir küçük alana sıkıştırıldıklarında düşülebilecekler mi? Çünkü, cihatçılar sistem değişimi istemediler, kapitalist sistem içinde sadece iktidar koltuğunda oturmak istediler… İktidar mücadelesi öyle bir hal aldı ki, New York'taki “ikiz kuleyi” yok ettiler, nasıl oldu da ona izin verdiler, o izin sonrası dünyada neler değişti, kimleri iktidara taşıdı?

Irak'ın işgali için bürosunda çalışan insanların öldürülmesi mi zorunlu muydu?

İşgal edilen yerlerde demokrasi gelmediği gibi, modern yaşamda kopuk, kapalı toplumlar yaratıldı, bu toplumlar kime hizmet ediyor?

Sorular çok ama cevaplar elbette verilecektir ama zamanın değişimi ve olayların son bulması ile mümkündür…  Kapitalizm ulus devletini yok ederken, uluslaşma sürecini tamamlamış ülkeler üzerinde İslam’ı bir öcü haline getirip, gelişmesi muhtemel muhalefet hareketi yok ettiler…  Popülist liderler bu sürece katkıları elbette çok büyüktür, hükmettikleri tüm toplumları geriye götürüp, içinde oluşması muhtemel tüm sınıf temelli örgütlenmeleri yok ettiler… katliamlar ve cinayetler bu süreçte sermaye sahiplerini ellerini kana bulamadan istedikleri kişileri, ideoloji sahiplerini İslamcı cihatçılara öldürttüler ve her cinayet ve katliamın gerçek failleri hiçbir zaman (bu süreç devam ettiği sürece) ortaya çıkmayacak…

İsmail Cem Özkan

 

26 Nisan 2024 Cuma

İnatçılık güçlü olunca anlamlı olur…

İnatçılık güçlü olunca anlamlı olur…

DİSK, Taksim Meydanı konusunda inatçı bir tavır izliyor ama örgütsel gücü olmayan cılız bir yapı gerçekliği var... Şimdi güçsüz birinin inadının hiç bir harbiye kıymeti yok, yasak karşısında binasından çıkıp bir kaç metre ilerleyip, üzerine atılan gazlar ile hemen geri çekilip inadından vaz geçtiğini açıkladığı nice bir Mayıslar yaşadık...” İnadım inat, her şeye rağmen Taksim’e çıkacağım!” diyecek gücü yok...

Peki, DİSK neden böyle bir açıklama ihtiyacı duydu ve bugünlerde dillendiriyor?

Subjektif siyasi koşul olan CHP yerel seçimi kazandığı için!

Kendisini o kadar CHP ile özdeşleştirilmiş ki, CHP kazanınca kendisi kazanmış gibi hissetmiş, o devlet ideolojisi ve tarihi bakış açısı içinde bu tepkiyi vermiş...

DİSK tepkisi, algısı CHP ile ortaktır!

CHP, “hadi siz dillendirin, ben size kefil olurum” demiş!

CHP ipi ile bir yere gidilmeyeceğini her tarih bilen bilir...

Peki, CHP gibi her şeyden önce devlet, devletin çıkarı olduğu yerde söz söylenmez, adım atılmaz, askeri çözümden başka çözüm bilmem anlayışında olan ideolojik körlük neden Taksim iddiasını ortaya çıkardı?

Çünkü, AKP artık  “topal ördektir” ve onun gücünü test etmek için!

Gerçekten CHP kurmayları işçileri öne dürüp, kendisi yemeyeceği gazı, işçilere ve devrimcilere yedirip AKP'nin gücünü mü test edecek?

İşçiler örgütlü olmayınca, kimden para alıyorsa onun için çalışmaya devam edecek mi?

Elbette, patron ne derse işçi onu yapar, güçlü bir duruşu olmayınca, güçlü duruş içinde birey değil, sınıf olmak gerek... Sınıf olmanın birincil koşulu örgütlü olmaktır...

İşçi sınıfı karşısında durduğu patronun gücünden daha fazla güçlü mü?

Ona karşı direnirken diğer işçiler ile dayanışma ağı ördü mü?

Direnişi “açlık” mı kıracak, yoksa açlığa karşı “direniş ruhumu” büyütecek?

Bugün birçok işyerinde direniş var, küçük çaplı... Aynı iş kolunda olan diğer işçiler çalışırken, direniş olanlar çadır önünde yaktıkları ateş eşliğinde halay çekip, ziyaret eden hiçbir gücü olmayan sol - devrimci partiler ile fotoğraf çektiriyor...

Soru şu olmalı; işçiler direniş ateşinde hep yalnız mı kalacak, patronların insafına mı kaldılar? Birçok patron bedava reklam için işçisini direnişe çıkarıyor, sonra onlara küçük zamcık yapıp yeniden sessizce işine devam ediyor... Kısaca PR için ajansa vereceği parayı işçisine veriyor, verdiğini de zaten enflasyon alıp götürüyor, bu durumda her zaman patron kazançlı, işçi aldığı zamcık ile baş başa kalıyor...
Konuya dönelim, DİSK ve türevleri neden Taksim inadını dillendirdi bu sene de, geçen sene gibi "hadi karanfil bırakalım gidip Maltepe dolgu alanına kutlayalım!" demedi?

Güçsüz, örgütsüz, sözünün değeri olmayan bir örgüt, ne dediğinin pek önemi yoktur, sözünün arkasında durabiliyor mu?

DİSK 12 Eylül’den sonraki süreçte arkasında durduğu ve işçi sınıfına kazandırdığı başarısı olmayan bir örgüt, tek başarısı başkanlarını CHP içinde vekil yaptırmak!

Bu sene neler olacağını yaşayarak göreceğiz, çünkü gaz yemek yerine ben izlemeyi seçenlerdenim. Cumartesi günü Kazancı Yokuşuna karanfil bırakıp ölenleri anacağım... Bunu bireysel de yapabilirim, 78'liler girişimi ile de yapabilirim, bu konuda hiç sıkıntı yok, çünkü karanfil bırakmaya devlet bir şey demiyor, bir arada kitlesel olmaya izin vermiyor...

Hadi gelecek sene nerede kutlanacak 1 Mayıs çalışmasına bugünden başlayalım!

Sözünü geçirecek bir güç olunca açıklayalım isteklerimizi...

DİSK, sözünün eri olup kitlesel olarak çıkamazsa yeniden Taksim'e, niyet olarak  AKP'yi test ederken, işçi sınıfının gücünü AKP/devlet test etmiş olur...

Birilerin istekleri ile yola çıkmak yerine, kendi isteklerini dillendirip ve almak için, kavga için yola çıkmak önemlidir...

DİSK ve düzenleme kurulunun ne dediğinin hiç önemi yok, sol siyasette dergi, parti, birliklerinde niyetleri ve afişlerde iddialı sözlerinin hiç kıymeti harbiyesi yok, çünkü hepsinin gücü ortada. Yaşadığımız en yakın zamanda CHP'ye Hatay adayını bile geri adım attırma konusunda yetersiz kalmış, ırkçı bir adayın seçilmesi konusunda yetersiz kalmış bir sol siyaset kalkmış şimdi CHP'nin niyetine ve garantiliği altında Taksim diye iddialı sözler söylemesi ancak taraftarının gaz altında yiğitçe direnişi gösterir.

Çok gaz yemek Taksim için kitlesel kutlama yapmayı getirmiyor...

Çok gözaltında olmak başarı değildir...

Devrimci marşlarımızı söyleyeceğimiz, güçlü örgütlü olduğumuz gün Taksim 1 Mayıs alanı olmayı hak etmiş olur...
O güne kadar “her yer Taksim, her yer direniştir”...

Her direniş alnını Taksim'e döndürmek ve her işçiyi kucaklayan eylemler, her iş yerini bir direniş alanı yaratmak ile 1 Mayıs gerçek anlamına kavuşur...

"1 Mayıs devrime giden sadece bir yoldur" diyenler için, o yolu açmak ve oluşturmak için yapılması gerekeni yapmak düşer...

Her yer Taksim, her yer direniş!

İsmail Cem Özkan

 

10 Nisan 2024 Çarşamba

Sağ hep sağda mı kalmıştır?

Sağ hep sağda mı kalmıştır?

CHP nasıl oldu diye soru sorabilirsiniz, çünkü faşist bir partiden nasıl ortanın soluna dönüştü?

Bu sorunun belki birden fazla yanıtı vardır ama benim okuduğum bilgilere göre sol olmasını 27 Mayıs darbesi sonrası gelişmelere borçlu. Çünkü daha öncesi hep tek adam, tek parti, tek bayrak, tek millet, tek dil, tek hedef, tek diyerek giden teklerin partisidir ve parti kurucuların lider olmasına ve zaman göre biçim değiştirmez, bir siyasi bakış istikrarı vardır... CHP, Türkiye Cumhuriyeti ilkeleri ve ideallerini taşıyan ve temsil edendir.

CHP öncesi elbette Osmanlı İmparatorluğunun son dönemine damgasını vuran İttihat ve Terakki Partisidir. Onun idealleri, ideolojisi ve duruşunun hatta kadrosu ile devamı olan partidir ve ülkemizde cumhuriyet sonrası kurulan ikinci siyasi partisidir CHP! İlk parti Mustafa Kemal denetiminde kurulan TKP'dir... Hülle olarak kurulan partinin hilesi kısa sürede çıktığı için kendisini sessizce feshetmiştir, kurucularının önemi bir bölümü daha sonra Nazi partisinin Türkiye temsilcisi olacaklardır...

CHP kurulduktan sonra ülkemizde birden fazla parti deneyimi olmuştur. Bizzat Atatürk emri ve direktifi ile kurulan bu partiler kısa sürede, siyasi sahneden düşen sarayın taraftarların toplanma alanı olmuştur.  İzin ile kurulan bu partilerin "şeriat isterük" diyenlerin bulunmasına olanak verdiği için kısa sürede fesih edilmiş, İstiklal Mahkemesinde kurucuları ve şeriatı dillendirenler yargılanmış ve bir bölümü idam edilmiş, bir bölümü de Atatürk’ün izni ile siyasetten çekilmiştir...

Tek partiden çoklu partinin yer aldığı parlamentoya…

2. Dünya savaşı sonrası Türkiye tek parti tek ülke, tek lider söyleminden çıkmaya zorlanır... Ortamın atmosferi tek liderin neler yaptığını gösterdiğinden olsa gerek ülkemizde birden fazla partili sürece istemeyerek gitmiştir...

Tek partiye göre düzenlenmiş seçim yasasına göre girilen seçimden azdan biraz fazla oy alan mecliste çoğunluğu elde etmiş, biraz az oy alan ise mecliste küçük bir grup kuracak kadar vekili olmuş.. Tek partiye göre düzenlenmiş seçim yasası ilk denemede demokrat partiyi meclise çoğunluk olarak taşımış, İnönü'nün sağ partisi ikinci parti olarak meclise girmiş... Celal Bayar kendisini partiler üstüne taşımış ve tarafsız lider rolü oynamış, başbakan demokrat partinin tüm işlerinden sorumlu olarak ülkemize demokrasiyi getirmeye kollarını sıvamış... CHP'den gelen bu kadroların bir bölümü sosyalist geçmişleri de var, sosyalistlerin çıkardığı dergide yazılar yazan insanlar... Yani sanıldığı gibi sadece toprak ağaların temsilcisi değildir parti, heterojen bir yapısı var...

Demokrat parti tek başına ve meclis çoğunluğunu alınca bu yaratılan güç elbette baş dönmesine sebep olacaktır... İçinden çıktığı partinin özelliklerini de hayat bulacaktır elbette. Birden bu kadar gücü elinde görenlerin elbette niyetleri ile somut gerçekler arasında çatışmaya da sahne olmuştur... Tek parti, tek lider, tek vatan anlayışında olan bir liderin her düşüncesi, her kararı vatan içindir ve tartışılmazdır... Bu tartışılmaz kararlar ülkeyi ve partiyi de hedefinden kısa sürede taşıyacak ve geldiği partinin faşist anlayışına uygun bir yapıya döndürecektir... Tek lider ve tek doğru üzerine oturtulan devlet anlayışı, kendine göre bir eğitim sistemi de yaratmıştır. Osmanlı’dan beri gelen bir devlet anlayışı hep varlığını korumuştur. Tek lider hep var olmuştur.

Eleştirdiği her şeyi kendi çıkarı için kullanan bir parti...

Demokrat parti var olan CHP’nin bir eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Geçmişten o güne kadar var olan tek adam rahatsızlığı ve tek doğru kavramının yaratmış olduğu handikaplara karşı ortak düşünce ve ortak aklı savunan ve Cemal, Enver ve Talat paşalardan bu yana gelen eleştirilerin hayat bulduğu bir partidir. Kökleri aynıdır ama duruşları farklıdır. Hepsi kök olarak aynı partiden gelmeleri, aynı kadro olarak cumhuriyeti kuranlardır. Silah arkadaşlığından aynı parti içinde siyaset yapan insanlardır. Kadro Dergisinden, sosyalist çevrenin çıkardığı Görüşler dergisinde makale yazanlardan oluşan bir muhalif çizgiyi de içinde barındırır… Başlangıçta hepsinin ortaklaştığı nokta demokrasidir. O yüzden işlemlerini içeren bir ismi parti adı olarak seçmişlerdir. Demokrat!

Parti kısa sürede bir lider partisine dönüşecektir.

İçinde yer alan solcuların da kısa sürede tek lider kavramına karşı duruşları ve seslerini çıkarması anlamına gelir...

Parti içinde yer alanların bir bölümü “hürriyet “isterler, eleştiri okları Menderes'e yönelmiştir...

Menderes'e karşı muhalif çizgiyi oluşturanlar “Eleştirdiğine çok benzedin” derken, uyarırlar ama Menderes ve çevresi bu eleştirilere kulaklarını kapatmıştır, hatta en ufak eleştiriyi kendisine ve partiye saldırı olarak algılamış, eleştiri yapanlar partiden ve Menderes çevresinden uzaklaştırılmış...

İhraç edilenler ve istifa edenler kısa bir süre sonra ayrı partiler kurmuşlar...

Seçimlere kısa bir süre kala 27 Mayıs darbesi olur...

Bilinen yassıada mahkemesi olur...

İdamlar olur, siyasetten uzaklaştırılanlar olur...

Yeni bir süreç başlar...

İnönü darbe sonrası ilk seçimi kazanır ama “topal ördek”tir. Eskisi gibi faşist ideoloji ile adım atacak konumda değildir...

CHP içinde bir tartışma başlar, bu tartışmayı demokrat partiden ayrılıp başka parti kuranlarda CHP üyesi olarak dahil olurlar... “Sol” kavram ortaya atılır...

Eski demokrat partisinden gelenler geçmişlerinden dolayı öne çıkamazlar ve genç çalışma bakanını önlerine alırlar ve Ecevit ortanın solu ile CHP'yi sola çekmeye çalışan birçok ilkeyi ortaya koyar...

Adalet Partisinin baskısı ile CHP içinde sol tartışmaya açılır...

AP/Demirel sağın tek temsilcisi olmak için tüm sağ politikaya sahip çıkınca CHP sağdan oy alamayacağını görmüş ve “seçeneksiz” olarak sağın soluna kaymıştır...

CHP seçeneksiz kaldığı için ülkenin bekası için “sol gibi” davranmayı seçmiştir ve bu sayede ülkenin kurucu partisinin sol bir çizgiymiş gibi bir algının oluşumunu sağlar...

“Karaoğlan” efsanesi sağ partiyi Demirel karşısında umut olarak kendisini ortaya koymuştur... CHP hiçbir zaman kurucu ilkelerinden vazgeçmemiştir...

Sadece algısaldır işler...

Deniz Baykal hizip olarak ortaya çıkmış olması onun sağ çizgiden uzaklaşmasını getirmemiştir...

İsmail Cem Özkan

 

5 Nisan 2024 Cuma

Mekanlar halka değil, parası olana açık!

Mekanlar halka değil, parası olana açık!

Bugün Arter adı verilen bir sergi binasına gittim. Genelde modern - çağdaş sanat adı verilen eserler sergileniyor... Burası bir müze değil, normal sergiler var… Değişen etkinlikler yapılmaktadır ve düzenli olarak benimde içinde olduğum mail adreslere gönderilmektedir. Zaman zaman basın gösterimlerine de davetiyeler yapılmaktadır.

O alana gidene kadar sergi salonlarına girmenin paralı olduğunu bilmiyordum, burada gördüm! Gerçi ben modern sanattı pek sevmem, çoğu eseri de anlamam, içlerinde sevdiğim çalışmalarda elbette var ama genelleştirildiği an sevmediğimi bilirim, bana seslenmiyor… Belki de eğitimden kaynaklanan bir durum söz konusu. Kuşaklara harf takıldığı bir zamanda içinde bulunduğumuz genç kuşağın hayal dünyasında yarattığı imgelerine çok uzak olduğumdan kaynaklanıyor da olabilir. Bana seslenmeyen eserlerin olmamasını savunmam, aksine olmalıdır, çünkü beğeneni çok, alıcısı da var...

Her düşünce kendi alanını açar ve o alandan yol alır…

Her buna benzer sergilere gittiğimde kafamda soru oluşur, gördüğüm o eserler satın alan tarafından nerelere konuyor onu da bilmiyorum, alanın sorunu...

Sanayinin ortasında modern binalar, sanayiyi ortadan kaldırmış, yerine yeni binalar içinde sanat merkezleri olmuş… Sanayiden zaman içinde orada hiç iz kalmayacak gibi, çünkü modern dokunuşlar geçmiş ile bağlantıları hepten yok edip, yerine daha modern binalar oturtuyor…
Arter, yerleşim olarak eskiden küçük sanayinin olduğu bir bölge: Taksim'in altında Kasımpaşa, Kurtuluş arasında yer alan Dolapdere’de. Eskiden orada ağırlıkla küçük sanayiciler bulunurdu, araba tamiri, lastik değiştirmek gibi işler yaparlardı.

Arter’in bulunduğu caddede sanayicilerin dükkanların yıkılıp yerine kondurulmuş büyük, çağdaş, modern adı verilen beton binalar...

Koç grubu da daha önce İstiklal Caddesinde başlattığı kurumunu bu yeni yaptırdığı binaya taşımış... Güzel de yapmış, çünkü daha geniş alanda daha fazla sanatçı eserlerini görücüye, satılığa çıkarabilecek... Bir kaç kişide gelecekte olup olmayacağını bilemeyeceğim bugünün piyasasına seslenen eserlerini satacak. Ekmek kapısı yani...

Sergi salonuna dış kapıdan kontrol ile geçiliyor...

Binanın içinde Koç Grubuna ait Divan Pastanesi müşterisini yani parası olanı bekliyor... Bu da çevresi ile zıtlık oluşturuyor, karşıda araba lastiği çeviren asgari ücretle çalışan işçi, ucuz iş yapan işveren Divan Pastanesinin bu salonundan alış veriş yapması hayal, zaten fakir insanların hayallerine bile buraya girmek yoktur...

Ayak takımı sergiyi gezmesin, parası olan gezsin diye bir sergi salonu oluşturulmuş. “Ben parası olana sanatı gösteririm, kısaca ben bana geleni ayırt eder, kategorize eder ve ona göre bana uygun olanları salonuma alır ve gezmelerine izin veririm” anlayışı hakim...

Satın alan gelsin, almayanın burada işi ne?

Bir sanat eserinin sanat eseri olması için satılması gerek, satılmıyorsa zaten o eser sanat değildir, yeri çöplük! Bir gün biri satın alıp piyasa sürerse o sanatçının eseri sanat eseri olur, piyasaya düşmeyen ancak sahaflarda yerini bulur!

Arter neden paralı?

Cevabını aslında verdim, çünkü parası olmayan, fakirlerin yaşadığı bir yerde açılan sanat merkezlerinin müşterisini rahatsız edecek görüntüden uzak tutmak için onların satın alma gücünden daha fazla bir giriş ücreti koyarak onları resmen olmasa da dolaylı olarak engelleyerek kovmasıdır...

Sanat herkes için değildir, parası olan içindir. Parası olan ise bulunduğu mekanda fakiri görmek istemez!

Sanat eserinin değerini düşürecek hiçbir atmosfer orada olmaması gereklidir...

Bugün Arter'e gittim... Gerçi ben sergiyi değil, kafamda oluşmuş soruları sormak adına birini görmek için gitmiştim. Yerinde olmadığı için geri çıktım...

İşçi sınıfının olduğu yerde burjuvazi kendisine göre mekan açmış, görünmez kaleler oluşturmuş, içine belirli insanlar gireceği sınıfını ve tercihini belirlemiş bir mekan!

Sanatın mekanında sanattan hoşlananlar değil, parası olanlar yer bulunacaktır...

Belki fakir biri, orada yetişen bir çocuk oradan etkilenecek ve belki sanat eğitimi alacak ama hayır!

Koleje giden çocuklar aileleri ile gelecek ve orada yapılan etkinliklere parası ile katılıp bir şeyler öğrenip gidecekler...

Çevresine kapalı ama parası olana açık bir mekan!

Paranız varsa, parasını verip gezeceğiniz bir sergi alanı Arter…

İsmail Cem Özkan

 

1 Nisan 2024 Pazartesi

Onlar devrim yolunda öldüler…

Onlar devrim yolunda öldüler…

Algılarla oynamak son yıllarda moda oldu, sürekli söylenen yalanlar ile yalan gerçeğe dönüştürme girişimleri tarihi kişilikler üzerinden sürüyor…

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş gibi tarihi kişilikler ve bir dönemin sembolü olmuş liderlerin anlayışları bu saldırıların merkezinde yer alması tesadüfi değildir, çünkü geçmişin devrimci dalgasını yok ederseniz, gelecekte oluşması muhtemel devrimci hareketlerin elinden tarihi bir birikimi elinden almış olursunuz… Devrimci birikimi yok ederseniz, o gençleri maceraperest, idealleri için yola çıkmış, devletin altı okunu üzerine çekmiş, gladio tarafından “etkisiz” hale getirilmiş olarak algılanır. Düzen içinde düzene biçim vermek, reformist hareketler ile ilerleme olur, geçmişin üzerine basmadan, ilerici yönlerini alarak ileri bir devlet oluşur algılayışı genel içinde kabul görmesi için çabaların var olduğu gerçeğini yaşamaktayız.  Genelde bu algı oluşumunu kendisine devrimci, geçmişin devrimci hareketlerin liderlik pozisyonunda olanların üzerinden yapılmaktadır. Belki daha gerçekçi olması için bu kişilere bu söylemler söyletilmektedir…

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş'in arkadaşları Milli Demokratik Devrim (MDD) anlayışından kopup sosyalizm mücadelesine geçtikleri gerçeğini yok sayarak onları Kemalist / Atatürkçü olarak algılayıp, burjuva devrimini savunuyor gösterme çabaları içindeler... Eğer onlar Kemalist olmuş olsalardı "liderimiz Mihri Belli, yolumuz belli" demeye devam eder, ayrı örgütlenme kurmazlardı!

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş'in arkadaşları ve son yazıları ve de savunmaları Kemalizm eleştirisidir. Bugün dahi sorulmayan soruyu sorayım: Kürt halkını hiç bir zaman tanımayan Kemalizm ile nasıl ortak bağı olur bu devrimcilerin?

Kemalizm, Kürt sorunu çözümü onu yok saymak ve bir talep olursa zor ile bastırmak olmuştur. Kemalist devrimi sürecinde 12 Kürt isyanı karşısında tutumu ortada olmasına rağmen, hala devrimcileri Kemalizm ile paralel gösterme çalışmaları devam ediyor.

Özellikle Mahir ve Deniz'i Kemalist sol ile ortak anmaya çalışanların hedefi bellidir, onların devrimci düşüncesini yok edip, sistem içi reformist, revizyonist göstererek uysallaştırma girişimdir.

Mahir ve arkadaşları devrim için yola çıktılar, Kızıldere'de bildikleri ve inandıkları gibi kavga edip bu hayattan koptular... Onları idama, ölüme götüren o siyasi atmosferi yaratan düşünce Kemalist düşüncedir ve ideolojisidir...

Kemalizm ile kopmadan “sosyalizm mücadelesi” olmaz, çünkü Kemalizm işçi sınıfını yok sayar ve onların örgütlü halini devletin geleceği için en büyük tehdit olarak görür...

Küçük bir azınlık olan komünistler ve partileri Mustafa Kemal yaşarken başlarına gelen işkence, katliam, linç ortadayken, katiline hayran bir komünist göstermek ne kadar doğrudur?

Kemalizm sol ile ilişkisi yoktur, tersi sağ bir anlayıştır, burjuva devrimini gerçekleştirmek için örgütlenmiş İttihat ve Terakki Partisini ideolojisini ileriye taşımış bir anlayışa sahiptir... Yoktan var etmiş olduğu bir şey yoktur, var olanı geliştirmiş ve yeni söylemler ile hayat bulmasını sağlamıştır. Osmanlı devletinin devamıdır, onu yok etmiş ve yeni bir devlet oluşturmamıştır, tüm kurumları ve bürokratik yapısı ile Ankara merkezli bir devlete dönüşmüştür.

Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'ın da içinde bulunduğu gençlik hareketi Kemalist bir duruş ile ilk adımını atmış ama 68 gençliği içinde o atılan ilk adımı devleti savunmak pozisyon ile başlayan süreci devleti yıkıp yerine sosyalizm idealini gerçekleştirmek üzerine kadar ileriye taşımışlardır. Başlangıçta ki Kemalist görüşleri ile bayraklaştıkları partilerini kurduklarında hiç bir ilgileri kalmadığı gerçeği ile karşılaşırız... Onlara göre birkaç “iş bilmez” lideri/ kadroyu değiştirip, ülkeyi anti -emperyalist/kapitalist anlayışa uygun yeni rotasına sokup, “Tam bağımsız Türkiye” yaratalım diye bir anlayışı yoktur. Lider değiştirerek bu işler olacağını düşünmüş olsalardı darbe ya da yanlış liderlere karşı suikast girişimleri yaparlardı. Bu gençler o dönemde gerçekleştirilmek istenen “sol darbe” içinde yer alırlardı, en azından o darbeyi savunurlardı.

THKP-C ve THKO sürecini yok sayan her anlayış onları reformist, maceracı bir kaç genç olarak tanımlar ve gelişen gerici harekete karşı var olanı savunmak, korumak ve de geliştirmek isteyen ideal insanlar olarak tanımlar...

Mahir ve Deniz hiç bir yerde ölümlerine bir adım kala kendilerini yok etmek için gladyosunu harekete geçiren devleti ve onun ideolojisini savunmamıştır...

"Kurtuluşa Kadar Savaş" sloganında kurtulması istenen burjuva devletidir... Eğer reformist olmuş olsalardı kurtuluşa kadar değil, "daha konforlu, eşit bir ülkede bir arada yaşam!" diye cümle kurmaları gerekliydi...

Unutmayın, Deniz’in son sözleri şunlardı:

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!

Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!

Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!

Kahrolsun emperyalizm!

Yaşasın işçiler, köylüler!”

Deniz Gezmiş,  Mahir Çayan ve arkadaşları devrim yolunda öldüler/öldürüldüler…

Onlar bugün hala isimleri geçiyorsa, yaktıkları ateş hala canlı ve toplum içinde karşılık bulduğu içindir.

 

İsmail Cem Özkan