Galata Gazete


27 Ocak 2020 Pazartesi

Devlet!


Devlet!

Dünyamız devletlerden oluşan bir küre, o kürenin içinde yaşamaya çalışıyoruz, çatışmalar ve felaketler içinde… Sınırlar ve sınırları geçmeye çalışan milyonlarca insan, bir yanda lüks yaşam hemen yanında her şeyden yoksun fakir bir yaşam... Birinin yarının diye hayali var, diğerinin bir dakika sonrası için düşüncesi bile yok. Sınırlar hayalleri de belirliyor, gelecek kaygısını da… Sınırlar bizi bir sistem içinde kontrollü kalmamız için var. Sınırların varlığı diğer sınırın var olmasına dayanır ve o öteki sınırı düşman cephesi olarak görür ve oradan gelebilecek saldırılara karşı devlet kendi korkusunu yaratır ve sınırlarını güvence altına alır, çünkü sınır korku üzerine kurulmuş bir çizgiden başka şey değildir.

İnsanlık sınırlarını çizdi, doğadan koptu, çünkü kendi sınırı içinde köle insan ve diğer canlıları yarattı, hatta yeni türler oluşturdu kendisine tam biat eden ve de itaat eden… İnsanlık doğadan kopuşu evcilleştirdiği hayvanlar ile ilk adımını attı, artık insan için hiçbir şey doğal olmayacaktı, çünkü köle ve esir alma bunların yanında yağma kültürünü de gelecek kuşaklara taşıyacaktı. O kadar çok sevmişti ki yağmayı, çalışmadan beslenen asalak toplulukları kurdu. En asalak olanları da feodal düzende imparator/ padişah adı verilen devletler içinde kurdu, çünkü bunların varlık ve zenginlik sebebi sürekli yağmalayacak savaşlar açması ve başka diyarları sömürge yapmasıdır…

Sömürgecilik o kadar benimsenmişti ki, feodal düzen yıkıldı yerine kapitalist sistem kuruldu ama sömürgecilik sadece isim değiştirmekle kalmadı daha kanlı, daha vicdanız, daha hilekar, daha kirli ve de kanlı bir sistem kurdu ve adına da emperyalizm dedi. Kapitalizm ulus devleti yarattı, eğitimi ortaya çıkardı, daha kansız ama kesin sonuç veren bir insanın çeşitliliğini yok eden, doğayı talana dayalı bir yeni savaş aygıtı. Eğitim ile doğa karşısında daha avantajlı gelmek için bilimi kendisine köle yaptı, bilim ancak kapitalist sistemin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde organize edildi ama inde aykırı otları da engelleyemedi… 

Sınıflı toplum yaratıldı, kendi içinde düşmanının büyümesine olanak verdi, çünkü düşmanı büyümediği sürece kendisinin büyüyemeyeceği gerçeğini baştan biliyordu. Düşmanını eğitim, örgütlenme adı altında nasıl tasma yarattı ve tasmayı kendi elinde tutmak için her türlü yalanı gerçek gibi sundu…

Bir ulusun devleti olur mu, tarihte oldurdular.

Ulus kavramının teorisinde olduğu gibi homojen devlet yaratamadılar, çünkü doğaya aykırıydı bir homojen yapının kocaman coğrafyaları hükmetmesi. Göçün olduğu yerde, yağmanın olduğu yerde, savaşların olduğu yerde homojenlik sadece katliamların üzerine örtmek için yaratılmış bir nedendir sadece.

Bugünkü devlet sermayenindir, ulusun, mezhebin, dinin değildir ama öyle algılar ile oynayarak o devlet kavramı içinde yaşayanları bir hizada tutmak ve devlete karşı gelecek güçleri baştan sönümlendirmek için...

Devlet kavramı sınıf kavramı içinde varlığını koruyor, bir sınıfın diğer sınıfa karşı gücün adı devlettir. Hükmetmenin olduğu yerde devlet vardır. Bugünkü kapitalist sistem içinde devlet paraya sahip ve hükmedenler için vardır.

Sınıflı toplumlarda cemaat, din, mezhep bir devlete sahip çıkmaya çalışsa da görünürde, devletin olanaklarından yararlanma bir süreliğine verilir ama bunun da çıkar çatışması içinde bir sonu vardır, çünkü devletin varlık sebebi sınıfsaldır. Bugünkü kapitalist düzende sermaye devletin sahibidir ve olanaklarını kendi krizlerinde kullanması için var olmasına izin verir.

Yaşadığımız devlete sahip çıkan, kendisine ırkçı diyen güruhun devleti olmaz, onlar hep ezilen ve hep sermayeye uşaklık edenlerdir. Bir ırkın, devleti algısı altında diğer ‘ırktan’ gelenlerde kendilerini o ‘ırkın’ parçası gibi görür, işte öteki ırkın mensupları o anda en aşağıya düşmüş düşkün olmaktan ve kendi kültürüne, benliğine sahip çıkamayan zavallı olmaktan başka ifade olmaz...

Kültür, dil, coğrafya, inanç bir kader gibi sunulur insanlığa ve kader denen kavram ise boyun eğ demekten başka şey değildir...

Kader denen kavramın altını boşalttığınız an devlet kavramının da altı boşalır, çünkü kader birliği denilerek devlet kururumu ayakta tutulur...

Dünyamız devletlerden oluşur insanlar için ama kuşlar o sınırları tanımaz. Kuşların sınırlarını da devlet adı altında doğa ile savaşan gözü doymayan, sürekli yağmalayan, yaşadığı coğrafyayı ve canlıları düşünmeyip sadece kendi kasasını doldurmayı düşünen yağmacıların tahribatı sonucu göçmen kuşların yolları, konaklama yerleri yok ediliyor, korkarım ki gelecek de gökyüzü sadece insanın yaptığı uçakların hakimi altında olacak bu kapitalist sistem var olduğu sürece…

Kapitalist sistem de bir gün yok olacak ve yarattığı tahribatı gelecek kuşaklar ne yazık ki göğüslemek zorunda kalacak…  Küreselleşme bu sistem içinde paranın serbest dolaşım hakkıdır, fakat başka sistemde küreselleşmenin anlamı ve içeriği değişecektir, o değişim içinde de sınırlar ortadan kalkacaktır… Kuşların özgürce gittiği yolardan bu sefer insanlar yağmalamak, başkasının emeğini ve birikimini çalmak için gitmeyecek, birikimini paylaşmak ve daha da gelişmek ve de çeşitlendirmek için buluşacaktır… Bugün ütopya gibi görülen bu niyet, umarım gelecek için ütopya olmaktan çıkmış, yaşanır olur…

İsmail Cem Özkan


25 Ocak 2020 Cumartesi

Ömür Göksel, cebinde şarkı sözleri taşıyan çocuk…


Ömür Göksel, cebinde şarkı sözleri taşıyan çocuk…

İlk çığlık attığında sanırım annesi “şarkı söyle yavrum” diye fısıldamış olmalı kulağına, şarkı söylemiş evlerinde ki pikaptan gelen sesler eşliğinde, pikap sesi gelmediğinde annesinin söylediği şarkılar ile sesinde notalar dans etmiş, kanatlanıp kanatlanıp onun benliğine işlemiş müziğin o çekici notaları… Radyo günlerlinin o doyumsuz ve yokluk yıllarında yayınlanan müzikler yeni dünyalara açılan kapı olmuş, geçmişi, bugüne taşırken dünya bir radyonun içinden odalara kadar girmiş… müzik spor kadar yaşamının bir parçası olmuş, arkadaş çevresini de belirleyen olmuş bu çocukluk dünyası… Evinde olmayan sevdiği ve aradığı plağı bir plak satan dükkanda görmeye görsün, cebinde ne var ne yok oraya bırakıp gidecek kadar tutkuludur… 

Müzik içinde ilk öğrenimini evinde almış, ilk öğretmenleri annesi ve babası olmuş… Hayata bakışında bir estetik kazandırmış annesi ve babası ilk öğretmen olarak, onu hayata bakış açısını vermişler, o da onların yüzünü kara çıkarmamış, ona öğrettikleri gibi hayata bakmış…

“Alçalmaya gönüllü olmaktansa, alçakgönüllü olmayı tercih ederim.” diyecek ileri yıllarda geçmişine bakarken ve hayata bakışını bir cümle içinde özetleyecektir…  Alçakgönüllü olmuş, şöhretin doruklarında, ödüller aldığı ilk zamanlarda dahi…  Şımarmamış, kendini tanımış, çünkü o yetiştiği kültürü özümsemiş, kabul etmiş olduğu yaşamı değiştirmek için çaba sarf etmemiş, sadece kendisini korumayı ve hedefine ulaşmak için her türlü zorluğu aşmayı bilmiş…

Ömür Göksel hayatını değiştiren yol ayrımı bir okul arkadaşının şakası ile yeni yola ilk adımını atıyor, müzik alanında ilk ödülünü aldığında hayatının da çizgisi artık bellidir. O belli olan hayatının ilk adımlarını ise yurtdışı dönüşünde askerlik ocağında atacaktır. Askerliğe ilk adımını attığında kayıt sırasında sporcu olduğunu bildirmiş olmasına rağmen gazetelerdeki çıkan haberleri okumuş, müzik meraklı amirleri sayesinde sahne almaya başlar, askerliğini bitirdiğinde artık orada ki sesin İstanbul’a kadar ulaştığı ve bir çok müzik gurubu tarafından kendi orkestralarında şarkı söylemesi için davet altındadır. Sahne tecrübesini askerlikte almıştır ama bugün dahi sahneye çıkacak kadar amatör ruhu içinde heyecanlıdır, ilk sözü söyleyene kadar heyecanı devam eder.

Çocukluğunda ezberlemiş olduğu cebinde taşıdığı şarkı sözü olan kağıt parçaları onun alt yapısını oluşturmuştur, sahnede rahatlıkla söyleyeceği şarkılara yenilerini katacaktır zaman içinde, oradan elde birikimleri sayesinde sesine uygun yeni parçalar üretmeye de başlayacaktır. Annesine ve babasına okula gitmeden önce söylediği İtalyanca şarkının yerini binlerce değişik dilde şarkılar alacaktır… İlk göz ağrısı bugün dahi kulağındadır ama kendi yazdığı, bestelediği, Türkçeye kazandırdığı melodilere şarkı sözü yazarak sağlam adımlar ile hayatının çizgisinde emek harcayarak, alının terini mikrofonun üzerine bırakarak yol alacaktır… Kulaklarda farkı bir ses radyolar aracılığı ile geniş kitlelere ulaşırken, plaklar, sahneler, değişik orkestralar önünde bağırmadan, sesine uygun şarkıları seçip seyircisini yaratacak ve olgunlaştıracaktır…

Hayatın akışı kişinin elinde değildir, büyük sözler söylenir, kesin hedefler belirlenir ama kişinin dışında öyle bir girdap olur ki ister istemez her insan o girdabın rüzgarı ile savrulur, savulanların bir bölümü ağaç yaprağı gibi yere düşerken bir bölümünün akıbeti hakkında da bilgi sahibi dahi olamayız. Fırtına içinde, tozun toprağın arasında yok olup gitmiştir, mutlaka bir yerlerde toprak ile buluşacaktır ama gözlerden uzak. Hayata duruşunu açıklarken Mevlana’nın sözünü anımsatır “Yere düşen yaprağa bak, ibret al, o da eskiden toprağa yukarıdan bakardı.” O yukarıdan bakmadı hiçbir dostuna ve dinleyicisine…

Ömür Göksel, “gençlik doğanın eseridir, oysa yaşlılık bir sanat eseridir.” derken bugün ki kendi konumunda belirlenmiş oluyor, o “sanat eseridir.” çünkü o hayata üç saç ayağından bakıyor, “sevmek, düşünmek, gülmek”. Bu saç ayaklarından birini hayatı boyunca yalnız ya da eksik bırakmamıştır, o yüzden mutlu insandır, karşısında ki insanın, canlının değerini bilendir.

Yurtdışına gidiş, orada yerleşme ve orada sahne almalar ile bir anlamda gurbettedir ama gurbetin olduğu dönemde de İstanbul ile bağlantısını koparmaz. Çocuklarının okulu oradadır onlar okulu bitirene kadar da orada kalacaklardır. Çocuklar kendi hayat çizgilerini belirlediklerinde ülkeye dönüş artık daha gerçekçidir ve şan şöhretin zirvesindeyken yurtdışına gitmiş olan Göksel, uzun yıllar sonra yurduna dönecek ama onu eski bir arkadaşı karşılayacaktır. Ülke değişmiştir, yeni dinleyici kitlesi olmuştur, gözden uzak olunca yeni kuşak tanımadığı içinde gönlüne almamıştır. Eski ilişkiler değişmiştir, yeni ilişki ağı ve yeni bir düzen vardır ülkemizde. Yeni olana alışmak kolay değildir, alçak gönüllü bir şekilde yeniden ilişkiler kurmaya ve sahne almaya başlayacaktır. TV programları yapacak, sahne alacak, yeni kuşak ile de iletişime geçecektir, sesi ile dört kuşağı kucaklayacaktır, sabırlı ve ağır ağır adımlar ile yol aldığı sahne yaşamında.

Pınar Çekirge'nin yeni söyleşi kitabını okudum, bir nefes, bir ömür, bir nota peşinde koşan yorumcu sanatçı Ömür Göksel... Romantik, duygusal, incitmemek için kelimeleri cımbız ile seçen Pınar Çekirge'nin yeni kitabı pınar gibi akıyor, bir çırpıda elinizden bırakmadan okuyorsunuz. Bölümler arasında resimler ile desteklenmiş, her bölümün başında QR kodu yer almakta ve eğer elinizde QR kodu okuyucusu varsa sizi bir birinden güzel sürprizler karşılayacaktır. (QR kodu okuyucusu olmayanlar korkamasın, youtube adresi de mevcut)... Kitabın kapağında “cebimde saklı şarkılar demiş alt başlığına, ben de saklı olanı merak ettim, Pınar Çekirge kadar şanslı olmadığım için youtube kanallarında buldum, insanın içine, ruhuna, kalbi titreten kendi ritmine ayak uyduran şarkıları ve o muhteşem yorumlayanın sesi… Ömür Göksel, içten sorulan sorulara içten yanıtlar vermiş, başarının altında ki sırları kitabın değişik sayalarına yayarak vermiş, elbette almak isteyen o mesajların içinden o güzel öğütleri alacak ve kendi ömrüne rehber edecektir diye düşünüyorum…

Çocukluğunda cebinde para yerine şarkı sözleri taşıyan Ömür Göksel, popüler olmak yerine sanatçı olmayı seçmiş ve sanatından taviz vermeden bugünlerde radyo programları yaparak dinleyicisi ile buluşmaya devam etmektedir, elbette canlı olarak söylediği müzikleri ile seyircisinin göz bebeklerine bakarak sahne almaya devam ediyor… Popüler olmak bugünlerde bir gün içinde değişen periyotlara kadar indi, o akılda kalmayan ve popüler olanı seçmedi, kalıcı, kalbe, akla ve zamana seslendiği şarkıları bizim ile buluşturdu, buluşturmaya da devam etmektedir, iyi ki bu dünyada Ömür Göksel sanatçı olmayı seçti, kalıcı olarak beynimize, kalbimize ve müzik tarihinde ki onurlu yerini aldı…

Pınar Çekirge her zaman yaptığı gibi dikkatli, ince ince araştırmış, sadece gazete kupürleri ile kalmamış, eski dostlarını ve kadim arkadaşlarını da bulmuş, sormuş, soruşturmuş ve her sorusunun içine bilgisini ve tecrübesini katmış… Okuması rahat ve içten bir kitap olmuş, okudum, ben keyif aldım, siz de alacağınızı düşünüyorum… Hem bir sanatçıyı hem de tecrübelerinin bize bıraktığı birikimi bulacaksınız. İnsanlık tarihi birikimdir, bu anlamda yararlandım, çünkü paylaşıldıkça bikrimin bir anlamı olur…

İsmail Cem Özkan

Cebimde Saklı Şarkılar
Ömür Göksel İle Nehir Söyleşi
Pınar Çekirge
Ceres Yayınları, Ararlık 2019, İstanbul
ISBN: 978-625-7023-07-8

21 Ocak 2020 Salı

Tarla Kuşuydu Juliet


Tarla Kuşuydu Juliet

Mutfak’ta bir kadın ve bir erkek yemek yapmaktadır, seyirci yerlerini alırken salonu yemek kokusu sarmakta, sessizce oyuncular seyircileri gözlemlemektedir… Sahnenin yarısına yakın bir bölümde ise sahne vardır, gitar, davul, org gibi aletler dört kişin sığacağı bir alan mevcut. Sahne iki ayrı bölümden oluşmakta, seyircilerin bir bölümü her zaman olduğu gibi salon ışık altındayken ve henüz uyarı gelmemişken sahneyi fotoğrafını çekiyorlar…

Engin Alkan yine aynı oyun ile ama oyuncuları değişik bir yeni yorum ile sahnededir. Anladığım kadarı ile matematikte kullanılan olasılık kavramını sahneye uyarlıyor. Bir senaryonun kaç değişik biçimde sahneye ve değişik oyuncular ile uyarlanır ve yeniden yaratılır? Çünkü her tiyatro eseri yönetmenin elinde yeniden hayat bulur ve yeniden yorumlanır… Engin Alkan hem yönetmen, hem oyuncu, hem müzisyen, hem müzik aleti çalan hem de dramaturg.

Deniz Çakır bu sefer Engin Alkan’ın yanında yer alan oyuncudur. O da hem oyuncu hem de müzik aleti çalan konumundadır, diğer oyuncu ve müzisyenler Fatih Al, Mert Şişmanlar gibi. Elbette Deniz Çakır engin Alkan gibi değişik rollerde daha fazla sahnede kalacaktır, fakat her oyuncu sahnede kaldığı süre içinde hem rollerine yeni yorumlar katarken hem de sanki doğaçlama yapıyormuş gibi oyunlarına doğallık katmaktadırlar. Her oyuncu fırsatını bulduğu an seyirci ile iletişme geçip onlar ile küçük diyaloglara girmektedir.

Dekor oyunun can damardır, hem öykünün akışı hem de oyuncuların hareket alanı için en ince ayrıntısına göre düşünülmesi ve yerleşik sahnede oyun oynamayan ve sürekli sahne değiştiren tiyatrolar için her türlü olasılık hesaplaması olan dinamik bir tasarım yapmak zorunludur… bu oyunda sahne iki alana bölünürken oyunun kurgusu masanın etrafında geçmektedir. Masa uzun ve ada şeklindedir… Masanın arka fonunda fırın, dolap kapısı, duvardan oluşmaktadır… Su ya da doğalgaz borusu duvarı kucaklamış şekildedir…

Masanın yanda bir dört kişilik sahne yer almaktadır. Gitar, bateri, org, klozet… Ses düzenin olmazsa olmazı mikrofon… Bölüm geçişleri bu bölümde sahnede yer alanların yeteneklerinin gösterdiği ve oyuna dair yapılan müzikli göndermelerin olduğu alandır… Her oyuncu bir şekilde her aleti çaldığını dönüşüm içinde gösterecektir.

Tarla kuşuydu Juliet
gezip tarlada biraz uçtu
sonra Romeo'nun kafasına pisledi
ve gitti başka bir tarlaya kondu

Oyunun konusunu William Shakespeare ünlü eseri Romeo ve Juliet’tin devamı niteliğindedir. Eğer diye başlayan cümle kurmak yerine intihar sonrası kurtulanların yaşadığı ve üzerinden 30 yıl bir düre geçtikten sonra onların hayatına, yaşam alanı olan mutfaklarına uzaktan bir bakış söz konusudur… Eleştiri mizahın incelikleri içinde yapılır, öncelikle ad ile başlanır, çünkü neden erkek ismi öndedir, günümüzde “first lady” anlayışı hakimdir, kadın ismi önce yazılır, bu düzlemde zamanın anlayışına ince göndermeler ile günümüzün anlayışının ve bakış açısının çelişkileri de vurgulanır. Kadın erkek ilişkisi, evlilik ve aile yapısı ve mutlu ve mutsuzluğun getirmiş olduğu arayışlar…

“Bulutların üzerinde insanı gezdiren aşk nasıl olur da böyle bir hâle gelir?” sorusuna aranan yanıt içindeki bakış açısı içinde mutsuzluğun nedenleri işlenirken kutsal olan da mizahın dilinden nasibini alır. Katolik anlayışı içinde evlilik bakışı sorgulanırken papazın beklentileri, kadına karşı duruşunu da sahnede kahkahalar arasında izledik. Elbette kadın erkek ilişkisi olunca konu 18 yaş altı için pek hoş karşılanmayan davranış ve cümlelerinde sahnede olmazsa olmazı olacaktır, göze hoş gelen ve iteklemeyen bir ince eleştiri konusu içinde salonda bulunan çocuklara da gönderme yapılarak seyirci ile hoş bir diyalog kurulur… Peki, Shakespeare kendi oyunu üzerine yapılan bu eleştirilere karşı savunmada olmayacak mı, o kadar içten çağrılınca mezarında fır fır dönen Shakespeare sahnede ki yerini alacaktır. Shakespeare elbette seyirci ile iletişime geçip kendisine yapılan eleştirileri sorgular, sorgu sadece seyirci ile değildir elbette kendi yarattığı kahramanları ile de yapılır…

Oyuna adını veren tarla kuşu ve bülbül tartışması yapılır ama kazanan olmaz, çünkü oyunun içinde ki kahramanları hiçbir zaman kazananı ve de kaybedeni olmayacak, tiyatro kazanacaktır. Kazanan bizler olduk, çünkü başka bir yorum ile yeniden sahneye taşıyan, yeniden yorumlayan ve seyirci ile buluşturan Engin Alkan ve oyunda emeği geçenlerin özverisi sonucu…

Elbette fazla reklama ihtiyacı olmadan seyircini salonlara çekecektir oyun… Tiyatromuz en karanlık zamanında karanlığın içinde ışık ile sahnesini aydınlatmaya devam ediyor… Seyircisini bekliyor, umarım salonlara yeni seyircileri çeker ve tiyatronun seyircisi biraz da olsa artar…

Bu arada kısa değinmeden geçemeyeceğim, çünkü popüler dizi oyuncuları bir bir tiyatro sahnelerinde yerlerini almaya başladılar, elbette bunda etkili olan yeni büyük salonların ticari hizmete açılmış olması yatmaktadır. Salonlar açıldı ama o büyük salonları oda tiyatrosu sanatçıları (popüler olmadıkları, her tv ekranında gözükmedikleri için) istenilen seyirciyi toplayamayacaktır, bir dönem sinema sanatçıların gazinoları kurtarmak için gazino sahnelerinde yerini alması gibi bu sefer de dizi oyuncuları oyunlarda yerlerini almaya başladı, umarım sinema sanatçılarının yaşadıkları hayal kırıklıklarını yaşamazlar…

Sahneler her kendisine güvenene açıktır, yeter ki usta çırak ya da okullu bir eğitimden/öğretimden geçmiş olsunlar, çünkü sahne kamera arkası oyunculuk gibi değildir, “stop” diyen olmaz seyirci önünde…

İsmail Cem Özkan



Tarla Kuşuydu Juliet

Yazar: Ephraim Kishon
Çevirmen: Hale Kuntay
Yönetmen: Engin Alkan
Yönetmen Yardımcısı: Gizem Ertürk
Yönetmen Yardımcısı: Nihan Ekitöz
Dekor Tasarım: Cihan Aşar
Kostüm Tasarım: Nihal Kaplangı
Müzik: Murat Bavli
Asistan: Dilara Ük
Asistan: Mert Marankoz
Oyuncular: Deniz Çakır, Engin Alkan, Fatih Al, Mert Şişmanlar

19 Ocak 2020 Pazar

Kazaen (Beyoğlu'nda Çarpışmalar)


Kazaen (Beyoğlu'nda Çarpışmalar)

Beyoğlu denilince İstiklal Caddesi ve insan seli akla gelir. İnsanın olduğu yerde gürültü, karmaşık ses çöplüğü de sizi ister istemez karşılar. Eğlence mekanlarından dışarıya taşan ses, sokakta ki insanı da sarar ve kalabalık içinde sizi cadde boyunca savurur. O kalabalığın içinde tesadüfi karşılamalar, hiç beklemediğiniz anda omuzunuza çarpan başka bir omuz ve bir anlık kızgın bakışın aynı hızda dağıldığına farkına varmadan şahitlik edersiniz…

İstiklal Caddesi aynı zamanda küçük bir dünyadır, ülkemizin tüm renkleri yanında dünyanın renkleri de kalabalığın içindedir, her rengin, her dilin, her acının, mutluğunun kucaklamasıdır… Yasakların kalabalık içinde yok olduğu, kendisini göstermek isteyenlerin görünmez olduğu aynı zamanda görünür olduğunu da şaşkınlık içinde farkına varırsınız…

İstiklal caddesinde sadece insanlar mı çarpışır, elbette değil ülkemizin kısa tarihi de çarpışır, tüm çelişkileri ile cadde üzerinde ki binaların duvarlarına işlenmiştir. Tarih kendisini sessizce hissettirir…

İstiklal Caddesi sadece bir cadde değildir aynı zamanda 6-7 Eylül Pogromu, canlı bomba ile yapılan katliam, tinerci çocukların öldürdüğü insanlar, dolandırıcılar, dolandırılan insanlar…

Cumartesi Anneleri kayıp çocuklarını aramak için Galatasaray Lisesi önünde ki meydanda yer alan “Ellinci Yıl Anıtı” önünde toprak altında kalanları ararken, cumhuriyetin göğe uzanan zamanı da rakamların arkasından yukarıya doğru uzanır. O uzanan çizgi acının haykırışını da meydana hakim kılar…

O meydanın etrafında kalabalık içinde karşılaşmalar, çarpışmalar ve bir günlük hikayenin anın kesitidir bir anlamda izlediğim oyun…

Tramvayın demir yolunun kollara ayrılıp tekrar tek hatlı olduğu noktadır meydanın başlangıcı, hem ayrım vardır hem de birleşme. Salona ilk girdiğimiz anda demir yolunun bu birleşip ayrışması karşılar bizi. Yerde demir yolu vardır, sahnenin arkasına doğru sandalyeler. Karanlık ışık ile delinirken göçmen kuşlarının birbirini takip eden sıralaması gibi sandalyeler sıralanmış ve her sandalyede kendi öyküsünü üzerinde taşıyan oyuncular vardır.

Seyirciye en yakın sandalyede tedirgin, yalnız bir kadın vardır. Üniversite sınavını kazanıp okumak için Güneydoğu'dan yeni gelen Kürt kızı Dilan’dır (Gamze İpek). Üzerinde geldiği yerin rengi vardır, tedirgindir ve bilmediği yerde yalnızlığın ürkekliği vardır. Onun hemen yanında Rengin (Zeynep Özden) bulunmaktadır. Üzerinde ki kıyafete bakarak ve makyajı bize marjinal ve anarşist bir duruşu olduğunu hissettirir. Siyah renk hakimdir göz kenarları siyahın hakim olduğu makyaj vardır. Rengin’in hemen biraz arkasında Beyoğlu'nun arka sokaklarında bir pavyonda şarkıcı olarak çalışan Sevda (Bahar Karaoğlu) bulunmaktadır, onun işaret ettiği arkada ayakta duran belalısı pavyon koruması Trakyalı Kenan (İlker Yiğen). Arkaya doğru sandalyede oturan edebiyat araştırmacısı-akademisyen Berna (Nesrin Kazankaya) ve en arkada ki masada oturan yazar Kutay (Mehmet Aslan) bulunmaktadır. Ve her biri bir şekilde Beyoğlu’nda karşılaşacak ve ortak bir anı yaşayacaklarını ışıkların sahneyi aydınlatması ve sahneye yerleşimi ile ilk mesajını verir.

Oyuncuların kostümleri ve sahnedeki konumları İstiklal Caddesinin kalabalığından alınan bir kesittir. Alınan ve tercih edilen bu kesit Beyoğlu’nun bir yönünü bize ayna olarak yansıtacaktır. Yakın tarihimiz içinde belki bir yüzleşme ile karılacağız hissi oluşuyor hemen, sanırım beklentim çok yüksek!…

Işık; dekor ve kostümün ilk fısıltısına katkı sunar ve sesin kulağımıza ulaşan karmaşası ile bize bir şeyleri anlatmaya başlayacaktır… Caddenin gürültüsü kulaklarımızdadır, seçilen müzik bizi yüksek tempolu bir oyunun ritmi içine davet etmektedir.

Kaos içinde kaosun yaratmış olduğu trajik komik olayların içine seyirciyi davet etmektedir, oyuncuların şehrin kargaşasında cep telefonu ile konuşurken…

Sahne düzenlemesi sade ve işlevseldir. Dekor oyunun hızına ayak uyduracaktır, dinamiktir ve değişim caddenin kalabalık hızına ayak uydurmuş şeklindedir…

İstiklal Caddesi her daim dinamik ve hareketlidir, oyunda o hızın küçük bir yansıması olarak hızlı ve dinamiktir, koşan, çarpışan, insanlar gürültünün içindedir, kulağımızı bir ana ve bir grubun içine yoğunlaştırdığımızda anlaşır olmakta, her gürültünün içinde başka bir trajedi, komedi, dram iç içe geçtiğini görür ve hissederiz. Oyun bir anın kesitini gösterir, büyüteç elimizdedir, sahnede olanları mercek altından bakıyoruz.

Cumartesi Anneleri ve onların dramı, dolaylı olarak oyunun içine yansır, üniversiteyi yeni kazanmış ve duyduğu yerleri görmeye gelen ürkek bir ceylanın ya da yaralı bir güvercinin tedirginliği içinde. Kürt sorunu içinde doğduğu coğrafyanın ona yüklemiş olduğu sorumluluk onu taraf olmak zorunda bırakmış. Ailenin çocuklarından biri dağlarda toprağa düşmüştür. Dilan; yaralıdır, öfkelidir ama öfkesi ananın ağıdında saklıdır.

Cumartesi Anneleri eylemi sonrası polis operasyon yapmış bir gurup insanı göz altına almıştır. Karakolun hücresinde Dilan tek başınadır, biraz sonra gözü alışınca yanında Rengin’de bulunmaktadır. Dilan Rengin ile İstiklal Caddesinde karşılaşmıştır, bir birinin istemlerini anlamamış ve kısa sürede ayrılmışlardır. O karşılaşmada Rengin ne istediğini ve beklentisini açıklar, aradığı şey uyuşturucudur ama Dilan uyuşturucusu satıcısı değil, o ürkek ve tedirgin bir öğrencidir. Rengin’in ihtiyacı olan uyuşturucu ile ilişkisi yoktur. O elinde Cumartesi Annelerinin o hafta kaybedilmiş olanı anlatan bir bildiri vardır. Kürdtür, elinde bildiri vardır, işi zordur ve işkence ve kaba dayaktan sonra hücrede çaresizce başına gelecekleri beklemektedir. Rengin, boşanmış bir ailenin kızıdır ve babası profesördür. Kızının gözaltına alınmasına alışıktır. Rengin babasından Dilan’ı da kurtarması için yardım talebinde bulunur… Dilan’ın kaderi artık belirsiz değildir… onlar hücredeyken, şarkıcı, bodyguard ve yazarda gelir. Yazar yaralıdır, kan kaybetmektedir. Rengin’in zulada olan cep telefonu ile yazarın kız arkadaşına ulaşılır…

Rengin, uyuşturucu bağımlısı ve Virginia Woolf'un etkisinde kalmış bir genç ama yaşlanmış bir kadın görünümündedir. Sokakların tiner çeken gençlerden olmayan elit bir ailenin yani babası ve annesi üst gelir seviyesinden olan bir boşanmış ya da parçalanmış ailenin parçalanmış çocuğudur… Kafasında sorular vardır ve sorulara yanıt bulamamaktadır. Bir iki dönem ders aldığı edebiyat alanında yetkin öğretim üyesini tesadüfen kahvede karşılaşır ve ona yöneltir sorularını ama elin tersi ile öteye iteklenir.

Öğretim elemanı ise aynı anda başka sorun içinde yaşamaktadır, erkek arkadaşı özel yaşamlarını kendi yazdığı romanına aktarmıştır, o onun bir deneği konumuna indirildiğini düşünmektedir. Denek olmanın hayal kırıklığı ve özel olanın kamuya açılması rahatsızlığı içindedir. Aynı zamanda kendi öğrencisi ile aldatmıştır yazar.

Ünlü yazar, aldatmanın ve çatışmanın ortasında hiçbir şey olmamış gibi kız arkadaşı ile iletişimi koparmama derdindedir ama yeni romanı içinde başka alanlara açılma arayışı içindedir. Yeni alanı pavyonun ışıltılı dünyasıdır. Orada şarkı söyleyenlerin yaşamına mercek ile bakmak istemektedir ama korku vardır içinde, korkusunu aşıp oraya gitmek için cesaretlenecek biri yani eski kız arkadaşı / eşi ile konuşmak istemektedir. İç içe geçmiş yaşamlar, bir an gelir yüzleşmeyi kaçınılmaz kılar…

Pavyonda çalışan ses eğitimi almamış yerel bir popüler sanatın içinde kendisine yer arayan bir kadın ve kendisini koruması ve yolunda oluşacak engelleri aşacak bir bodyguard ile olan çatışmalı ilişkisi. Güçsüzlüğünü kas gücü olan biri ile aşma çabası… Birbiri ile bağlantılı ama bağımsız bir birey olamayacak zorunlu ilişkiler... Korku, endişe, çaresizlik… Kıskançlık ve erk gücüne karşı boyun eğiş, arkasından küfür ile rahatlama…

Olayların döngüsü bir karakolda yüzleşmeye dönüşür, mutlu sona doğru geçişin başlangıcıdır. Trajedinin komik olma anıdır belki de.

Olayların döngüsü, akışı ister istemez dramaturgi çalışmasını gerektirmektedir. Başarılı bir şekilde de gerçekleştiğini izlediğim oyunda hissettim, çünkü oyuna dışarından bakan ve eklemler ile oyunun dinamiği yazarında hayal dünyasını genişleten boyuttadır.
Oyunun felsefi boyutu da vardır, sorun yumakları içinde göndermeler ve edebiyat dünyasının içinde birbirinden bağımsız çalışmaları da bu karmaşanın içinde yer almasını isterken tarih akışı bir bütünlük içinde hepimizin ve anımızı etkilediği yönünde de bir mesajı içinde taşır, taşımakla kalmaz altı çizilir. Ulysses romanı ile Woolf’un yazdığı yazılar üzerinden bir karşılaştırma yapılırken, Odysseia ile batı dünyasının temeline kadar uzanılır. İstiklal caddesi batın dünyanın camekanı gibidir ve o camekanın bir kesitinde her farklı düşüncenin birleşmesi ve ayrışması vardır. Çatışma ve tesadüfi karşılaşmalar bir kaosun içinde ayrı bir dünyanın var olduğunu haykırır…

Oyun iki perdeden oluşmaktadır, birinci perdenin başlangıcına uygun bir sahne düzenlemesi ile ışıklar kapanacak ve alkış oyunculara ulaşacaktır. En son selamlama bize anlatılan bizim öykümüzdür. Oyuncuların tek tek başarısı, sahne içinde rollerinin gerekliliğini yerine getirirken zaman zaman göz yaşlarına, zaman zaman kahkaha, zaman zaman düşüncelere dalıp eski Türk filmlerinin duygu yoğunluğu içinde kalacaksınız… ben oyunu bütünü içinde aksayan bir taraf görmedim, emeği geçen her bir çalışanın başarısını alkışlar zaten ifade ettiğini gördüm. Fırsatı olanların kaçırmaması gereken bir oyun, burada geçmişte izlemiş olup da oyunu ilk hali ile anımsayanlarında tekrar gidip izlemlerini arzularım, çünkü oyun zaman içinde eklenen, çıkarılan anlar ve oyuncuların kendilerine biçilen rolü daha da içselleştirdiklerinden daha cana yakın, ana daha uygun bir şekilde yaşayarak oynadıklarını görecekler. Dilan, Sevda ve Rengin karakterlerinin performansı benim izleğim anda öne çıktı… Ana karakter yazar ve edebiyat öğretmeni daha bir geride, olayları yönlendiren ve akışın hızını belirleyen konumdadır. Trakyalı Kenan gerek konuşma, gerek mimik ve vücut dili ile oyunun geçişlerinde katkısı benim gördüğüm anlarda muhteşemdi. Arkada gölgede kalmış gibi gözükebilir ama aslında ön tarafta ve dikkat çekmektedir. Her bir oyuncu diğer oyuncunun oyunculuğuna sahne üzerinde verdiği destek ve katkı oyunun bu kadar başarılı olmasını ortaya çıkarmış… Elbette yazar ve öğretim üyesi karakterleri üzerinde fazla söze gerek yok, gerek ses, vücut dili ile zaten ortada… Sonuç olarak dayanışma, ışık, dekor, kıyafet, müzik… Bir tiyatro şöleni ve tiyatroya ilgi duyanlar için okul işlevini görmektedir…

İsmail Cem Özkan


Kazaen (Beyoğlu'nda Çarpışmalar)
Yazan-Yöneten: Nesrin Kazankaya
Dramaturgi: Şafak Eruyar
Işık: Yüksel Aymaz
Dekor-Kostüm: Nilüfer Moayeri
Yön.Yrd: Zeynep Özden

Oynayanlar:
Mehmet Aslan
Nesrin Kazankaya
Zeynep Özden
İlker Yiğen
Bahar Karaoğlu
Gamze İpek

Asistanlar:
Evrim Artut
Gökçe Burcu Zümrüt


17 Ocak 2020 Cuma

Boşlukta kal öyle çok güzelsin


Boşlukta kal öyle çok güzelsin

Tavandan aşağıya doğru asılmış bir masa… Müzik seyircilerin yerini almasından sonra başladı. Oyun için salon sessizlik içinde kaldığında, karanlıktan sahne ışıklarına doğru gelen ve ağır hareket edenleri gördük… Yer çekimine karşı tavandan asılmış masa ve ışığın bize sunduğu imkanlar içinde kafamızda bir şeyleri canlandırıyoruz. Masanın yanında küçük bir bar, bar demek biraz abartı olabilir, ama üzerinde içki olan bir sehpa… Karanlıktan aydınlığa gelen oyuncular ve oturacakları sandalyeleri ellerinde getirdiler, aynı zamanda içecekleri de ellerindeydi…

Kafamız içinde ne canlandırdığımızın bir önemi yok, çünkü sahnede yaşanacaklardır asıl olan… Masa boşlukta hissi veriyor… Oyunu izledikten sonra dekoru başarılı olarak buldum, çünkü sahnedeki işlevi, oyunculara alan bırakması ve oyunun ruhunu yakaladığı için… Işık dekor kadar başarılıydı, çünkü ışık ve oyuncuların bakışları ile yönlendirmesi bizi nereye bakacağımızı ve kimin konuşacağını izleme olanağı veriyordu… Müzik, oyunun boşluk hissine yakışır şekilde oluşturulduğunu düşündüm…

Evlenmiş ve boşanmış, bir çocuk annesi, bir astrofizik alanında çalışan bir bilim insanı, diş hekimi, evlenmiş ve boşanmış tiyatro kursu yapmış ama hemşire olarak çalışmak zorunda kalmış bir kadın, barmen, barmenin yanında duran oyun boyunca sessizce oyunu izleyen dedektif kıyafetli ama kıyafeti karikatürlerde giydirilen bir biçimde… Konu kostüme gelmiş madem, biraz da kostümden bahsedelim; kostüm ve oyuncuların rollerine uygun seçilmiş, renkler, kullanılan mendil/ masa silme bezinin barmen elinde işlevi çok iyi düşünüldüğünü düşündüm… bilim insanı ve çocuğu olan annenin kıyafetinin sıcak renklerden seçilmesi, diğer oyuncuların kıyafetleri daha pastel ve soluk renkten seçilmiş olması da oyunun akışında kim kim ile daha fazla diyaloğa gireceği ipucunu taşıyordu. Bir yandan bizim orta oyuncuların elinde ki mendile gönderme gibi geldi ama geleneksel oyun yoktu, orta oyun vardı ama gelenekselden uzak yeni bir yorumu vardı…

Oyuncular kendilerine verilen rolleri bana göre yerine getirmişler ve yönetmenin istediği gibi role hayat verdiklerini düşündüm…  Her bir oyuncu kendisini göstereceği, öne çıkacağı sahnelere sahipti. Her oyuncu için yazılmış metinler bölümler içine dağıtılmıştı. Her bir oyuncuyu seyirci koltuğundan izleyen biri olarak başarılı buldum, hatta oyun sonuna kadar sessizce olayları izleyen ve mimikleri ile oyuna dahil olan Ülkü Şahin’i de. Ülkü Şahin oyunun sonunda neden sessiz kaldığı ortaya çıkıyor, burada yazarak o illüzyonu bozmayayım!

Bir oyun düşünün, oyunun yazarı, yönetmeni sahnede. Hem yazmışlar hem oynamışlar; tam bir ekip işi… Elbette bu hem oyun akışını, hem de zaman içinde oyun oturdukça oyunda oluşan aksaklıkları gideren, anında yeni eklemeler yapılarak daha da kusursuz hale getirmek için büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum… Ben kaçıncı defa sahne aldıklarını bilmediğim bir zamanda seyrettim ve benim izlediğim oyun Pera Tiyatro sahnesinde 16 Ocak 2020 tarihine denk geliyordu…

Özel tiyatrolar, oyunlarını seçerken ister istemez çağının ve zamanın ruhuna uygun oyun senaryolarını seçmek gibi bir otosansürün içine düşüyorlar. Özgürce, istedikleri gibi bir oyunu sahneye koymak gönülden geçer ama tiyatro gişesinden ne yazık ki geçemez… Bir de elbette ülkenin içinde bulunduğu karmaşa ve siyasi iktidarın baskısı… Tiyatro sahnelerinde içeriklerin (oto)sansürlü, kara mizahın çok kullanıldığı, mizahın keskin dilinin günlük yaşamdan uzak ama içine küçük de güne dokunan yönü şu anda İstanbul’da sahnede olan oyunların bir çoğunun içinde görebiliriz. Açık baskı rejimi altında dolaylı söylemlerin ağır bastığı ama yine de söylendiği bir şekilde “politik tiyatro” yerini daha “sanatsal” ve “gişe endişesi” içinde sahneye konmaktadır… Sanat tiyatrosu da, “balon tiyatrosu” da bir anlamda politiktir ama politik olduğunun altı çizilmez. İzleyen bulunduğu noktaya göre oyunda verilen mesajı alır, çünkü kurulan cümleler çok yuvarlaktır ve seyirciye seçme hakkı tanır. Mesaj, yazarından ve oyuncusundan bağımsızdır…

İmgeler olmazsa olmazdır, her imge bir gerçeğin altını çizer, her imgenin bir de anlatmak istediği karmaşa ve kargaşanın en basit anlatımını içinde taşır. Binlerce cümle kurmak yerine bir imgeye başvurusunuz, imgeler en kestirmeden anlatır. Mizah da çok kullanılan bir yöntemdir, aynı zamanda kara mizahın geçtiği her yerde de imgeler kullanılır.

Barın sürekli müşterisiniz, barmen ‘u’ harfini kaybetmiştir, kadın yaşadığı sorunları alkol içinde çözmeye, en azından biraz da olsa rahatlamaya ve anlık uzaklaşmaya çalışmaktadır, çocuğunun nafakasını yanına gelen birinden etini, sohbetini satarak alma derdindedir. Bilim insanı annesine inat bilim insanı olmuş, iç çatışma içindedir, zaman zaman dışa vurur içteki çatışma dışarıya haykırış olarak yansır, sürekli gülen bir diş doktoru, kendi açtığı mekanında boşlukta sallanmaktadır, alkol bağımlısı boşanmış ve yeni yaşama kollarını açmıştır ama o kolların saracağı kimse yoktur… Her biri ayrı dünyaları sembolize ederken hepsi bir barda karşılaşması ve o yaşadıkları boşluğu zamanı içinde barda yaşama geçirmeleri…

Barmen oyunun sonunda bir harfi daha kaybeder, iki harfsiz konuşur... Performansı muhteşemdi Cem Sürgit. Çok çalışmış, çok emek harcamış, diğer oyuncuların katkısı ile oyunu daha da görünür olmuş… Sibel Yıldırım, dururken ya da konuşurken birden patlaması ve isyanını kavgaya dönüştürecek kadar hırçın tiplemesi ile oyuna katkısı kaçınılmazdır, argonun rahat kulağa batmadan kullanıldığını göreceksiniz, oyuncuğu sahneyi doldurmaktadır. Can Başak, hem oyunu yönlendirmekte bakışları ile hem de duruşu ile. sesi ile de diğerlerinden daha farklı konumdadır. Oyunun orkestra şefi konumundadır, oyuncuları ve öyküyü yönlendirirken. Hüsnü Demiralay, bilim insanı, annesine inat bilim insanı olması ve annesinden ölümünden sonra onun resmini duvara asacak kadar annesinden çekinen biri, ezik bir tiplemenin fırsatını bulduğunda ne kadar isyankar ve ani patlamaların ne kadar kendi içinde yıkıcı olduğunu oyunculuğu ile başarılı bir şekilde göstermektedir. Alkışı diğer oyuncular gibi elbette hak ediyor ve alkışı zaten kendi bölümünden sonra salondan karşılığını almıştır. Oyun sırasında giydiği kıyafetinden dolayı (bekli de) elleri dikkatimi çekti, ellerine yoğunlaştım birden, mimiklerini gölgesini sanki elleri sağlıyor gibiydi… İpek Gülbir, bar havasını en iyi yansıtan oyuncu diye geçirdim içimden, oyunun içinde belki de en saklı kalmış ve oyuncuların yeteneklerini öne çıkaran yetenek olarak düşündüm… Biraz gölgede gibi, sürekli birilerin konuşması için ortam hazırlayan, aynı zamanda kendi sorunu da dillendiren, rahat, isyankar, hayal kırıkları olan bir kadını sahneye öyle bir taşır ki, tiyatro eğitimi alan veya tiyatroda oyunculuk konusunda bir şeyler öğrenmek isteyen gelip oyuna izlesinler…

Dünyayı sırtında taşıyan bizlerin boşlukta kalan sorunları, boşluk ve zamanın geri dönülemeyeceği yerde yani bir barda geçen trajik komik, dramın orta oyunculuğu havası içinde sahnelendiği bir oyundaydım. Keyif aldım. Bizlere sözde “Atlas” rolünü vermişler, dünyayı sırtımızda taşıyoruz ama kimsenin fark etmediği atlarız, sadece gülümsemesi akılda kalan…

İsmail Cem Özkan



Boşlukta Kal Öyle Çok Güzelsin
Yazan: Sibel Yıldırım
Yöneten: Can Başak 
Danışman: Feyzan Yılmaz
Dekor Tasarımı: Cihan Aşar
Müzik: Cüneyt Büyükyaka
Işık Tasarımı: Özcan Çelik
Kostüm Tasarımı:Dilek Kaplan
Afiş Tasarımı: Fikriye Atik
Oyuncular: Can Başak, İpek Gülbir, Hüsnü Demiralay, Cem Sürgit, Sibel Yıldırım, Ülkü Şahin

7 Ocak 2020 Salı

Sabır demiş…


Sabır demiş…

Tanrı bize seslendi, duyduk, hissettik, yazdık… O emir verdi, verdiği emri yanlış anladık, kırdık on emri yeryüzüne vurarak, geriye bıraktık kırılmış, parçalanmış cümleleri… Baktık, eski tanrısına dua edenlere, hepsini gördük, “dönek” dedik.

Söz ağızdan bir kere çıktı, döneklerin cezası belliydi, ölüm!

Hiç aklımıza getirmedik onlar döndüğü için yanımızdaydı oysa…

Göstermedik maharetimizi ki, bize inançları devam etsin, olsun biz ne dediysek ‘onun’ sözüdür… İnandırmadık, uğraşmadık, sadece “biat” etsinler istedik, etmeyeni kovduk, öldürdük… O günden sonra döneklere “hain” dedik… Hainliğin sınırı ve tarifi yoktur aslında, zamana göre altını doldurup boşalttık…

Yeryüzünde gölge olduk, kendimizi tanrı diye ilan ettik, olmadı “oğlu” dedik, olmadı “onun adına” kendimizi diğerlerinden ayırmak için farklı giyindik. Güç elinde bulunduran tanrının gücü ile kutsadık, karşı gelmesinler diye, karşı gelenin başına gelecek bellidir, sürgün, ölüm!

Biz insandık, diğerler canlılardan tek farkımız tecrübemizi bizden sonraya taşımak… Yoksa yılan durmadan bize ‘yasak elma’ verirdi, yaşadığımız yerden kovulmak için…

“Döneklerin cezası ölümdür” dedik, kırdığımız on emirden biri “öldürmeyeceksin” diye yazıyordu oysa…

Bütün kutsal kitaplar kurulan cümlenin ortasına gelince başa döner ve yeniden anlatır hikayemizin başlangıcını.

Bizim hikayemiz Araf’tan bu dünyaya geçtiğimizi an başlamıştır, çünkü kovulduğumuz yerde zaman yoktu, bu dünyada zaman var, doğum ile başlar ölüm ile sonlanır. O yüzden zamanın başlangıcı ve sonu bellidir de anı belli değildir…

Her ne kadar Araf’ta zaman yokmuş gibi hissettirilir ama orada da zaman vardır, çünkü kovulanlar bekleme süreleri içinde canları çok sıkılmış, beklemenin belirsizliği ile karabasanlar içinde kalmışlar, yaşadıklarından daha kötü ne olabilir diye geçmişler bu dünyaya ya da tanrı ‘tekmeyi’ bu yöne doğru sallamış…

Bir dağdan aşağıya doğru yuvarlanmış ilk insanlar, elleri yüzleri kan içinde, kan zaman demektir, kan olmayınca zaman olmaz, durur… Kan bir anlamda hareket demektir, hareket durunca zaman yoktur.

Sina Dağından indi, Adem’in oğlu, elinde tanrının yazdığı tablet ile…

Araf’tan kovulduğunda Adem ile Havva aşağıya doğru toprak, taş ile birlikte kaydı…

Tanrı, cennetinde ki iki insanı “yasak” dediğini ‘yedikleri için’ kovmuş...

Tanrının emri kutsaldır, sorgulanamaz, gözünü kapatıp yerine getirmek ile yükümlüdür ama tanrı onlara bu kuralı kulağına fısıldamayı (sanırım) unutmuş! Ne haddine Adem verilen emri yerine getirtmeyecek! Emri yerine getirmeyen Lilith ne yaşadığını görmüş, kalmış bir başına…

Biat etmeyen hak edemez cenneti...

Önce “biat et” demiş, ‘etmemiş’…

İlk isyancı olmuş Havva ve Adem...

Başka isyan edecek de canlı yolmuş şeytandan başka... Gerçi şeytan canlı mı ölü mü bilinmiyor ama öyle diyorlar, hareket edip, insanın beynine girdiğine göre canlıdır diyelim...

Yasağı deldi Havva, kopardı elmayı, Adem yedi ayvayı, Havvasını yalnız bırakmadı sahip çıktı ona...

Birlikte kovuldular...

Adem daha önce yaşadığından ders almış… Lilith kovulmuş cennetten, kalmış tek başına, tek kalmanın ne kadar kötü olduğunu görmüş, yaşamış, çünkü insan sosyal bir hayvan olarak canlandırılmıştı oysa.

Cemaatinden kovulan bireye derler “sudan çıkmış sıpa” gibi...

Araf’ta, sabır ile beklemişler ‘nihai karar’ için...

Ara yerde tanrının “insafa” gelmesini beklemiş iki kovulan...

Arada kalmak çok zordur, hem de geçmez zaman, zaman içinde olmadık şeyler gelir akla ve korku artar...

Adem ile Havva karar vermiş atlamış bu dünyaya “Araf’ta kalmak iyi değil” demiş...

Bir çok insan Adem ve Havva ile empati kurmak için Araf dağına çıkıyor her sene... Gel gör ki çıkanlar unutmuş neden Araf’a çıktıklarını...

"Sabır" demiş kovulan insan...

Eğer tanrı karar verme aşamasında biraz Adem ve Havva lehinde düşünseydi belki hiç geçmeyeceklerdi kovulanlar bu dünyaya...

İnsanı “sabırsız” yaratmış, içine bırakmış bir “kuşku”...

Adem ve Havva’dan bu yana sabır sınavından geçtik sürekli, bir türlü bitmedi bu sabır sınavı…

Devlet dairesi önü, banka veznesi önü, hastane önü, cezaevi kapısı önü, hiç bitmedi bir şeyin önünde beklemek, sabır ile öğretiyorlar, bize sabır ile beklemeyi ama sabır bir kere taşmaya görsün, dünya değişir, devrim olur!


İsmail Cem Özkan