Piyasa hayatı belirledi!
11 Eylül gecesi bomba ve silah sesleri arasında uykuya dalıp
ertesi gün marşlar ile uyanmıştık. “Devrim oldu” dedi biri, olan devrim “bizim”
sandım, meğer “darbe” olmuştu...
O kadar hazırlık yapmıştım ki, “devrim sonrası” ülkemin
havasında “özgürlük” esecekti, darbe sabahında “korku” havada esmeye başlamıştı
bile... Özgürlüğün yerini karanlık, zindandan gelen işkence sesleri, Ankara DAL
grubunun sonsuz mesaisi başlıyormuş...
İşkence ile alınan ifadeler, bir çuvalın içine sığan
cesetler, suçlu suçsuz kim varsa biraz göz kırptı diyen de içeride, işlenmiş
bir suçu üzerine alınması için yapılan işkenceler.
İşkencede bir şey ortaya çıkmaz, var olan cinayet ve suçu
birisi üzerine alsın diye baskı yapılır, o yapılan baskılardan konuşanlar
olması kadar doğal ne olabilir ki, konuşur, her kişi İbrahim Kaypakkaya
değildi...
Konuşan olacaktır, olmaması gereken itirafçı.
İtirafçı ne kadar tanıdığı veya uzaktan gördüğü varsa tüm
suçları onların üzerine atmasıdır... İtirafçının kanıtı yoktur ama çamur atmayı
bilir, çözülmesi istenilen suçlara fail bulunmasıdır.
Suçların failleri varsa, ortada çözülmesi gereken suçta
yoktur. Bu sayede 12 Eylül’e kadar gelen ve çözülmemiş ne kadar dosya varsa
dosyalar sıkıyönetim mahkemelerinde usulüne uygun şekilde açılan davalar ile
bir bir çözülmüştür…
12 Eylül öncesi üzerine bir sünger çekilmiş ve gerçek
anlamda yüzleşmenin de önüne geçilmiş oldu. Siyasi örgütlerin ana davaları bir
yüzleşme yerini savunmanın aldığı bir usulüne uygun cümlelerin oluşturduğu uzun
bir metne dönüştü.
Erdal Eren siyasi savunmanın nasıl olması gerektiğini o kısa
ömründe elde ettiği bilgiler ile dik durarak herkese göstermiştir. O
Denizlerin, Mahirlerin mirasını taşıyan, geçmiş ile arasında kopukluk koyamayan
genç bir delikanlıydı, devleşmişti mahkeme salonlarında, o yüzden onun kemik
yaşına bakmadan astılar, çünkü o “devrimcilerin sesi” olmuştu, o geçmişten gelen
üç fidanın devamcısıydı, o Kızıldere’nin bitmeyen sesiydi. Onu asmak demek
devrimcilerin üzerinden panzer geçmesi demekti, astılar ve devrimcilerin
üzerinden panzer, elektrik, tazyikli su geçti, geçmeyen ne kaldı ki, bilinen
işkence yöntemlerin en ağırları geçti. En ağırı da açık görüşte ana dilinde
anasına sarılamamak, sadece Türkçe bilmeyen anaya gözeri ile mimikleri ile
sevgi sözcüklerini göndermek… Açık görüşe gelen ananın ıstırabı bire bin
katıldı, oğlunu, kızını askerlerin arasında mahkum olarak görmüştü ya, en
azından yaşıyordu ya, onlara bir ömre değerdi… Oğlunu kızını göremeyenler,
onların akıbeti sorup da yanıt alamayanlar… Onların acısı karşısında kelimeler
soyunur, en yalın haline gelir ve sessizlik içinde kendisini toprağa gömer…
Acının sesi yoktur…
İtirafçılar devrimin en zayıf halkasıdır, çünkü devrim
fikri, itirafçıların ifadeleri ile geçmiş ile bağını açılan toplu davalar ile
koparttı. 12 Eylül öncesi ile sonrası olan kopukluk bir alamda bu itirafçılar
sayesinde oldu, tarihsel çizgi içinde devamlılık sağlanamadı... İtirafçılık
aynı zamanda “şüphe” oluşması demektir, var olan güvenin sıfırlanması yanda bir
başkasına duyulması güvenin ortadan kalkması anlamına geliyordu, çünkü en
yakınında ki “düşmanın” olabilir, sonunu hazırlayabilirdi. Direnişçiler
arasında “şüphe” girdi mi, itirafçı diyerek konuşanı da düşman görür ve
cezaevinde kendi mahkemesini kurur ve öldürür, çünkü “çürüme” “şüphe” ile
başlardı, zindanda başlamıştı bile çürüme. En yakında omuz omuza mücadele
ettiği arkadaşını, “yoldaşım” dediğinin katili olmuştu. Mücadele yöntemlerinin
bir çoğu “içine düşülen şüphenin” turnusol kağıdı olarak sunuldu, yetişmiş
kadroların cezaevinde gerçekleştirilen direnişler ile “tasfiye edilmesi” olarak
algılandı… Bir itirafçının yaratmış olduğu şüphe geçmiş ile bağında koparılması
anlamına geliyordu, koptu da!
Geçmişin devrimci mücadelesinde yer alan yapıların mirasa
sahip çıktığını belirten bir çok örgütçük oluştu gerçi yıllar sonra ama isim
benzerliği dışında hiç bir bağlantıları yoktu 12 Eylül öncesi ile.
Zaman içinde destanlar uyduruldu, anı kitapları diye
yazılanların büyük bölümü yaratılan gerçeklik üzerine kuruldu...
Olmayan kahramanlar, olan eylemleri başkasının üzerine kayıt
etmek ile başladı. İtirafçılığın başka boyutu anı kitapları gibi ortaya
serildi. Sıradan insan oldu kahraman, bu arada olayların içinde ortaya çıkan
kahramanlarımız unutuldu gitti. Yeni destanlar, yeni masallar uyduruldu.
12 Eylül öncesi ve sonrası ile arasında ki bağ ince iplikten
öte bir anlam ifade etmez oldu, çünkü ikisi arasında uçurum yılların araya
girmesi ile daha da fazlalaştı...
Devrim derken ihtilalın marşları arasında kalmıştık...
Türk gençliğine hitabet, “Türkiyem” türküsü şarkısı mı anlam
veremediğim bir popüler şarkı, İstiklal Marşı darbenin yükselen sesi gibi
gözüktü, aslında olan piyasa ekonomisinin devlet ekonomisinin, planın yerini
plansızlık, günü kurtarma işlerinin hakim olmasından başka bir şey olmadığını
öğrendim... Olan devrimci gençlere ve onların “satmadıkları hayallere” olmuştu.
Piyasa yeni düzeni içinde savurganlık ile birlikte tüketime
doğru yöneldik. “Birlikte” başarma yerini “bireysel” başarıların aldığı süreç
işte bir gecede devrim şarkıların yerini marşların alması ile başladı...
Doğa yaşanan olaylardan haberi yoktu ama sonucundan haberi
oldu, çünkü bireysel başarı adı altında çılgın tüketim ve ona dayalı üretim
doğanın dengesini hızla bozdu, yazlar çöl sıcaklığına dönüşürken, çekirge
sürüleri çöllerden kalkıp binlerce kilometre ötelere hiçbir siyasi sınır
tanımadan ekili tarlaları yağmalamaya başladı. Onun gibi aç kalanlarda
“mülteci” adını alarak gelişmiş ülkelerin sınırlarına ölümü göze alarak akım
etti… Piyasa dedikleri “kontrolsüz kontrol” adını verdikleri piyasanın
kendi kendisini kontrol edeceğini söyleyenler, kendi güçleri ile zayıf halkayı
yutarak devleşen firmaların devletleşme sürecine “küreselleşme” adını vererek,
var olan tüm güzellikleri yok edip “standart” doğrularını dayatmasıdır… Darbe
yapanlar işte bu güçlere hizmet ettiler, ülkemizin tüm güzellikleri “küreselleşmeye
uyum sağlayacağız” diye yok ettiler, alın terleri ile oluşturulmuş kamu
malları, zenginlikleri bir bir “özelleştirme” adı altında onlara peşkeş
çekildi, aracı olanlar ‘offshore’ hesaplarda rakamları büyüttüler…
Darbe günü çalan marşlar aslında birilerin taşeronluğunu
yapanların gücü ele geçirmesinden başka şey olmadığını ve onlara karşı
geleceklerin ezilmesinden başka bir şey ifade etmediğini yıllar içinde öğrendim…
İtirafçıların oluşturmuş olduğu davalar meğer geçmişin
üzerine sünger çekip temiz bir “yeni dünya düzenine” başlamak içinmiş. Ne
geçmiş ile hesaplaşıldı ne de yarınlar ile… Sadece zamana uyum sağladık,
zamanın ruhu ülkemizi teslim almıştı…
Bizlere düşen görev ise hayallerimizi satmadan
hayallerimizin arkasından yürümek, kuşaklar arasında hayallerimizin kopmasında
izin vermeden…
İsmail Cem Özkan