Galata Gazete


25 Şubat 2022 Cuma

Kurşun namludan çıktı…

Kurşun namludan çıktı…

 

Savaş çığlıklarının yerini bomba seslerine bıraktığı bu günlerde Zaven Biberyan'ın özyaşam öyküsünü okuyordum. Mahkumların Şafağı adını verilen anı kitapta bir savaş koşulları içinde bir "gavur" olmanın nasıl bir atmosferde yaşadığını tam çıplaklığı ile yansıtmış.

 

İkinci dünya savaşı sırasında savaşa girmedik ama ülke içinde kendi düşmanını yaratmış ya da düşmen gördükleri ile savaşan bir genç cumhuriyet ve onun idarecileri vardı. Üstelik "gavur" gördükleri ve bir de aşağıladıkları "hayvan bunlar" dedikleri Kürtler...

 

Ülke sathı savaş görünümde cephedir, görünmeyen tarafı ve gerçek savaşın olduğu yerde cephe gerisi denilen içte yaratılan düşman ve onu yok etmeyip, işkence eden, eziyetlerin her türlüsünü normal gören bir ulus devletinin arka tarafı...

 

Kitapta görülmeyen, anlatılmayan tarafını okuyorum...

 

Bitlere teslim olmuş askerler, yolu olmayan yerlerde mantığa aykırı şekilde yapılan işler, küfürler, aşağılamalar, nefret söylemleri, düşmana hizmet için fırsat kolladıklarına inanılan savunmasız insanlara karşı orantısız güç gösterişi…

 

Savaşa hayır diyemiyorsanız, o dönemin kitaplarını, anılarını okuyun, destanlaştırılmayan çıplak gerçekleri ama... Kitapta anlatılanlar çıplak bizim gerçekliğimiz ama bakmadığımız yerden bakmış savaşa ve o yokluk ve bitli günlere…

 

Ateş düştüğü yeri yakar...

 

Ateş düştüğü yeri yakarken, ateşten faydalanan büyük bir kesim var. Savaş kaçkını, hayatta kalmak için başka seçenekleri olmayan insanlar bir dilim ekmek için çalışmak zorunda, olmazsa elinde ne varsa satmak zorunda kalıyor.

 

Savaş ile birlikte emeğin ve insani değerlerin değersizleştiği ve buna olanak sunan bir atmosfer oluşturulur, bunu oluşturan ise çevrede yer alan henüz savaş içinde olmayan devletler ve o devletin içinde yaşayan gözü doymayan sermaye sahipleri... Evet, sermaye sahibi dediğime bakmayın, en düşük sermayesi olanda, büyük sermaye sahibi de aynı şekilde mülteci konumda gelen insana aynı şekilde yaklaşır; etini, kemiğini, alın terini, etini almaya çalışır, üstelik en ucuzundan. Tecavüz eder, taciz eder ama onun bu saldırganlığını suçlayacak bir devlet mekanizması olmaz, çünkü düşmüşe bir tekme de komşudan vurulur... Bahçesinde ot toplatan da karın tokluğuna çalıştırır, inşaatta en ağır yükü taşıtan da karın tokluğuna bu işçileri, mültecileri çalıştırır, kadınları, kızları ile tecavüz edilmeye hazır birer et parçası olarak görür, onların üzerinde birde erkek cinsel organı sallanır, Demoklesin Kılıcı gibi...

 

Savaş yaşandığı yerdeki ateş başka yerlerde ocakta aş pişiren ateşe dönüşür...

 

Bugün ülkemizde “Abaza” olarak adlandırılan erkek güruhu gelecek olan mülteci kadınları bekliyormuş, onları köle, onları pazarlanan bir et parçası olarak görmek isteyen... Zaten o alanda bir sermaye birikimi yapmış hazır bir mafya güruhu yıllardır var ve polis operasyonlarında pasaportlarına el konulmuş kadınlar kurtarılıyor ama bir türlü sonuçlandırılamıyor... Suriye'den kaçan Arap, Irak'tan kaçan Kürt, İran’dan kaçan Farsi, Afganistan’dan kaçan Peştun, Özbekistan’dan kaçan Özbek, Ermenistan’dan gelen Ermeni kadınlar… Hala köle olarak görüp, evlerde bakıcı, olmazsa "hayat kadını" olarak pazarlanmaktadır. Savaş demek yeni kadınların, yeni sermayenin gelmesi anlamına gelir bazı insanlar için...

 

Savaş yaşandığı yeri yok etmez, savaş ateşi tüm insanlık birikimin yağmalanması, ahlakın erozyonu, var olan tüm geleneklerin parçalanması anlamına gelir, para için, bir dilim ekmek için “insan insanın kurdu” olur, insanlığın tüm değerlerini birikimlerini tüketir...

 

Savaşa hayır demek, kadın ticareti, ucuz emeğe, organ ticaretine, kara paraya hayır demektir...

 

Komşu komşunun düşmanı olur.

 

Savaş olan yerde önce komşular başlar yağmalamaya, sanırım komşularda “düşman askerinden önce yağmalayalım” mantığı hakim olmuş oluyor, komşunun çöplüğü ev sahibine değerli gözükürmüş…

 

Savaş zenginleri hep savaşın olduğu yerden çıkmıştır. Kıtlığı fırsata döndürenler, stokları en pahalı şekilde piyasa sürenler, karaborsanın yeni zenginlerini oluştururken, taleplere uygun arzları kontrol edenler elbette yeni zenginler kategorisine giriyorlar.

 

Ukrayna'da evlerini terk edenlerin evlerinin kapısını kırıp, artık değerli ne gördülerse onları savaştan kaçmayan ama zengin olma hırsı içinde olanlar tarafından yağmalanmış, soyulmuş denilmekte haberlerde... Hırsızlık yapanlar normal zamanlarda en fazla ahlaktan, namustan, komşuluktan bahseden sevimli, gülen yüzlü insanlar olduğu gerçeği ile hiç bir zaman karşılaşamayacağız, çünkü savaş hırsızları ile savaş sonrası insanlar hiç bir zaman yüzleşmemiştir.

 

Yüzleşilmemiştir, çünkü kaçan mı suçlu, kalıp her türlü eziyeti göze alan mı?

 

Savaşın çoklu yüzü vardır, bir taraftan destanlar, kahramanlık öyküleri uydurulur, diğer taraftan yağma, ölüm, yoksulluk, açlık, hırsızlık, namus diye kabul edilen tüm kavramların çökmesi anlamına gelir. Organ ticareti yapandan, insan kaçakçılığına kadar her şey birden savaş sonrası kahramanlık öyküsüne dönüşür. Emek hırsızı aç gözlü patronlar bile işçileri ayakta tuttuğu için kahraman ilan edilebilir...

 

Savaşta kaybedenler hep ezilenler ve ötekiler olmuştur.

 

Emperyalist savaşlarda vatan savunması yoktur, çıkar çatışması vardır. O çıkarlarda kaybeden her zaman işçi sınıfı ve öteki kabul edilenlerdir... Emperyalist savaşlarda taraf olmak demek A sermayesinin B sermayesin yanında olmak anlamına gelir... Vatan ve ülke isimleri sadece sermayelerin çıkarını koruyan ve kollayan devletlerin adıdır... Onlarda bu savaşta halkları kandırmak için “vatan, millet, bayrak”… gibi kavramları kullanır, o kavramların aslında hiç bir anlamı olmadığını emperyalist savaşlara ve sonuçlarına bakarak anlayabilirsiniz.

 

Namlular kızardığında demokrasi oyunu rafa kalkar...

 

Savaşın olduğu ülkede ve savaştan etkilenen ülkelerde olağan üstü hal gibi kavramlar ortaya gelir ve savaşa uygun olarak demokrasi oyunu savaş bitene kadar rafa kalkar ve o rafta demokrasi beklerken yaşanan ve yaşanacak olan her türlü insanlık dışı uygulamalar suç kabul edilmez. Kısaca savaş insanlığın birikimin çöl fırtınasında kalması gibi aşındırılır, sermaye sahiplerin çıkarına uygun olarak yeninden yorumlanır. Her savaş sonrası oluşan liberalizm dalgası ise, o yağmalanan hakların işçi sınıfından alınıp, sermaye sahipleri lehine çevrilmesi için atmosfer oluşturulmak üzerine kurulmuş özgürlük söylemlerinden oluşan bir örtüdür.

 

Kurşun namludan çıkınca, vicdan tatile çıkmış sayılır…

 

İsmail Cem Özkan

 

*Zaven Biberyan

Mahkumların Şafağı

Türkçeye çeviren: Deniz Kureta

Aras yayıncılık, 2021

19 Şubat 2022 Cumartesi

Markasız siyaset olur mu?

Markasız siyaset olur mu?

 

Başka açıdan sorarsak eğer solda marka olur mu?

 

Siyasi partilerin markası liderleridir burjuva siyaseti için, lider marka olunca elbette o markanın da bir fiyatı olur…

 

Siyasi hayatımızın marka olan liderleri koltuklarında hep kalmışlar, kalamayanların ise sonucunu bir kaset belirlemiştir, çünkü marka olmak aynı zamanda taklit edilmeyi ya da saldırıyı peşin kabul etmek gereklidir.

 

Diğer yandan marka olmak, siyaset için para kaynağıdır. Liderin resimleri, imzası, çevresi, tüketimi de paraya dönderilir... Bundan en fazla yakın çevresi yararlanır diyorsanız büyük bir yanılgı içinde olursunuz... Bakın dolandırıcılar en çok bugünlerde hangi markayı kullanıyorlar? "Efendim" diyor telefonun öteki tarafında "ben emniyetten ya da savcılıktan arıyorum, elimizde Fetö ile ilgili bir dosya var..." o an nefes tutuluyor, arkaya bir fon veriliyor...

 

Ne kadar suskunluk uzun sürerse o kadar etkilidir, çünkü beklenmedik anda gelen telefon resmi bir söylemin ağırlığı hissedilir...

 

Bunu yapan Fetöcüler mi?

 

Asla değil! olsa zaten teşhir edilir, operasyon yapıldıktan sonra öyle böyle değil, yandaş, candaş medyanın günlerce süren bir propagandasına dönüşür, fakat sürekli birileri para kaybediyor, kaybedenlerin önemli bölümü okumuş, makam sahibi olan, unvanı olan kişiler. Şimdi onlara “meslek aptalı” insanları da söyleyenler var, ama onlar aptal olsaydı unvanları almak için o kadar şey düşünüp gerçekleştiremezdi, demek ki aptal filan değiller...

 

Kısaca bu arada verilen ara dolandırıcının istediği etki yapar, illüzyona girer, gider bankadan parayı çeker ve verir... Peki, bu ortamı yaratan siyasiler hiç mi bu dolandırıcılara dolaylı teşvik etmemiş olmasın...

 

Dolandırıcı adı üzerinde siyasi değil, mesleği bu…

 

Dolandırıcının bir siyasi ayağı yok ama dolandırıcı siyasi atmosferi çok iyi takip edip, kendi mesleği için yaratıcı olanlardır...

 

Taklit etmez, yeni şeyler bulur ve uygular...

 

Köprü satılacaksa ilk onlar satar, bakar siyasi köprü satışı iyi, bütçe açığını köprü satışı ile kapatmayı düşünür, dolandırıcılarda siyasilere yol gösterici olur, liberalizm dersin nereden aldığının önemi yok, önemli olan para kazanmak...

 

Sonuç mu, efendim marka olmanın bir de bedeli vardır..

 

Peki, radikal örgütlerin markası var mı?

 

 Elbette var!

 

Tüm dünyada “Che” her solcunun markasıdır, kapitalistler ondan sigara, çanta üretip para kazandı... Küresel olarak paraya döndürdüler... Bayraklar, flamalar filanı boş verin, sadece çay bardağından bile milyarlarca para kazandılar, çakmaktan...

 

Neyse efendim küresel markaların yanında bizim yerel liderlerin markalarda var, örneğin Mahir Çayan bir markadır. Sadece Mahir Çayan ülkemizde tanınır, başka ülkede tanınmaz, örneğin Türklerin en çok yaşadığı Almanya’da Mahir Çayan sol taban tarafından tüketilen marka değildir, Alman solcusu Mahir Çayan'ı tanımaz... Türk solcuların küçük bir kesimi tüketir, tüketim Türkiye’de üretilir orada etnik pazar içinde tüketilir...

 

Aynı şekilde Deniz Gezmiş... Deniz Gezmiş, Mahir Çayan'a göre daha popülerdir. Hatta onun geleneğini devam ettiren siyasi yapılar bu markayı kim pazarlarsa pazarlasın en sonunda bu popüler duruş kendi siyasi yapılarına pozitif katkı yapacağını düşünerek, tüketim haline gelmesine hatta onun ağzı ile uydurulmuş hikayeler ile destanlaştırılmasına ses çıkarmazlar...

 

Kısaca marka varsa siyasette, para kazanlarda olur ve genelde bu parayı o siyaset ile ilgisi olmayan tüccarlar kazanır...

 

Üreticisi olan Çin her türlü markadan taklit ürün üreterek her etnik pazara mal üretir... Bu arada 12 Eylül öncesi bir derginin logosu markalaştırmak için bayağı bir çaba sarf ediliyor, dergiler yayınlanıyor, ölenlerin üzerine bayrak şeklinde örtülüyor, hatta flamanın yanında kolye, yüzük şeklinde üretilen metal tüketim malzeme üretiliyor ama diğer tüketim metaları gibi popüler olamadı.  Sembolü şimdilik küçük bir çevre içinde pazarlanmaya devam ediyor, pazarlayanlar piyasa üreticisi olan tüccar değil, hiç bir yerden gelir olmayan, ticari kafa yerine arkadaşının ihtiyacını karşılayan küçük dar alan paslaşması şeklinde devam ediyor... Elbette o da ticaret ama sonuçta markalaşmamış ürünün yaygınlaşması şimdilik piyasa koşullarının dışına düşüyor ama olmayacak anlamına gelmez…

 

Marka için ortam çok önemlidir, bazen firmalar o ortamı yaratır, bazen küresel siyaset ihtiyacına uygun devletler içinde popüler bir şeyler yaratır ve tüketime sunulur. Popüler bir şeyler ihtiyaca göre yaratılır ve birden talep ortaya çıkabilir, onun içinde o siyasi hareketin toplum içinde biraz yaygınlaşması gereklidir. Örneğin AKP iktidara geldikten sonra marka olarak Rabia işareti geliştirdi ama ülkemiz için yabancı olan bu sembolün tüketim maddesi olamadı ama ak kelimesi ile başlayanlar birden markalaştırıldı, hatta AKP lideri kendi adını marka olarak tescilletti… Yani onun adına yapılan her türünden marka hakkını istiyor…

 

Marka için sadece görünür olması gerekli bir ortam yaratmıyor, başka şeylerinde yan yana gelmesi gereklidir...  

 

Geçen günlerde yaşanmış Sezen Aksu örneğinde olduğu gibi, “camiden serçeye taş atılması” sonucu birden marka değeri artmış ama piyasa koşulları onu daha fazla pazarlamak için kullanmadan söndürmüştür. Amaç ile hedef arasında bir sorun çıkmıştır, iktidarın dolayı ya da direkt temsilcisine yönelik saldırı, amacın çok dışına çıkınca, saldırının karşılığı bedeli ağır olacağını düşünen siyasi irada bu marka oluşturma sürecini yarıda kesip ve sonlandırdı… Kısaca bir marka değeri var ama popüler olmaktan siyasi tercih ile ortadan kaldırılmıştır...

 

Hepimizin sanırım kafasında oluşan soru şu olmalıdır; markasız siyaset olur mu?

 

Marka haline gelen bir lider olunca örgütlenmek çok kolay, hatta çevresini tüm günahlarını üzerine atacakları bir hedef tahtası olabiliyor… Makta olmak risktir, siyasette riski içinde hep taşır…

 

İsmail Cem Özkan

16 Şubat 2022 Çarşamba

Kadın meta değildir.

 Kadın meta değildir.

 

Hayatın içinde kadının üzerinden bir erkek hep geçer, ona rağmen kadın kendi üzerine tüm yükünü vermiş erkekten kaçar, erkek onu kovalar ve zor ile ona sahip olmaya kalkar.

 

Bir anlık zevk için erkek kadını metalaştırır.

 

Para vermeden zor ile elde etmeye tecavüz denir, nikah altında olunca kadınlık görevi denir.

 

Tecavüzden kaçan kadını belki bir erkek kurtarır, o kurtaran erkek de kadının üzerinden geçmeyi düşünür, çünkü kadını sistem metalaştırmıştır.

 

Sistem kadını canlı, onu düşünen, ihtiyacı olarak gören bir düşünce yöntemi olarak göstermemiştir.

 

Kadın, doğduğu an ayrıma uğrar, negatiftir ayrım, pembedir negatif ayrımın rengi. Pembe rengi alır ilk doğduğu andan itibaren.

 

Kadın üzerinden geçilecek bir meta olarak eğitilir, fakat bazı kadınlar direnir, cinsiyetsiz olma hakkını kullanıp, cinsel yaşamı yerine meslek yaşamını seçer ama onun seçmesinin önemi yoktur, çünkü kariyerde üzerine erkek almaktan geçmektedir...

 

Tecavüz edenden kurtaran erkek, fırsatını bulunca kadının üzerine yatar...

 

Kadın konusunu bir kovboy filminde şöyle anlatıyor; yaşını almış bir kovboy ve bir kız çocuğu dağın başındadır, kız çocuğun ailesini yok etmiş olan kötü kovboylara karşı iz sürüyorlar. Erkek dağ başında soğuk bir gecede kıza sesleniyor, “gel yanıma yat”, kız diyor ki “ben hala kızım, hiç erkek üzerimde olmadı, ya da erkek eli değmedi” diyelim... Kovboy ona hayatın acı gerçeğini anlatıyor, “nasıl olsa bir erkek senin üzerinden geçecek, sen şimdiden hazırlan buna, kaçarın yok”...

 

Şimdi sabah sabah neden aklıma geldi bu konu?

 

Türk filmlerine bakarken, iyi erkek kaçan kızı kurtarır, fakirlikten, tecavüzcüden, hastalık yüzünden gözünü kaybetmiş olan, kaçırılan sesi güzel bir sahne sanatçısı... Yani kaçan ve kaçırılan kadını, iyi adam kurtarır. Kadın minnettarlığını o iyi adam ile evlenerek gösterir... Belki evlenmeden yatar ama o iyi adam onu terk eder, çünkü çıkar parası olan kadın ile evlenmek ve sermayesini güven altında tutmak...

 

Türk filmlerinin başka boyutu, diziler...

 

Dizilere bakın, eskiden ne kadar naif, eğlenceli aile yaşantısı yerini bağıran, isyan eden, sürekli sesli ama bağırma şeklinde sinirli konuşmalara terk etmiş, hepsinde bir isyan var ama kader diyelim bu erkeğin kadının üzerinden geçmesi, babasız kalmış anne rolü, çocukları için fedakarlık yapan, iş arayan kadın imajı, hepsinde erkek üzerime yatsın çabasını görüyoruz.

 

Burada düşünce yapısında başka boyut katmışlar, kadın meta ama amacına giden yolda vücudunu kullanmayı düşünen hatta uygulayan kadın. Vücudunu bu sefer pahalıya satmaya çalışan bir kadın imajı var... İsyankar, bağıran kadın, sürekli hakkı için mücadele ediyor ama bir yere geliyor ve kıyafetleri, davranışları ile patronuna ya da patronun oğlu müdürü her ne ise kritik noktada yer alan erkeğe kendisini sunması olarak işleniyor...

 

Düşünce yapısında erkek bakış açısında, kadın metadır, henüz insanlaşamamış durumda...

 

Geçen gün bir kadın gazeteciyi cezaevine götüren kadın polisi gördünüz değil mi? Ahlak polisi kadın gazeteciyi bir suçlu gibi sağlık muayenesine götürdü, cezaevine bıraktı...

 

Devlet kadına böyle bakınca, ahalide nasıl baksın diyeceksiniz değil mi?

 

Kadının doğum rengi pembedir, ölüm rengi ne yazık ki mor olmuş durumda... Kadın cinayetleri inceleyin, hepsi kadının üzerine yatmaya çalışan, tecavüz eden erkeğin erkekliğini çevresine gösterme yöntemidir.

 

Kadın gücü karşısında, direnişi karşısında erkeğin, arkasına devleti, arkasına eğitimi, arkasına ahlakı, arkasına görenekleri almasının dışa vurumudur...

 

Kadın cinayetleri siyasidir ve bu siyasi atmosferi gücü elinde bulunduran devlet ve ondan faydalanan sınıf yaratmaktadır...

 

İsmail Cem Özkan