Galata Gazete


30 Nisan 2014 Çarşamba

Yoldaydım…

Yoldaydım…

Yoldaydım, haberi geldi. Necati Özdemir hayata son nefesini bırakmış. Son nefesini bırakmış ama bir de anılarını, iyileştirdiği hastalarını, yakınlarını ve dostlarını… Ömür bir nefestir, nefes içinde anılar, sevinçler, özlemler… 
Necati Özdemir, benim son yıllar içinde saygı duyduğum, dostluğunu kazandığım bir candı. Gerçek bir can! Umudunu hep koruyan, sürekli yeni şeyler deneyen, yani arayışlar içinde olan bir doktor, müzisyendi, bir de onur belgesi alıp durduğu fotoğrafçılık öğrencisiydi. Son yılıydı, mezun olmasına aylar kalmış, muayenehanesine fotoğraf stüdyosu kurma hayali içindeydi.  Hayali vardı, yaşayacaktı ve hiçbir zaman son nefesini vereceğini düşünmedim… Düşünmediğim başıma yolda geldi, haberi geç geldi. Meğer son nefesini vereli günler olmuş… Son nefesini hissedemedik, günlük koşturmacalar ve telaşlar içinde…
Bu dünyada bir nefes daha eksildi, bir yerde yenileri eklendi. İnsanlık tarihi içinde bir nokta ama önemli bir noktaydı Necati Özdemir. Doktorluk eğitimi için gittiği Almanya’da saz ile tanıştı, kulağındaki ezgileri saza işledi, üretti, üretti ve cd’ler üst üste bindi. Ekranlara çıktı, Alevi gecelerinde türküler söyledi, doktorluğu ile gurur duyardı ama vaktinin çoğunu saz başında geçirir olmuştu, efelerin diyarının türkülerine hayat vermek için, onların şivelerini öğrenmişti, onların vurgusu ile türküler söylüyor, yeni çıkaracağı cd için hazırlık yapıyordu. Zeybek türküleri, söylenmesi öyle kolay şey değil, söyleyen bilir. Üstelik Erzincan’dan kalkıp, ülke sınırlarını aşmış birinin yeniden Anadolu topraklarında ezgilerin peşine düşmesi ve onlara hayat vermesi kolay iş değil. O kolay olanı ve denenmiş olanın peşinden koşmak yerine, kendinden bir şeyler vermeyi ve yeni tınılar katmak için uğraşırdı. Yeni tını katacağım diye de orijinalini bozmadan küçük dokunuşları dener ve onların farkına varılmasını beklerdi.  Saza gösterdiği özeni doktorluğuna da gösterir, hastalarına bir şeyi önerirken, önereceği yöntemi kimseye söylemeden kendinde bir dener ve sonucunu görmek isterdi. Kimseye de bunu söylemez, gizli gizli yapar, yeter ki hastası boşuna zaman ve boşuna acı çekmesin diye…  Son yıllarda ünlü olmaya başlamıştı doktorluğundan dolayı, gangren olan hastaların gangrenlerini ortadan kaldırır, geleni sağlıklı bir şekilde gönderirdi, başka hastanelerde ayağı kesilecek birine ayağını armağan eder, gözünde bunun sevincini taşırdı. O sevincini hep içinden yaşamış, neşesini bile yüzüne vurmaktan çekinirdi. 
Köy Enstitülerin mezunu bir babanın oğluydu. Erzincanlıydılar. Babası çok çocuklu bir ailenin çocuğuydu, nereden biliyorsun dersen Köy Enstitülerinde okuyan tüm çocuklar fakir ve çok çocuklu ailelerin çocuklarıydı.  Ailesinden gönül rızası ile alınıp yatılı okullarda okutup hem ülkeye hem de aileye iyi insan olması öğretilmiş bir babanın çocuğuydu. Köy Enstitülerin yetiştirdiği her birey bugün dahi elle gösterilen örnek insanlardır. Onlar Türkiye'nin aydınlık yüzleriydi. Disiplinli, düzenli ve hedefi net olan bireyler olarak bu ülkeye ve bu ülkenin çocuklarına örnek oldular, onlara yol gösterdiler. Köy Enstitüleri mezunu bir babanın çocuğu olmak disiplinli olmak anlamına gelir. Necati Özdemir, hedefi olan, yardım etmenin bir insanlık görevi olduğunun bilincinde davranan biriydi. Gösterişten uzak duran, alçak gönüllü, yüreğini insan sevgisi ile doldurmuş, paylaşmayı seven bir insan, ancak böyle bir babanın evladı olur demiştim ilk tanıdığım anda ve bugünde…  
İlk defa babası ile birlikte gördüm, ilk defa bir arkadaşımın acısı ile tanıdım. Son defa görmedim, göremem, çünkü benim nefesim olduğu sürece son olmayacak, o hep anılarımda yaşayacak.  İyi bir dostu, iyi bir doktoru, iyi bir müzisyeni, iyi bir yaşam sevincini içinde doya doya yaşatan bir dostumun son nefes verdiği haberini duydum, anılarımda yaşayacak!
Ölüm onu genç yaşta yakaladı, o hep orta yaşta olacak…
Güle güle dostum, yolun ezgiler ile aydınlansın… 

İsmail Cem Özkan 

24 Nisan 2014 Perşembe

İlia’nın Bostanı*

İlia’nın Bostanı*

Bir yerden bahsetmeye başlayınca bizim son yıllarda geleneğimiz haline gelen Evliya Çelebi’nin sözleri ile başlar olduk. Onun anlatımlarını doğru olarak kabul eder ve sonra kendi hikayemizi yazarız. Kuzguncuk’tan bahsetmeye başlarken geleneğe uyayım dedim. Evliya Çelebiye göre; buranın adı II. Mehmed (Fatih) zamanında (1451-1481)buraya yerleşmiş “Kuzgun Baba” adlı bir veliden kaynaklanmıştır. Ama elbette ondan öncede bir yerleşim yeridir, çünkü çok nadir kalan anıtlar ve o anıtların duvarlarından bize yansıyanlara göre İstanbul fethinden öncede bu köy vardır ve köyde İstanbul’un sahipleri olan Rumlar yaşarmış. “Altın Kiremit” anlamına gelen “Hrisokeramos” ismini kullanmışlar önceleri zaman içinde değişerek “Kosinitza” adına dönüşmüş ve bizlerin son dokunuşları ile “Kuzguncuk” şekilde telaffuz etmeye başlamışız. 
Bir yere kendimizin telaffuz edebileceği bir isim taktığımızda / değiştirdiğimizde, kaçınılmaz olarak oraya yerleşmenin, var olan kültürün içine kaynaştığımızın da haberini vermiş oluyoruz. 
Kuzguncuk çok kültürlü yapısına kavuşurken göçlerin ve ekonomik düzeninde etkisi büyüktür. Yahudiler için kutsal bir yer olma özelliğini de 17. Yüzyılda kavuşmuş, ama Yahudilerin ne zaman buraya yerleştiği konusunda kesin bilgiler kaynaklara göre yok. Demek ki önce Rumlar vardı, sonra Yahudiler, Yahudileri izleyen Ermeniler 18. Yüzyılda bu güzel köye yerleşmiş ve dokusunun daha da renklenmesine sebep olmuş. Türkler, Üsküdar şehri içinde yaşarken, Kuzguncuk'u bir safiye yeri gibi algılamış, gayr-ı Müslimler ile iç içe yaşamaktansa Paşalimanı çevresinde yerleşmiş ve komşu olarak yaşamayı tercih etmiş. Düşmanca değil, bir hoşgörü, dayanışma ve kapılarda kilit olmayan bir güven yerleşkesi. Her yerleşen de kendi ibadet merkezini açmış, üstelik bir birine düşman değil, bir arada, sırt sırta açmış. Bir yanı sinagog, diğer yanı kilise, öte yanı cami şeklinde ve bugünde ayakta duran yapıları görebilirsiniz. 
Gerek Osmanlı gerek cumhuriyet dönemi içinde her kargaşa, her siyasi çalkantı azınlıkların üzerine nefret, düşmanlık, cinayet olarak dönmüş.  Kuzguncuk’ta bundan etkilenmiş ve şehrin uzağında, zaman durmuş gibi sakin yaşanırken; savaşlar, göçler, yıkımlardan etkilenmiş, buranın yerli gayr-ı Müslim halkı elindekini avucundakini satmak zorunda kalmış, terk etmiş, bir daha dönüşü olmadan… 
Nüfus yapısı değişirken, dokusu da değişmiş. Ağaçlar içinde ağaçlardan yapılmış, davlumbazı olan evler, sırt sırta ve dar sokaklarında çocuk çığlıklarının, oyunlarının ve bayram sevinçlerinin sesleri duvarlarda kalarak zaman içinde sessizleşmiş, artık kimse ne Rumca, ne İbranice ne de Ermenice isim bağırmaz olmuş. Sessizlik Kuzguncuk sokaklarına hakim olurken, varlık vergisinin soğuk rüzgarı burada fırtınaya sebep olmuş. Para el değiştirirken, elbette para sahiplerinin konakları da, evleri de yeni sahiplerinin olmuş. Yeni rejim, yeni sermayederleri ile ülkeyi kucaklamaya başlamış. Tarih ve dokusu para karşısında ne kadar dayanabilir ki? Ağaçlar kesilmiş, yerlerine beton binalar dikilmiş. Şehre yeni gelenlere beton binalarda daireler satılmış, yeni zenginler boğazın eşiz görüntüsü içinde alışmaya çalışmış. Beton ile ağaç ne kadar anlaşırsa onlarda o kadar anlaşabilmişler. Yeni gelenler buraya yabancı, kalanlarda yeni gelenlere… 
Kuzguncuk yağmalanmış, gecekondu evlerine dayar olmuş sırtını. Eşsiz boğaz bir yanda, arkada gecekondu, araya sıkmış kalanlarda. Küçülmüş gayr-ı Müslimler, Müslüman ahali ise çoğalmış. Değişmiş. Ama gözden uzak binalar kendilerini arada korumuş. Kilise, sinagog yerinde durmuş ama cemaati gün geçtikçe azalmış.
Gün gelmiş, devran dönmüş darbe üzerine darbeler yaşamış ve liberal ekonominin çılgın tüketim çağının başladığı günlerde özel televizyon kanallarının dizi furyası üzerine burası da dikkatleri üzerine çekmiş. Doğal olarak şehri yağmalamaya heveslilerin de iştahını kabarttı. Kalan Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşlar teker teker göç etmeye zorlandılar. Şimdilerde, elde avuçta kalanlar ise, Kuzguncuk kültürünü benimsemiş sonradan gelenler; Kuzguncuk’a sahip çıkmaya çalışıyor. Bunun somut mücadele alanı bostan olmuş. Dizi filmlere artık kiralık ev vermiyorlar, çünkü yeni yağmalamanın kapısını açtığının farkına varmışlar.
Kuzguncuk’un bostanı yıllar içinde direniş ve sokak gösterileri ile gündeme gelmeye başladı. Rengarenk kuklalar ağaçlara asıldı, sokaklar boyunca bostanın yağmalanma girişimi karşısında duyarlı olmaya çağrılar yapıldı. Kuzguncukta oturan sanatçılar toplantılar yaptı, nöbetler tutuldu. “Elimizde bir bostan kaldı, bu bir kültürdür yaşaması gerek” diyenler bostanı yok edip yerine özel okul yaptırmak isteyenlere karşı direndi. 
1992 yılında ilk direniş başladı, dernekleştiler, kurumsal kimlik ile bürokratik mücadele yerlerini aldılar. En sonunda başarıya imza attılar “bostanın üzerine yapılması planlanan özel okul projesinden vazgeçildiğini” Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Komisyonu derneğe resmi bir yazı göndererek bildirdi.
Elbette, başarı kazanılmış olması bostan alanın tehlikelere karşı kalmayacağı anlamına gelmez, en son belediye yetkileri budama adına bostanın tarihi dokusunda yer alan (24 Nisan günü, günün anlamına uygun olarak sanırım) ‘Nar’ ağacını kesmiş. Bunu gören Kuzguncuklular direnişe geçti ve budama sonlandırıldı. 
Kuzguncuk direniyor, bostanına sahip çıkmaya devam ediyor. Yağmalanan Kuzguncuk elde kalanları korumaya çalışıyor. Çok kültürlü, bir arada yaşama kültürünü geliştirmek için yapılan mücadele ile yeniden bir canlılık kazandığını ve ‘Kuzguncuk Kültürü’nün yeniden oluşturulduğuna şahitlik ediyoruz. Gezi Direnişin yaratmış olduğu yeni düşünce/ yaşam yapısı ve dayanışma ruhu İlia’nın Bostanı üzerinde… Ne mutlu orada mücadele edenlere, ne mutlu yarınlara çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı bir alan bırakanlara… 
İsmail Cem Özkan

• Sultan Mehmet Reşat döneminden kalan 16 bin 445 metrekarelik yeşil alan, uzun yıllar bostan olarak kullanılmıştı. Bostan son sahibi Rum İspiro Şoro'dan 1977’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçmişti. Bostana, İspiro Şoro’nun oğlu İlia Şoro’dan dolayı Kuzguncuklular İlia’nın Bostanı da diyor.




23 Nisan 2014 Çarşamba

Tiyatrocular dertli…

Tiyatrocular dertli…
Tiyatrocular gün geçmiyor ki dertlenmesin, üzülmesin, çünkü öyle bir atmosferde yaşıyoruz ki kara bulutlar onların da üzerine gelmesin…  Devlet ve şehir tiyatroların özelleştirmesi tartışması ile başlayan süreç, şimdilerde ödül veren jürilere ve özel tiyatroları destekleme fonun yapılan itirazlar ile başka bir aşamaya geçti.  
Tiyatrolar üzerinde kara bulut hiç eksik olmadı ama bu kara bulutlar şimdilerde tiyatronun yapısını, dokusunu ve etik duruşunu da bozma aşamasına kadar ileri gidiyor…  Sanki gökten asit yağmuru boşalıyor ve dokunduğunu her yapı eriyor… 
Hep dert olmayacak ya, bazen de güzel haberler oluyor, bir biri ardına kurulan yeni tiyatrolar ve küçük oda salonları… Küçük tiyatroların oluşturulduğu birlikler ve mesleki dayanışma içinde olan tiyatroya gönül vermiş insanlar. Kulisler ve salonları arasında ömürlerini tüketmiş insanlar ve tozlar arasında kendisine sahne yaratanlar. 
Her meslek erbabı gibi kendi ayakları üzerinde durmak isteyenler, kendi kişilikleri ve dokusunun belirleyeceği özel alan yaratma dürtüsü…  Özel tiyatrolar bu dürtüler ile yola çıkar, kendisine ve ekonomik şartlara uygun oyunlar ile seyircisi ile buluşma macerası. Bazıları bu macerada başarılı olur, bazıları erken havluyu atar! Özel tiyatrolarda başarı genelde en az oyuncu ve teknik kadro ile yapılanlar olarak ortaya çıkıyor. Çünkü bu sayede her türlü salonda seyirci ile rahatlıkla buluşabiliyor ama buda içinde bir tehlikeyi barındırıyor, klasik ve tiyatro seyircisine doyumsuz zamanlar yaşatan oyunların ortadan kalması ve yeni kuşağın bu oyunları sadece isim olarak duymasını oraya çıkarır. 
Tiyatro Eleştirmenler Birliği’nin organze ettiği ödül törenindeydim, tiyatro sanatına gönül vermiş büyük ustaların buluşması olarak kabul edeceğim bir gündü. Geceye Kenter Tiyatrosu damgasını vuru diyebilirim. Evet, Kenter Tiyatrosu orada yoktu ama öğrencileri orada bu sene ödül alanlar arasındaydı. Özel tiyatrolar kısıtlı imkanlar ile büyük okul olacağının kanıtıdır, Kenter Tiyatrosu. Tiyatro ödülleri Sadri Alışık Kültür Merkezi'nde yapıldı. Orada her ne kadar mutlu bir gün de olsa tiyatroda yer alan genç kuşak salonda yoktu, gönül vermiş ustalar ile bir arada olma imkanını kaçırdıklarını düşündüm. 
Ödül tören öncesi Metin Boran müjdeli haberi tiyatroya gönül vermişlere veriyordu. Her tiyatrocunun gönlünde yatan bir düşü gerek yapmıştı, tiyatro salonu açıyordu. Rampa adını verdiği cafe -  tiyatro 23 Nisan günü Genco Erkal dayanışma adına bir oyunu Rampa Tiyatro Cafe’de sahneleyecek. Dostlar Tiyatrosu adına yıllardır Nazım Hikmet ile özdeşleşen Genco Erkal tiyatro adına Rampa Tiyatro Cafe ile dayanışmada bulunacak… 
Rampa Tiyatro Cafe, tiyatroya gönül vermiş amatör ve usta oyuncalara sahnesini açıyor, bu sayede kara bulutlar altında bulunan tiyatro için bir anlıkta olsa güneşe kavuşmasına olanak sunacağını düşünüyor, Metin Boran. Bir nebze de olsa dertli olanların yüzünün güleceği kısa bir an yaşamak isteyenler için yeni bir mekan göz kırpıyor. Hayırlara vesile umarım…

İsmail Cem Özkan

20 Nisan 2014 Pazar

Eskiden yalanlıyorlardı…

Eskiden yalanlıyorlardı…

Erk sahibi hata yaptığında yanında yer alan danışmanları onun hatasını düzeltmek için değişik girişimlerde bulunurlardı. Fakat yaşadığımız zaman diliminde ise artık danışmanlarda o hataları düzeltmekten vazgeçmiş görünüyorlar, hatta danışmanları bile o hatanın üstüne daha büyük hata yapar konuma geldiler. 
Danışmanın esas görev farklıdır ama bizde danışman sözcü gibi işlev görür, erk sahibinin sesidir, medyada ki gözüdür, istihbaratta ki kulağıdır. Kısaca danışman erk sahibinin siyasi geleceğidir. Para, itibar kazandırırken, kendisi de kazanır. Bütün ticari ilişkiler danışmanın bilgisi ve gözetimi altında olur. Erk sahibi ile gönül bağı yanında cep bağı da vardır.
Bugüne kadar erk sahibinin yanından ayrılmış danışman, erk sahibi aleyhine tek söz söylememiştir. Bunu elbette mesleki etik kuralları içinde açıklayabilirsiniz ama yeterli değildir, çünkü danışman ile erk sahibi arasında gönül bağı yanında cep bağı olduğunu belirtmiştik. 
Cep bağı bireyleri birbirine bağlar ve birlikte nefes alırlar. Ortak nefes almak demek karşılıklı olarak susmak ve çıkarlarını korumak anlamına gelir. 
Erk sahibi, her şeye hakim olduğuna inandığı ya da danışmanlarına güvenemediği an her şeyi tek başına yapmaya başlar ve tek başına kararlar alır ve konuşmalarını tek başına yazar. Elbette tek başına olmanın en büyük dezavantajı hata üstüne hata yapmaktır. Kısa vadeli kararlar verip, o anlık sorunu çözerken başka sorunların da kapısını araladığının farkına varamaz. Her aralanan kapı ileride oluşacak olan kaotik ortamın zeminini oluşturur. 
Danışmanlar genelde erk sahibinin ses ile konuşur, ona bir anlamda tercüman olurlar… 
Tercümanlık ilk başlarda yabancılaşmayı getirmiş olsa da bir süre sonra duygudaşlık yerini onun kelimeleri ile ve onun düşünce yapısıyla konuşmaya başlar. Erk sahibi ile tercümanlık yapan arsında ince çizgi ortadan kalkabilir… Erk sahibi mi konuşuyor, danışman ya da sözcü mü belirsizliği ortaya çıkar, çünkü cep birliği ticaretin seyrini ve verilen hediyelerin başka kasalara akması ya da birikmesine sebep olabilir, bu durum elbette çıkar çatışmasını ve yolların ayrılması anlamına gelir. 
Kasaların ayrılması ile sonuçlanan ayrılıklar düşmanlıkları ortaya çıkarır. Birkaç gün öncesine kadar içli dışlı olanlar, bir anda düşman ve ağza alınmayacak küfürlerin hedefi hatta tapelerin hedefi olabilir. 
Sözcüler veya basın danışmanları genelde erk sahibini dikkatli izler ve yanış anlaşmalara sebep olabilecek cümleleri veya kelimeleri yenileri ile değiştirirlerdi, düzeltilemeyecek gibi olanlar da yalanlıyorlardı. Yaşadığımız zaman diliminde ne yalanlama ne de düzeltmenin bir anlamı kalmadı, kısaca işlevi ortadan kalktı… 
Zaman geçti, devran döndü ve erk sahipleri danışmanlara ihtiyaç duymadan gönül rahatlığı ile hata yapmakta ve de hatalarını da kısa bir süre sonra açıkça ya da dolaylı itiraf etmiş olmalarına rağmen, ne özür dilemekte ne de yaptığından utanır konumunda olmaktadır… 
Değişim öyle zaman dilimleri yaratmakta ki, sanki liberal ekonominin gereğiymiş gibi; hırsızlık, yalancılık, dolandırıcılık, fesat karıştırma… gibi kelimelerin anlamını sorgulamak bile gereksiz olmuş, onlarsız erk sahibi olunamayacağı fikri yaşanan zaman dilimi içinde genel kanı görür oldu. 
Yaşadığımız zaman diliminde alışkanlıklar değişmekte ve farkına varmadan yeni oluşumlara hemen uyum sağlamakta ve kanıksamaktayız. Kanıksamakla kalmıyor hemen alışkanlık haline getiriyoruz! 
Erk sahibi her şeyi yapabileceği fikrine sahiptir, kendisine karşı yapılan her türlü eleştiriyi erke yapılmış bir saldırı olarak görmekte ve düzenlenen yasalar ile kendisini sırça köşkün içinde kasaların bıraktığı sıcaklık ve güven duygusuyla güvenceli olarak hissetmektedir. 
İsmail Cem Özkan


18 Nisan 2014 Cuma

Mankurt!

Mankurt!

Mankurt nedir ve nereden çıktı diyebilirsiniz, kısaca mankurt tanımı ile başlayayım. Mankurt; eski Asya kabilelerinde (eski dediğim barbar kabilelerden bahsederim ki, bunun içinde bizim atlarımız da yer alır.) uygulanan bir yöntemdir. Savaş sırasında teslim alınmış düşman askerinin saçını kazıdıktan sonra yeni kesilmiş bir koyunun ıslak işkembesini o çıplak başa sıkıca geçirilir, savaşçı boğazına kadar toprağa gömülür ve yaşayacak kadar su ve yemek verilir. Saç uzamaya başlayınca kuruyan ve sertleşen işkembeyi geçemeyen saç kılı geri döner ve beynin içine doğru büyümeye başlar. Saç beyne doğru ulaştıkça kurban olan esir asker önce kimliğini, kişiliğini ve de geçmişini unutup mankurt haline dönermiş. Mankurt olan esir asker artık esir değil, kendi kabilesi, ülkesine karşı savaşan bir askere dönüşürmüş. 
Uzun bir zaman önce askerlerin başına çuval geçirildi, şimdilerde grevdeki işçilerde öğreniyoruz ki, o çuvallar ülkemizde Amerika firması adına üretilmiş, bizim emekçinin alın teri ile üretilen çuvallar askerlerin başına geçirilmiş. Neyse ki çuvallar işkembe görevi görmemiş ama sonuçta baktığımızda acaba çuvallar işkembeden mi üretilmişti diye kafada sorular oluşturmuyor değil!
Askerlerin görevi verilen emri yerine getirmektir, onlar için emir verenin niteliği değil emrin içeriğidir. 
Esas vahim olan emir komuta zinciri içinde olmayan ve iktidarın hedefleri yönünde toplum mühendislerin verdiği rolü yerine getirenlerin durumudur. Elbette her birey gönüllü olarak iktidarın eteğinden öpmüyordur, çıkarları gereği ve kaybedeceği şeyler için iktidarın eteğini öpenler ve iktidarın kapı kulu rolünü oynayan bir zümreden bahsedebiliriz. Bunu bilinçli bir şekilde yapanların yanında mankurt konumuna gelmişler de var. Mankurt konumunda olanların kendilerinden bir haber olmaları kadar da doğal bir şey yok. O kadar rollerine kaptırmışlar ki, sanki geçmişlerinde başları kazılmış ve işkembe geçirilmiş gibi davranıyorlar. İktidarın her türlü açığını görmeyen ve açığını meziyet olarak gören ve ona değer veren bir aydın kesimi oluştuğuna şahitlik eder olduk… İktidar kapı kullarını korurken, ‘ben onu yediremem’ mantığı içinde, ‘eğer yedirirsem sıra bana gelecek’ korkusu ile her türlü eleştiriyi; saldırı ve darbe olarak gören bir anlayışı savunmasını başka nasıl açıklayabiliriz? 
Ülkemizde iktidar, iktidarda olduğu için iktidardadır, çünkü onu koltuğundan edecek ne muhalefet vardır ne de ona alternatif bir sistem önerisi. Alternatifsiz olduğu düşünülen ve yerine gelecek olanların da başka alternatifler sunamaması iktidarı iktidar koltuğunda her türlü hatasına, her türlü zorbalığına ve her türlü yalana rağmen kalmasına olanak sunuyor. 
Mankurt her ne kadar insanlık dışı bir uygulama olmuş olsa da yaşananlara bakarak söyleyebiliriz ki bu insanlık dışı uygulama devam ediyor olduğunu anlıyoruz. 
Mankurt’u diğerlerinden ayıran en önemli özellik, geçmişlerinde yer aldıkları kültüre, siyasi iradeye karşı acımasız şekilde saldırıyor olmaları ve kayıtsız şartsız iktidarın gücünü koruması için her türlü özveriyi gösteriyor olmalarıdır.
Greif emekçilerinin mücadelesine sessiz kalan ve hatta ona karşı Amerikan çıkarları yönünde tavır alan sendika ağalarının kafasına acaba birileri işkembe geçirmiş olabilir mi?
Yazıyı kısa bir soru ile bitirelim, içimizde kaç kişinin başına çuval/ işkembe geçirildi?
Aldığı tavırlara bakarak bunu sanırım anlayabiliriz!
İsmail Cem Özkan

12 Nisan 2014 Cumartesi

Kelimeler sizi etkilemeye devam ediyor…

Kelimeler sizi etkilemeye devam ediyor…

İkinci dünya savaşı sırasında yaşanmış ama her savaşta yaşanabilecek bir savaş görüntüsü. Bir manastırda Almanlar tarafından esir alınmış Sovyet askerleri. Sovyet ordularının geldiğini ve savaşı kaybedeceğini gören Alman askerleri manastırı terk etmesi ile başlar Yüzbaşı Vukhov’un gerçeği.
Manastırda bir oda hücreye dönderilmiş, sorgulanmayı bekleyen yedi kişi, çırılçıplak olarak sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Ortalık birden anlamsız şekilde sessizleşmesi… Hücrede kalanlar savaş esiridir ve sorgulanmak için sırayı beklerken, bir de alman askerlerinin onları terk ettiklerini hissederler, o hissin ne kadar doğru olduğunu anlayabilmek için hücrenin yukarıda kalan penceresine ulaşmak isterler. Rubin jimnastikçidir ve insan bedeninden bir kule yapmayı önerir ve yaparlar. Üst üste oluşturulan kulede pencereye yaklaşırken kule devrilir, Rubin anlık olarak gördüğü manzarayı arkadaşları ile paylaşır. Alman askerleri çekilmektedir ama onları hücrede unutmuşlardır ya da bilerek bırakmışlardır. Terk edilmiş bir manastır ve manastırın hücreye dönderilmiş odasında yedi mahkum!
Yedi çıplak mahkum, terk edilmiş manastırda bir hücrede kaderleri ile baş başadır. Onların sesini duyacak ve kapıyı açacak ne biri vardır, ne de ellerinde bir alet, çünkü sorgulanmak için çırılçıplak bırakılmış ve elleri dışında başka aletleri olmayan yedi insan. Dört duvar içinde sağlam bir kilitli kapının arkasındadır. Ne suları vardır ne de yemekleri. Yedi insan beklemekten başka olasılıkları yoktur, birisi görecek ve gelecek onların kapısını açmasının dışında olasılıkları yok!
Manastırlar şehirlerin dışındadır, dağların eteklerinde ve ulaşılması zor yerlerdedir. İnzivaya çekilen rahiplerin çilehaneleridir. Aynı zamanda eğitim yerleridir. O yüzden saldırıya ve rahatsız edilmeye karşı savunması ulaşımın en zor olduğu alan seçilir. Gözden uzakta ve sessizliğin içinde kale gibi korunaklı ama askeri olmayan, mahkumu olan bir yerdir. Yedi savaş tutsağı, bir hücrede, çırılçıplaktırlar. Ne suları vardır, ne da aşları. Yedi insan bir birine bakar, birbirinden güç alırlar ama onunda sınırı vardır. Çünkü susuzluk, açlık; dayanışma ve bir arada olmanın da sınırını çizer.
İçlerinden biri komutandır, o bu çaresiz duruma bir öneri sunar, çünkü toplu ölmek yerine içlerinden biri çekiliş ile hayatından vazgeçip arkadaşları için yemek ve su olursa daha uzun yaşama ve hayatta kalma ihtimali vardır. O ihtimal ortak akıl ile karar alınmış ve saç kıllarından oluşan bir çekiliş yaparlar. En son kalan kıl ilk kurbanın adını açıklayacaktır. Bu seçime katılanlar bunu bilerek ve eşit şartlar içinde seçimini yapacaktır. Kısaca hayatta kalmak için bir kumara evet demişler. İlk çekilişte öneriyi getiren çıkmıştır, o artık ölmek için hazırdır ve son isteği olarak uyumaktır. Köşeye çekilir ve bitkin bir şekilde uykuya dalar ve o uyuduktan sonra Rubin sallanarak ve trans olmuş şekilde ilk cinayetini (!) işler. Elbette savaşta cinayet işlenir ama kimse cinayet demez, çünkü vatanı için adam öldürür ve ölür. Doğaldır aslında. Binlerce yıldır böyle gelmiş ve kimse bunu sorgulamamıştır. Şimdi daha uç bir durum söz konusudur ve içlerinden biri kurtulsun diye biri gönüllü olarak kurban olacaktır, kanı ve eti ile arkadaşlarının yaşaması için yaşamını ve son nefesini verecektir. İçlerinden birinin kurtulması bile önemlidir, çünkü o biri onların yaşamı, kanı ve eti ile özgürlüğüne kavuşacaktır.
Özgürlük!
Özgürlük uğruna ve yaşam uğruna hayatından vazgeçmek!
Arkadaşının yaşaması için özveride bulunmak!
Arkadaşı / sevdiği yaşasın diye gelen kurşunun önüne atlayan bir erin duygusu gibi!
Arkadaşları yaşasın diye ilk kurban olan yine o birliğin komutanıdır. Savaşta cephe gerisinde kalan değil, cephede ön sırada olan kahraman komutanların ruhunun hayat bulması gibidir. Aldığı karara hiç itiraz etmeden boyun eğen ve uyumaya yatan komutanın öldürülmesi ve etinin parçalanması hiç kolay değildir. O en zor adım ilk adımdır ve o ilk adımı Rubin yapar. Göğsün üzerinde eti parçalar ve yer!
Diğerleri de teker teker gelir ve komutanların etini yer, kanını içer!
Bu olay hücrede unutulduklarının on birinci gününde gerçekleşmiştir. On birinci günün akşamında hücrede sağ kalan on kişidir. Etini yedikleri komutanın kafası onlara anlamsız bakmaktadır.
Ölüm, arkadaşlarının yaşaması anlamına gelmektedir. Doğal ve kura sonucunda ölümler birbirini izlerken, kan ve arkadaşının eti ile yaşam kurtulacakları güne kadar sürer. Kurtarıldıkları altmışıncı günde geriye sağ kalan yalnızca iki kişi...
Bilincini yitirmiş Binbaşı Rubin ve Yüzbaşı Vukhov...
Vukhov özgürlüğüne kavuştuğuna inandığı gün, iki Sovyet arkadaşının kollarında yaşama merhaba derken, aslında bu yaşadıklarından dolayı sorgulanacağını ve yargılanacağını anlamıştır. Çünkü aklı başında kalan sadece kendisidir ve yaşananlardan tek sağlıklı kalan kendisi olduğu için yargılanacak ve suçlu bulunacaktır. Çünkü normal şartlar içinde bu yaşananlar olmuş olsa yamyam diye suçlanır ve en ağır ceza alması için toplum onu mahkum eder. Ama şimdiki durum çok farklıdır ve savaş koşullarında gerçekleşmiştir.
Vukhov ;“Ben normal değil miyim? Normal bir yamyam.. Bütün klasikleri okumuş bir yamyam.. Mühendis olmak üzere yetiştirilmiş, atomu tanıyan, yediğim etin bir şey olmadığını, kardeşlerimin ruhlarının hiçbir şekilde tatlarının olmadığını bilen akıllı vahşi değil miyim?”  diye yargılandığı mahkemeye haykırır! “ya ceza verin, ya tedavi edin… Ama benim suçumun niteliğini söyleyin!” diye devam eder yargılayanlara karşı… Sormakta kendisince haklıdır, çünkü suçun niteliği yaşanan gerçeğin anlatıldığı kelimelerdir, yaşanan gerçek ise Vuhhov’un bilincindedir ve henüz tazedir. Yargılayanlara der ki; “Sizler, yargılayanlar, hiçbir şey görmediniz.. Sizi ürküten sözcükler yalnızca!”
Gerçek; kelimeler midir, yaşanan mıdır?       
Sorular sorar, cevaplar bekler gibi. Ama yargılayanlar cevap veremez, bilinç bunu algılayamaz. Cevaplar daha çok soruları ortaya çıkarır… Hiçbir değer; ne din, ne ahlak ne de bilim yaşanan gerçeği sorgulayamaz, sadece kelimeler ile anlatılan gerçeği algılamaya çalışır ve kendi kafasından başka gerçekler yaratır.
Midesi bulanan, başı ağrıyan, nefes alırken nefes düzeni bozulan bir şeyleri hisseder ama…
Vukhov arkadaşlarının etini yemek ve kanını içmekten dolayı yargılanmak istemektedir. İşlediği suçun onulmaz acısını ceza çekmenin acısıyla dindirmek için değil, işlenen cinayetlerin bireysel bir suç olmadığını, ortak bir sorumluluğun sonucu olduğunu kendisini yargılayacaklara anlatmak istemektedir. Hatta görev talep eder, “ben bir askerim” der, “ölmek ve öldürmek benim görevim, arkadaşım için canımı vermek de!”
Savaşı ve yaşananları sorgular.
Algıları ve gerçekleri mahkum eder!
Savaş suçu işleyen ve onları orada çırılçıplak bırakanlar mı, yoksa onları savaş cephesine sürenler mi?
Onları hücrede kaderleri ile baş başa bırakan ve uzun süre o hücrenin olduğu manastıra gelmeyen kendi ülkesinin askerleri mi?
Kader çizgisini yazdığına inandığı tanrı mı?
Suçlu kim?
Arkadaşının etini yiyen ve şansından dolayı hayatta kalan Vukhov mu?
Mahkeme önünde o da olmayabilirdi, şanslar eşitti, o değil de başkası da yaşayabilirdi ve savunma yapmaya çalışabilirdi. Tek suçu yaşamak mı?
Vücudunda organlarının normal olarak çalışması ve sağlıklı olduğu kanaatini tıp bilim adamlarının söylemesi mi onu suçlu kılıyor? Ya kelimeler ile anlatılmayan gerçekler?
Vukhov suç işledi mi, yoksa arkadaşlarının bilinçli bir tercihi sonucu yaşamaya mahkum olmuş olan bir kader suçlusu mu?
Tarihin karanlık sayfalarında kalan ve kelimelerin gerçekleri bugünde yaşamaya devam ediyor. O kelimeler sahne tozunun üstüne alın teri olarak düşmekte. Zafer Diper muhteşem bir performans ile kelimelere hayat vermekte ve o kelimelerin gücü ile yargılayan bizleri yargılamakta ve geleneğimizi, birikimlerimizi ve hayata bakışımızı sorgulamaktadır.
Zafer Diper, bu oyuna hayat verirken mimiklerinden, ses tonundan, kırılan ve ezilen kelimelerin bilinçli vurgusundan ve de elleri ile gerilimi, arkadaşının son nefesinin verilişini canlandıran eller birden yargılayanların boğazına gitmekte ve nefes alışınız hızlanmaktadır. Oyun sahnededir ama oyun değildir, yargılayan ve yargılananlar bir sahnenin önünde buluşmuş ve rahatsız eden kelimelerin gerçekleri ve yaşananların çatışmasına şahitlik ediyoruz. Bizler seyirci olarak yargıcız, midemiz bulanmakta, başımız ağrımak da ve nefes düzenimiz bozulmaktadır. Gerilim oyunun konusu anlaşılmaya başlandıktan sonra ince ince Zafer Diper’in sesi ile bilincimize işlenmektedir. Mimikler, el hareketleri, vücut dili bizi o manastır hücresine götürmekte ve fısıldamaktadır. Savaş işte böyle bir şeydir… Savaş sadece cephede ölüm ve yaşam mücadelesi değil, bir de mahkum olmak ve bir manastırda unutulmaktır.
Siz eğer o hücrede olsaydınız ne yapardınız?
Toplu intihar mı, yoksa arkadaşınızın etini yiyerek, kanını içerek yaşamak mı?
Komutanınız size ölün derken ölümü göze alıp gelen kurşunun önüne atlayan mı, daha kahraman, arkadaşının etini yiyerek hayatta kalan mı daha kahraman?
Komutanınız size öl ya da düşmana inat yaşa derken, emir verirken ona uymak mı daha ahlakı, ret etmek mi?
Savaşa kimse gönüllü gitmez, elbette istisnalar olabilir ama fakir, fukaranın çocuğu savaşa gönüllü gitmez, yasalar ve töreler öyle dediği için gider ve orada vahşeti, insanlık dışı her şeyi yaşar ve görür. Şansı varsa eve döner, yoksa savaşa katıldığı tarafın kahramanı ve şehidi olarak ailesine tebligat olarak ulaşır. Toplu mezarların içinde tanınamaz halde bir metal kolye olarak adı kalır. Toplu ölümlerde ölen bireyleri kimse anımsamaz ama yaşayanlar zaman içinde anılarını toplamaya çalışanlar için kahraman bile olabilir. Savaş, kelimelere sığar ve yaşanan gerçeği ortadan kaldırır, kazanan tarafın kahramanlıklarını tarih kitaplarına altın harfler ile yazarlar. Ya gerçek??
Yazılmayan ve mahkum edilen gerçekler?!
Arkadaşlarının etini yediği bilinen ve yediğini saklamayan Vukhov, sizce savaş suçlusu mu?
Vukhov der ki; “Sizler, yargılayanlar, hiçbir şey görmediniz.. Sizi ürküten sözcükler yalnızca!”
İsmail Cem Özkan


Yazan Barry Collins
Çeviren Enver Özen
Yöneten Zafer Diper
Oynayan: Yüzbaşı Andrei Vukhov / Zafer Diper
(Avni Dilligil Tiyatro Ödülü - OYÇED Sürekli Başarı Ödülü)



4 Nisan 2014 Cuma

Suni denge yeniden kurulurken…

Suni denge yeniden kurulurken…

Toplum ile devlet arasında bir denge her zaman söz konusundur. Devlet varlık sebebi iktidarda olanın çıkarını savunurken, halk kitlesi üzerinde bir öyle denge kurar ki, halkın devleti ve iktidarı ele geçirilmesini önler. Buna göre halk ve devlet arasında gönüllü itaat değil mecburi uzlaşı vardır ve "güç" bu dengeyi sağlayan temel unsurdur.
Devlet bir yandan militarist baskı aygıtlarını ön planda tutarken, diğer yandan ideolojik baskı aygıtlarıyla da saldırılarını kitleler nezdinde meşrulaştırmaya başarmıştır, böylece halkın devlete karşı yönelmesinin önüne geçilmiş ve bir suni denge oluşturulmuştur. Suni dengenin bir diğer ayağını da “nisbi refah” oluşturmaktadır. Bu göreceli olan refah bireylerin var olan haksızlıklar karşısında devlet mekanizmasına karşı itiraz etme hakkı elinden alınmıştır, çünkü bireyin kaybedeceği ve riske girmesini engelleyen göreceli kazanımları vardır. Bu kazanımlar ve çıkarsal ilişkileri var olan denge içinde bireyin hareket alanını belirlemekte ve kontrol altında tutmaya yaramaktadır. “Büyük biraderin” bir silahı konumundadır.
Denge öyle ince bir çizgi içindedir ki, her an ortam hazır olduğunda devletin aleyhine işleyebilecek konumdadır. Onun için bireyin eğitimi ve algılayışını düzenleyen eğitim kurumları ve medya bu algının oluşmaması için birey üzerine her türlü bilgi kirliliği yaratılması devlet için hayatidir.
Eğitim sistem için bireyi oluşturur ve sistem karşısında yer alamaz. Devlet için birey eğitimin temelidir. Eğitim de insanlara korku öğretilir, o yüzden tarih hep kazananları anlatırken, diğer yandan bireyin bilinçaltına korkuyu işler. Kazananlar hep iktidarda olanlardır!
Potansiyel sistem karşıtlarını sistem değişik projeler ile sistem içine bireyi dahil eder ve ondan kendisini, çevresini ve ilişiklerini proje adı altında kendisine bilgi vermesini “gönüllü” yaptırır. Proje amacı ve zamanı belli olan bir ilişki biçimidir ve bu işten en karlı çıkan elbette projeyi finans eden ve amacına uygun para verendir. Projeyi proje yapan belirlemez, var olan amaç için bireyler o projeye başvuru yapar ve nisbi olarak refah içinde yaşamasını bir süreliğine bireye kazandırır. Projeler var olan suni dengenin devamı için son otuz yıla bulunmuş en önemli silah olarak yaşantımızın içine girmiştir. Projeler ile bireyler var olan sosyal ilişkileri kendi çıkarları yönünde kullanmış, maddi kazanım sağlama yoluna giderek bireyler arasında “güven” ilişkisini ortadan kaldırmıştır. Bu da devrimci ve ilerici olması gereken ilişkilerin daha da bozulmasına ve hatta yok olmasına sebep vermiştir. Son yaşanan referandum ile bu ilişkilerin bozulması çıplak olarak ortaya çıkmıştır, iktidara ve sisteme muhalif olması gerekenler küçük çıkarları için iktidar yanında yer almış ve iktidarın bir anlamda daha da güçlenmesi için olanak sunmuşlardır. Suni dengeyi iktidar lehine güçlendirmişlerdir.  
Bugün yaşadığımız her türlü kirliliğin temelinde dengenin devamı için önemlidir.
Her türlü bilgi kirliliğine, kirli ilişkilere rağmen var olan suni denge bir anda var olan çizginin silinmesine yol açıp, kendiliğinden bir halk ayaklanmasına dönüşebilmektedir. Bunun en güzel örneğini Gezi Direnişi sırasında gördük. Her türlü bilgi kirliliğine, korkutmaya rağmen halk günlerce süren ve tüm aile bireylerinin katıldığı ve direnişe sahip çıkan bir hareket ile karşı karşıya kaldık. Gezi Direnişi geçmişin “devrimci” ama kirlenmiş ilişkilerine rağmen kendiliğinden ve yeni kuşağın isyanı olarak tarih sayfamıza yazılmıştır.
Gezi direnişi var olan “suni” dengeyi bozmuş olmasına rağmen, devamlılığını sağlayamadığı için bu denge var olan devletin lehine şimdilik sonlanmış gözükmektedir. Gezi Direnişi göstermiştir ki, var olan iktidar ve muhalefet partileri bir karşılıklı işbirliği içinde ve bu işbirliğini Taksim meydanında yaşanan direniş ile teşhir etmiştir. Direnişin hiçbir aşamasına düzen ile ilgili olan siyasi partilerin boy gösterememiş olması, bu dengenin tarafların kimler olduğunu ilanı olarak okunabilir.
Yaşadığımız zaman diliminde iktidar, iktidarda olduğu için iktidarda değildir, muhalefet partilerin çıkarlarına uygun olduğu için iktidardadır. İktidar partisinin başarısından daha çok, muhalefet partilerinin iktidarı desteklemesi iktidar partisinin iktidarda kalma sürecini uzatmış ve toplum içinde var olan çelişkinin derinleşmesine daha da büyük katkı sunmuşlardır. Bugün iktidar; muhalefet partileri ile bir denge içinde devlet yapısını işleyişini yönlendirirken, halk ile aralarında “zora” dayalı olan dengenin her an bozulabileceği riskini Gezi Direnişi sürecinde görüldüğü gibi olduğunu okuyabiliriz.
Bu denge suni bir dengedir ve bunu bozacak olan devrimci bakış açısı içinde kendiliğinden halk hareketleri olmaması gereklidir, eğer devrim için örgütlenmiş bir sınıf temelli parti veya partilerin varlığından bahsediyorsak, fakat ortada iktidarı zorlayacak ve halk iktidarını oluşturabilecek ortada ne siyasi partiden, ne de başka bir organizasyondan bahsedebiliriz. Zaman zaman bozulan dengenin iktidar lehine yeniden oluşturulmasının temelinde de işte karşı bir örgütlü gücün olmaması yatmaktadır.
Yaşadığımız son yerel seçim ile muhalefet ve iktidar partisi arasında göreceli bir cephe kurulmuş ve cephe ile suni denge korunmasına özen gösterilmiştir. Bu tartışmalar bir anlamda iktidar partisini desteklerken, muhalefete göreceli başarı sunulmuştur. Bu da toplum içinde var olan hoşnutsuzluk ve isyan duygusunun başka bahara bırakılması anlamına gelmektedir.
Ortada suni bir denge var, o suni dengeyi devrimciler bozar dedim, ama devrimciler bozuldu!
Yeni suni dengeler yaratılırken, bu dengelerin içinde muhalefet ve iktidar devlet çıkarı ve bekası için yeni arayışlarını bireyler üzerinden yapacaklardır. Sistem tartışılmadı ve var olan çelişkileri ile; katilini koruyan, cinayetlerin üstünü örten, hırsızlık, yalancılık itibar kazandığı bir yeni denge içinde yaşamaya devam edeceğiz gibi…
Böyle gelmiş, yalan ve açıktan hırsızlık ve eş dost kayırmacılığı… ile birlikte böyle gider manasında bir seçim yaşadık...

İsmail Cem Özkan

2 Nisan 2014 Çarşamba

Her seçim bir ders barındırır içinde…

Her seçim bir ders barındırır içinde…

Seçim dönemleri sonunda bir değerlendirme yapılması olağandır ama bizim gibi ülkelerde ise olağanüstüdür, çünkü her değerlendirme bir ayrılık demektir. Her ayrılık ise daha da yok olan sol demektir. Parçalana parçalana, dibe vura vura yukarıya sıçrayacağını sananlar, kendi küçük cemaati içinde Beyoğlu barlarında dünya devrimi yaparken bulur kendisini… 
Her seçim bir şeyleri anlatır, anlatır anlatmasına da her bir grup, birey kendi işine geleni duyar, yeni bir projektör arar önünde durmak için… Gölgesine bakarak büyük olduğunu sananlar, yine gölgelerinin büyüdüğünü söylerler. Doğru, gölgeler büyür, ışığı ayarlamaya bakar!
Ülkemiz sürekli kırılma yaşıyor, her kırılma dönemleri toplum içinde yaratılan ayrılık çatlağı daha da derinleşmede, cepheler soyut olmaktan çıkıp, somuta doğru biçimleniyor. Yeni bir dünya içinde, yeni bir toplum yaratılırken, zeminini kaybetmiş sol, yeni zemin yaratamadan, olayların peşi sırasında günlük çözümler ile koşar buldu kendisini. Sol planlı, teorisi olan ve pratiğini teorisine göre uygulayan, sınıfsal bakışı olan bir evreni temsil ederken, liberal politikanın rüzgarı içinde teoriyi bir yana atmış, çıkarlarına uygun günlük değişen müttefikler ile kendisini tanımlamaya girişmiştir. 
Bu seçim göstermiştir ki, (gerçi her seçim gösteriyor) devrimci gelenekten gelen tüm siyasi partiler, dernekler, dergi çevreleri... vb. Türkiye’yi kucaklayamadı. Bırakın Türkiye kucaklamayı temsil ettiği sınıfı bile kucaklayamadı. Hangi sınıfı temsil ettiği sorarsak, teoride işçi sınıfından bahsedenler, pratik içinde işçi sınıfından uzak, orta sınıfın oyunu kapma yarışı içindeler. Seçim dönemlerinde sloganlarda, afişlerde sınıf vurgusu yapılır ama sınıf içinde daha çok muhafazakar partinin varlığı hissedilir. Oyları onlar alır, ayak takımı olarak kabul edilenler; liderlerini yedirmemek için (para aldıkları sürece) mücadele ederler “Adam İzindeyiz!” dövizleri taşırlar. Hırsıza en büyük değeri verirler, belki o paradan Allah adına bir pay almayı beklerler, seçim mitinglerine gidenlere sokak dili ile söylersek bir sakal sıvama cep harçlığı verilir, ellerine bir dürüm ve ayran ile gün kurtarılır… sol ise neden oy alamadığını dahi hesaplamaz ama alınan küçük bir oyda kendi emeklerinin ne kadar fazla olduğunu ve iyi çalışma yapıldığına dair teori yazılar yazılır. 
Bazı konularda netleşmek gereklidir, ortada konuşmak, yuvarlak cümleler kurarak Türkiye sorunları tahlil edilemez. 12 Eylül yenilgisinden sonra bir araya gelemeyenlerin bundan sonra bir araya gelebileceğine inancım zayıf, çünkü bugün ki dağınıklıktan, politikasızlıktan bire bir sorumlu olanlar bu dağınıklığa yol açanlardır. Öncelikle dağınıklığa yol açan ve “her şeyi ben yaptım” diyenleri tarihin dehlizine atıp unutmaktan geçer. Ne olacaksa onlarsız olacaktır. Onlar yenilginin birinci derecede sorumlularıdır, yenilgi sonrası yaşanan dağınıklığın da sorumlularıdır! İddialı slogan bulmakta kabiliyetli olanlar, attığı sloganı hayata geçiremeyen zavallı konumunda ve inanılırlığını kaybetmiştir. Attığı sloganın altında ezilenler, gereklikleri yerine getirmeyenler her zaman olduğu gibi bahane bulma konusunda da uzmandırlar, çünkü kendilerini yalanlayabilecek gerçek ve ciddi bir rakipleri yok! 
12 Eylül’de bir defa yenildiler, anlarım; derim ki, panzer üstlerinden geçti. Cezaevinde genelde direniş hattı kuramadılar. İdam korkusu yüzünden hatta bir bölümü tek tip elbise giydi, örgüt dahi olamadılar... Hadi olağanüstü koşullardı... Ya o yılları takip eden yıllar? Bitirilmeyen süreçler... Proje ürünü olarak ortaya çıkan parti... Yayın organları... Bir zaman ittifak kuracak kadar oy almış bir yapı, sonra sürekli yenilgi dönemi... Bitmeyen ayrılmalar, ayrılıp ayrılıp yeni yayın organları çıkarmalar... Son seçim ve “game over” sözü iktidar için beklerken, “game over” bir bakmışsınız sol geleneğe deniyor... Diyecekler ki gazete satışı iyi, iyiye gidiyoruz! Dergi çevresinden gazete çevresine büyük gelişme! Bir bölümü de diyecek ki, bizim web sayfamıza tıklama oranı milyonları buluyor!  İyiye gidiyoruz! Elbette iyiye gidiyoruz, rahmet ve ışıklar içinde... Ölen arkadaşların arkasından dediğimiz sözler geliyor aklıma; “ışıklar içinde...” 
İyiye gittiğine inananlar yan yana gelemez, hep iyiye giderler...
Her seçim dönemi sonu içinde dersler barındırır, duyabilene… Bazıları sadece istediklerini duyar, diğerlerini yok sayar… Yok sayılanlar ise bizi büyütmez ve sürekli daha dar çevre içinde birbirimiz ile kavga edecek ortam hazırlar. Bazılar da piyasa koşullarına göre, gelenek ilişkilerini kullanarak projeler yapar, onun ile hayatını yönlendirmeye çalışır. 
Her seçim dönemi yeni müttefikler bulunur ve yeni müttefiklerin yaptığı hatalar ile seçimi kaybederiz! Oradan ders alırız, suçu hiç kendimizde aramayız!
İsmail Cem Özkan