Galata Gazete


30 Mart 2015 Pazartesi

Örtülü cinayet!

Örtülü cinayet!

Devlet kendisini korumak adına bir çok yan örgüt kurar ve bu örgütler her daim örtü altındadır ve bu örtüyü devletin gizli kasasından finans ederler. Çünkü devletin kamuoyunda görülmesini istemediği yüzü bu örtü altındadır. Örtü sadece devletin değil, uluslararası güvenlik kurumların oluşturmuş olduğu ve kara parayı kontrol altında tutacak olan yapıları da örtü altına alır ve destekler. Ulus devleti mantığının dışında evrensel olarak oluşturulmuş kurumların yan örgütlenmeleri de bu örtü altındadır ama devletin ne kadarından haberi vardır bilinmez, çünkü örtü altında oluşan karanlık noktalarda bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz olaylar ve olgular oluşmakta ve dağılmakta ve de yeniden oluşturulmaktadır. 
Devlet temel varlık sebebi, var olan sistemin korunması ve kapitalizmin ihtiyacı olan güvenlik şemsiyesini istenilen yerlere kadar uzanmasını sağlamaktır. Burada amaç evrensel olarak işleyen kapitalist sistemin işleyişine yönelik olabilecek saldırıları bertaraf etmek ve sistem için gerekli olan kara paranın kontrollü bir şekilde yirmi dört saat hareket halinde olmasını sağlamaktır. Kapitalist sistem kara paraya ihtiyaç duyar ve bu paranın kontrolü bir şekilde lazım olan yerlerde kullanılmasını sağlamaktır. 
Kara paranın kontrol dışına düşmesi demek, kapitalist sistemin felç olması anlamına gelir yani öngörülmeyen yerde kapitalist sistem dışı bir sistemin oluşması ve yaşaması için olanak doğabilir ki, bu sistemin işleyen çarkının dağılması anlamına gelir. Kapitalizm kendisinden önce yaşamış olan tüm sistemlerin birikiminden yararlanan ve kendi sistemini daha uzun yaşayabileceği ortam hazırılar. Kendi içinden doğan ve doğal düşmanı olan işçi sınıfının sürekli parçalanmasını ve gücünü toplayamaması sistem için önemlidir. O yüzden kapitalist sistem kendisi ile işbirliği yapan sendikaları kurur ve yönetir. Bu sendikaların kontrollü olması içinde göreceli olarak özgürlükler tanınır ve o özgürlükler içinde hareket etmelerini devletlerin öznel durumlarına göre olanak sunar. Her ülkede sınıf sendikacılığının hareket alanın farklı olmasının nedenleri işte bu özgün koşullara uygun örgütlenme modelinin uygulanmasıdır. 
Kapitalist sistem ile mücadelenin günümüz koşulları içinde artık coğrafya, etnik kimlik, din ile mümkün olamayacağını yaşanan son otuz yıllık tarihimize bile baktığımızda görebiliriz. Kapitalist sistem ulus devleti kurdurulan borsalar ve özelleştirme ile parçalamış, yarı ya da tam bağımlı devletler konumuna getirmiştir. Üretim artık tek bir coğrafya üzerinde kurulu devletler üzerinden değil, parçaları değişik ülkelere dağıtılmış, montaj sanayinin gelişimine olanak sunmuştur. Bir marka değişik ülkelerde kendi malının bir parçasını ürettirerek, hem tekelci konumunu global hale getirmiş hem de kontrol dışı oluşabilecek olan yapılanmalara karşı da önemlini almış oluyor. Bir işçi artık hangi ürünün hangi parçasını ürettiğini bilemez konumundan çıkmış, ürettiği parçanın ne işe yaradığını dahi bilemez konuma gelmiştir. Bilgi teknolojisine dayanmayan, bir makinenin bir dişlisi konumuna kadar indirgenen işçi, yerine istihdam edilebilecek binlerce işsizin gölgesi altında çalışmaya çalışmaktadır. Aynı zaman dilimi içinde eskisine göre daha fazla mal üretmesine rağmen, eskisinden daha az gelir ile yaşamaya ve tüketmeye çalışılmaktadır. 
Sınıflar arasında uçurum artıkça eğitim artık sosyal devlet kavramı içinde olduğu gibi eşit değil, paraya göre eğitim, ihtiyaca göre mesleki eğitim şekline dönderilmiş, sağlık sektörü sanayileştirilerek parasına göre sağlık hizmetinden yararlanılan klasik bir ticarethaneye dönderilmiştir. Hastalar artık müşteri konumundadır ve ilaçlar parası olanın parasına göre üretilmekte ve sunulmaktadır. Aynı marka ilaçlar fiyatına göre (değişik renk paketler içinde) etki dozu ayarlanarak piyasa sürülmektedir.  İlaçların satışı ve sunumu için gerekli eğitimin de artık gereksiz olduğu, her hangi bir marketin rafından alınacak şekilde piyasaya sürülmeye başlaması tesadüfi değildir. 
Örgüt para demektir, para varsa ortada örgüt olmak için önemli bir koşulun ana damarı olmuş demektir. Kara para sistem ile mücadele etmenin ön koşuludur, kontrol altında para ile sistem içinde demokrasinin göstergesi olarak kullanılan seçime dahi girilemez. Seçime girmiş partilerin her birinin kaynağını açıklamayacağı parası olması kadar doğal bir şey yoktur. Seçimi kazandıktan sonra bu kaynakların çıkarlarına yönelik ekonomik / siyasi kararların alınması şaşırtıcı değildir. Para olmadan günümüz koşulları altında artık şehrin semtleri arasında bile gidilemezken, paralar bankaların İBAN numarası aracılığı ile Amerika’da yer alan bir merkez tarafından incelenmekte ve bireysel hesaplar dahi kontrol edilmektedir. Kullandığımız otobüs kartları, banka kartları ve cep telefonumuzda ki kartlara kadar her şey kontrol amaçlı üretilmiş ve bireylere cazip hale getirtilerek kullanmaları sağlanmıştır. Bu kartlar içinde yer alan teknolojinin nüfus cüzdanından - pasaporta kadar kimliklerin içine de yerleştirilmesi ve evrensel olarak kullanılan standartlara uygun şekilde zorunlu kullanıma sürülmesi tesadüfi değildir. Düşünebiliyor musunuz, her ülkede prizler farklılık gösterirken kimlikler ve tüketim kartlarında bir standart vardır. 
Bir devlet içinde paranın örtülü olarak kullanımı tek bir merkez tarafından yapılması geleneksel olarak vardır, örtülü ödenekten aktarılan paralar yan yapılar tarafından kullanılması ve kontrol dışında tutulması bu geleneğin içindedir. 
Örtülü ödenek olan devlette hangi işler yasalara uygun hangileri değildir araştırması yapabilecek her hangi bir makam olamaz, çünkü her durdurulan tır bir bakmışsınız örtülü ödemek ürünü çıkmış, durdurana hapis ve sürgün az bile olur... 
At izi it izine karıştığı yerde kim kimdir, kim hangi örgütün elemanıdır, kim kime bilgi taşıyor ya da bilgi getiriyor diye sorgulama ihtimali ortadan kalkar, çünkü her şeyin üstüne bir örtü örtülür.
Devlette yorgan, ayağa göre değil örtüye göre uzatılır ve sistemin çıkarları ve korunması olarak örtülü olarak varlığını korur. Bu devlet organizması içinde her daim vardır ve devlet var olduğu sürece varlığını koruyacaktır. 
Örtülü ödeneklerin olduğu devletlerde düşman yaratılır ve o düşmen ile savaşılması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü savaş olduğu sürece ve savaştan yararlanan büyük tröst firmalar ahtapot gibi dünyayı sardığı sürece savaşlar eksik olmayacak ve savaşlar olduğu sürece kimse bu örtülü olan şeyleri sorgulayamayacak ve gündeme dahi getiremeyecektir. Elbette devlet mekanizması içinde bu ödeneği suistimal eden liderler olabilir, ancak o suistimaller sistemi tehlikeye sokmadığı sürece göz yumulur ama tehlikeye soktuğu an bir savunma duvarı bu ödeneklerin kurumları önüne bir anda çıkabilir. 
İsmail Cem Özkan



29 Mart 2015 Pazar

Kendime baktım!

Kendime baktım!

Kendime doğru dönüp baktığımda acaba derim ben grupçu muyum, sanırım değilim ama önyargılarım çok keskindir ve önyargımın parçalanmasına genelde izin vermem, çünkü o önyargı yılların birikimi ile oluşmuştur ve içinde binlerce deneyin sonucu yatar. Ama çevreme bakıyorum, "genelde" insanlar grupçu. Yani kendi cemaatleri içinde yaşayan ve cemaat dışına düşmekten korkan, kendisine güvenmeyen bireylerden oluşuyor. Çünkü kendisine ait olmayan düşünceyi bile kendisinden çıkmış gibi savunur gözüküp, içselleştirmediği yaşama bakışı içinde çelişkiler içinde sağa sola dalgalanırken bile cemaat içindeki ilişkileri dikkate alıp, onun ile birlikte hareket etmeye çalışmasını uzaktan izliyorum.

Denizde bir kayık, dalga kayığı sağa sola sallarken, içinde olanları da aynı ivme ile sallamaya devam eder. Kayıktan denize atlamayı, yüzmeyi kimse göze alamaz, çünkü dalga her an insanın nefes borusuna kaçan bir su damlacığın içinde barındırır. Korkudur insanları bir arada tutan.

Cemaat ilişkilerinin temelinde korku vardır. Korkunun biçimlendirdiği bireylerin özgür olarak düşünce üretmesi ve kendi düşüncesine sahip çıkması beklenemez. Bu bireyin dinci, sağcı, solcu gibi aidiyetler taşımasının pek anlamı yoktur, çünkü hepsi bir birini taklit eden ve birbirinden etkilenen ve kendini tanımlarken başkasının üzerinden anlatan bireylerin oluşturmuş olduğu birliktir. Her cemaat heterojendir ama homojen gibi hareket eder, homojen gibi gözükmeye özen gösterir...

Sözün başına döneyim, insanlar, cemaat grupçusudur ve kendi cemaatinin düşüncesi dışında ki tüm düşüncelere ve hayat biçimine kapalıdır.

Ben grupçu olmadım ama bana karşı grupçu zihniyet ve aidiyet duygusu ile hareket edenlerin davranışlarına muhatap kaldım. Grupçu zihniyet ile hareket eden arkadaşlarımı birey olarak ele aldığımda tek tek çok iyiler ama bir araya geldiklerinde Martin Luther'in sözü ile söyleyeyim “bir domuz boku” gibi oluyorlar. Birey olarak her biri çok iyi insanlar ama cemaat dışına kalma korkusu yüzünden ne yazık ki cemaattin farklılıklar ile birlikte yaşama karşı örmüş olduğu duvar içinden dışına çıkamıyorlar. Dış dünyadan ne yazık ki korkuyorlar.

Bir arada yaşamayı içselleştirememiş, farkı düşünce özgürlüğünün özgürlüğün kendisi olduğunu kavrayamamış, toleranslı olamamış bireyin hangi cemaate üye olduğu beni açıkçası hiç ilgilendirmiyor, çünkü cemaatlerin durduğu yerden bağımsız olarak ilişkiler ve etik kuralları bir birlerine benziyor...

İşte benim önyargım burada başlıyor ve grupçuları yanımdan uzaklaştırıyorum. Huyum kurusun ne yapayım, kokan insanlar ile yan yana ancak otobüslerde ve İstiklal Caddesi’nin koşturması sırasında olabiliyorum...

Her gruba eşit mesafede yaklaşırım ama her grup bana eşit mesafeden yaklaşmadığını, işi düşünce beni arandığını ve ‘bedava iş’ yaptırmak için kısa süreli gururumu okşayarak işi yaptıracağını düşünen cemaat ‘uyanık’ bireyciliği rolünü karşımda oynarken görürüm. Ve ilginç tarafı benden aldıkları her pozitif davranışı, ‘kar elde ettik,’ ‘kandırdık’ mantığı içinde baktıklarını bana hissettirmeleri. Cemaat çıkarını öne alarak benden faydalanmayı insanlığın doğal yasası gibi gören ve hatta bunun teorisini yapanlarda da şahit oldum.

Dayanışmayı tek yönlü gören, kendi cemaatinin yararına davrandığım sürece benim ile ilişki içinde olan, işi bitince arkasını dönen bir çok kişi çevremde oldu, olmaya da devam edecek ne yazık ki. Sonra diyecekler ki; “geleceği hadi birlikte kuralım”. Bu sözde bile kandırmaca var olduğunu görüyor ve biliyorum. Gelecek dediği cemaatin çıkarına olursa ok (tamam), olmazsa "tu kaka" dır.

Artık sıkıldım; cemaat ilişkisi içinde olan ve kişiliğini cemaat dışında gösteremeyen ve cemaat örtüsü altında kendisini ifade edenlerden. Geleceğin güzelliğinden bahsediyorlar, aslında hepsi durumundan memnun ve değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar, çünkü değişim; cemaat ilişkisinin yeniden oluşması demektir ki, kimse bu riski göze alamaz. Alışkanlıklar bozulamaz, bozulduğu an yeni düzenlemede hangi rolü oynayacağını bilemezler, boşlukta kalmış bir atom taneciği gibi yaratmış olduğu duvarlara gidip sert olarak vurur ve savrulur. Cemattin ilişkisi içinde kendisini tanımlayanların çoğunluğu ‘denizden çıkmış balık gibi’ nefes almaya zorlanır. Nefesiz kalma korkusu elbette cemaatine biat etmeye olağan karşılamasını sağlar. Ve solcu olduğunu söyleyen ve ‘tek değişmeyen şeyin değişimin kendisini olduğu’nu savunan genel kabul gören doğrudaki değişimin aslında istikrarlı ve değişmezliği ‘sonsuz’ gibi görmeye devam ederler.

Grupçu bakamıyorum hayata ve hiç bir grubun çıkarı ve geleceği beni fazla ilgilendirmiyor. Çünkü kendimi ait olarak gördüğüm bir grubum yok, içinde kendimi tanımlayabileceğim çevremde yüzlerce değişik grup var ve tanımlayabildiğim kadar o gruplar içinde söz söyler ve ayrılırım. Söz söylediğim ve karşılıklı dayanışma olduğu sürece o grubun içinde yer alırım, tek yönlü ve sadece ben verici olduğumu hissettiğim an; o grup benim için tarih olmuştur! Tarih olan yüzlerce grup var çevremde ama sadece benim dışımdalar.
İsmail Cem Özkan


24 Mart 2015 Salı

Nüfus çoğalınca ne oluyor?

Nüfus çoğalınca ne oluyor?

Devletler, kendi nüfusunu artırmak için kendi egemenlik toprakları altında yaşayan ailelere ve çocuk yapabileceklere bir çok teşvik vermektedir. Yeter ki nüfus artsın!
Evrenimizin sınırları bellidir ve üzerinde yaşayan canlıları besleyebileceği kaynağı kıttır ve o sınırına yakın bir döneme doğru geçtiğimizi bilim insanları belirtmektedir.
Nüfusun artması, savaşları kaçınılmaz kılmakta ve kıt kaynakların daha da kirlenmesi anlamına gelmektedir. Her üretilen çöp, yer altı ve üstü kaynaklarımızı yok etmekte ve üretim için ayrılan alanların da yok olmasına sebep olmaktadır. Kaynakların kıt olması onları birer ticari metaya döndürmektedir.  Sanayinin bir parçası olan kaynaklar için insanlar, birbirinin üzerine basarak o kaynağa ulaşacaktır ya da doğanın onlara vereceği cezaya kayıtsız teslim olacaklardır.  
İnsanlık, doğa karşısında hakim ve kontrol ediyor olarak algılanabilinir ama doğa her zaman insanın bu algısının yanlış olduğunu zamanı gelince en acımasız şekilde göstermektedir.
Her canlı çöp üretir, üretilen çöplerin bir şekilde ekolojik dengenin üstünde olduğunda çevreye zarar verir ve var olan ekolojik dengenin bozulması anlamına gelmektedir. Denge bir bozuldu mu, doğanın yeni bir dengeye ulaşması öyle kolay değildir, çünkü doğanın alışık olduğu zaman döngüsü, biz insanların son yıllarda yakaladığı zaman döngüsünden farklıdır ve daha ağırdır. İnsan doğa döngüsünü bozmak ile kalmamış, kendisi için işleyen zaman döngüsünü de hızlandırmıştır. Eskiden daha uzun zamanda yapılan işler, teknolojinin gelişimi ile daha kısa zamanda yapmaktadır. Örneğin insan dünyanın her yenide daha ucuz, daha hızlı bir şekilde ulaşmaktadır. Elbette ulaşımda ki bu gelişim, kendi doğası içinde yaşayan bakterilerin, virüslerin, canlılarında hareket etmesi anlamına gelmektedir. Afrika’da görülen bir çok salgın hastalık, birden başka ülkelerde yayılmakta ve önlenemez bir salgın hastalığa dahi dönebilmektedir.
Her yıl ülkemiz üzerinde bu topraklara ait olmayan canlıların yaratmış olduğu zehirlenme sonucu bir çok insanımız hayatını kaybetmektedir. Virüsler her sene farklı isimler altında salgın hastalığa sebep olmakta ve önlem alınmadığında kitlesel ölümlere de sebep olabilmektedir. Gerçi bu kitlesel ölümlere sebep olan virüslerin bir bölümü laboratuvar ürünü biyolojik silah denemesi sonucunda da olmaktadır.
Son yıllarda bilim insanları, bizleri uyaran bir çok açıklamalarda bulunuyorlar, çünkü bu şekilde nüfus artmaya devam ederse kendi sonumuz yanında dünyamızda bizim ile birlikte yaşayan canlılarında tükeneceği konusu vurgulanıyor. İnsan nüfusu kontrol edilmeli ve azaltılmalıdır, aksi halde dünyanın üzerinde dengesiz şekilde var olan tüketim çılgınlığı kaçınılmaz sona doğru bizi savurmaktadır.
Dünya her gün daha da kirlenmektedir, her hangi bir yerde ki kirlilik evrensel olarak hepimizi etkilemektedir. Bir yerde patlayan bir yanardağ, dünyanın öteki ucunda bizlerin daha az güneş almamızı tetikleyebilmekte ve kıtlık ile karşı karşıya kalmamıza sebep olabilmektedir. Aynı zamanda uçak ile yapılan ulaşımın kirlilik oranına göre durmasına sebep dahi olabilmekledir.  Bunlar bilinmesine rağmen bir çok politikacı ise bunun tersini söylemekte ve açıkça üç – dört çocuk isteyebilmekteler. Bu sadece bizim gibi gelişmekte olan ülke politikacıların tercihi değil, gelişmiş ve nüfusu azalma eğilimi olan ülkelerin politikacıları içinde geçerlidir. Politikacılar kendi dar bakış açılarından ve her daim iktidarda ve ‘üstün’ olarak yaşayacak devletlerinin olacağı varsayımız üzerinden bunları ileri sürmektedir. Ülkelerinin ve devletlerinin daha uzun yaşaması için daha fazla nüfus!
Daha fazla nüfus olursa eğer ne olacak?
Dar ve ben merkezli bakışa göre; var olan kıt kaynaklarını büyütmek ve geliştirmek adına başka ülkeleri işgal etmek için, kısaca savaş için... Daha fazla çöp üretmek için, kıt kaynakları daha kıt yaparak, o kaynakları ticari araç olarak kullanmak için, kısaca ticari ürün çeşidini artırmak, var olan ücretsiz ürünleri para ile alınıp satılan ticari araca döndürmek… Daha ucuz işçi için, daha çok köle için, daha çok kapı kulu için…
Peki, bizim gibi ülkelerde üç çocuk için diretenler ne yapıyor; kızları okuldan soğutmaya, (kızlar okuldan uzaklaştırılırsa o zaman çocuk yaşta evlenebilirler ve genç yaşta anne olabilirler, kaderlerine karşı boyun eğerler, isyankar olmazlar!) kızlar okumasın diye kafesler hazırlamaya, onlarsız bir şehir yaşamı kurmaya, onlarsız bir cemiyet oluşturmaya ve “her şey erkeklere hizmet için üretilmiştir!” demeye getiriyorlar...
Erkeklere ne diyorlar; kadınlar size hizmet etsin diye yaratıldı, onlardan çocuk yapın, üç dört çocuk! Bunu duyan erkek ne yapıyor, sevdiğini söyleyerek aldığı (bakın aldı diyorum!) kadını, dövüyor, akşamları yatağında tecavüz ediyor, sonra çıkıp dışarıda başı bağlı olmayan (yanında erkek olmayan) kadını cinsel ilişkiye hazır olarak görüyor, pantolonunu havalandırıp önüne çadır kurup kuytu yerde tecavüz ediyor, tecavüze direneni öldürüyor. Sonra hakim karşısına çıkıyor, mahkemede gösterdiği iyi halden cezası düşüyor, hatta “çık dışarıda daha çok kadın var seni bekliyor!” diye kulağına fısıldanıyor.
“Bu ülkenin daha çok çocuğa ihtiyacı var!” peki ne için; daha çok? Onu kendisi düşünecek değil ya, adına düşünmüşler, kadını ona ‘hediye’ etmişler çocuk yapsın erkeği eğlendirsin diye! Kadın erkeğinin elinin kiri olur ancak, erkek eline ne kadar kadın zarından çıkan kan bulaştırırsa o kadar evinin erkeği, kadının efendisi olur!
Sonra çıkıp birileri der ki; bu ülkede kadına yönelik şiddet yüzde binbeşyüz artmış…
Çoğu insan bunu bile duymaz!
“Kadına yönelik şiddet eskiden haberlerde gösterilmiyordu, bakın medya özgür, eskiden işleniyordu buna benzer cinayet ama medyaya yansımıyordu, o dönemde sansür vardı, saklıyorlardı, bakın artık özgür medya yazıyor, o zamanlar rakamlar gözükmüyordu şimdi gözüküyor, gözüktüğü içinde abartı gibi geliyor” diyenler ve düşünenler az değildir.
Nüfusun arması daha fazla çöp ve yaratılan o çöplerin çevreye verdiği zarar kontrol edilemezse, bir zamanlar çöp dağlarımız patladığı gibi yeni patlayacak dağlarımızın da olmayacağını kim söyleyebilir? Kaynaklarımız kıt, kıt olan kaynaklardan yaşadığımız sistem içinde ancak parası olan ve dengesiz bir paylaşım söz konusudur.  
Çok çocuk yapın diyenler her daim parası olan ve sistemin kaymağından faydalananlardır ve çoğunluğun ‘iyiliğini’ istermiş gibi gözüküp, kendi yaşam kalitesini daha da yukarıya çıkarmak, sermayelerine daha fazla sermaye katmak isteyenlerdir. Sizin soyadınızı taşıyan yeni nesiller isteyebilirsiniz, fakat bu yeni kuşağa sizler nasıl bir dünya ve çevre bıraktığınızı düşünün. Allah artık onların rızkını verecek kadar başı dinç değil, çünkü dünyanın her yerinde bir savaş ve haykırış duyuyor, hangi birine yetişsin! Akılsız insanların yaratmış olduğu girdabın yanlış olduğunu söylemek için yeni bir Nuh tufanı mı yaratması gereklidir. İnsan kendi eli ile yeni Nuh tufanını nüfus artışı ve daha fazla çöp üreterek hazırlıyor!
Kulağınızı politikacıların dışında biraz da olsa bilim insanlarına verin, onlar karanlık bir geleceği çiziyor, kıt kaynaklar çok kan akıtacak diyorlar. Şundan otuz yıl önce bedava musluklardan içtiğimiz suyu bugün plastik şişer içinde para ile alıyoruz, yarın nefes alacağımız atmosfere de para vermeyeceğimizi kim iddia edebilir? Çocuklarımız havaya para vermesin, bizler suya para verecek kadar doğayı tükettik, kirlettik! Gerçi biz bireylerden daha fazla sanayi sahipleri kirletti, sessiz kalarak onların suçuna ortak olduk.

İsmail Cem Özkan

22 Mart 2015 Pazar

Son nefese doğru yolculuk!

Son nefese doğru yolculuk!

Ortaçağ'da Avrupa'da 'Cadı Avı' adı altında masum ama toplum içinde öne çıkan kadınları yok etmek amacı ile uydurulmuş bir ölüm oyunu vardır. Cadı avında kadının hiç kurtulma şansı yoktur, çünkü kadın ateşin içine atılır ve ateşten sağ kurtulursa cadıdır ve öldürülmesi gereken  şeytandır. Eğer ateşin içinden çıkamazsa masumdur, Allah günahlarını affetsin diye papazlar arkalarından dua eder. Bugün Avrupa mezarları içinde kaç kadının yanmış cesedinin külleri vardır bilinmez, çünkü bu av; Avrupa içinde gelişmesi muhtemel tüm kadın hareketlerinin zamanından önce çıkmış halini yok etmiştir. İlerici, var olan toplumsal değerlere karşı baş kaldırmış, hatta bilmeden var olan değerleri sorgulamış tüm kadınları cadı ilen  edilerek yok edilmişlerdir.
Bu cadı avının yaratmış olduğu kültür ne yazık ki bugün dahi varlığını korumakta ve gerek görüldüğünde erkek kadın ayrımı yapılmadan tüm insanlar üzerinde uygulanmaktadır. çünkü cadı avında  savunma hakkı yoktur, verilmiş olan karara uyulması zorunludur, kısaca son nefesi hangi koşul altında olursa olsun vermek ile yükümlüdür, av için hedef olan kişi.
Cadı avı için öncelikle koşullar oluşturulur ve hazırlanır. Hedefteki kişi üzerine bazı suçlar atılabilmesi için ortam hazırlanır, moda değim ile kumpas kurulur ve o kumpasın masum hedefinde ki kişi artık bilmeden oluşturulan girdabın içine sokulur. O girdap içinde olan kişi, ne kadar çırpınırsa çırpınsın, ne kadar haklı olduğunu haykırırsa haykırsın artık oluşturulan atmosfer içinde bir süre sonra 'suçlu' olduğunu kendisi bile kabul edip, kaderine razı olur. Cadı avı öyle bir şeydir ki, 'kurban' kendisini gerçekten kurban olarak gördüğü an başarıya ulaşmıştır, son nefes kaçınılmazdır.
Yakın tarihimiz içinde cadı avına benzer bir çok operasyon sol üzerine, sol içinde bireylere yönelik olarak hem devlet hem de örgütler eli ile uygulanmıştır. Hem savaşan, hem de savaştığı gücün tüm kültürünü üzerinde taşıyan yapıların içi yapısı içinde cadı avı kaçınılmazdır, çünkü iktidar (erk sahibi) olan gücünü ancak cadı avı ile kendisini korumakta ve yönetmek ile yükümlü olduğu kendi toplum önünde gücünü göstermek için bir fırsattır. Cadı avı aynı zamanda erkin gücünü gösterdiği ve kanıtladığı bir seremonidir.
En son yapılması gereken eylemler, kültürümüzde en önce yapılan eylemler olması bir tesadüfi değildir, çünkü en son yapılması gereken eylem insanın kendisini (vücudunu) silah olarak kullanması ve son nefese giden yolculukta 'ölüm' bir mücadele aracı olur. Artık kendisi yok olurken, arkasında gelenlerin yaşaması için son çığlıktır. "Artık yeter!" demenin, başka çıkış kapısı olmayanların son mücadele yöntemidir. Ölüm oruçlarında son nefesini veren her birey onurumuzdur, çünkü onların çığlığı insan hakları konusunda ileri bir adımı, zulüm karşısında direnişi gösterir. Çünkü hiç bir ölüm orucu boşuna değildir, var olan tüm zulme karşı isyandır.
İsyan aynı zamanda bir cadı avının parçası olabilir, çünkü son nefese giden yolda bazı kurumsal yapılar, bireyi test etme aracı olarak, var olan baskıları 'protesto' etmek amaçlı olan eylemlerde, seçme hakkını elinden alarak bireye 'zorunlu' görev vererek de olabilir. Yetişmiş olan tüm üyelerin bir çırpıda ateşin içine atıp, onların son çığlıkları üzerinden politika yapmak her ne kadar kabul edilemez gibi gözükmüş olsa da, insanlık tarihi içinde hiç de azımsanamayacak kadar çok görülen bir yöntem olarak durmaktadır. İçimize sızmış olan ajanları temizledik, içimizdeki düşmana karşı taviz vermedik, onların iftiraları sonucu birçok arkadaşımız acı gördü, öldü diyerek yapılan tüm suçlamalar bir cadı avının parçası olabilir.
Son yıllar içinde İslam adına bir çok insan kendi bedenini bombaya dönüştürüp bir yerlerde patlatması tesadüfi değildir, savaştan kazanç sağlayanların yaratmış olduğu ortamın bir sonucudur. Bu sayede batıda geliştiren islamofobi'nin beslenme kaynağı olarak ortada durmaktadır. Her patlayan canlı bomba batıda korku olarak yansıtılmakta ve savaşılması gereken ve içlerinde var olanların dışlanması için gerekli olan bir yeni düşman yaratılır ve o bomba olan insanların düşünce yapısında olanların artık 'hedef' olması kaçınılmazdır. Yaratılan ortamda; kendi toplumu için, emek ücretinin düşürülmesi,sendikal mücadelenin rafa kaldırılması, bir silah üretmek, satmak, kullanmak ve de işgal etmek için meşru bir zemin yaratılır ve o zemin üzerinden savaşlar, işgaller yapılır. Savaş kapitalist sistemin nefes alması için gerekli olan bir çıkış kapısıdır. Sistem ne zaman krize girse, savaş ile krizin çıkış kapısı aralanır. Düşmanlık, ötekileştirme, cadı bu kriz çıkışında önemli birer neden sonuç ilişkisi olabilmektedir.
Kızıldere, son nefesi verenlerin son noktasıdır. O son nokta tesadüfi değildir. Uzun, sabırlı ve sistemli olarak uygulanan bir politikanın sonucudur. O yol sistemin koruyucuları ve politikasını belirleyici olanlar tarafından batıdan bize ithal edilmiş cadı avının modern versiyonudur. 68 kuşağının devrimci liderlerini cadı olarak ilan edilmesi ve onların eylem yapacak ortamlarının hazırlanması ince ince işlenmiş bir politikanın sonucudur. 12 Mart sürecine giden yol ve o 12 Mart'ın sonucunda oluşturulan cadı avı ve devrimcilerin birer cadı gibi ateşin içine atılıp, sonra onların son nefeslerini izleyen süreç; planlı, sistemli uygulanan bir politikanın sonucudur. Kızıldere bir sonuçtur.
Kızıldere'ye giden süreç; gençliğin işçi sınıfı ile iletişime geçmesi, grevlerde yer alması ile başlar. Amerikan askerlerinin denize dökülmesi bile kuşağın kültürü olarak algılanırken, işçi sınıfının grevlerinde gençlik, işçi el ele olması ve köylerde toprak reformunun savunulması ve nerede bir felaket olsa gençliğin orada olması sistem için tehlike 'çanların' çalması anlamına gelmektedir ve bu çanların sesi Kızıldere için oynanan bir oyunun (kumpasın) parçasıdır. Çünkü insanların önüne öyle olanaklar yaratılır ki, insan ister istemez bu olanakların yaratılmış olan ortamda verilen rolü başarı kazanmışcasına ve zafer edası ile katılır.
Her operasyon öncesi hedef olarak görülenlere rahat hareket etmeleri için ortam hazırlanır ve o ortamda yapılan her türlü hareket hoşgörü ile karşılanıyormuş gibi yapılır ve vakti geldiğinde operasyon yapılır. Birilerinin son nefesi için ateş yakılır ve ateşin içine hedeftekilerin önemli bölümü ateşin içine sürüklenir.
Mahir Çayan ver arkadaşları için yaratılan ortam ve yaratılan ortam içinde kimlerin hangi rolü oynadığı bugün tarihe karşılaştırmalı olarak bakma imkanımız var. Çünkü o dönemde yaratılan hava gazetelere yansımıştır. Büyük puntolar ile halka sunulan haberlerin dilleri ve gidilen süreç çıplak olarak verilmiştir.
Mahir Çayan ve arkadaşları cezaevlerinden kaçmaları, Karadeniz sahiline kadar ulaşmaları ve Kızıldere'de hiç bir güvenlik önlemi olmadan bir evde sıkıştırılmaları tesadüfi değildir. Çünkü lojistiği iyi kullanan o dönemde kontrgerilladır. Kontrgerilla eğitimi yıllar süren, sistemli, düzenli bir sürecin parçasıdır. Kontrgerilla eğitiminde verilen derslerin uygulamalı olarak gösterildiği bir operasyondur. Mahir Çayan ver arkadaşlarına başka bir çıkış kapısı bırakmayan bir süreçtir. Mahir Çayan ve arkadaşları aptal değildir, çok akıllı oldukları ve yaşadıkları süreci bilince çıkardıkları geride bıraktıkları yazılardan ortaya çıkmaktadır.
Deniz Gezmiş'lerin idam edileceğini bilerek yola çıkmışlardır. Bu konuda daha sonra ki yıllarda yayınlanan anılardan biliyoruz. Yurt dışına kaçma ve orada yeniden oluşacak ortam için fırsat kollamayı kabul etmemişlerdir, çünkü onlar kendilerini kavgaya çağıranların kavgasını kabul etmiş, yenileceklerini bile bile bu kavgada hedef olmuşlardır. Hiçbir hazırlığı olmayan, gerçek anlamda örgüt olamayan bireylerin yaratılmış atmosfer içinde kendilerini güçlü görmeleri, Filistin kamplarında askeri eğitim almış olmaları bir suni olarak pompalanan kahramanlık ve destanlık atmosferinin parçasıdır.
Türkiye iç dinamikleri  ile değişen bir ülke değildir. Her türlü değişim dış müdahale sonucunda içte oluşturulan atmosferin ortaya çıkardığı sonuçlar ile kendi tarihini çizmiş ve o tarih içinde kendi halkına bir çok zulüm yapmış ülkedir. Kendi insanına acımasızdır. İşkenceler ile  oluşturulmuş suçlamalar ile bireyler ateşin içine atılmış, ateşten çıkarlarsa cadı, çıkmaz ise dua edilmesi gereken "kader kurbanı" olmuşlardır.
Ülkemiz için biçilen rolü yerine getirilsin diye liderler yaratılmış,  o liderlere kendi sonlarını hazırlayacak ortamlar bir senaryo eşliğinde sunulmuştur.
Sol ve devrimci dalga binlerce yıldır muhalif kalmasına göz yumulan azınlıklar içinde oluşması için ortam hazırlanmıştır. Alevi, Karadeniz'in kadim haklarından ve Kürtlerden devrimci çıkması ve solun o taban içinde hayat bulması siyasi bir tercih sorunudur. Ülke kurulurken, ulus devleti fikriyatı Osmanlı döneminde kabul edilirken kadim halklar içinde, devletin kademesinde rol almamış kültürler içinde taban bulması ama yöneticilerin hakim olan kültürden gelmesi tesadüfi değildir. Kontrollü bir muhalif hareket ve kısa süreli iktidar olmalarına izin verilmiş, iktidar gücünün yaratmış olduğu kültür ile barışmalarına ve onları benimsemelerine izin verilmemiştir.
Kızıldere, saf, temiz ve halkların tam bağımsız ve özgür olmalarını isteyen önderlerin yok edildiği bir sürecin sonucudur.
Cadı avı için yaratılan ortamın sonucudur.
Devrimciler son nefeslerini verirken dahi haklı olduklarını ilan ettiler. onların cesareti, bilerek çıktıkları yolları bizlere bir şeyler anlatıyor. O anlatılan şeyleri iyi algılayabilirsek, son yapılması gereken eylemleri öne almadan, bilinç ile kendi irademizi koyabilirsek, lojistik, hedefe giden yolları kendi gücümüz ile ağı örebilirsek o zaman Kızıldere bir şeyler anlatmış olur.
Kızıldere'de atılan her çığlık, her söz bizlere bir şeyler fısıldıyor, destanlaştırmadan, duygusal tepki vermeden, gerçekten anlamak için gayret edersek, ülkemiz tarihinde gerçekten bir 'iç dinamik' olarak bizlerin gücü ile çok şey değişebilir, özgürlük adına bir şeyler yapılabilinir. özgürlüğün yolu; cadı avında cadı olmadan, o girdaptan çıkmaktan geçiyor.
İsmail Cem Özkan

19 Mart 2015 Perşembe

Duygusal tepki!

Duygusal tepki!

Sol, 12 Eylül yenilgisinden sonra kendisini izleyici konumda, olayların arkasından sadece yorum yapar halde buldu. Bu yorumcu konumuna o kadar alıştı ki, Marks’ın 11. Tez’i sadece geçmişte söylenmiş güzel bir söz olarak algılanır oldu. Zaman zaman o söz kullanılsa da, nasıl olsa devrimcileri değil, felsefecileri ilgilendiriyor algısı bilinç altına işlenmiş olduğunu düşünüyorum. Bu ihtiyaç yok algısı sanırım solun kılcal damarlarına kadar işledi!
12 Eylül sol tarihi için önemli bir kırılmanın ve yenilginin tarihidir. Her ne kadar kendisini yenilmiş hissetmeyen solcular olsa da genel anlamda sol yenilmiş olduğunu bugün yaşanan kriz ortamına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü sol gündemi sadece yorumlamak ve birbirinin açığını aramak ile geçirmekte, içinde ki liberallerden temizlenme telaşı ve yorgunluğu içindedir.
Sol kırılmanın etkisi ile bir çok değerli üyesini sağın liberal rüzgarına kaptırmış olmasına rağmen, sağ sularda politika yapan liberallerin bir bölümü hala kendilerini solcu görmekte ve sol adına konuşmaya ve geçmiş anıların yarattığı rüzgar ile çevresine hayran kitlesi toplama telaşı içindedir.
İşverenin sağcı olması, işçinin işçi olmaktan çıkarmaz, o yüzden medya alanında sağ medyada çalışanlar patronların çıkarına uygun yazı yazarken, hala kendilerini solda görmeye ve solcu gibi özel yaşamında devam etmekteler. Ki bireylerin iş dünyası ve özel yaşantısı arasında ki çelişki artık çelişki olmaktan çıkmış, patronu için kalem oynatmak bir işçinin yapması gereken görev olarak algılanır olmuştur. Bir fabrikada ki işçi ile medya çalışanı kendisini eş görerek, yaptığı iş ve sonucunu da doğal olarak eş görmekte ve sonuçta oluşan olumsuzluktan kendisini sıyırabilmektedir. Mantık süzgecini bir silah fabrikasında çalışan işçi ile kendisini eş gören bir medya çalışanı (editör, gazeteci vb) sonuçta yaptığımız işin ürünü birilerin canını acıtıyor olabilir ama yaşamak için çalışmak ve patronun ihtiyacı olan artı değere katkı sunmak zorundayım diye mantık yürütür. Vicdan rahattır!
Sol kulvarda olup da duygusal politika yapmayan yok gibidir, solcular genelde duygusaldır ve duyguları ile tepki verirler! Yaşanan sol içi çatışmaların önemli bir bölümü, verilen bu duygusal kararların sonucudur. Duygusal insanlar kriz yönetemezler, her kriz ayrılık demektir. Her ayrılık ise ileride oluşturulacak teorik çalışmanın başlangıcını temsil eder. Ayrıl, sonra ayrılık sebebi olan duygusallığı ortadan kaldıran mantığa uygun teori oluşturma süreci. 
Bir çok medya alanında verilen duygusal tepkiler, aynı zamanda çatışmalar içinde zemin oluşturur. Gruplar, fraksiyonlar arasında incir çekirdeğini dolduramayan sudan sebepler yüzünden çatışmalar olmakta, çatışmalar sonucunda oluşan küslükler ve ön yargıların oluşturduğu duvarların örülmesini de beraber getirir. Artık küsülen tarafın ne dediği, ne yaptığı önemli değil, her koşul altında o haksızıdır ve muhatap alınmaya değmez!
Birbiri ile ilişkisi olmayan solcuların oluşturduğu yapılarda bir arada yaşamanın koşulları üzerine teoriler üretilir, geleceğin profili içinde ‘hoşgörü’, ‘çok kültürlü’, ‘bir arada yaşam’dan dem vurulur, “o belirsiz geleceğin ‘ilk nüveleri’ şimdiden atılmalıdır” diyerek de büyük ve keskin cümleler kurulur.
Sol, solcu söylemler yanında sağın benimsemiş olduğu davranış biçimlerini içselleştirmiş ve bilinçaltından o davranışları duygusal tepkiler ile vermektedir. Üstelik vermiş olduğu tepkinin sağ bir tepki olduğunu bilincine bile çıkarmaz ve her daim haklı ve ders verir konumdadır.
12 Eylül kırılması ile geçmişi ile bağı kopanların, geçmişi ile bağ kurma adına geçmişin destanlaştırılması, dokunulmaz kılınması, eleştirilmesi yerine güzellemenin yapıldığı bir süreç sonunda; eteklere biriken geçmişten kaynaklanan (kırılma döneminde yaşanan cezaevi süreçleri) birikimin oluşturmuş olduğu taşlar, fırsat ele geçer geçmez bir birine atılmakta ve güvensizlik; hareketleri belirleyen önyargıların temel taşı olmayı korumaktadır. Eteklerde bitmez tükenmez ve her geçen gün yeni taşların da eklendiği bir süreci yaşamaktayız. Her geçen gün, geçmişi ile yüzleşemeyen, geçmişi hakkında açıkça konuşamayanlar kafalarında oluşturmuş oldukları kendi gerçekliği içinde yeni taşlar eklemekte ve karşı tarafın yapması muhtemel olan siyasi çalışmayı da taşa tutarak yapamaz, iş göremez hale getirmektedir.
“Ya bendensin ya değilsin”, ya da başka söylem ile “ya sev ya da terk et” anlayışı sağ anlayış olduğunu hepimiz biliriz ama bu sağ anlayışın sol görünüm içinde olduğunu yaşayarak görüyoruz. Bu sağ duruş, bugün “geçmişime, hareketime küfretti” (eleştirdi) bakış açısı içinde ‘küçük olsun benden olsun, biat etsin’ mantığı düzlemi içinde ilişkiler oluşturulmaya çalışılmakta ve geçmişin destansı havası içinde bir arada durmaya çalışılmaktadır. Bu da politika yapamazlığı beraberinde getirmektedir, çünkü sağ duruş üzerinde sol politika olmaz.
Kitleden uzakta, birkaç göstermelik eylemler dışında meydanlarda olmayan, kendi yazar, kendi okur, kendi seminer verir, kendi dinler, sanatın para getiren tarafı ile ilgilenilip, kurumların kirasını karşılayan etkinlikler ve cafeler yeni sürecin sadece ekonomik boyutunu yansıtır.
Ülkemizde politika dinci ve etnik kimlikler üzerine politikanın dominant olduğu bir süreci yaşamaktadır.
Büyük kırılmadan sonra ülkemiz solu, sağ zeminde ve etnik kimlikler ve aidiyatlar üzerinden politika yapar oldu. Sorgulamadan biat et, geçmişi anlamadan ve bilmeden yarına kucak aç dönemindeyiz.
Sol, “mazlum halk ile dayanış, onların haklı mücadelesine destek ver” yerine, Kürt hareketinden daha fazla Kürt halkının mücadelesini (ayrılma hakkını) savunan, dayanışma yerine onlar adına karar veren, onlar gibi düşünüp onların çıkarına kararlar alıp, onlar adına tavır geliştirilen bir sürecin parçası oluverdi. Bu parçası olduğu şey dayanışma değil, solu ortadan kaldıran ve Kürt halkının kendi istemleri ve çıkarlarına karşı yapılmış bir müdahale olarak, hem kendisine hem de var olan Kürt halkının tercihine zarar verir konuma gelmiş durumdadır. Solun görevi ülke içinde yaşayan halklara ‘kendi kaderini tayin hakkı’nı kullanması için ortam hazırlamaktır, onlar adına söz söyleme ve eylem yapması değil.
Sol, etnik kimlik üzerinden politika belirlemez, solun tercihi sınıf temellidir, sınıf politikası yapar ve geliştirir. Bir arada mücadele etmeyi “bütün dünyanın işçileri birleşin” sloganı atarken sınıf temeli bir sistemi hayal eder ve o yönde örgütlenmek gerektiğini vurgular.
Yaşananları anlamak yerine duygusal tepkiler verildiği, iktidarın bilerek ya da bilmeyerek yedek değneği olduğu bir süreci yaşıyoruz.
İktidar bugün pervasız hedefine doğru koşuyorsa bunun tek sorumlusu muhalefetin iktidarın yedek değneği olma işlevi ve iktidarı kollayan tavrıdır. İktidarı kollamak için illa onun ağzından konuşmak olmadığını yaşadığımız son on yıldaki gelişmelere de bakarak anlarız. Demek ki bizler birbirimize karşı küfrederken aslında başkasını kolluyor ve koruyoruzdur! 
Kısaca bu dönemde, birbirini anlamak yerine birbirine küfredenlerin hepsi iktidarın yedek değneğidir. O yüzden küfredenleri muhatap alıp ve duygusal tepki verilmesini anlamıyorum! 
Politika duyguların dışında akıl ile yapıldığında hedefine doğru adım atmış demektir, duygular ile hareket edilmesi var olan kaosun ve girdabın kronikleşmesini sağlar. 
Sol, yakın tarih içinde kriz yönetememiş, krizlerden ders çıkarıp yeni krizlerin oluşmasını engelleyecek yaptırımlar alamamış olduğunu, duygusal tepkiler ve o durumun sonucu oluşan rahatsızlığın devam ediyor olmasından anlamaktayız. 
Krizi yönetemeyenler geçmişlerine öykünerek günü kurtarır, o yüzden sol geçmişini yaşamaktan bugünü tespit edememiş, yarını kucaklayacak örgütsel bir ağ kuramamış olduğunu yaşadığımız politik kriz ortamında bir kere daha gördüm... 
Solun, sol politikası olmadığı için dayanışma ile yetinir konuma gelmiş, halkın ve günlük olayların dışında gözlemci konumda sadece olayları yorumlarken görüyoruz...
Sol, 11. Tez’i yeniden anımsamak ve içselleştirmek zorundadır. Duygusal tepki yerine akıl ile tepki veren ve yaşanan her krizden kendisi lehine sonuçlar çıkarmalıdır. Aksi halde bu duygusal tepkiler gelmekte olan zifir karanlık koşullarda, İran solunun yaşamış olduğu gibi, solun hepten yok olması ve dinci “sol” yapılar içinde yaşam alanı arama tercihi ile karşı karşıya kalabilir.

İsmail Cem Özkan

17 Mart 2015 Salı

Komşum Hitler

Komşum Hitler

Herhangi bir şehirde, eski bir binanın bilmem kaçıncı katında bir mutfak. Aynı zamanda konuklarını ağırlayacak kadar geniş. Eski yapı olduğu için kapılar mutfağa açılmaktadır, çünkü geçmişte soba ile ısıtıldığı için kış ayarlında kapılar kapalı kalır ve ısıtılırmış. Şimdi soba yok, kapılar her daim açıktır.
Günlerden herhangi bir gün, ev sahiplerine misafir gelecektir. Selçuk, evin erkeği. Bir iş yerinde çalışmaktadır ve patronundan beklentisi vardır. Yıllarını iş yerinde geçirmiş, çalışmasının karşılığı olarak kademe yükselmesi beklemektedir. Beklentisi sonucu bir gün patronunu ve eşini evine çağırmıştır. Ebru, Selçuk’un eşidir ve bir iş yerinde çalışmaktadır. Bir de oğulları vardır ve okul tatil olduğu için kamptadır.
Aykut, bir iş yerinin CEO’sudur. Eşi Gamze ev kadınıdır ve kendisini blog yazarı olarak tanıtmakta ve moda sosyal dünya içinde kendisine yer aramaktadır. Kendisine yarattığı dünyanın içinden o role uygun davranmaktadır. Sesini inceltmekte ve davranışları ile bu sese uygun bize göre abartılı davranışlar içindedir. Sosyal dünya içinde arkadaşları vardır ve kocasının ilgisizliği dışında başka ilgilenenlere gönlünü kaptırmıştır ve o kaptırdığı kişinin aynı zamanda cenazesinin olduğu zamandır. Ama kocasından sakladığı ilişkiyi açık etmemek için cenazeye gitmemiş, kocasın çalışanın evine bir akşam üstü yemeğe gelmişlerdir.
Her şey normal gibi gözükmektedir. Ebru ve Selçuk aralarında ki sorunları bu akşam için unutup, mutlu aile profili çizeceklerdir. Her şey normal ve patronun gözüne girmesi için olması gereken özen gösterilmiş günlerden biridir.
Konuklar gelir, salondan zaman zaman sesler gelmektedir. Gelen sesler tv sesidir. O gün olağanüstü bir şey olmuş, ekranda belgesel kanallarından eski liderler oturma odalarına canlı olarak ekrandan çıkmaktadır. Ne tesadüfi ki Selçuk ve Ebru’nun evine Hitler gelmiştir. Hitler, Ebru ile dans etmiş, Ebru’nun konuklar için hazırladığı dolmaları yemiştir.  Konuklar mutfakta, Hitler salondadır. Konuklar, Hitler’in varlığından haber olduktan sonra olaylar gelişir ve Gamze’nin sosyal medya aracılığı ile olayları canlı yansıtması sonucu medya ve şehrin insanların haberi olmuştur. Hitler hayranları Hitler için evin önüne gelmiş, tezahürat etmektedir.
İşin içine medya çalışanları katılır. Ve olaylar zinciri yan odada Hitler vurgusu üzerine kurgulanır ve internet, tv yayınlarının yasaklanmasına doğru giden süreç başlar, çünkü buna benzer olaylar başka evlerde de olmaktadır. Bütün diktatörler evlerin salonlarında bulunan tv ekranlarından çıkmaktadır.
Bu oyunun konusu kısaca bu, peki bu oyun bize ne anlatıyor?
Açıkça vurgulayayım, bana hiçbir şey anlatmıyor, sadece Hitler hayranı olan bir kalabalığın olgusu vurgusu dışında. Mutfaktakiler mi gerçek Hitler, salonda oturan mı diye soru sorulur ama mutfaktakilerin Hitler ile benzerlikleri küçük bir anlık anekdotta geçer, o da Aykut, Gamze’nin sevgilisini öldürtmüş, Selçuk, Aykut’u bazı şeylere ikna etmek için ortam hazırlamak adına dövdürmesidir. Aslında tüm diktatörler bizim içimizde ve bizim ile yaşıyor denmek istenmiş ama başarılı bir vurgu yoktur. Çünkü mutfağa gelen kameramanın neden salona gitmek istememesi tam yansıtılmamış, ayakları yere basmayan bir direniş olarak karşımıza çıkmaktadır.
Traji komik diyebileceğim bir oyun izledim. Kara mizah unsurlar var mıydı, tersine balon mizah unsurların bol bol kullandırdığını gördüm. Karikatürlerde balon konuşmalarda kullanılan dilin sahnelerde uyarlanmış halini. Anlık gülüp geçilen ve geriye hiçbir iz bırakmayan metinler. Şimdi yazıyı yazarken acaba nerede ve neden güldüğümü anımsamıyorum bile. Ama keyif ile zaman geçirmek için seyirlik bir oyun.
Sahnede oyun akışı içinde ışığın çok iyi kullanıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Sahne tasarımına Barış Dinçel eli değdiğini sahneyi ilk anda görür görmez hissettim. Bir Dali ruhu bizim sahnemize esintisi bırakmış gibidir. Oyunun vurgulanması gereken kapıları ve ekran aracılığı ile olağanüstü koşulu çok iyi anlatmış.
Kostüm, sahne tasarımına uygun yapılmış, beni rahatsız eden hiçbir şey yoktur. Arkadan gelen sesler zaman zaman kulağımı tırmalayacak ve sahnede konuşmaları kaçıracak boyutta yüksek olmuş, fakat sanırım öyle bir tercih kullanılmış olduğunu düşündüm.
Oyundan geriye seyircinin alkışı ve hoş vakit geçirmesi kaldı. Aklıma bir soru bıraktı mı, düşünüyorum, sorguluyorum ama bir şey bulamadım. Hitler figürü, sosyal medyanın kullanımı vb..  faşizm yaşanırken ve şimdi ki zamanda yaşanan durum?
Oyuncular kendilerine verilen görevi en iyi şekilde yapmışlar ve keyifli dakikalar geçirmemize vesile oldukları için teşekkür ediyorum.
Şehir Tiyatroları sisteme ve yaşadığımız politik kaosa dokunmayan oyunlar seçmiş olmasına rağmen hala eleştiri oklarını üzerinden atamamış, sürekli eleştiri altında olduğu gerçekliğini sahneye çıkan Genel Yayın Yönetmenin konuşmasında hissettim.
100. yılında Şehir Tiyatroları perdelerini açmaya ve genç yazarlara da alan açmaya devam ediyor. Bu bile başlı başına başarıdır.
İsmail Cem Özkan

KOMŞUM HİTLER
Yazan: ALİ CÜNEYD KILCIOĞLU
Yönetmen: TOLGA YETER
Dramaturgi: ARZU IŞITMAN
Sahne Tasarımı: BARIŞ DİNÇEL
Kostüm Tasarımı: GAMZE KUŞ
Işık Tasarımı: MAHMUT ÖZDEMİR
Efekt: YUSUF TUNCER
OYUNCULAR
ASLI NİMET ALTAYLAR, CANER ÇANDARLI, EMRE ŞEN, IŞIL ZEYNEP TANGÖR, MAHPERİ MERTOĞLU, TANKUT YILDIZ


14 Mart 2015 Cumartesi

Belgeler yaratılırken, masumlar ceza alır, suçlular aklanır!

Belgeler yaratılırken, masumlar ceza alır, suçlular aklanır!

Ülkemizin klasik bir ahlak anlayışı vardır ve bu ahlak anlayışı yasalarımıza da kağıt üzerinde sinmemişse de yasaları uygulayıcılarının ‘kanaatlerine’ etki etmiştir. “Ölen her daim suçludur, yaşayanlar kader kurbanıdır, af edilmesi ve hoş görülmesi gereklidir!” bu anlayış doğrultusunda aflar meclis sıralarından el kaldırılarak geçilir, cezaevleri bir boşalır ve kısa zamanda eskisinden daha fazla insan o boşalan yeri doldurur. Tarihimizin sürekli tekrarlayan refleksleri arasında bu durumu görebilirsiniz.
Bizim gibi ülkelerin başka bir refleksi vardır ki, bağımsız olduğu söylenen kurumların bağımsız olmadığı, ülkeyi idare eden erkin görüşlerini yansıttığını ve o görüşler doğrultusunda belgeler oluşturduğu, belgeler oluşturmakla kalmayıp erk görüşüne uygun yeni bir tarih yazıcılığına soyunduğunu görebiliriz. Hakim güce göre kendi konumunu ve duruş noktasını değiştiren bir bürokratik yapımızın varlığını ne yazık ki ret edemeyiz. Kendisini toplumun üstünde gören, toplumu yönetilmesi gereken bir ‘sürü’ olduğu, o sürüye akıl verilebileceği ama o sürüye ait bireylerin itiraz edenlerin cezalandırılabileceği bir düzenleme söz konusudur. O yüzden bizim gibi ülkelerde fikir hürriyeti her daim tartışma konusu olmakla kalmamış, aynı zamanda fikrini açıkça açıklayanların cezalandırıldığı bir devlet anlayışının hakim olduğunu yakın tarihimize bakarak dahi anlaşılabilinir.
Mahkemeler aldıkları kararlar ve uygulamaları ile her daim vicdanları rahatlatan uygulama içinde olmamış, dönemsel ihtiyaçlara göre oluşturulmuş olağan üstü yetkili mahkemelerin genelde kararları siyasi iradenin ihtiyacına göre yapılmıştır. O mahkemelerde belgeler karanlık noktalarda üretilmiş ve doğru kabul edilerek ceza verilmesi gereken kişi ya da kişilere yasaların ilgili maddesi uygulanmıştır.
Karanlık nokta konusunu biraz açmakta fayda vardır, çünkü bu karanlık noktalar tam olarak anlaşılmadan verilen cezaların hangi vicdanlara seslendiği tam olarak anlaşılmaz. 12 Eylül gibi askeri rejim altında kararlar üstten gelen siyasi tercihlere uygun olarak ‘olağanüstü koşullar’ altında verilmiştir. Bu olağanüstü koşullar altında Derinlemesine Araştırma Laboratuvarı (DAL) ve benzeri yapılar içinde profesyonel işkencecilerin hazırlamış olduğu ve işkence altında ki bireye imzalatılan belgeler tartışmasız doğru kabul edilmiş ve bu belgelere dayandırılarak bir çok insan suçu işlediği veya işlemediği konusu araştırılmadan yargılanmış ve ceza almalarına sebep olmuştur. Yangından mal kaçırır gibi, insanlar kısa zamanda yargılanmış, idam sehpaları kurulmuş ve sırası ile insanlar idam edilmiştir.
Her iktidar kendi rejimi altında her daim bir olağanüstü koşul olduğunu kabul etmiş ve bu koşullara uygun mahkemelerin çalışmasına izin vermiştir. Özel yetkili mahkemelerin ‘süper’ savcıları kolluk güçleri ile sıkı bir işbirliği içinde dava konusu dosyaları hazırlamış ve mahkemelerde binlerce sayfalık tutanakları okumuştur. Kolluk güçleri son yıllarda yaşadığımız bir seri davanın sonucuna nasıl etki ettiğine dair belgeler gün yüzüne çıkmış ve arka arkaya önce doğru kabul edilenlerin aslında doğru olmadığı ve mahkemeyi yanılttığı iddia edilen kolluk güçlerinde çalışanların sorgulandığı bir sürece girdik. Belgeler yaratılmış, suç delileri suç ortamına suç aranırken yerleştirilmiş ve ‘masum’ insanlar cezaevlerinde yıllar boyu yatmış ve de sonunda ‘uzun’ yargılanmaktan dolayı serbest kalmışlar. Suç mu, o da siyasi iradenin tercihine kalmış şekilde ileri bir tarihte olup olmadığına karar verilecek şekilde ertelenmiştir. Bir çok suç delil yetersizliğinden suç olarak cezalandırılmasına gerek görülmeden üstü örtülmüştür. Gerçek suçlular elbette ceza alacak değildir, çünkü gerçek suçlular ortamı hazırlayanlardır, tetikçiler sadece sonuçtur!
Kısaca suçu ortaya çıkaran belge bulmak yerine belge uydurmuşlar, siyasi iradenin ön yargılarını doğrulamak adına... Bu tarihimiz içinde hep böyle olmuştur, 12 Eylül, 12 Mart, 27 Mayıs, İstiklal Mahkemeleri, DGM'ler vb tüm oluşturulan mahkemelerin savcıları, hakimleri kanıt bulmak yerine kanıt yaratmışlar ve hüküm vermişlerdir. Polis, işkence odalarında (DAL), arama yaptıkları yerlerde kanıt üretmiş ve araştırmaya girmeden var olan suçları genelde masumların üzerine yayarak olayı çözmüşlerdir, üstelik ödüllendirilmişlerdir. O yüzden o adını andığım mahkemelerin kararları sonucu bir çok masum insan öldürülmüş, cezalandırılmış, ‘pardon’ dahi denmemiştir.
Ön yargılar ile yapılan tüm yargılanmalar, kararlar insanlık tarihi içinde suçtur. Bu suçun oluşmasını sağlayan siyasi tercihler ve o tercihin yaratmış olduğu güçtür. Bugün devlet kurumunun kanıt bulma yerine kanıt üretme hakkını savunanların her birinin elinde geçmişte işlenen suçların izleri vardır...
Elbette bu kanıt bulma sürecine sadece polisleri, savcıları ve de hakimleri katmak büyük bir haksızlıktır. Bu süreç karmaşık bir bütündür. İşkence görene sağlam raporu veren hekim de suçludur, işkence merkezlerine elektrik alt yapısını kuran tekniker de! Kanıt uydurmak için bilişim sektöründen anlayan ve yazılım işi yapabilen mühendisler ve onların teknik alt yapısında çalışanlar da... Bir kanıt yaratma uğruna yüzlerce insan birlikte çalıştı, o işlenen suçta her birinin parmak izi olmaya devam ediyor...
Suç, kanıt üretildiğinde kabul edilen bir ceza maddesi oluyor yaşadığımız ülkede, ne yazık ki ne yazık kii.. Bu da istendiğinde siyasi ve ekonomik çıkara göre suç kavramı keyfi olabiliyor...
Yazımı başka bir bakış açısını da ekleyerek bitireyim; yukarıda yazdığım bakış açısı ve mantık yolunuzu izleyen sadece devlet yapıyor da kendisini devlet yerine koyan ve devleti değiştirmek isteyenler yapmıyor mu? Aynısını ve belki daha acımasızını kendisini devlet gibi gören ve içine girmiş olan casusları yok edeceğim bahanesi ile yüzlerce masum ve kendisini bir ideale adamış bireylerin kişisel tarihini incelerseniz, aynı sorun ile karşılaşırsınız. Belgeler sözlü ifadeler ile üretilmiş ve kuşkular ile insanlar yok edilmiştir.
Düşman olarak görülen kurumlar ile mücadele ve kavga ettiğini iddia edenler, kendi içişlerinde suç üretiyor ve suça uygun delil üretimi yapıyorsa, mücadele ettiği mekanizmanın sadece kötü kopyası olmayı aşamazlar.
Bir birine benzeyen kurumlar birbirlerini yok edemez, sadece birbirini besler...
İsmail Cem Özkan


7 Mart 2015 Cumartesi

Yazmayacaktım ama yazayım!

Yazmayacaktım ama yazayım!

HDP ile ilgili bir çok şey medyada paylaşılıyor, paylaşımlarda sanki bir şeyler gözden kaçırılıyor... HDP bölge partisidir, (kuruluş amacında bölge olmaktan çıkma gibi bir hedef koymuş olsa da) bölge sorunları ile ilgilenen ‘etnik kimlik’li politika yapıyor. Ülkemizde etnik kimlikli tek siyasi partide değildir.
HDP oluşturan politika mücadele ile oluşturulmuş ve değişerek bugüne gelmiştir. Onları aptal, akla ihtiyacı olan insanlar olarak da görmeyin, çünkü mücadele insanları daha da olgunlaştırmış, kime nasıl davranacağını bilecek kadar Kürt merkezli politikaları vardır. O odak noktasına göre tercihlerini belirliyorlar ve ona göre davranıyorlar.
Etnik kimlikli bir siyasi oluşumun sol, sosyalist vb diye etiketlemeye çalışmak sanırım siyaset tarihi içinde ayrı tartışma konusudur, fakat HDP kitle partisidir ve kitle partisi refleksini etnik duruşuna göre vermektedir. Diğer Kürt siyasi oluşumlar içinde merkez solu temsil ediyor diyebiliriz, çünkü bugün ülkemizde Kürt kimliğini merkezine almış tüm yapılar onlara göre kendilerini konumlandırmaktalar ve tanımlamaktalar.
Seçimler yaklaştı, kişiler tercihlerini sandıkta yapacak.
Her birey kendisine göre tercih belirtir ki, bu her bireyin hakkıdır.
HDP, masa başında yapılan bir pazarlığın tarafıdır. Bu masada mazlumun temsilcisidir. Devlet karşısında elinin güçlenmesi için barajı geçip meclise girmesi gereklidir, aksi halde devlet elini pazarlıkta daha da güçlendirmiş olarak masanın başında oturmaya devam edecektir.
Kürtlerin alacağı her hak, azınlıkların kazanacağı bir özgürlük alanı olacaktır.
Çok kültürlü, çok dilli, ister istemez çok dinli, mezhepli bir toplumun önü bu pazarlık sonucuna göre belirlenecektir. Pazarlıkta bugüne kadar özgürlük alanında kazanılmış somut bir durum söz konusu maalesef yok ama olmayacak anlamına gelmeyecektir.
Kürtlerin ve diğer azınlıkların ‘özgür’ olması elbette ‘ulus’ devletin yıkılması anlamına gelir. Tek dil, tek din, tek kültür... yerini çok kültürlü, çok dili, çok dinli... kısaca modern, çağdaş bir devlet anlayışı alabilir.
Elbette bizim saf duygular içinde beklentilerimiz bu bugün ki siyasi yapı ve erk sahibinin diktatörlük düşü altında olacak şey değildir. Öncelikle beyinlerde duran, uygulamada olan tüm anti demokratik yasaların, kurumların değişmesi gereklidir. Kafasına esip örneğin Merkez Bankası başkanına “sen bunu bilmiyorsun, sen ne anlarsın!” dememelidir, diyorsa ülke gidişi tekçi yapının daha keskin ve daha baskıcı bir yapıya dönüşmesi anlamına gelir ki, bunu benim gibi duyarlı biri istemez.
Kişiler tercihlerini yapar, sonucunu bilerek tercih yapar mı, o konuda kuşkularım yaşadığımız yakın tarihe bakınca büyüktür. Çünkü, kendilerine liberal diyenler son yıllarda ne yazık ki ‘ahmak ve aptal’ konumuna tercihleri ile düşmüşlerdir. Sözde özgürlük için atılan her adım zaman içinde onlara ve diğer bireylere ölüm, cezaevi, baskı, korku, soruşturma olarak dönmüştür. Vesayet el değiştirmiş ama konumunu kurumları ile korumuştur.
Bugün seçimlerde tercih yapacakların kafasında işte bu ‘korku’ durmaktadır. Aptal konumuna düşmek hiç hoş bir şey olmasa gerek, ‘kullanılmış bireyler!’.
HDP seçmeni olmayı düşünüyorsanız ve tercihinizi o yönde yapacaksanız öncelikle beklentilerinizi en alt düzeye düşürün, çünkü beklentisi yüksek olanların hayal kırıklığı bir travmaya dönüşüyor ve hayal kırıklıklarını dahi kabul edemiyorlar, inat ile hatalarını savunmaya devam ediyorlar. Bazı liberallerin durumunu gözünüzün önüne getirin yeterlidir! HDP’nin barajı geçmesi için oyunuzu verebilirsiniz, bu sizin tercihiniz olabilir. Ama bu tercih özgürlük ve demokrasi getirecek anlamına gelmesin, çünkü HDP (siyasi çıkarları ve o anlık duruşları ve müttefik ilişkisi) eli ile bugünden daha kötü günlerde yaşayabiliriz, onun garantisi yok. Gezi Direnişi süreci boyunca HDP liderlerinin (ad değiştirmeden önce ve sonrası) tavrı, duruşu, erk sahibine bakışı ortadadır... Bu hareketlerin üstünü hiç bir propaganda ve açıklama kapatamaz. Açık ve nettir. İktidarı elinde tutanların ‘tek alternatif’ olarak kalmasının en büyük destekçisi; Gezi Direnişi süreci içinde HDP ‘açılım’ süreci içinde pazarlık masasını kaybetmeme ve yakaladıkları muhatabı koruma ve kollama tercihi belirli olmuştur. (birkaç milletvekilinin direniş içinde yer alması partinin genel politikasını ve duruşunu değiştirmemiştir.) Kısaca iktidar partisinin o dönemde ki yedek değneği olmuştur, tıpkı diğer parlamento içi partiler gibi... Şu anda parlamentoda olan tüm partiler zaman zaman iktidar partisinin yedek değneği görevini görmüştür. Aslında birbirlerinden büyük farkları yoktur. O yüzden taraf olarak cephelere ayrılmaya gerek yoktur, bugün yaşadığımız ‘karanlık dönemin’ temelinde var olan kitle partilerin rolü tartışılmaz ve açıktır.
Siyaseti tercihler ve duruşlar belirleyecektir. Bu tercihlere ise bizlerin çıkarları yön verecektir. Bizim çıkarımız; çok kültürlü, çok dilli, çok dinli, çok mezhepli bir ülkede mi, yoksa zifiri karanlıkta yaşayan orta çağın gerisinde bir zaman dilimini yaşamayı hayal edenlerin oluşturacağı bir ülkede mi, bunların dışında yakın zamana kadar hakim olan ulus devlet anlayışı olan bir ülkede mi, hepsinin dışında bugün de uygulanan liberal ekonominin hakim olduğu bir ülkede mi?
Nasıl bir ülkede yaşamak istediğimizi biliyoruz ama bizi temsil etmeyen partiler ve liderler arasında bir tercih mi yapacağız?
Eğer, sandığa gitmek gibi bir tercih kullanıyorsam, iktidara gelebilecek desteklediğim bir kitle partim yoksa ‘aptal ve ahmak’ olmayı göz önüne alarak oyumu mazlumdan yana kullanmak olarak belirlerim, çünkü devleti elinde tutan erk sahibinin daha da güçlü olmasını istemem, çünkü ihtirasları ve uygulamalarının sonuçları ile ortadadır.

İsmail Cem Özkan 

1 Mart 2015 Pazar

J.S. Bach notalar ile canlandı.

J.S. Bach notalar ile canlandı. 

Müzik tarihinin önemli bir kırılma noktasında yer alır, o müziğe matematiği, kuralları ve birbirini takip eden dizinleri getirerek müzik (klasik) bir anlamda onun ile yeniden doğdu, bugüne kadar müzik ile ilgilenenlerin temel başlangıcı kabul edildi. O notları ile hayatı betimledi, yeniden notlar ile yarattı ve dinleyicisine bu evrensel dil ile seslendi. Notalar, onun kendisini ifade edebildiği, gelecek kuşaklara bir sözünü aktarabileceği araç olmuştur.
Bu kadar güzel cümleleri Orçun Orçunsel konser öncesi heyecanını yenmek adına yaptığı konuşmada öğreniyoruz. Her konser ayrı bir heyecandır, çünkü yorumcu kendi yorumu ile izleyiciye binlerde yıl önce söylenen sözü aktartacaktır. Elbette her aktarılan söz her ne kadar o yıllara ait gibi gözükse de günümüzde de bir şeyler ifade edebilmek için günümüze ait imgelerden de söz etmesi kaçınılmazdır. O dönemde sanatçıyı etkileyen ve bize yabancı olan halk kültürünün bir benzeri günümüzde de insanları etkilemektedir. Değişmiştir ama uyandırdığı duygusal dokunuşlar aynıdır. Aynı şekilde hüzünlenir, aynı şekilde seviniriz, sadece uyarıcılar da değişim olmuştur.
Bach bir Protestan eğitiminden geçmiş, ailesinde müzisyendir. Büyük bir orkestrayı kuracak ve yedekte de müzisyenlerin olacağı kadar geniştir. Yaşadığı dönemlerde müzisyenler kendilerini saraylarda, şatolarda o dönemin zenginlerine bir şeyler çalarken ve bestelerken bulur. Halk ile kilisede buluşur, kilise orgu ile halka notlar ile seslenirdi. O dönemlerde müzisyenler geçimlerini parası olana isteği şeklinde notlar armağan etmek ve onlara hayat vermek ile sağlarlardı. Bu müziğin seyrini, notların hangi konuları işaret edeceğini de belirliyordu, aksi halde aç kalması ve sokaklarda dolanması içten bile değildi.
Bach, Protestan mezhebine göre çocuklarını eğitmek istemesinden dolayı yaşam çizgisini genelde o mezhebin ve zenginlerinin olduğu alanlar içinde geçirmiştir. Bu ona çok geniş bir özgürlük alanı sağlamadığı gibi ekonomik olarak da pek girdi sağlamıyordu. Kısaca günümüz değimi ile etnik bir alanda, daraltılmış piyasa koşullarında eserlerine hayat vermişti.  
Bach yaşadığı zaman içinde o döneme göre bir çok insana göre iyi, kendi yaşam standardına göre aşağılarda yaşamıştır. Büyük bir bestecidir ve büyüklüğünü parayı verenler düşürüp para kırmaya dahi gitmiştir. O yüzden Bach ömrü içinde bir çok yer gezmiş, bir çok alanda konserler vermiştir. O yaşadığı süre içinde notlarının tersinde eziyeti, aşağılanmayı yaşamış, korkmuş, çekinmiştir. Çocuklarının geleceğini düşünmüş, onlara daha güzel ortamlar hazırlamak istemiş, bugün diğer anneler ve babalar gibi. İki defa evlenmiş, her evliliğinden çocukları olmuş. Büyük kızının evlenmemesini bile kendisine dert edinmiş babadır.
Bach, gözleri görmeyi bırakıp, damadının ellerine ve duygusuna güvenerek ömrünün son demini yaşamıştır. Son nefesini ise felç geçirip, artık yatağa bağlandığı an vermiştir. O bir baba, bir besteci, müziğin serüvenine kurallar getiren ve bugün dahi müzik eğitiminin temellerini oluşturan biri olarak son nefesini o felç sonrası vermiş olmasına rağmen, notaları ile günümüze seslenmeye devam ediyor. Bir anlamda Bach yaşarken bulamadığı o büyük onuru insanlık tarihinin içinde notları ile bulmuştur.
Gelelim konserimize; Orçun Orçunsel kısa açıklama yaptıktan sonra Variations Goldberg 32 ayrı parçasına hayat vermeye başladı. Fakat öncelikle bu çalışmayı piyanoya uyarladığını ve bu uyarlamanın o kadar kolay bir şey olmadığını da özelikle altını çizdi. Bir buçuk saat hiç ara vermeden çaldı. Zaman zaman hareketli, zaman zaman betimlemeler içinde izleyiciyi ayakta tutan bir konser oldu. Orçunsel bu çalışmanın bir zengin birin uyumasına yardım amaçlı bestelendiğine dair bir söylenceyi paylaşmış olsa da bu konser ile bir kere daha hissettim ki, bu piyano sesi ile uyuyacak kadar bilgi birikimim yok! Çünkü uyumak için bestelenen bir çalışmada uyumadan konseri uyanık ve sonuna kadar seyrettim/ dinledim… Orçunsel’in parmaklarını piyano tuşları üzerinde hareketini, zaman zaman kuş gölgesi yapar gibi üst üste getirişini izledim. Elleri uçuyor, tuşlara dokunuyordu. Ayağı ile elleri uyumlu, gözü ile hem tuşları hem de notları izlemesine baktım.
Bach bir konserde yeniden hayat bulurken Yaşar Kemal aynı gün içinde son nefesini vermişti. Yaşar Kemal kelimeleri ile geleceğe mesajlar bırakmış büyük bir yazardır. Yazdığı her kitabı okumuş, mahkeme tutanaklarına girmiş savunmalarını dikkatlice incelemiş olmak bile bende; iyi ki onun ile aynı çağda, aynı ülkede ve aynı gelecek umudu içinde hayata baktım, geleceğe dair umutlarımızı hep büyüttüğümüz için şanslı olduğumu düşündüm ve Yaşar Kemal ile çoğaldığımız için o büyük ustaya teşekkür ediyorum. Büyük ustam hep yüreğimde yarattığın dünyan kadar yerin olacaktır demek istedim.
“Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir” Yaşar Kemal
Umudu hep üreterek, çoğaltarak hayata ve geleceğe bakıyorum…
Bach bir noktadır müzik için, yazın ve romanımız için Yaşar Kemal’de odur.
İsmail Cem Özkan