Galata Gazete


19 Nisan 2022 Salı

Yardım denen bohçadan emperyalizm çıktı!

Yardım denen bohçadan emperyalizm çıktı!

 

Marshall Yardımı (1947-1951 ) planlanırken, atom bombasının güçlendirilmiş hali de test edilmesi eş zamanlı konuşulmuş ve uygulamaya konmuştur.

 

Emperyalistler her hangi bir konuda adım atmadan önce fikir kulüpleri, sonra o konuda uzmanlardan oluşan çalışma gurupları içinde planlar ve o planlarına uygun test alanları tespit eder ve uygularlar. Her test sonucu yeni sonuçlar çıkarıp, doktrinlerine uygularlar... 

 

Emperyalist ülkelerin liderlerinin sabit değiştirilmez doktrini yoktur, her koşula uygun olacak şekilde esnektir, tek esnek olmayan şey; sonuç ve hedeftir.

 

Emperyalizm öyle tesadüfi işlere adım atmaz, planlar ve sonucunda ne kazanacağına, kaybedeceğini yani riskleri ortaya koyar ve risklere karşı en verimli yolun ne olduğuna dair bir yol haritası çıkarırlar ve o yolda adım atarlar.

 

Plan, yola çıkmadan önce en ayrıntılı şekilde ortaya konur.

 

Bizim gibi ülkelerde ise plan denen kavram sözdedir, “hele bir yola çıkalım, yolun ihtiyacına göre yol bile değiştiririz”, kısaca “kervan yolda organize edilir”, uygun alıcı bulunduğu an kervanın yolunda kısa olabilir, önemli olan kısa dönemli kazançtır. Kazançlarda görecelidir, zamana, yere, topluma göre değişir.

 

Plan, sosyalistlerin en çok kullandığı yöntem olarak propaganda yapılırdı ve planlı yapılan işlerin hepsi bize komünizm propagandası olarak yansıtılmıştır. Hatta ülkemizde beş yıllık kalkınma planları ortadan kaldırılıp, özelleştirme ile kamu mallarının satışa çıkmasına olanak veren yasa meclisten geçtiğinde dönemin başbakanı Tansu Çiller, kadehini “son sosyalist devleti yıktık” diye kaldırdı ve bu sayede Devlet Planlama Teşkilatı boşa düşürülmüştür. Planlardan daha öncelikli olan kısa vadeli “liderlerin çıkarıdır” süreci bu kadeh kaldırılarak başlamıştır, gerçi ondan önce alınan 24 Ocak kararları ile zaten süreç başlamış, bu son kadeh ile amacına ulaşmıştır.

 

Planda birisi sizi kavgaya davet ettiğinde “madem davet ettiler” diyerek hazırlıkları tamlamadan kavgaya girmek diye kavram yoktur. Fakat yakın tarihimizde, devrimciler ne yazık ki olayların zorlaması ile oluşturulan iç savaş koşulları içinde hazırlanmadan anti - faşist mücadeleye girmişler ve ulus devletin yıkılışını ilan eden 12 Eylül faşist darbe ile tüm olayların sorumlusu gibi gösterilmiştir. Anti - emperyalizm mücadelesi veren 68 kuşağından, anti - faşist mücadele veren 78 kuşağının dönüşümü birilerinin planında olabilir ama devrimcilerin planladığını söylemek olasılıklar içinde sıfıra en yakın bir olasılıktır. Kısaca devrimciler kavgaya çekilmiştir, onlarda “halk adına” mücadele ederken canlarını, nefeslerini, ütopyalarını bu kavgaya karşılıksız olarak ortaya koymuştur.

 

Emperyalistler, kapitalizmin çıkarına uygun olarak karar alırlar.

 

Ulus devletinden küreselleşmeye uygun ihtiyaçlar ortaya çıktığında elbette koşulların zorlaması ile ortaya çıkan ihtiyaçlara uygun kararlar alınacaktır. Emperyalist devletler ve şirketlerin önünde engel olan ulus devletin korumacı gümrük barajları “özelleştirme” adı altında programlar ile ortadan kaldırılma süreci öyle hemen başlamamıştır, zaman içinde doğal bir gelişme gibi gösterilerek uygulanmıştır.

 

Kapitalizm, ikinci büyük paylaşım savaşından sonra elbette yeniden yapılanmaya gidecekti. Savaşın galibi yeni emperyalist devletlerin lideri konumuna gelen Amerika, bir çok karar almış ve uygulamıştır.

 

Marshall Yardımı kavramı bu sürecin doğal bir sonucu gibi ortaya çıkmıştır, fakat doğal olanın doğal olmadığını bugün yaşanan sonuçlara bakarak söyleyebiliriz…

 

İkinci dünya savaşı sonrası yeni bir dünya kurulmuştur.

 

Yeni dünyanın kendisine özgü süreci başlamıştır. Güneş batmayan ülkenin artık eski gücünde olmadığı ve onun batısında yeni bir lider ortaya çıkmıştır.

 

Kapitalizm varlığını koruyabilmesi için savaşlara ihtiyaç duyar, o yüzden sürekli yeni düşmanlar bulur ve ona karşı savaşıyormuş gibi örgütlenir.

 

Amerika için savaş bitmemiştir, o yüzden örtülü ve açıktan savaşı devam ettirmek ve kazanılmış olanlarını korumak adına yeni bir yapılanmaya girmiştir. Amerikalı şirketler için bütün dünyanın her parçası pazardır ve o pazarlarda örgütlenecektir.

 

Sovyet bloğunu bahane edilerek yeni savaş stratejisi ortaya konmuştur.

 

ABD Kongresi Marshall Planını 11 Eylül 1947'de onaylamıştır.

 

Marshall Planını, Anti-komünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. Ekonomik kararın bir de askeri boyutu vardır ve onu da 19 Nisan 1948 yılında Marshall adasında bir atom bombası deneyerek göstermiştir.

 

Ve ABD 1949’da bir askeri saldırı paktı olan NATO’yu kurarak Soğuk Savaşı başlattı.

 

Marshall Yardımı aynı zamanda yeni bir silahın da doğumunu işaret etmiştir. Yaptırımlar…

 

“Yaptırımlar… Yaptırımlar  bir ülkenin insanlarını aç, susuz, ilaçsız… Bırakarak yapılan kitle katliamıdır…” Fikret Başkaya

 

Ekonomik yardımlar, ekonomik bağımlılığı ortaya çıkarmıştır.

 

Ekonomik yardım alanlar alan ülkeler için yaptırımlar atom bombasının etkisinden daha ağır koşullarının oluşması anlamına gelmektedir. Bizim yakın tarihimizde Kıbrıs işgali / çıkarması olarak adlandırılan süreç sonrası yaşanan ambargo ve sonrası oluşan yaptırımın ülkemiz üzerine etkisinden biliyoruz.

 

Emperyalist ülkenin denetiminde / etki alanında olan ülkelerde zaman zaman askeri veya sivil darbeler yaşanmıştır, her darbe ile küresel şirketlerin darbe olan ülkelerde bazı imtiyazlar elde etmiş olmasıdır.

 

Küreselleşme yerel olanı ortadan kaldırıp, tüketici bir güruh yaratma sürecidir.

 

Emperyalist planlarda her ülke içinde oluşan iç savaşlarda nasıl kazanılacağı planlanmış ve plana uygun darbeciler ve otokratik rejimler desteklenmiştir, üstelik bu liderleri demokrasinin bekçileri olarak da ödüllendirilmişlerdir. İşlevleri bittiği anda da tarihin çöplüğüne atıp, orada suçları ile yüzleşmeleri/ üstünü örtmeleri sağlanmıştır.

 

Marshall yardımın bizdeki izdüşümü süt tozudur. Süt tozu ile gelen yardım paketleri, okulla yeni başlayan çocuklara içirilerek sembolik olarak bir mesaj verilmiştir.

 

Biz o süt tozunu suya katıp içtiğimizde yaşayacaklarımızın hikayesi olacağını o zamandan bilemezdik.

 

İsmail Cem Özkan

16 Nisan 2022 Cumartesi

Denize ulaşmak…

Denize ulaşmak…

 

“Bir dostum Denizler üzerine konuşur musun” dedi, “Elbette konuşurum, çünkü üzerine konuşuluyorsa eğer aramızdadır, o bizimledir” dedim...

 

Deniz Gezmiş ve yoldaşları üzerine düşünüyorum, kendi kendime konuşur gibiyim; zaman ne kadar çok hızlı akmış, o gün doğanlar bugün orta yaşın son dönemecine girmiş. 50 yıl öncesi üç fidan henüz çınar olmadan aramızdan ayrıldılar ama onlar hep genç, hep yaşıyorlar... Bugün gençliğin elinde hala Deniz Gezmiş resmi varsa, eylemlerde Denizler üzerine slogan atılıyorsa, türkülerde, marşlarda Deniz geçiyorsa o hiçbir zaman aramızdan ayrılmadığının kanıtıdır. Bütün bu olumlu gelişmelerin yanında elete olumsuz gelişmelerde olacaktır, hayat bir çizgide akmaz, olumlu ve olumsuz çatışacak ve orta bir yol zaman içinde bulunacak!

 

Deniz Gezmiş ve o dönemin devrimcilerini ikonlaştıran ve metalaştırıp ticaretin bir parçası haline getirenlerde mevcuttur, her ne kadar bazı siyasi yapılar için “eninde sonunda akan su doğru yolunu bulacak ve bize çıkacak” diye beklenti içinde de olsa, piyasa ekonomisi ya da liberal ekonomi var olan tüm değerlerin altını boşaltıp, sadece romantizmin bir parçası haline getirilip, dizi filmlerde bir kahraman, sinemaların gözü kara kovboyu ama eline silah almamış bir dönemin delikanlısı profili çiziliyor. Elbette romantizm ve söylemi daha fazla insanı çevresine toplamakta; kızlar ona aşık olacak, erkekler ona öykünecek ama saçı, parkesi, ayakkabısı moda sektörünün satış listesinde klasik konumda olacak boyutta olması arzulanacak, o yüzden ikonlar yasaklanmaz, daha fazla yayılması için kapitalizm işine geldiği sürece teşvik edecektir… Tatil köylerinin resim satan yerlerinde resminin olması orayı solcu yapmaz, çünkü o resmin yanında faşizmin sembollerinde satıldığını göreceksiniz. Faşizmin sembolleri ve kahramanları ile devrimcilerin sembolleri aynı tezgahta alıcısını beklemektedir.

 

Deniz ve dönemin devrimcileri piyasa koşulları içinde ikonlaşmaya doğru bir yol izleniyor, kim tarafından? Elbette Deniz üzerinden nemalanmak isteyenler tarafından. O bir tişört, bir sigara markası olması ya da bir otel, kültür merkezi ya da başka tüketimin üzerinde bir resime indirgenmesi sürecindeyiz.

 

O, bir anti emperyalizmin sembolüdür.

 

Deniz bu ülke için emperyalizme karşı duruşun bir sembolüdür. Deniz anti emperyalizmin uluslararası boyutunu kavramış o zaman diliminde direnen Filistinlilerin yanında cephede kurşun sıkan bir militandır. Bir gerilla lideridir ama aynı zamanda halkın içinde halkın derdine çare arayan bir devrimci gençtir... Köylüye toprak, köylü ile birlikte imece yapan bir üniversite öğrencisi ve lideridir. Dersi elinden alınan öğretim üyesinin sesi, onun adına kürsü işgal edendir...

 

Deniz Gezmiş devrimci yolun sembolüdür, halklara hürriyet derken halkları tarif edendir.

 

Kürt halkının özgürlüğü Türk halkının özgürlüğünden geçtiğini bilir, tersi de doğrudur. Biri özgür olunca öteki de özgür olacaktır, onun için emperyalizme karşı son nefesini verirken Kürt ve Türk halklarının kurtuluş savaşını selamlar, o selam hala geçerlidir. Geçerli olan sadece o mu, bugün emperyalizme karşı direnen nerede bir halk varsa onlar ile dayanışma yapmanın aciliyeti de günceldir...

 

Deniz Gezmiş bir Mahir Çayan'dır, bir İbrahim Kaypakkaya'dır. Kızıldere'den Diyarbakır’a giden direnişin tam ortasında duran yiğit bir militandır. Ser vermeyen, yoldaşları için sessiz, halklar için sesini yükseltendir...

 

O bir Yaşar Kemal'in romanından çıkan kahraman değil, 68 sürecinin yaratmış olduğu devrimciden ve en önde giden devrimcilerinden biridir. “En güzel koşandır, en uzun boyludur, en güzel gülendir.”

 

O bir devrimcinin hayatı nasıl olması gerektiğini ispatlayan ve yaşayan bir vücuttur.

 

Deniz Gezmiş bir ikon değildir, tokat yediğinde yüzünü öte tarafa döndürecek biri değildir, aksine işçi sınıfı için direnendir, onun politikasını ve iktidarının oluşumu için kavga edendir, mücadelenin nasıl olması gerektiğini tasarlayıp o tasarısından tek adım geri atmayandır. Ütopyasını gerçekleştirmek için yola çıkmış ve geri de dönmemiştir.

 

Deniz Gezmiş 50 yıl önce bir cezaevi bahçesinde, soğuk ve kesik bir Ankara sabahında son nefesini verdi ama nefesi hala ensemde, hala arkamda ki güçtür... Sesi denizleri aşıyor, zamana hükmediyor. 

 

“Ne geçmiş tükendi ne yarınlar
Hayat yeniler bizleri
Geçse de yolumuz bozkırlardan
Denizlere çıkar sokaklar”

 

 Murathan Mungan

 

Dereler elbette bir gün, her ne kadar bugün önleri kesilmiş olsa, kenarlarına duvarlar çekilmiş olsa da özgür akacak, denizlere ulaşacaktır. Ulaşacağız hep birlikte Deniz’e…

 

İsmail Cem Özkan

10 Nisan 2022 Pazar

Cahiller akıl verir!

Cahiller akıl verir!

 

Tarihte cahillik ne zaman başlamıştır diye soru sorulmuş mudur bilemiyorum ama son yıllarda sürekli tekrarlanan bir konu haline geldi, “cahil doğulmaz ama cahil olunur” kavramı.

 

“Cahil olmak” kavramını doğrudan “eğitim” kavramı ile de bağlantılıdır, çünkü siyasi tercihlere/çıkara göre gerçekleri “ret etme” ve “yeniden yaratım” sürecidir.

 

Eğitim denilen kavramın içinde sisteme uygun insan yetiştirmek ve sistemin devamını sağlayacak kültürel birikim yaratarak “yeni insan”ın oluşumu vardır. Sistem ancak kendi ihtiyacını karşılayacak ve sistemin doğruluğuna inanmış bireyler olduğu sürece ayakta kalacaktır.

 

Eğitim, soru sormayı değil inanmayı teşvik eder...

 

İnanmak, cahilliğin temel kuralıdır, insan sorgulamadan gerçek diye inandığı şey cahillik belirtisidir, elbette burada kime göre, çünkü inanılan kitleselleşmişse o artık toplumun doğrusudur. Galileo idam edilmemek için bulduğu gerçeği ret ederek hayatını “cahillerin” hakim olduğu düzende korumuştur…

 

Cahillik iktidar olabilir, çünkü sistem kendi iktidarını oluşturmak için eğitir…

 

"Öğretmenleri cahil yetiştirin ki, cahil nesiller oluşsun".

 

Eğitim, sistemin ihtiyacına verecek şekilde oynanan bir sistematik düşünme ve algılama yöntemidir.

 

Sistem nasıl bir nesil istiyorsa, hangi ihtiyacına cevap verecek bir insan istiyorsa, ona göre değiştirilir ve mesleki bilgisi olan ama başka bir meziyeti olmayan bir bireyi ortaya çıkarır.

 

Eğitim, sabit değil, değişkendir. Dinamik bir yapısı olduğu içinde her döneme uygun tarihe bakış ve eğitim modeli var olur.

 

Eğitim bir anlamda asimilasyondur, var olan (atasından gelen) bilgileri siler, yerine yeni bilgiler yerleştirir. Eğitim, insanın hayallerini ellinden alır ve ütopyasını sistemin ütopyasına uygun hale getirir.

 

Bugünlerde çok moda söylem olan “Küresel eğitim” kavram yerel olanın küçümsenmesi veya ret edilmesini kuşaklara aktarılır ve üst kültürün altında yok olacağı peşinen kabul edilmesi için bireylerin algıları ile oynanır. Anadili yerini İngilizce alması için her türlü teşvik yapılır. Amerikan dizilerinin tüm ülkelerde çok ucuza sunulması, küresel ürünlerin hepsinin üstünde İngilizce yazıların yer alarak sunulması bu gizli asimilasyonun parçasıdır. Eğitmenlerin yerini tüketim ürünleri/ maddeleri almıştır.

 

Ulus devletinin mantığı içinde eğitilmiş eğitmenler resmi tarihe çok inanır ve onu ölesiye savunur, çünkü sonuçta sisteme uygun eğitilmiş bireylerdir...

 

Ülkenin bekası için…

 

Dışarından verilen direktifler, sistemin çıkarına uygunsa sorgulanamadan yerine getirilir, insanların denek olarak kullanılmasının pek önemli yoktur, önemli var olan bir sorunun ihtiyacını karşılayacak maddi girdi olsun. Gelişmekte olarak adlandırılan ülkelerin insanları zaman zaman gelişmiş ülkelerin / silahlı güçlerinin test alanı olmuştur. Teorilerin pratikteki deneme alanları teoriyi geliştiren ülkelerin topraklarından daha çok kendi kamuoyu tarafından az bilinen ülkelerde denenmiş olması tesadüfi değildir… Batıda “demokrasi” vardır, insan hakları gibi kavramlar ile iktidar ve sistemin hakimi olan şirketler göreceli olsa da sorgulanır ve karşı kampanyaların konusu olabilir… Verimliliğini düşünen devletler ve şirketler kendi kamuoyundan uzak ülkelerde her türlü deneyi ve testi rahatlıkla yapar, yeter ki gizli ve sorgulayacak her hangi bir kurum olmasın… Biyolojik/ kimyasal silah üreten laboratuarların ve test alanlarının üçüncü dünya ülkelerinde olması tesadüfi değildir. Üçüncü ülkelerde biyolojik silah üreten laboratuarlarda teknolojinin son hali bulunmaz, onlar ancak o biyolojik ürünün ortaya çıkaran daha gelişmiş laboratuarlarda kullanımı söz konusudur. Şirketler ve devletler üçüncü dünya ülkelerine eski teknolojiyi kullanımına izin verirken, kendileri daha gelişmiş ve daha güvenli olarak kabul edilen teknolojileri kullanmaya devam eder.

 

Yakın tarihimiz, iktidara verilmiş rüşvetlerin uluslararası medyada gündem olmasına rağmen bizde soruşturma konusu dahi olmaması, bu konuda bizi bu ülkeler içinde “çekici ülkeler” konusunda “öncelikli ülke” konumuna getirir…

 

"Süt tozunu öğrencilerine içireceksin" dendi, sorgulamadan içirdiler, çünkü Marshall Yardımı ile hibe edilmişti, hibe edilen "bizim iyiliğimiz için" verilmişti, emir yukarıdan gelmişti, dağıtılmıştı. Kimse demedi ki "yahu köylerimizde zaten doğal süt var, çocuklarımıza bu doğal olanı verelim"...

 

Bize teknoloji gelmedi, emperyalizm yardım paketi içinde saklanarak geldi. 

 

Sistem dağıt demişti, devletimizin bekası için dağıtılmıştı.

 

“Köy Enstitüleri” kavramı tarihimizde çok önemli bir yeri işgal eder, onlar sayesinde dünya edebiyatının klasikleri tercüme edilmiş, ulus devletinin ihtiyacı olan öğretim görmüş öğretmenler ile ulus fikri en ücra köşelere kadar ulaşacak bir ağ örülmesine olanak sunmuştur. Köy Enstitülerinde verilen "öğretim" ile devletin ihtiyacını karşılayan aydın öğretmenler yetiştirilmiştir.

 

Köy Enstitülerin konusu başka bir tartışma konusudur, o yüzden üsten geçtim. “Yatılı okullar” diye ayrı bir başlık açılıp tartışılması gereken bir dram ve trajedinin iç içe geçtiği tarihide içinde gizler...

 

Köy Enstitüleri, sonuç ve istenilen sistem açısından değerlendirildiğinde çok başarılıdır, fakat iktidarın zihniyetinin el değiştirilmesi ile ulus devleti kavramın yazılan öyküsü birden bize özgü bir rotaya oturtulacaktır. “Ulus devleti geri dönülmeyecek bir aşamaya gelmiştir ve bize bu öğretim bol gelmektedir, devletin vücuduna uygun yeniden bir eğitim politikası oluşturulmalıdır” diyenlerin iktidarı ile ulus devletini sosyal devlet kavramına çıkarmak isteyenlerin tasfiyesi ile karşılaşırız.

 

Öğretimin yerini eğitimin alması ile bireyler eğitim almadığı alanda "benim işim bu" diyerek bilgiçlik taslayanlar doğal karşılanır olmuş...

 

Belki baştan beri belki de zaman içinde bilgisi olmayan ama fikri olan insanlar topluluğuna dönüştük...

 

Bugün ülkemizin içinde yaşadığı tüm krizler, eğitilmiş bireylerin siyasetten yönetici olmalarından kaynaklanıyor...

 

O süt tozunu içmeyecektik, her şey o süt tozu ile başladı...

 

Sorunun temeli her ne kadar sistem ve onun ihtiyacını karşılayan uygulamalar da olsa sistem dışına düşmüş ve sistemin içinden yeni sistemin nüvesi olan işçi sınıfı ve onun örgütlü güçleri açısından olaylara bakarsak eğer, sorun daha da karmaşık kalıyor… Çünkü sistem tarafından eğitilmiş insan eğitimin yaratmış olduğu önyargılarını kırması çok zordur, onlar resmi tarihe gerçekten inanıyorlar ve resmi tarihin gerçeklerini “gerçek” kabul ediyorlar.

 

Elbette devletin resmi tarihi yanında diğer yapılarında kendisine özgü resmi tarihi söz konusudur, çünkü duruş noktası temsil ettiği sınıf adına hareket eden “örgüttün çıkarı”ndan bakarsanız, resmi tarihin karşısında başka resmi tarih oluşturursunuz, elbette gerçeklerden resmi tarih kadar “uzak” olunur…

 

Sosyalist bir insan işçi sınıfının çıkarını korur, o pencereden hayata bakar,  sermayenin değil...

 

Bugün kendisine sosyalistim, devrimciyim diyen bazı yapıların bakış açısına bakın, temel çelişki iktidar ve onun lideri gibi algılar ve ona karşı söz yetiştirme yarışı içinde olduğunu görürsünüz, fakat sorun birey değil, o bireyi oraya getirip ona o yetkiyi veren atmosfer ve ortam olduğunu düşünmez.

 

Yaşadığımız süreç bir tarihi kırılma noktasındadır, geçmişte var olan bir çok kavramın altı boşalmış ve yeni kavramlar ve algılar ile dolmuş olmasına rağmen, kavramların içeriğine dikkat edilmeden yapılan yorumların bir çoğu boşa düşmektedir.

 

Ezberletilmiş ve eğitimimizden kaynaklanan tarihi bilgileri sorgulamadan kabul edilerek yapılan her adım, bizi hedefimizden daha uzak noktaya atmaktadır…

 

Cahiller yukarıda da belirttiğim gibi eğitilmiş bireylerdir, onlar bize bilgi birikimlerini aktarmak yerine akıl vermeyi seçmektedir. Akıl verenlerin çok olduğu zamanda/ yerde amaca doğru hareket edecek birey kalmaz… Örgütsüz toplumsal hareketlerden büyük sonuçlar çıkaran teorisyenlerin bilgi kirliliği ile yarının iktidarı kurulmaz.

 

Karanlık gün geçtikçe arttı…

 

Zifiri karanlığı yaşıyoruz, gün dönecek umudu içinde doğuya bakıyoruz, ha doğdu ha doğacak...

 

İsmail Cem Özkan

6 Nisan 2022 Çarşamba

Resmi tarih gerçeğin ne kadarını yazar?

Resmi tarih gerçeğin ne kadarını yazar?

 

1.Dünya Savaşı sırasında Yunanistan kapitalist bir devlet miydi?

 

Bu sorunun yanıtı “hayır” ise bu durumda Yunanistan “emperyalist devlet” de olamaz.

 

Hani her sözde solcu "kurtuluş savaşı anti- emperyalist savaştı" diyor ya, peki biz hangi cephede emperyalist devletler ile çarpıştık kuruluş/kurtuluş aşamasında?

 

Kuruluş aşaması ne zaman başladı?

 

Resmi tarihimize göre; savaşın lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün kaleme aldığı Nutuk kitabını doğru olarak kabul edilir ve sorgulanmadan kabul edilen net bir tarih vardır. “1919 yılı Mayısının 19 uncu günü Samsun'a çıktım” diye başlayan bir cümle… Bu ilk cümle resmi tarihimize göre kurtuluş savaşımızın başlangıcıdır.

 

Acaba öyle mi?

 

Biraz daha geri gidelim İstanbul işgal edildikten sonra, yeni bir devletin kuruluş kavramı kullanılmadan kurtuluş kavramı üzerinden bir örgütlenme söz konusudur...

 

Hiçbir şey birden başlamaz, bir kişi de bir ülkeyi kurtarmaz, kadro gereklidir, o kadroda zaten o döneme kadar ülkeyi yönetmiş bir siyasi partinin tabanında mevcuttur. İttihat ve Terakki partisi her ne kadar kendisini fesih etmiş olsa da teşkilatı varlığını korumaktadır… Teşkilat vardır, hala görev başında teşkilatın güvendiği ve yetenekli subaylar vardır… Sürgüne çıkmış liderlerinde ret edemeyeceği bir isim üzerinden elbette kurtuluş savaşı verilebilinir… Tarihte başarıya imza atmış ve kurtuluş için bir kök ve zemin olacak bir isim üzerinden ve çevresinden bu kurtuluş başlatılabilinir… İstanbul’da bu konuda değişik toplantılar olmuş, sevkiyat, yani lojistik, para, istihbarat gibi konular ele alınıp planları yapılarak Samsun’a izinli olarak bir çıkış söz konusudur…

 

Başlangıcın her zaman bir kökü vardır, birden filiz yeryüzüne çıkıp ağaç olacağım demez!

 

Yangında ilk yapılması gereken yapılır, cam kırılır ve balta çıkarılır. O balta İzmir’e çıkartma (15 Mayıs 1919) yapan Yunanistan’dır. Zayıftır, hiçbir konuda bağımsız değildir. Kral vardır ama sözde bir kraldır, tamamı ile Birleşik Krallık ( İngiltere)  bağlıdır. Gerek olduğunda ipi uzatılır, gerek olduğunda çekilecek durumdadır. Onların hayalleri vardır, Küçük Asya’ya açılmak, o rüyaların üzerine fazla emek ve para harcamadan gidilir ve hayallerinin peşi sıra kral sonu belli olan bir maceraya girer… Yunanistan bir kapitalist devlet değildir ve işgali doğal olarak sadece işgaldir, emperyalist duygular ve amaçlar ile İzmir’e adım atmadılar...

 

İzmir işgali İstanbul’da yenilmiş devletin kendisini fesih etmiş bir partinin tarafları arasında yeni bir kıvılcım yakmıştır. Kısa zamanda yer altında örgütlenmiş ve yeni bir devlet için ilk fikirler ortaya çıkmıştır. Eğer Osmanlı devletinin eski idarecilerinin bu hassas oldukları konulara dokunulmamış olsaydı, belki tarih başka türlü akacaktı, fakat Ermeni meselesi, açılmış davalar, arkasından Yunanistan’ın İzmir’e çıkarma yaparak işgal etmesi, var olan devletin askeri kanadının yer altı örgütlenmesine doğru kaymasına neden olacaktır.

 

Bugüne kadar tarihi yazanlar Yunanistan’ın bir kapitalist devlet gibi algılayıp, algılatmış... Geçmişe yönelik hikayeler anlatılır ama gerçeklerin üzerinden zıplanarak anlatılır bir çoğu. Örneğin İzmir yangınında olduğu gibi, yangın sanki kaçanlar tarafından yakılmış gibi anlatılır ama İzmir meydanındaki konağa bayrak çekildikten (9 Eylül 1922) bir süre sonra (13 Eylül 1922) İzmir yanar… Yunanistan’ın yenilgisinin temelinde yetersiz silah, istihbarat ve lojistik eksiliğidir. Onlara bu ihtiyaçları veren İngiltere’nin çıkarı ve stratejisi yeni kurulmakta olan devlet ile işbirliği üzerine oturunca, Yunanistan kaçınılmaz sonu yaşamıştır. Eğer Yunanistan güçlü olmaya devam etmiş olsaydı, Çerkez Ethem (Dipşov Ethem) düzenli ordu kurulması sürecinde Yunanistan’a sığınma talebi olacağı bir ortam olur muydu? Soruyu başka açıdan sorarsak eğer, Ankara iktidarı Çerkez Ethem’i rahat bir şekilde gözden çıkarabilir miydi? Çerkez Ethem yaşadıkları hala bir sır olarak kalmaya devam etmektedir.

 

Kısaca Yunanistan kapitalist devlet değildir…

 

“1.Dünya Savaşı sırasında Yunanistan kapitalist bir devlet miydi?” sorusunu sorup yanıt arayınca anlatılan tarih birden çöküyor... İzmir çıkarmasını yapan bir kapitalist devlet değil, doğal olarak emperyalist değil.

 

Tamam, emperyalist devletlerin kullandığı bir nesne diyelim, İngilizler desteğini çektiğin an yenilen bir devlet... Bu durumda sosyalist solun, hadi onun öncüsü Lenin’in anti emperyalist savaşımızı selamlıyorlardı ya, sanki ihtiyaca uygun kurulan bir cümle olarak çıplak olarak ortada kalıyor, Lenin devrimini korumak ve kurtarmak adına, güney sınırını güvenceye almak adına dönemin en güzel cümlesini kurmuş; “anti emperyalist kurtuluş savaşı” bir anlamda kendi devrimi ile paralellik kurmuş gibi ama olmadığını kendisi de çok iyi bilmektedir, siyaset öyle gerektirdiği için öyle bir cümle kurmaktadır. Emperyalist devletlerin güney sınırında olması elbette istenmeyecek bir şeydir. Devrim yapılmış ama devrimi yaşatacak kapitalist devletten sosyalist devlete geçiş için gerekli süreç henüz tamamlanmamıştır. Sınırların geçişken olması içte gerçekleşen değişime karşı büyük bir risk oluşturmaktadır… Devrimin liderleri Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de boğulmasına gerektiği kadar tepki verememelerinin altındaki en büyük neden ülke çıkarlarıdır…  Bunu elbette Atatürk’de çok iyi bilmektedir, istihbaratçı olmanın getirmiş olduğu bilgi birikimine sahiptir, stratejisini ve ülke içinde gücünü oturtacak süreci çok iyi planlayabilmekte ve stratejiler oluşturmaktadır. Oluşturmak istediği ülkenin çıkarına geldiği sürece katilleri bile yanında eksik etmez, önemli olan kendi liderliğine tam bağımlılık ve ülkeyi Rusya’da olduğu gibi “işçi devleti”ne dönüştürecek vizyonu olanları çevresine yaklaştırmadan yok etmek…

 

Osmanlı imparatorluğu kapitalist bir devlet değildi, sömürgeci bir devlet dağılmaktadır. Ulus devleti rüzgarı imparatorluğu dağıtmaktadır… Hatta son Müslüman olmayan milletlerden olan Millet-i Sadıka”  olan Ermenileri bile gözden çıkarmış, İstanbul ve İzmir haricinde tüm Anadolu ve kuzey Mezopotamya’dan köklerini kazıyarak “tehcir” kararı alarak çöllere sürmüştür…  Geride kalan birkaç Ermeni ise ya korkudan din değiştirmiş ya da kendisini saklamış ve olmakta olana nefer olarak katılmıştır… Atatürk imzasını yaratanın bir Ermeni olması tarih bilmeyenler için şaşırtıcıdır, aynı şekilde ırkçı parti MHP’nin logosu yapanında bir Ermeni olması gibi…

 

Sömürgeci devletten toprakları parçalanan yenilmiş devletin içinden ulusal bilince sahip olan kadroların elbette kendi ulus devleti savaşı vermesi kaçınılmazdı. Fransa’dan esen rüzgar “Misaki Milli” sınırını yaratacaktı. Meclis kararını İstanbul’daki son toplantıda (28 Ocak 1920) kayıta alıp Ankara’ya doğru göç yoluna çıkacaklardı… Osmanlı devleti, meclis kararı ile artık sözde kalacak, Ankara’da olan yapı devletin devamı olarak oluşacaktı… 

 

Her işgalci devlet emperyalist olmaz... Emperyalist devlet olmak için kapitalizmin gelişmiş ve kurulmuş olması gereklidir...

 

Yunanistan krallık devletiydi, kapitalizmin kırpıntısı dahi yoktu...

 

İşgal edenin arkasında İngiltere’nin olması onu emperyalist yapmaz, işgalci yapar...

 

Yunanistan, Makedonya şehri olan Selanik’i 9 Kasım 1912’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan savaşmadan aldı. Makedonya bu şekilde Yunanistan işgali altına girmiş oldu. İşgalci bir devlettir, aynı şekilde İzmir’den başlayıp Küçük Asya’da alacağını düşündürülmüş olduğunu sonuca bakarak anlıyoruz, Küçük Asya bir Selanik değildir.  Direniş ile karşılaşmıştır, yerel olarak başlayan Kuvayi Milliye hareketi dağınık olduğu savaşında görevini düzenli orduya geçerek tamamlamıştır.

 

Kurtuluş savaşı kronolojik incelendiğinde savaş diplomasidedir ağırlıkla, cephede değildir... Diplomasi savaşında ise anti-kapitalist, anti-emperyalist savaş değil, var olan sınırları koruma mücadelesidir...

 

Emperyalist devletler anlaşmalardan istediklerini aldılar mı?

 

Aldılar…

 

Peki, İttihat Ve Terakki Partisi’nin içinden doğan yeniden oluşmuş o tarihte henüz adı konuşmamış partisi ve lider kadrosu aldı mı?

 

Evet, eksiklerine rağmen aldı sayıldı...

 

Kurtuluş savaşı destanın bir çok hikayesi yazılmıştır, yazılmaya da devam edecektir, devlet var olduğu sürece. Her rejim kendi resmi tarihini yazar, o yüzden tarih durağan bir şey değildir…

 

İsmail Cem Özkan


3 Nisan 2022 Pazar

Paylaşmak…

Paylaşmak…

 

Sosyal medyanın yaygınlaşması ile birlikte ölen bir arkadaşımız, uzaktan dostumuz, yazar, çizer falan filan ile birlikte fotoğraf paylaşılıyor, belki sosyal bir itibar getirdiği içindir... “Bakın çevremde ne değerli bir insan vardı!” demek için, belki ben de o aydınların arasında bir aydınım, fark etmemiş olsanız da!” ne amaçla paylaşıldığının artık pek önemi yok, moda oldu, moda olan bir şeyi yapmanın da mantığı yok, popüler kültür her şeyi tükettiği gibi, o anlık paylaşımla geçmişte tüketilir.

 

Ölen hepsi badem gözlü bu konuda sıkıntı yok, iktidara gelmediği sürece iyidir, tecavüz, uyuşturucu satıcısı filan işleri olmadığı sürece iyidir.

 

Ölümsüzdür sözü en fazla bir kaç sene gider, sonra kimse anımsamaz, zaten anımsansaydı insanlık tarihi ölenleri anma günü olarak giderdi...

 

Demek ki kişiler değil, kişilerin ileriye ne taşıdıkları önemli, ileriye ne bıraktıkları önemli olduğu için bazı yazarlar, çizerler önemlidir. Her yazar, her çizer önemsizdir demiyorum, çoğu önemsizdir diyorum. O halde her ölen badem gözlü bu konuda sıkıntı yok ama her tanıdığı tarihe iz bırakmış gibi algılamak ve algılatmak için uğraş niye?

 

Güzel yaşamış, kendi doğrularını yaşamış, ama onun doğruları bana doğru gelmez, onun yaşamı bana ahlaki gelmez, o tercihi yapmanın da bir anlamı yok!

 

Tarih kimin nasıl yaşadığı ile ilgilenmiyor, ileri kuşaklara ne bıraktıkları ile ilgileniyor...

 

Bırakın artık ölen kişinin arkasından aşırı güzellemeleri, vicdanınızı rahatlatıp, yokluğuna alışmak için yakılan ağıttır.

 

Ağıtlar, acılar kişiseldir, kitleselleştirmenin anlamı yok...

 

Evet, bazı insanlar şanslıdır, iz bırakanlar ile aynı havayı soluduğu için, o şansını kendisine ne kattığı ile ilgilensin, fotoğraf karesinde bir anlık bir ölümsüz an kişilere bir şey katmaaaaaz, katmayan anıların da değerli olmasının bir anlamı yok...

 

“Ahh!”, “uff”!, “neden şimdi, çok erken” gibi kavramları kurmadan önce toprağa karışmayı bekleyenin ne acılar çektiğini bir düşünün, hayat devamlılık üzerine ve birikimlerin taşınması üzerine kuruludur, önemli olan ondan sana kalan ne varsa ileriye taşıyabiliyor musun?

 

İlerisi hep güzel olacak derler de hep güzel olmaz, çünkü taşınan şeyler hep güzel şeyler değildir. Bakın tarihe sizin kahramanlarınızın hemen hemen çoğu katildir ama badem gözlüdür... Nasıl anlatabildin mi?

 

Ezilenlerin kahramanları ise hep onurlu rüzgara karşı durabilmiş, nerede durduğunu bilenlerdir...

 

Bugün onurlu, iktidardan yana olmamış, nemalanmamış, onlara el açmamış, meclise girip halkın parası ile saç ektirmemiş, ceylan koltuğuna oturup liderinin dediğinde el kaldır, dediğinde meclis dışında beklemiş bir rakam olmamış biri mi diye bakın yeterli...

 

Kısaca her onurlu diye gördükleriniz aslında onurlu değil, para için eğilip bükülmüş belediye başkanına, milletvekiline, danışmanlık yapmış, ondan gelen para ile ayakta durmaya çalışmış biride olabilir, sonuçta bireysel kurtuluş değil mi, bireysel kurtulmuş “toplumu kurtarmak” isteyen...

 

Her ölen badem gözlüdür ama onurlu değildir...

 

Onurlu olanlar bir parmağın sayısı kadardır ama onu da ancak tarih yazacak...

 

İsmail Cem Özkan