Galata Gazete


26 Temmuz 2016 Salı

İstihbarat eksikliği geleceği biçimlendiriyor!

İstihbarat eksikliği geleceği biçimlendiriyor!

Örgüt olmak ve örgüt konusunda birçok yazı kaleme mutlaka alınmıştır, alınmaması mümkün değil, çünkü demokrasi adı altında örgütlü cahillik bizi karanlığın içine fırlatıp attı. Şimdi karanlığın içinde yaratılan zifir karanlık noktalarında yaşanan gelişmeleri sanki aydınlıkta yaşanmışçasına görüyor, anlıyor ve onun hakkında fikirlerimizi beyan ediyoruz ama zifir karanlıkta ne görebilir, ne de gerçek anlamda konumunu konumlandırabiliriz. Zifir karanlıkta işlenen suçların ortaya serilmesi ancak istihbarat gücü yanında örgütlü bir yapınızın olması gerek, örgütlü bir karşı duruş olmayan noktada kaybetmeye ve kaybedilmeye mahkumsunuz.

Kaos ortamların oluşturmuş koşullar içinde faili meçhul birçok olay yaşadık, yaşamaya da devam ediyoruz. İşlenen suçlar zifiri karanlıkta kaldığı sürece o suçun suç olduğunu bilemeden bize özgü şeyler yaşıyormuş gibi algılamaya ve doğal görmeye devam edeceğiz, oysa ki insanlık tarihi bize neyin suç ve suçlar kapsamına girdiğini geçtiği zifiri karanlık dönemlerinden çıkardığı sonuca göre biliyoruz. İnsanların oluşturmuş olduğu tüm bilgileri yok sayıp bizler yeniden suç ve suçlular konusunda yeni tarifler yapmaya ve anlamlar yüklemeye başladığımızda zaten kaybedilmiş kuşağın ve kaybedilmiş insanların insan öyküsünü yazmış oluruz.

Bu ülkede 15 Temmuz’u kimse bilemedi, darbe yapanlar dışında. Örgüt olmanın bir ölçütü istihbarat ağına sahip olmak ve kullanmaktır. Bu gösteriyor ki ülkemizde örgüt yok, darbeciler dışında diyeceğim ama onlarda başarısız oldular, onlarda örgütsel anlamda eksikler diğerleri gibi. Örgüt olmanın üç saç ayağı vardır, sağcı, solcu, dinci, liberal olmaya bakmadan. Üç saç ayağının en önemli ayaklarından birini geçtiğimiz darbe süreci içinde yaşadık. İstihbarat. Diğer ikisi ise maddi alt yapı (para), lojistik. Darbe süreci içinde bu üçayağın kullanıldığını görüyoruz. Elbette sahip olmak onu tam işlevsel şekilde kullanılıyor anlamına gelmiyor.  Darbe yapanlar ve darbeye karşı direnenler bu üç saç ayağının çatıştığı noktalarda bir biri ile karşı karşıya geldi. Her iki tarafın da örgüt olma konusunda eksiklikleri gün yüzüne çıktı. Meclis bombalanırken meclisten yansıya ışık örgütlü olarak gördüğümüz yapının ne kadar zayıf temeller üzerine oturduğu ya da ne kadar zayıflatıldığı gerçeği ile karşı karşıya geldik. Evet devlet olarak kabul ettiğimiz örgütsel yapı zayıflatılmıştı ve bir darbe gerçeği ile yüzleşirken ne kadar çaresiz ve tesadüflere dayalı bir süreç yaşadığı gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Toplumsal olaylar tesadüfler ile hareket etmez, bir isyan, işgal veya devrim gibi kavramlar çok ince düşünülmüş ayrıntılı planların ürünü olarak ortaya çıkar, tesadüfler ile oluşan her devrim geçicidir ve yaşama şansı yok gibidir. Devlet çöktü, yok oldu derken işte bu saç ayağından bahsediyordum.

Örgütsüz ortamda her yapı örgütmüş gibi davranıyor…

Zayıf noktaları gün yüzüne çıkan örgütlerin bu zayıflıklarını aşabilmek için halkını kandırmak ile yükümlüdür, çünkü kandıramazlarsa Sovyetler Birliğinin sonu gibi olma olasılığı yüksektir. George Soros Sovyetlerin yıkılışı ile yaptığı değerlendirme sırasında kulağıma çalışan tespiti şu şekildeydi; “Sovyet rejimini idare edenler yok olan devletlerini çıplak olarak ortaya koydular ama o sırada İngiltere’de aynı kaderi paylaşıyordu ve Margaret Teacher halkına yalan söyleyerek devleti olduğundan daha güçlü göstererek İngiltere’nin dağılmasına izin vermedi.” Devlet mekanizmasını elinde bulunduranların halkına karşı söylediği yalanlar bugün yaşadığımız örgütsüz devletler topluluğunun yaratmış olduğu kriz ve girdapları içinde çıkış yolu aramaya devam ediyoruz.

Ulus devlet yıkılmıştır, yerine ikame ettirilen devlet ise devlet olamamış, geçmişte yaratılan tüm birikimler uluslararası sermayenin çıkarı yönünde dağıtılmıştır. Liberal devlet adı verilen yapılanma aslında ulus devletin sermeye birikimi gerçeğini yok etmiş, ulus devletin paranın hareket etmesi önünde ki engelleri ortadan kaldırmaya başlatmasına liberal devlet adı verdiler ama liberal devlet sorunların çözümüne katkı sunacağı düşünülürken aslında olayların beklenildiği gibi gitmediği kaosu ve krizi daha da derinleştirdiği gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Ulus devlet çöktü ama yerine konulacak devlet oluşturulamadı, sermeye sahipleri sistemlerinin devamı için savaşı seçtiler ve savaş koşullarının yaratmış olduğu zaman kazanımı ile yeni arayışlarını sürdürmeye devam ediyorlar.

Savaş koşullarında savaşın yaşandığı cepheler ve kıyımlar bu krizi kökten yaşayan devletlerin topraklarında değil, başka topraklarda ve henüz karma ekonominin hakim olduğu topraklarda devam etmektedir. İktidar krizi yaratılarak, savaş başka topraklara havale edilmiş, o savaş bölgelerinde savaş aleti üretenlerin istihdam ve borsada değerli kağıtları ile krize geçici çözümler buluyor gibi oluyorlar ama sorunun derinliği o kadar büyük ki, sorunların üstünü hiçbir sübvanse örtemiyor. Borsada oyun oynayan figürler üretimden bağımsız olarak halkı fakirleştirmekte veya yaşam kalitesini göreceli olarak yükseltebilecek borsa iniş çıkışları arasında uluslar arası yasaların oluşması için ulus devletlere baskı yapmaya devam ediyorlar. Bu baskının yoğun olarak yaşandığı günlerde, bir proje ve örnek olarak gösterilen Avrupa Birliği Büyük Britanya’nın birlikten çıkma kararı (Brexit) borsada para kazananların gelecek projesinin üstüne benzin dökmek gibi oldu. Kriz derinleşerek devam ediyor, liberal ekonomi adı altında devletin yapması gereken her şey özelleştirilerek devleti küçülttüler ama devlet varlığını silahlı güç ile devam ettirmeye devam ediyor. Kitle imha silahları ve toplumsal olaylara müdahale araçlarını işsiz gençlerden derleyerek devleti güçlü göstermeye devam ediliyor.

Devlet varlık sebebi olarak düşman üretmek ile yükümlüdür, çünkü devlet bugün sadece savunma aracı olarak ve güvenlik kaygısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğitim, sağlık, iletişim ve devletin yapmak ile yükümlüğü olduğu her alt yapı özel uluslar üstü firmalara verilerek taşeronlaşmaya ve hizmet satın almaya giderken liberal ekonominin yaratmış olduğu göreceli özgürlük ortamında güvenlik öne çıkması tesadüfi değildir. Çünkü yeni özgürlük alanı devletin varlık sebebi sorgulanır ve test edilir hale geldi. Sanal saldırılar bu savaşın her boyutta olabileceği gereği ile karşı karşıya kaldık. 

Suçlu üretilerek suç ortadan kalkmaz...

Blair ve Bush ikilisinin büyük yalanı bugün yaşanan mezhep kavgalarının temelini oluşturmaktadır. Canlı bombalar, katliamlar ve sınır tanımayan mülteci akımı bu ikilinin insanlığa söyledikleri büyük yalan ile ortaya çıkmıştır. Kapitalist sistem krizini savaş ile aşmaya çalışmış, fakat evdeki hesap Ortadoğu’ya uymamıştır. Hakim devletlerin liderleri yeni suçlular yaratarak suçlarının üstünü bayraklar ile örtmeye çalışıyorlar.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi, darbeler tarihinde ilk defa sol muhatap değil mağdur olmuştur. Çünkü sol bu çatışmada taraf olmaya zorlanmış ve kendisini ispatlama ve kaybedilen meydanlara yeniden çıkma fırsatı iktidar eli ile verilerek o ortamda kendisini ifade etmeye zorlanmıştır. Sol, zaten darbe karşıtı bunu bilmeyen yok. Bu darbe girişiminde muhatap alınmadı sadece... Muhataplar meydanlarda orantılı orantısız çarpıştı, bir taraf kazandı. Sol burada kazananın yanında tavır almak ile yükümlü değildir. Tercih kaybeden yanın da olamaz. Kazananın kaybederken farkı olağan koşullarda yapacağı uygulamalar ile kendisini gösterir.

Bugün ülkede kendi halkını bombalayan ve kurşun sıkanı hiç kimse savunmaz, savunamaz... İnsanlık suçu işlemişlerdir. Fakat onların panzehiri olarak gösterilenler de ne yazık ki demokrasiye şaşı bakıyor, demokrasiyi savunduğunu söyleyenler ise “birlikteyiz, bir aradayız” gibi şeyler söylemekte ama tüm meydanlar artık demokrasiyi çoğunluk hakkı görenlerin ve çoğunluğun hakimiyetini savunanların sela okuması şeklinde hayat bulmuştur...

Genel değerlendirmeler dışında kendimize dair öznel söyleyebileceğimiz bir durum ortaya çıkmıştır, çünkü darbe güveni ortadan kaldırmış ve istihbarat zafiyetini ortaya çıkarmıştır. Bu koşullar içinde ülkeyi uzun bir süre sanırım jurnalcilerin jurnalleri yönetecek gibi... Güven kayıbı yaşayan iktidar istihbaratını jurnaller üstüne kuracağa benziyor... Bu dönemde adalet aramak sanırım sadece bir ütopya olacak... Keyfi uygulamalar umarım çok fazla olmaz, kişiler jurnalciliğe zorlanmazlar… Bu sürece benzer olaylar tarihte örneği çok ama en bilineni söyleyeyim Abdülhamit dönemi, tam bir jurnalcilerin altın çağıdır... Darbe ile iktidardan düşen Abdülhamid’ten sonra oradan elde edilen deneyimleri İttihat ve Terakki Partisi kendi lehine kullandı... tarihimizin en kanlı süreci yaşanan kaos ortamında sonra çıkan süreçtir.

Devlet olarak insan hakları sözleşmesine imza atmışız, şimdi attığımız imzayı askıya OHAL ile aldık... Kısaca deniyor ki insan askıda olacak bu süre içinde... İstihbaratın zayıf olduğu zamanlarda suç, suçlu yaratılarak ortadan kaldırılır…


İsmail Cem Özkan

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Demokrasi kavgası!

Demokrasi kavgası!

Demokrasi kavramının içi boşaltıldığı günden bu yana demokrasi kavaramı üzerinden iktidar kavgası verilmektedir. Demokrasi öyle bir şekilde sunuluyor ki, parlamento olan ülkede demokrasi var, olmayan da yok! Ülkemizde meclis var ve de seçilmiş vekiller. O halde demokrasi var, daha ne istiyorsunuz?

Demokrasi tanımı yapmadan demokrasi kelimesini kullanarak niyetlerin hayata geçirildiğine şahitlik ediyoruz. İktidar kavgasında demokrasi ve seçilmişler vurgusu sürekli yapılarak otoriter rejim daha da kök salmakta ve otoriter rejimlerde gözüken her türlü keyfi uygulamaya hukuk sınırları içinde şahitlik ediyoruz. Hukuk olan yerde adalet olmak zorunda değildir, tıpkı meclis olan yerde demokrasinin olmaması gibi. Adalet ve demokrasi kavramları göreceli hale getirilmiş ve erk sahibinin ihtiyacını karşılaması ile ölçülür olmuş. Erk sahibi ihtiyaç duyduğu değişiklikleri meclisten geçirdiği torba yasalar ile elde etmekte ve o hukuk kurlarına göre uygulamalar yapmaktadır. Sonuçta her şey kılıfına uydurulmuş bir demokrasicilik oyunu oynanmaya devam edilmektedir.

Demokrasi çizgimiz içinde sürekli dışarından müdahalelere şahitlik etmekteyiz. Darbeler sanki demokrasinin bir parçası hatta olmazsa olmazı gibi sunulmaktadır. Darbeler ile demokrasi raydan çıkmakta ya da raydan çıkmışı yeniden rotasına uygun şekilde rayların üzerine oturtmaktır. Çok genç olan cumhuriyet rejimizin tarih kronolojisi darbeler ile sanki demokrasi madalyası gibi taçlandırılmıştır. Her darbe demokrasi ya da demokrasiyi yok eden olarak anılmıştır. Her darbe sonucunda ülkemiz yaşam kalitesi ve yaşama hakkı standardı açsından sürekli gerilediğini toplumsal araştırmacılar söylüyor ama demokraside olmazsa olmaz o halde devletin bekası için katlanmak gereklidir.

27 mayıs ile başlayan Amerika eksenli darbe geleneğimiz bugünde Amerika bilgisi dahilinde devam ettiğini söyleyebiliriz, çünkü darbe sonrasında mağdur olduğunu iddia edenler ilk etapta bu Amerikan parmağı diye haykırdıklarından bu tezi rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Amerika eksenli, Amerikan çıkarlarına uygun her gelişme demokrasi olarak sunulmakta ve biz demokrasi tanımı bilmeyen ahali olarak kabulümüzden geçmektedir. Bizim paradigmalarımız Amerikan çıkarları ile paraleldir sanırım!

Demokrasi kavgası diye ortaya sunulan her mücadele aslında bir anlamda iktidar kavgasıdır. İktidarda olan ve ona karşı savaşan güç ikiz kardeş gibidir, bir birinin panzehiri değil zehridir. Her iktidar zehrini içinde taşıyarak iktidar koltuğunda oturmaktadır, o yüzden ülkemizin iktidar serüveni sağ güçlerin ağırlıklı olarak iktidar koltuğuna oturmasından anlaşılır. Sağ demokrattır ve temsil ettiği sermaye grubunun çıkarlarına uygun şekil alandır… Sağ iktidarın koltuğunu koruma adı altında giriştiği ittifaklar, o sağ iktidarın ne kadar uzun süre o koltukta oturacağına karar verilmesidir. İktidar, ittifaklar ile oynaması ve gerek gördüğünde muhalefet partilerini sırası ile ağzına bir parmak bal çalması ile iktidar ömrünü uzatmakta ve düşmeye yakın mutlaka bir ittifak ilişkisi kuracağı gündem ve ortam yaratarak bundan zekice yararlanmasıdır. Ülkemizde ki AKP iktidarı ve bu iktidarın birey olarak biçimlendiği isim Erdoğan bu ilişkiyi en iyi şekilde kullanması bilmiş ve bilmeye de devam etmektedir. Erdoğan seçilmiş tek adamdır ve fiili durum ile yaratılan sürecin yasal zemine oturtulması sürecini yaşamaktayız. Partili seçilmiş sarayın konuğu değil ev sahibidir.

15 Temmuz 2016 günü yaşanan olağanüstü darbe süreci ilk defa açıktan yenilgi ile sonuçlanmıştır. Gerçi daha önce yaşan ve başarı diye sunulan sanal darbeler ya da kapalı odalarda işlenen suçlar başarı gibi gösterilmiş olsa da başarısızlık ile sonuçlandığını sonucuna bakarak söyleyebiliriz. Darbe iktidar mücadelesinin bir aracıdır ve demokrasi mücadelesi ile ilgisi yoktur.  

Ülkemizde demokrasi yok, 15 Temmuz akşamında yaşanan kavga demokrasi kavgası değildi, iktidar mücadelesinde silahlar konuşuyor sadece... Ölenler adsızdır, kimliksizdir ve hiç kimse de onları anımsamayacaktır (sadece yakınları anımsayacaktır). Tekrar tekrar vurgulamak gerekirse her iki tarafta demokrasiden uzaktır, her ikisi de bir birinin kopyasıdır... Her ikisi de ellerini kana bulamıştır. Camileri kışla yapanlar, minarelerden meydanlara diye bağıranlar hangi haksızlık karşısında seslerini çıkardılar? Bize takunya ile askeri bot arasında seçim yapmaya kimse zorlayamaz... Her iki tarafta milli irade sözü söyler ama her ikisinin de iradesi sadece kendi paradigmalarıdır...

Darbe sonrasında devlet birçok insanı suçlu ilan ediyor ama ben devlet gibi bakmak zorunda değilim. O yüzden suç kanıtlanmadığı sürece uydurulmuş belgelere bakarak suçlu demem, savunma hakkı olmayan her suçlama bir şeylerin üstünün örtülmesi demektir. Bu güne kadar yapılan tüm toplu ve siyasi davalarda savunma hakkının olup olmadığına baktım, savunma hakkı yoksa o davada mağdur her daim suçlanandır, suçlayan ise bir şeylerin üstünü örtme telaşlı içinde olandır. Bir an önce ceza verip dosyayı kaldırarak faili belli olan ama gerçek suçlusu özgür olan bir davayı raflarda yerini almasını sağlamaktır. İnsan haklarına saygısı olan her insan öncelikle savunma hakkına bakmak zorundadır, suçlu olup olmadığı kavramı ise ikinci plandadır, çünkü hukuk öç almak değil, gerçek suçluların yasa önünde kanıtlar ile mahkum edilmesidir. Uydurulmuş kanıtlar ile yapılan tüm yargılamalar tarih önünde işlenmiş insanlık suçudur ve tüm darbe dönemi ve olağan üst dönemlerde alınmış kararlar bu suç ile anılır… Adaletin olmadığı yerde hukuk sadece kağıt üzerinde bir lekedir…

15 Temmuz darbesi yaşanırken içimden geçen his şu cümle ile ifade edebilirim; “bırakınız yapsınlar, nasıl olsa başına bineriz!” darbeden bugüne kalan kulağımda bir fısıltı...

Ülkemizde ve diğer ülkelerde demokrasi azınlıkların haklarının güvenceye alması ile olur.. Sokağa çıkarak demokrasi olmaz, olsaydı sokaklara hakim Hitler demokrat olurdu...

Her darbenin önkoşulu iç savaştır. İç savaş koşulları oluşmakta ve biz o koşullara karşı ülkemizin dirliği, bütünlüğü ve ortak çıkarı için müdahale ettik denir. Ama iç savaş koşullarının oluşması için devletin karşısında ülke sathında savaşacak başka bir gücün olması gereklidir. Darbeler için bu örgütlü yapılar olduğundan daha fazla abartılır ve kamuoyu darbe veya işgal için hazırlanır. Irak işgali ile ilgili Bush ve Blair ikilisinin yapmış olduğu yalanlar bugün gün yüzüne çıktı, var olan tüm savaşlar bu ikilinin dünyaya söylemiş olduğu yalanlar ile başladığı ve devam ettiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Yalan darbenin en önemli koşuldur ve bu yalan doğru olarak kabul edildiğinde darbe koşulu ortaya çıkar, çünkü darbe yapanlar bilir ki kendilerine karşı gerçek anlamda örgütlü güç yoktur.  Son yaşadığımız darbe sürecinde darbeciler yalanı ortaya sürmüş ama inandıramamışlardır. İnandırıcılıkları kalktığı için kaba gücü son kerteye kadar kullanmışlardır.

Bizim gibi ülkelerde iç savaş bir yalandır ama devletin bilgisi dahilinde soykırım ve katliam olur…

Son olarak cümlemi bağlarken şu tespiti yapmadan geçemeyeceğim, meydanlarda toplanan halk ve yürüyüşte olanların tek amacı vardır otoriteye bağımlılık etkinliğidir, demokrasi mücadelesi ve demokrasi için değildir.

İsmail Cem Özkan


13 Temmuz 2016 Çarşamba

Karikatürcüler dedim ama sen üstüne alın!

Karikatürcüler dedim ama sen üstüne alın!

Karikatürcülerin önemli bir kesimi apolitiktir ama yaptıkları iş politiktir. Nasıl oluyor da bu çelişkiyi içinde barındırıyor sorusu aklımıza bir şekilde gelmiş olabilir, bu sorunun yanıtı aslında yaşadığımız toplumun kültürüne bakmamızı getirmektedir. Meslek olarak karikatürcüler de toplumun bir yansımasıdır. Toplumumuzun büyük çoğunluğu kapı kulu olarak kendisini biçimlendirmiş ve kabul etmiş bireylerden oluşmaktadır.
Yaşadığımız zaman dilimi bir kırılmayı ifade etmektedir. Ulus devletinin yerini liberal ekonominin oluşturmuş olduğu girdaplar ve krizler almış ve klasik anlamda devlet yıkılmıştır. Bu aşamada oluşmakta olan ama henüz tam olarak kurumsallaşamayan devlet kendini tam ifade edemeden oluşmuş olan girdabın içinde krizler ile boğuşmaktadır. Çatışma kaçınılmazdır, bu çatışma içinde katliamlar ve hatta soykırımlara kadar varacak cinayetler işlenmektedir. Dünya yeni bir biçime bürünürken savaş ve ölüm sanki kaçınılmaz ve tek yolmuş gibi önümüze sürülmektedir. 2. dünya savaşında sattığı ve ürettiği silahtan daha fazla silahı birkaç yıl içinde Almanya üretmiş ve satmış, içte yaşadığı ekonomik darboğazdan çıkış kapısı olarak halkına sunulmuştur. Silah üreten ülkenin kapısına mülteciler dayandığında ise güvenli bölgelerde toplama kampları kurmak ve güvenli gördüğü ülkelerin topraklarında onları tutmak politikası olmuştur. Sağ çatışmanın yoğun olduğu dönemlerde artmaktadır, çünkü insan denen hayvanın mayası milliyetçilik ile yoğurmuşlar. Bencil insan sadece kendi çıkarını düşünerek gelmekte olana karşı barikat örmektedir. Var olan devlet bencil ol, tüket fikrini beyinlere eğitim aracılığı ile işlemiş ve kullanılmış aptallar yumağı yaratmıştır. Bugün her birey şöyle ya da böyle kullanılmış aptal konumundadır. Üretmeden, düşünmeden eline verilen teknolojiyi kullanarak nefret söylemini yaymakta ve linç kültürünün üzerine benzin dökmektedir.
Kullanılmış aptallar yumağı içinde elbette her meslekten birileri var olacaktır, özelikle toplum içinde muhalefet görevi verilmiş mizahçılara özel bir ilgi gösterilmektedir. Mizah var olan tüm tabulara karşı, sınır tanımadan eleştirilmeyecek konu olmaz bakış açısı ile dünyaya bakar ve muhalefet çizgisi içinde durduğu noktadan ince bir dil ile eleştirir. Elbette bu eleştiri sınırı kişinin kendi tercihine bağlıdır, her konuda söz söylenmesi beklenmez ama bizim gibi geri bıraktırılmış, kullanılmış aptalı bol olan ülkede bu sınır kişinin kendisine karşı geliştirdiği otosansür ve dokunulmaz ilan edilen konulara dokunmamak üzerinedir. Şimdi bu kadar sansürün olduğu yerde mizah olabilir mi? Elbette olur ama sınırlıdır, var olan çoğunluk ise şarlatanların yaptığı mizah kadar olur ve etkisizdir. Etkisiz olduğu için mizah dergileri 12 Eylül faşizminin yoğun olduğu dönemler kadar satamaz ve ilgi duyulamaz hale gelmiştir. Mizah bir toplum içinde yaygınlık kazanmış ise o işlevinden kaynaklıdır. İşlevini bitirmiş bir işin eski günlerine dönmesi sadece hayalidir. Faşizme karşı dik duran mizah işlevsedir ve toplum içinde karşılığını bulmuştur. Zaman içinde mizah sadece ticari kaygı ile üretilen dergilere sıkıştırılmış balon ve anlık tüketilen metaya dönüştürüldü. Bu zaman aralığında siyasi atmosferde bizim ülkemize role uygun şekilde değişmiş ve İslami faşizm yaşantımızın tam ortasına girmiştir. İslam konu olunca geçmiş birikimler içinde nasıl tavır alınacağı bocalama geçirilmiş ve halkın milli ve dini duyguları fiilen dokunulmaz ilan edilmiş ve dokunanlara da Sivas katliamında olduğu gibi ateş ile gidilmiş… Korku her yeri sardığında mizah yaptığını söyleyenlerde kendilerince tabular üretmiştir. İslami faşizm karşısında sus pus olan mizah işlevsel olarak ortadan kalktığında yerini arabesk dergiler ve bir bavul gibi içine her şeyi sığdırılan dergiler almıştır. (siyasi partilerde uygulan yöntem kültür alanında da uygulanmaya konmuştur, dört eğilim bir partide yerini şimdilerde dergiler almıştır.) Onlar muhalefet duruşu yerine o anlık her kesin içinden bir şey bulacağı kelimelerin toplandığı balon dergiler olarak karşımıza çıkmaktadır okumayı teşvik ettiği için belki destek verilebilinir ama işlevsizdir ve toplumsal muhalefetin önünde iktidar yanında tavır almak şeklindedir. Popüler söylemler ve popüler insanların yazıları ile oluşan dergi her ne kadar kendisini muhalif gibi göstermiş olsa da işlevsel olarak iktidarın değirmen suyuna su taşır konumdadır. Aptallaştırışmış beyinleri daha da işlevsizleştirilen hazır haplar sunmaktadır. İktidarın arayıp da bulamayacağı aptal yığını bu popüler ve çok satan çuval dergiler ile hazır olarak iktidarın önüne sürülmektedir.
Bir iktidarı ve gücü desteklemekte ona biat etmekten geçmez, aksine ona muhalefet gibi durup onun değirmenine su taşımak ile mümkündür. Bugün olmayan devletinin iktidarının güçlü olmasının sebebi muhalefetin iktidara ve geçmiş devlete bağımlılık ilişkisinin olmasından yatar… Kitlesel muhalefet yapan her kurum iktidara dolaylı ya da direkt yan değneği işlevi görmüş olması iktidarın gücü ve yaptıklarının hesabının sorgulanmamasını ortaya çıkarmaktadır. Bu iktidarı yok edecek aslında bir ‘kuru kafatası’nın sarayın üzerine fırlatmaktan geçer, masal da olduğu gibi ortada ne saray kalır ne de diğer kurumlar. Yerine koyacak alternatifi olmayanlar kuru kafatasını atacak ne cesaretleri vardır ne de direnme!
Konumuza dönersek, karikatür ve mizah hiç yaşamadığı kötü dönemeci bu kırılma noktasında işlevsiz bırakılarak yaşamaktadır. Balon karikatürler, balon kadar etkisi olan küfürleri içinde barındıran iktidarı direkt ya da dolayı destek sunan karikatürler ve karikatürcüler sayesinde iktidar kendi mizahını başbakan eli ile yaratmaktadır. Onun verdiği tüyolar ile insanlar deşarj olmakta ve onun verdiği sınırlar içinde akıl fırtınası yapmaktadır. Birkaç insanın mizah adına bir şey üretme telaşı mizahın ne yazık ki onurunu kurtarmaya yetmemektedir. Bunda elbette her mizaha gönül vermiş bireyin sorumluluğu vardır, çünkü yaratılan bu ortamı elinin tersi ile itekleyip Bektaşi babası gibi dik durabilirdi…
Peki, neden Bektaşi babası gibi dik duran mizahçı sayısı az?
Bu soruya yanıt vermek sanırım en basiti, çünkü kullanılmış aptallar öyle bir şekilde çıkar ilişkisi içinde birbirine bağlanmışlar ki, yaptıkları işin şarlatanlık olduğunu bile bile başka şekilde davranacak ne güçleri ne de örgütlü yapıları var. Her koyun kendi bacağından asıldığına göre o da otosansür ve sansür ile kendisini bacağında asmaktan kurtarıyor. Mizah ama kendi dersini yüzüleceğini bile bile gerçekleri ironi ile haykırma işi olduğunu artık kimse anımsamıyor bile… Mizah, para getiren ve kaybedeceğiniz bir şeyler varsa orada mizah yerini şarlatanlığa bırakır, sadece saray soytarıları değil sarayın kırpıntısından geçinenlerde o kırpıntıyı kaybetmemek adına soytarılık yapmaya devam eder. Birçok mizahçı artık evrensel olmak adına hiç ciddi kırılmaya parmak basmadan her hangi risk faktörü olmadan kariyer yapmaya ve o kariyeri etrafında popüler olma telaşında ve sergileri bile tek başına hazırlayabilecek (başkası olursa elde ettiği pastanın küçüleceği kaygısını taşır, o yüzden ona benzerler kendi çıkarlarını kollamak ile yükümlüdür ve yalnızdırlar. Hatta hiçbir yerde ailesini bile sergi açılışına, toplantıya getirmez/ götürmez, o yalnız bir kovboydur, geçim kaynağı gördüğü yerde her daim yalnız görüntü verir.)  bilgelik içinde davranmaya devam etmektedir. Popüler olan ve solda gibi gözükene sahip çıkarak kendisini solda gösterme çabasından hiç söz etmiyorum, çünkü politik değil, örgütlü hiç değil, geçmişte yaratılan bir efsanenin kenarında durmuş olması bile yeterlidir. (şimdi birileri kendi üstüne alınabilir, polemik konusu yapabilir ama yazdığım betimleme soyuttur, somut örnek aramayın, yok.)
Mizah, Aziz Nesin ile ülkemizde bir süreliğine yok olmuş gibidir ama kökleri derinde olduğu için mutlaka yeniden ortaya çıkacaktır… Aziz Nesin deyince onun hayatı da bir mizahtır, çocuklarına bakın mizahın ironisi ile karşılaşırsınız, duruşları ve tavırları ile babalarının kat be kat çok gerisinde ticari kaygılar içinde görebilirsiniz…
Ülkemizde her kırılma dönemine uygun faşist karikatürcü çıkarmıştır, eğer tarihimize iyi bakarsanız faşist birçok insan ile karşılaşabilirsiniz. Şimdi faşistten karikatürcü olur mu diye soranınız olabilir, elbette eğer karikatür çizgi ile gülmece yapmak ise adam/kadın yapıyor, sadece iktidarı ve ırkını eleştirmiyor… Elbette bu son yazdığım ironi, ben mizahçı görmediğimi yazımın içinde kelimelerin arasına sıkıştırdım. Mizah muhalif olmak zorundadır, hangi iktidar olursa olsun ona karşı duruşu olmak zorundadır, tabuları olmaz, eleştirilmeyecek hiçbir şey yoktur… Tabuları yıkalım diye ortaya çıkan ve yazan her birey bir anlamda mizahçıdır, çünkü mizah yıkıcıdır, yerine bir şey koymak ile de yükümlü değildir…


İsmail Cem Özkan

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Yaz sıcakları…

Yaz sıcakları…

Yaz sıcakları başladığı gün çürüme de başlamıştır, çünkü çürüme olmadan yeni yaşam olmaz. Yaz sıcakları ile tarlaların yeşili sarıya dönüşür, sarıya dönüşen yerlerde ise geriye bereketin sadece tohumu kalır, kendisi artık bu dünyada başka işlevlere doğru yol almıştır.
Sıcaklar aynı zamanda kıtlık habercisidir, çünkü yeteri kadar su rezervi olmazsa o susuz olan yerlerde kıtlık kaçınılmazdır. Su, yaşamın ilk noktasıdır, su olmadan yaşam olmaz! Suya hava destek verir ama yaşadığımız çağ itibarı ile hava sanki sonsuz ve bitmez gibi gözükmekte su kıt gibi algılanmaktadır, fakat hava da sonludur ve o son insanın yarattığı dünya ile hızlı bir şekilde yakınlaşmaktadır.
Havanın kıtlığı dinozorları yaşamdan kopup alması gibi insan da yeni atmosfer içinde yok olup gitme tehlikesi içindedir. Eğer insan denen canlı bu dünyadan yok olursa, büyük olasılıkla yeni bir döngüde başka canlılar bu dünyanın hakimi ve havanın efendisi olacaktır. Hava mutlaka önemlidir ama yaşadığımız zamanın efendisi ve kıtlığın sembolü sudur.
Suyun sonsuz olmadığını bize anımsatan sıcaklar ve güneşin doğrudan coğrafyamıza yansımasıdır.
Yaz sıcakları aynı zamanda insanın yapısına da müdahale etmektedir, sıcakların dayanılmaz olduğu ortamlarda birden o ortamda yaşan insanların bir biri ile kavga etmek için sebep aradığı ve incir çekirdeğini doldurmayan meseleler yüzünden bir birinin üzerine toprak serptiğine şahitlik etmekteyiz.
Sıkışmış bir otobanda ölen insanların haberi artık bizim için yabancı değildir, arabası içinde susuzluktan ölen insanlar. Kerbela çölünde ölen insanlar gibidir, bir nebze olarak geçmişin değişmiş halini yaşatırlar.
Ülkemizin konumu itibarı ile hava akımlarının geçiş noktasıdır, tıpkı göçmen kuşlar gibi. Göçmen kuşların yolları üzerinde şimdilerde havadan elektrik üreten res’ler yer almıştır. Kendisini havanın akımına ve döngüsüne bırakarak binlerce kilometre giden kuşların önünde en büyük engel bu yel değirmenleridir. Bu değirmenler hem hava döngüsüne küçük küçük müdahale etmekte ve aynı zamanda dünya döngüsünün de rotasına küçük sapmalarına neden olabilecek güç biriktirmektedir. Geçmişin büyük barajları dünya döngüsüne ve hava koşullarına müdahalesi yıllar sonra anlaşılması ve bu tehlikeli oyundan vazgeçilmesi insanlık için bir derstir. Ama aynı dersi yeni enerji kaynaklarından almamakta ve kendi bencil çıkarı için dünyada kendisi dışında yaşayanların tüm yaşamlarına açıktan ve pervasız olarak müdahale etmektedir.
İnsan yarattığı sistem her şeyi tüketmekte ve tüketimin sonun olmadığını düşünmektedir. Bu sonsuz gibi duran her kaynak sonludur ve o son kısa zamanda insana sonuçlarını hissettirmektedir.
Yaz sıcağı yarattığımız şehirler ile kendimiz için oluşturduğumuz bir cehennem ateşidir. Şehir enerji üretirken dışarından gelen enerjiye de büyük katkılar sunarak olması gerekenden fazla hissedilen enerji ortaya çıkarmaktadır. Daha fazla enerji ile müdahale olarak önümüze getirilen tüketim araçları da daha fazla havayı ısıtmakta ama bulunduğumuz kapalı ortamı serinletmektedir.
Dünyamızın atmosferi bir klima konuma getirilmiş ve bu ısıdan artık kaçacak bir atmosferimiz de yoktur. Ben tüketmiyorum o yüzden benim atmosferin sağlam kalacak fikri yoktur, çünkü bir bütünün bir parçası feragat etmesi o atmosferin bozulmayacağı ve yok olmayacağı anlamı yoktur. Gelişmiş kapitalist devletler ve o coğrafyada yaşayanların hayat standartlarının yüksek olması alsında bizim sonumuz ortaya çıkaran felaketlerden başka bir şey değildir. Onlar pervasızca ve kendi bencil dünyaları içinde yarattıkları ortam içinde yaşadıklarını sanırken, onların yaşam kalitesini yüksek tutmak için canla başla çalışan geri kalmış ülkelerin insanları, ölüm ve sarı sıcağın yaratmış olduğu kıtlık ile mücadele etmektedir.
Mültecilik bu yaşam alanın kıt olduğu ortamda ortaya çıkar.
Savaş, kıtlık mülteci yaşamın temelidir.
Mülteciler durduk yere yurtlarından yola çıkıp binlerce kilometre uzaklıkta ki yaşam kalitesi yüksek olan yerlere doğru yol almazlar. Çünkü o kaliteli yaşamın olduğu yerlerde yaşamın kalitesi kendi kıtlıklarının sonucudur.
Kıtlığı yaratan, yüksek yaşam kalitesi içinde yaşayanların pervasız ve düşünmeden kullandıkları klimalar ve diğer araçlardır. Şimdiler de doğayı koruyan araç üretme yarışına girdiler, yok arabanın gaz borusunu ölçüyorlar filan, onlar da bu kıtlığın birincil sebebi kendilerinin yaratmış olduğu ortam olduğunu biliyorlar.
Gelmekte olan mülteci dalgası karşısında hayret ve şaşkınlık ile karşılayanlar ve sonra bu göç dalgasından nasıl ve hangi düzlemde verimli şekilde faydalanırız düşüncesi kapitalizmin ortaya çıkarmış olduğu tüketim kültürünün sonucudur. Şimdi bu kirli politika ve arzular politik arenada tartışılmaktadır.
Mültecilere oy hakkı tartışması tamamı ile iktidar mücadelesi yapan ahlaksız ve ilkesizlerin yaratmış olduğu bir ortamdır.
Mülteciler birer oy rakamı değil, hangi koşulların sonucunda hayata tutunmak isteyen ve yaşadıkları coğrafyaya uyum sağlayan insanların vatandaşlık hakkıdır. Her vatandaş yaşadıkları coğrafyada seçme ve seçilme hakkına sahip olmalıdır, çünkü onların kaderini çizenler onların oyları olmadan iktidar olanların paradigmalarıdır.
Göçmenlerin geri iadesi ve toplama kamlarında tutulması bir yaşam hakkına müdahaledir. Tıpkı onların yaşadıkları toprakları soyan, sömürenlerin yaratmış olduğu kıtlık ortamıdır. O ortamın yaratımından hepimiz bir anlamda sorumluyuz ama kimse bu sorumluluğu almak niyetinde değil, çünkü yaşam kalitesi bu sorumluluğu reti üzerine kuruludur.
Yaz sıcakları başladı ve çevremizde anlamsız kavgalara şahitlik ediyoruz. Sıcaklar insanın duygusunu ve davranışını değiştirecek kadar etkilidir, tıpkı doğanın akışını yok eden ve yeniden çizmesi gibi… Hiçbir şey sonsuz değildir, bir noktada o son birden karşımıza çıkar…
İsmail Cem Özkan