Galata Gazete


29 Aralık 2017 Cuma

Gülmek devrimcidir…

Gülmek devrimcidir…

Gülmek mutlu olmak ve kendine güvenen anlamına gelir. Gülen insan yaşayandır, umudu var olan demektir. Gülmek her canlıyı daha güzel yapar, her birini ayrı ayrı sevimi gösterir. Gülen insan “Merhaba” diyendir, kısaca benden sana zarar gelmez!

Yaşadığımız zaman diliminde birbirine benzer psikolojik rahatsızlıkları duymaya başladım. Aslında rahatsızlık kavramını kullanmak istemem ama psikiyatristler rahatsızlık olarak algılıyor ve tedavisi için sizden yüklüce para talep ediyorlar. Bir konuda yardım almak için gitmişseniz bir kliniğe hasta olmanızdan önce siz müşteri olarak gören bir sağlık anlayışının parçası ve soyulanı oluyorsunuz. Liberal ekonomi hastaları, öğrenciler gibi müşteri konumuna getirdi. Müşteri her zaman iyi para bırakan birer tüketicidir ve onun iliğinden, kılından para çıkarmak ve kazanmak işletmenin yeteneğine bağlıdır…

“Biri gizli mesaj gönderiyor, biri izliyor, biri sürekli beni arıyor, neredesin diye soruyor, biri biri...” Bir değil, iki değil, on değil... Birbirine benzer davranışlar ve sorunlar yumağı...

Benzer sorunlar yumağının kaynağı nasıl şey olabilir diye düşünmeye başladım. Çünkü birbirine benzer psikolojik davranış tetikleyen bir şey olması gerekli, çünkü psikolojik davranış salgın hastalık olamaz, adı üzerinde bireysel. Toplum dışına düşmüş ama toplum ile ilgili bireysel davranış ve algı sorunu... Peki, neden bu sıralarda çok yaygınlaştı, neden moda gibi rahatsızlıklar biden ortaya çıkıyor popüler oluyor ve sonra sönüyor?

TV dizileri hiç masum değil...

TV'de yayınlanan dizilerin insanın davranışına etkisi, biçimlendirmesi, bilinçaltına söylenen sözler. Sürekli sinirli, kavgaya hazır suratlar... Sesini kısın dizilere bakın, nasıl bir davranış olduğunu izleyin. Tüm oyuncular agresif, göz bebeklerini büyüterek ve öfke ile konuştuklarını göreceksiniz... Vahşet, nefret, ölüm... İtibarsızlaştırılmış birey, çaresiz... Kindar... Arkasından sürekli oyun oynayan ama yüze gülen bireyler... Güvensizlik... En yakınına güvenme telkini... Çünkü sana en çok zararı en yakının verir imgesi...

Birbirini izleyen ve taklit eden diziler...

Hangi kanalı açarsanız açın isimleri değişiyor, oyuncuları değişiyor ama davranış ve imgeleri ile hepsi aynı olan diziler... Bir stratejinin parçası olarak yazılan veya yazdırılan senaryolar.

Piyasada tutmuş diziler...

Para getiren diziler riske girmeden istenileni veren yapım evleri...

Amerika'da üretilen ama sonra uyarlanan senaryolar...

Her biri her biri toplum bilimcilerin ve yönlendiricilerin moda değimi ile toplum mühendislerin işi...

Toplum içinde bireyler birbiri ile uğraşırken sistem çökmüş, devlet yokmuş gibi her şeyi belirleyen konularda kimse kafa yormaz... Kafa yoran ve yazanları da okumaz... Çünkü o kendisine karşı yapılacak kötülüğü önleme derdinde...

Fesat duygular, fesat davranışlar, fesatça çıkarmalar hepsi hepsi bilerek ve istenerek şimdiki zaman uyarlanarak uygulanıyor...

Biraz kendisine dışarında bakabilse birey kimin piyonu olduğu görecek ama göremez, çünkü onun odak noktası ve duruş noktası artık istenilen yere gelmiştir. Mutlu olma, her daim trajedi içinde yaşa, çünkü mutlu olmak, neşeli bakmak olaya onları oyunu bozan temel şeylerdir...

O yüzden gülen insana saldırıyorlar...

O yüzden gülmek devrimcidir...

İsmail Cem Özkan

24 Aralık 2017 Pazar

Fındıkıran Balesi

Fındıkıran Balesi

Geçmiş dönemlerin başarılı bir bale sanatçısı olarak ünlenmiş, ama artık sahnelere veda etmiş olan bir kadın, yalnızdır. Yalnızlığını ve geçmişe ait özlemlerini albüme bakarak gidermektedir.

Yılbaşı gecesi daha bir hüzün kaplamıştır, yılların birikimi özlem duyulan geçmiş ve geçmişin yeniden yaratılması. Elinde tuttuğu albüme baktıkça geçmiş yeniden yaratılır. Yaratılan geçmiş bir anlamda masal dünyası içinde değişik maceralara kapı aralayacaktır.  Tek başına koltuğunda oturmuş, koltuğun arkasında paketler vardır, sanki bugün taşınacak gibi büyük paketler ama her biri başka bir öyküyü içinde saklayan sanki sihirli birer sandıktır. Her kutunun içinden bir çocuk çıkacaktır, onu masal dünyasına davet edecek ve o davete her birimiz katılacağız.

Hayat çocukluk ile başlar, onların neşesi hayatın devam ettiğini gösterir. Onların neşesi yalnızlıkları ortadan kaldırır, neşe tüm evreni kaplar. Çocukluk ile başlar anılar, sonra anılar ile zaman geçerken büyürüz. Büyüdükçe hayal dünyamız daralır ve gittikçe yok olmaya tutar, ancak onları zihnimizde tutan belki de direncimizdir. Yaşamın tüm acımasızlığı altında neşeli tarafını anımsamamız dirençli olduğumuzu gösterir. En büyük direnç yeni masalları yaratabilecek kadar açık zihinli olmaktan geçer. 

Yılbaşı partisinde çocuklara hediyeler verilir, gelenektir. Çocuklukta alınan hediyeler ayrı bir yeri vardır. İnsan zihni açık olduğu süre anımsar ve ona göre her anımsamasında yeniden yeniden yaratır. Çünkü verilen oyuncaktır ve o oyuncağın etrafında yeni bir dünya kurulur çocuk için. Yaşlı ve emekli olmuş balerin geçmişin albümüne bakarken verilmiş bir hediyenin ve onun etrafında oluşan dünyaya bizi davet etmesi kadar mantıklı bir şey olamaz. Verilen bir hediye, kırıldığı zaman çok değerli olur. O artık unutulmayacak ve olmazsa olmazımızdır. O yılbaşında hediye olarak verilen fındıkkıran kırılmıştır. Hemen tamir edilmiş olsa da uykuya dalan çocuğun hayal dünyasında o kırılan oyuncağın etrafında macera, korku, kavga, sevgi, tutku kısaca çocuğun hayal dünyasının izin verdiği tüm olaylar yerini alır.

Bu masal ve destansı bale gösterisi, klasik balenin tüm zorunlu hareketlerinin hayata geçirilmesi bir anlamda sahnede yer alanlara bale eğitimi verirken izleyiciye de balenin nasıl olması gerektiği bir masal-düş eşliğinde verilir. Burada sahneye koyanın yorumu çok önem kazanır, çünkü eseri öyle bir yorumlar ki sizi yönetmenin gör dediğini gösterir, görme dediğinin üstünü sis kaplayabilir. İzlediğim bu yorumda ise sabit bir sahnede değişim; ışıkların sahneye neresinde vurduğu ve açılan pencerelerden arka fonda yağan kardır. Sahne çok sadedir. Koltuk sahneye göre yer değiştirir. Işık her bölüm için ayrı ayrı hesaplanmış ve sahneyi sabit aydınlatmaktadır. Oyuncuyu ve sahneyi takip etmez, baştan nasıl planlandıysa o bölüm bitene kadar ışık sabittir. Balet ve balerinin hareketi gölgede kalmış, ışık altında kalmış ayrımı yoktur. Müzik sahnede yaşanan olaylara yön vermektedir.  Olayların kurgusu müzik ile kulaklara fısıldanırken, koreografi öykünün içi doldurulur ve somutlaştırılır.

Koreografinin daha görünür ve seyirci ile kucaklaşmasını sağlayan bana göre ışıktır. Işık zamanı, coğrafyayı, sahnede yer alan dekora verdiği derinlik ile sahnede yer alan tüm ayrıntının seyirciye ulaşmasını sağlar. Her balerin ve baletin hareketi ışığın verdiği canlılık ile seyircinin ilgisini sahnede yaşanan öykünün kurgusu içinde olmasını sağlar. Özellikle anlatılan bir masalsa, gerçeküstü bir öykü varsa, örneğin farelerin Clara ile mücadelesi ve mimiklerin ve onlara derinlik veren makyajın görünür kılınmasını sağlar. Fareler Kralı sahnedeki makyajı ile dikkati çekmektedir, özellikle Egemen Kement mimikleri ile olayın içine bizi davet ederken kayıtsız kalamadık. Işık her sahnede olduğu gibi sabittir. Yumuşak geçişler ile ışık görmemiz gereken yeri aydınlatmış olsaydı diye içimden geçirdim. Çünkü ortada yer alan aydınlık alandan çıkınca daha karanlık bir alanda yapılan mücadele ve o anda dansçıların yüzünde oluşan öyküye ait değişimler gölgede kaldığını hissettim.

Görebildiğim kadarı ile yönetmenin yorumuna uygun olarak sahne düzenlemesi, ışık ve koreografi yapılmış. Müzik bu yoruma çok şey kattığını düşünüyorum… İzlenmesi gereken ve izlerken balenin ne olduğunu öğreten bir okul olduğunu salondan ayrılırken düşündüm…

İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB), sosyal sorumluluk projesi olarak bu yıl Down Sendromu Derneğini ağırladığı gün oradaydım. Gösteri sonunda alkış bölümünde Down Sendromu olan çocuklar balerin ve baletler ile sahnede yerini alarak seyirciyi selamladı. Onlar için yapılan bu gösterim çocukların mutluluğu ve orada olmanın getirmiş olduğu heyecanı gözlerinden okuduğumu düşünüyorum. İzin alarak fotoğraflarını çektim. Bir arada olmak ve onlar için ayrılan zamanın ne kadar değerli olduğunu gösteri öncesi yapılan konuşmadan anladım. Belediye başkanın da bu anlamlı günde onlar ile birlikte olması sanata ve sanatçıya değer vermenin dışında desteklediği her sosyal projede yer alması ve açıkça yanınızdayım demesi ayrı bir anlam barındırdığını düşündüm…

Verilen her emeğin bir karşılığı vardır, sahne sanatlarında ise alkıştır. Hak ettikleri alkış aldılar. Emeği geçenlere teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan

Fındıkıran Balesi
Libretto: Uğur Seyrek, Işık Noyan
Koreografi ve Reji: Uğur Seyrek
Orkestra Yönetmeni: Roberto Gianola
Dekoratör: İsmail Dede
Kostüm Kreatörü: İ.Serdar Başbuğ
Işık Tasarım: Uğur Seyrek
Işık Uzmanı: Taner Aydın
Clara: İlke Kodal
Prens: Batur Büklü
Drosselmeyer: M.Nuri Arkan
Fareler Kralı: Egemen Kement
Clara'nın Annesi: Pınar Müldür
Clara'nın Babası: M.Kemal Onur Tunay
Büyükanne: Büşra Yıldırım
Büyükbaba: Alper Akalın
Konuklar: D. Fatma Sabaz, S.Burcu Borak, Zeynep Alev İşçimenler, Gamze Hopanoğlu, Hüma Ersel, Buket Polat, Deniz Polat, Sinan Kaymak,  M.Gazi Öztekin, C.Cüneyt Çelik, Çağatay Özmen, Can Bezirganoğlu
Kurşun Askerler: Berfu Elmas, A.Eda Yeker, Melis Kalfagil, Buket Polat, Elifsu Pamukçu, Ayşe Aras
Bebek:  ÇiftHüma Ersel, C.Cüneyt Çelik
Fareler: Can Bezirganoğlu, Deniz Polat, Alican Güçoğlu, Çağatay Özmen, Sinan Kaymak, M.Gazi Öztekin
1.Kar Tanesi: J.Nıcole Hartmann
2.Kar Tanesi: Büşra Ay
3.Kar Tanesi: Asena Ökte
Kar Taneleri: Çağrı Çekiç Hazan, Berfu Elmas, Ayşe Aras, Asena Ökte, A.Eda Yeker, Melis Kalfagil, Buket Polat, S.Hazal Çoruk
Vals Solist 1.Çift: P.Gizem Tuncay, A.İbrahim Türkkan
Vals Solist 2. Çift: Çağrı Çekiç Hazan, C.Cüneyt Çelik
Vals Solist 3.Çift: Büşra Ay, Çağatay Özmen
Vals Grup: Eymen Arıslı, Buket Polat, Çağrı Çekiç Hazan, Berfu Elmas, Melis Kalfagil, Ayşe Aras, Maia Ito, D. Fatma Sabaz
İspanyol Dansı: Hüma Ersel, Çağrı Çekiç Hazan, A.Eda Yeker, Asena Ökte, Ömer Erenler, Sinan Kaymak, Alican Güçoğlu, C.Cüneyt Çelik
Hint Dansı: Ebru Cansız, J.Nıcole Hartmann, Eymen Arıslı, Berfu Elmas, Büşra Ay
Çin Dansı: Can Bezirganoğlu
Rus Dansı: Maia Ito
Fransız Dansı: Zuhal Karaca, M.Oliver Spence
Çocuklar: Asya Yüksel, B.Deniz Atalay, Defne Bezzaz, Melissa Turan, Mercan Çelik, Naz Ardal, Sude Ardal, Yasemin Kayabay, Mert Ak, H.Tuna Ergün


22 Aralık 2017 Cuma

Romeo ve Juliet

Romeo ve Juliet

“Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yok olan ateşle barut gibi...”

Monteguelerve Capuletler iki ayrı aile, düşman. Belki de neden düşman olduklarını unutmuşlardır, günlerden bir gün bir eğlence olur. Maskeli balo. Düşman ailenin çocukları bu maskeli baloda buluşurlar, kalpler konuşur. İki düşman ailenin çocukları olan Romeo ve Juliet ilk görüşte aşık olurlar. Aşklarından o kadar emindirler ki, araya giren süt annenin de istemi doğrultusunda Romeo aşkını kilise nikahı ile taçlandırır. Konu basittir, yazanın muhteşem dil oyunlarını aynı güzellikte tercüme eden Özdemir Nutku dizeleri ile bizden ve içimizde bir şeyler uyandıran cümlelere dönüşür. Onların aşkları ve kurdukları cümleler bizdendir. Bizim için herhangi bir yerde geçen aşk hikayesidir. Tanıdıktır, kavuşamayan, kavuştukları anda ölümdür buluşturan…

Binlerce senedir sahnelenen, sürekli yeni şeylerin denendiği bir oyundur aynı zamanda. Zaman ile oynanır, kahramanların aileleri daha fazla karışır, daha az öne çıkar, yönetmenlerin ve senaryoyu sahneye ya da beyaz perdeye uyarlayanın tercihi geniş bir yorum dokusu ortaya çıkarır. Her yönetmen kendisinden yeni bir şeyler ekler, yorum olarak eklenenler seyirciyi rahatsız etmemesi önemli olan. Zaman ile çok oynanmıştır, zamanın yanında mekan. Mekan dışında öne çıkarılması gereken ya da olayların örgüsü de yönetmenin tercihi ve oyuncuların verilen rolü ne kadar yerine getirmesi ile orantılı olarak seyirci ya alkışlamıştır ya da sessizce izlemiş ve kısa sürede unutmuştur.

Oyunu, Makedonyalı yönetmen Dejan Projkovski sahneye koyuyor. Bugüne kadar izlediğim yorumlar içinde zeminin su olarak kullanıldığını ilk defa görmekteyim. Oyunun sahnesi sudur, dekor su ile bağlantılı arka tarafta yer alan bir yatay akvaryum. Seyirci ile havuzun ayrıldığı noktada bir alan daha vardır ki, oyunun su içinde olmayan sahneleri bu alanda geçmektedir. Su sarnıcında yer alan Medusa başı da sahnenin en üst tarafında yer almaktadır. Onu aydınlatan ışık rengi olayın nasıl sonuçlandığını anlatmaktadır. Sahne sadedir. Oyuncular yanlardan girip çıkmakta ve su içinde hareket etmeye çalışmaktalar. Genel olarak oyuncular kendilerine verilen rolü hareket anlamında olduğu gibi yerine getirdiğini düşünüyorum. Yönetmen kafasında ki tasarladığı yorumu sahneye koyarken her türlü olanağı değerlendirir. Kendisine verilen olanak içinde sanırım istediği oyuncuyu yönettiği oyunda oynatma hakkına sahiptir diye düşünürüm. Bir oyunda yönetmen oyuncusunu seçer. Yabancı bir yönetmen de olsa oyuncu seçimini kağıt üzerinde değil sahnede değerlendirerek yapar. Benim bugüne kadar izlediğim oyunlarda ses ahengine önem verildiğini düşünmüşümdür. Çünkü birbirinden ayrı ses tonunda olan oyuncuların aynı sahnede aynı volümde ses çıkaramaz, biri yüksek ses ile diğeri düşük ses ile konuşursa oyunun içeriğine göre elbette yönetmen tercih eder ama seyirci olarak beni ses arasında uyumsuzluk beni rahatsız eder. Bir anda yüksek ses, baskın bir ton diğer yanda düşük ve baskın olmayan bir ses… Opera için geçerli kural tiyatro içinde geçerlidir. Bu oyunda beni en çok rahatsız eden su içinde oyuncuların mücadelesinden öncelikle sesler arasında dengesizlikti. Baş rolde yani Romeo canlandıran oyuncunun sesi, juliet’i canlandıran oyuncu ile ahenkli ve dengeli olması önemlidir ama onları öne çıkaran diğer oyuncuların da sesleridir.

Oyunun zamanı ile de oynanmıştır. Bugün ve geçmiş aynı zemindedir. Oyuncuların kıyafetlerine bakınca kafamın bir köşesinde nedense Tophane yalanı geldi. “Yarı çıplak adamlar geldi…” diye başlayan cümlede geçen kahramanlar sahnedeydi! Rock konserinde sahne alan sanatçıların havası vardı. Elbette yönetmen müzik seçimini sahnenin mekanı gibi oynayabilir. O tercihi elbette oyuna yüklediği anlam ve seyirciye iletmek istediği mesaj ile ilgilidir. Yorum farkı ve algı farkı bu oyunu hem sevdirebilir hem de üzerinde konuşmaya değmez, ama bol bol taciz ve oyunculara çektirilen işkence olarak algı da seyircide oluşabilir… Yönetmen sadece sahnenin su olan alanını değil, yukarıyı da sahne olarak düşünmektedir. İdareci ve Juliet yukarından konuşur ve hareketli alan seyircinin üstünden sahnenin üstüne doğru hareket eder.

Ses konusuna gelince, zaman zaman mikrofon kullanılmıştır. Normal ses yerine dijitalleşen bir ses yüksek volümü ile oyunun bazı sahnelerde öne çıkıyor. Neden mikrofon kullanıldığını gerçekten anlayamadım, çünkü oyuncuların sesi salonun en arkasında yer alan seyirciye rahatlıkla üstelik o kadar su dalgası ve suyun ortaya çıkardığı görsellik içinde olmaktadır. Sahnede kullanılan mikrofon yabancılaştırma efekti olarak düşünebilirim ama zaman ve zaten yüksek sesli oyuncunun sesinin daha yüksek çıkmasından başka işlevi olduğunu düşünmedim…

Müzik ile de zaman ile oynanır, oyun hem orta çağ hem de bugüne dairdir. Seçilen kıyafetler de buna uygundur. Yönetmen deneysel olarak bu oyunu yeniden yorumlamıştır. Elbette onun tercihi bize özelikle bana sıcak gelmedi, belki bu klasik oyunun benim üzerimde bıraktığı ön yargıdır diyebiliriz. Ne yazık ki ön yargımı bu oyunu izledikten sonra da yenemedim.

Oyuncular üzerine bir iki cümle de yazayım, her biri ağır sahne koşullarında muhteşem bir performans sarf ediyorlar. Su salonda ılık olduğunu öğrendim ama ıslak kıyafetler ile sahne arkasına gittiklerinde ne yapıyorlar bilemiyorum, umarım orasında sıcaktır, çünkü seyircinin içinden girip ve çıkma olduğunu gördüğümden dışarısının o kadar sıcak olmadığını salona girerken yaşamıştım. Bu oyun yüzünden umarım hiçbir sanatçı hastalanmaz… Kılıç ile dövüş sahneleri bana göre daha fazla dikkat gerektiren sahne olarak görmekteyim, en ufak bir ayak kayması beklenmeyen sonuç ortaya çıkarabilir. Benim içimde ki duygu yönetmen kendi egosunu tatmin etmiş gibi geldi, elbette bu benim kişisel duygum…

Farklı bir reji görmek içinde olsa oyuna gidip izlenmelidir. Elbette yanınızda su olmasına dikkat edin, çünkü çok uzun bir oyunda su içinde oyunculara bakarken salonun ısındığını unutmayın.  Sigara dumanı sizi rahatsız ettiğinde şansınız yok o dumanın altında oyunu izlemek zorundasınız… peki bu kadar olumsuz şey yazmış gibi olsam da aslında oyunu o kadar olumsuz görmedim. Elbette kafamızda ki kalıpları yıkan, yeni bir bakış açısı olarak deneysel tiyatro için çok güzel bir örnek. Farklı oyunlar ve konular için buna benzer sahneler düşünülebilinir. Bende bıraktığı izlenim; başlangıçta her şey temizdi, sonra kan oldu…

“Gözyaşları ile yıkadılar yaralarını…” yaşadıkları göl göz yaşları ile oluşmuş, acının hakim olduğu yerde sevgilerde acılar ve yaralar ile büyümüş. Açılan bir yara ancak gözyaşı ile yıkanır… Romeo ve Juliet ilk anda aşık olmuş ve kısa sürede evlenmiştir ama onların sevgilerini de acılar yıkamıştır, su içinde acının rengi kırmızıya dönmüştür. Medusa yüzü kızıldır, ölümü taşır…

İsmail Cem Özkan



Romeo ve Juliet
Yazan: William SHAKESPEARE
Çeviren: Özdemir NUTKU
Yöneten: Dejan PROJKOVSKİ
Dekor Tasarımı: M. Nurullah TUNCER
Kostüm Tasarımı: Medina YAVUZ ALMAÇ
Işık Tasarımı: Serhat AKIN
Müzik: Goran TRAJKOSKİ
Koreografi: Olga PANGO
Yönetmen Yardımcısı: Seda YILDIZ
Mihmandar / Reji Asistanı: Atilla KLİNÇE
Proje Asistanı: Pınar ALEV 
Sahne Dövüşü ve Kılıç Eğitimi: Murat TURHAN
Oyuncular:
ROMEO: Atakan AKARSU
JULIET: Damla Ece DERELİ
RAHİP LAWRENCE: Seda YILDIZ
LORD CAPULET: Ahmet DİZDAROĞLU
DADI: Zeliha GÜNEY
MERCUTİO: Murat TURHAN
TYBALT: Yunus Emre TERZİOĞLU
BENVOLİO: Kerim ALTINBAŞAK
PRENS: Muhammed ÇAKAY
LADY CAPULET: Nuray DURMUŞ
PARİS: Bilal ERCAN
CAPULETLER: Ozan ERDÖNMEZ, Burak Pamuk, Can Deniz ERZAİM 
MONTAGUELER: Cem BAYURGİL
Şarkı: O ego stultus ex fortuna sum
Gitar: Yunus Emre TERZİOĞLU
Vokal: Burak PAMUK
Geri Vokal: Murat TURHAN
Sahne Amiri: Zülfinaz DOĞAN EŞİTMEZ
Suflöz: Şeyda PEKTOK
Kondüvit: Taner TURAN
Işık Kumanda: Korhan BODUROĞLU
Dekor Sorumluları: Hakan ERASLAN, Taner TAN
Aksesuar Sorumlusu: Hüseyin BAŞ
Kadın Terzi: Fatma CAN  
Erkek Terzi: Abdullah EROL
Perukacı: Hayati TURAN
Mekanik: Ali YILMAZ, Okan KARAAL


20 Aralık 2017 Çarşamba

Hatırlayın, hatırlayın, hatırlayın!

Hatırlayın, hatırlayın, hatırlayın!

Yaşadığımız süreci daha iyi anlayabilmek için geçmişin bıraktığı izleri takip etmek zorundayız, çünkü hiçbir şey birden olmaz, bir anlık değişmelerin bile geçmişi vardır. Bugün dünyayı tehdit eden küreselleşme ve onun meydana getirmiş olduğu tekelleşme. Tekelleşmiş firmaların dünya üzerinde hakimiyeti, elbette bir çok ulus devletin çökmesine ve yerine yeni bir şeyin de konulamamasını getirmiştir. Çürümüşlük, dağılma, bireyin yaşanan kaosta uçtan uça savrulması ve bu savrulmanın getirmiş olduğu çaresizlik…

Hindistan, orta çağ ve daha önceki çağlarda ticaretin başlangıç ve zenginliğini batıya doğru akıttığı yerdir. Dünya henüz bu kadar ufak değilken deve sırtlarında baharatın, tekstilin macerasının bıraktığı izler bugün turistlik uğrak noktaları olmuştur. Baharat ve tekstil dünyamızı değiştiren en önemli madde olduğunu ve bugün ki sanayi devrimin temellerini batıda attığına bu konuda yapılmış araştırma kitaplarından öğreniyoruz.

Aydınlanma, sanayileşme doğuda olan zenginliğin batıya getirilmesi ve batının yeniden yapılandırması sürecini iyi anlayabilmek için baharatın ve tekstilin ana vatanı olan Hindistan ve Çin’in tarihsel sürecine, en azından bir dönemini iyi incelememiz gereklidir. Batıdan giden Hollandalı, Fransız ve en son olarak oralara maceracı ruhları ile serüven arayan İngiliz yatırımcıların kurmuş olduğu şirketin geriye bıraktığı yıkımı görmek zorundayız… Onları görmeden bugün yaşanan küreselleşme ve onun sonucunda oluşan yağma, talan, rüşvet, savaş, komplo, siyasetçinin satın alınmasını kısaca söylemek gerekirse liberal ekonomi olarak bize dayatılan küreselleşme ve sonucunu tam anlayamayız, çünkü küreselleşme içinde bazı sorunları çözerken daha büyük sorunlarında kapısını aralamaktadır.

Bizim elimizde yaşanmış olaylar ve olaylar sonucunda alınmış kararlar var. Geçmişte batı parlamentolarında alınan birçok karar, aslında kontrol dışı yaşanmış tecrübelerin toplum üzerinde bıraktığı olumsuz sonuçlarının bir daha yaşanmaması içindir ama batı parlamentosu sermaye ve güçlünün yanından kısaca kendi çıkarından olaya yaklaştığı için gerçek anlamda önlem alma yerine sorunu ya erteleme ya da çözümü zamana yayarak görmezden gelmiştir. Sorunun kaynağı olan yerlerde sorun ile muhatap ve mağdur olan hakların yaşadıkları ise batı dünyası içinde ya yok sayılmış ya da Hristiyan olmadıkları için hak ettikleri düşünülmüştür.

1600’lü yıllar, İngiltere batının en ücra yerindedir, ana kara Avrupa devletlerinden daha geri bir yaşama sahiptir. Fransa ve İngiltere krallıkları arasında rekabet vardır ve batı İngilizlere göre daha refahtır. İngiliz tacı arayış içindedir, bu arayış zamanında bir grup insan Hollanda’da kurulan devlet destekli Kumpanya’dan esinlenerek ama devlet desteği yerine tamamı ile üyelerinin maddi desteği ile kurulmuştur. Devlet desteği olmayan anonim şirketlerin ilk oluşumunu da temsil etmektedir.  Kar hırsı, ayrıcalık elde etmek ve daha rahat yaşamak için İngiltere’den uzakta zenginliğin kaynağı olarak görülen Asya topraklarında maceraperest olarak adlandırılacak bir girişimdir. Doğunun zenginliği batının rüyasıdır. Roma devleti henüz varlığını korurken Roma devletinin pazarlarını belirleyen baharat ve tekstil yolları batının fetih etmek için seferler düzenlediği ve kontrol etmek için binlerce askerini feda ettiği savaşların da kaynağıdır. Roma devlet yapısının en zayıf noktasıdır üretim ve ticaret. Onu yıkan da bu zayıf noktasıdır, çünkü onun kontrol ettiği ipek ve baharat yolları elinden çıktığında zayıflamış ve sonunda dünyaya hükmeden bir imparatorluk ve onun yönetici sınıfı yok olmuştur. Roma'nın bıraktığı boşluk kısa sürede dolmuştur. Batıyı belirleyen Hristiyan düşüncesi ve onun örgütlü yapısı Roma devletinden aldığı zaaflar ile kendisini yeniden oluşturmuştur. Baharat arayışı yeni kıtanın bulunmasına sebep olmuştur. İspanya krallığı Roma'daki Papadan aldığı güç ile yola çıkardığı maceraperest deniz adamları sayesinde fakirlik kıskacından kurtulup yeni sömürge dönemini yaratmıştır. Güçlenen krallık ve taç daha fazla yere hükmetmek ve hükmettikleri yerlerde ki zenginliği kıta Avrupa’ya taşımaya özen göstermiştir. Elde ettikleri güç ile Avrupa’ya hükmetmek için fırsatlar kollanmış ve fırsat olduğunda ise komşuları ile savaşmışlardır.

İngiltere komşularına göre Avrupa’nın dışındadır ve daha fakirdir. Bereketli topraklar yönünden Avrupa’ya göre daha negatif durum söz konusudur. Tacın sahipleri kendilerinden imtiyaz isteyenlere imtiyaz vererek kaybetmeyecekleri yeni kapıları aralanmasına sebep olmuştur. Birçok imtiyaz alan maceraperestler dünyanın değişik yerlerinde krallık için keşifler yapmış, savaşmış ve yeni sömürge bölgeleri oluşturmuştur. 1600 yılının son günü olan 31 Aralık günü ilk defa bir grup insan paraları ile devletten bağımsız bir oluşuma imza atmıştır. İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası (EIC) resmi olarak kurulmuş ve kısa sürede yola çıkmışlardır.

1618 yılında ilk resmi görüşmesini Babür İmparatorluğu ile yaparken rakipleri olan Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası (VOC) Hollanda devletinden aldığı güç ile askeri bir çıkarma ile Endonezya’da toprak işgal etmiştir. O tarihlerde batıda olmayan kalitede tekstil ürünleri dokunmakta ve batıya gemiler aracılığı ile taşınmaktadır. Batıdan gelen bu tüccarlar her türlü misafirperverlik ile karşılanmış ve her türlü olanak onlara sunulmuştur. Bereketli topraklarda üretim yapan köylüler, bireysel dokuma işi yapanlar bu yeni gelen tüccarlara mallarını satmaktadır. Kervan yolu artık değişmiştir. Baharat ve ipek yolu denizdendir. Bu ise yeni ilişkilerin oluşmasına yol açmış batıdan gelen gümüşler karşılığında baharat ve tekstil daha ucuz ve daha hızlı batıya doğru gitmesine sebep olmuş, Londra şehri doğudan gelen mallar için yeni limanlar ve yeni depoların inşaat alanı olmasına sebep olmuştur. Daha büyük gemiler için yeni kanallar açılmış ve Londra piyasası bundan nemalanmıştır… Londra kabuk değiştirmektedir, aynı şekilde zenginliğini bonkörce sunan Hindistan’da başka ilişkiler oluşmaya başlamıştır. Kumpanya yöneticileri zenginlikten pay alırken üyelerine de pay dağıtmakta ve zenginliklerine zenginlik, refah düzeylerinin yükselmesine sebep olmuştur. Londra o tarihlerde görülmemiş hızda daha refah ve yaşanır bir şehir olmaya başlamıştır. Gemilerde çalışan işçiler için yeni alanlar oluşturulurken, Londra kendi kültürünü de oluşturmaktadır. Açık artırmada satılan bir birinden kaliteli ürünler açık artırmada iş yapan yeni tüccarların oluşmasına sebep olmuştur. Çin’den alınan çay ise yeni ürün olarak piyasaya sürülmüş ve yeni depoların da oluşmasına sebep olmuştur. Londra zenginleşirken Hindistan fakirleşmeye başlamıştır. Roma döneminden beri işleyen bir düzen artık tersine dönmüştür. Kumpanya üreticileri kendisine bağlarken onlar ile yaptığı anlaşmalar ile köylüleri topraklarından çıkarmış ve kendilerine bağımlı işçi yapmıştır. Kalküta yeni bir şehir olarak Kumpanya tarafından oluşturularak yeni merkezini buraya almıştır. Kalküta hızla nüfusu artarken çevresinde yer alan köyler kasabalar boşalmaya Kumpanya için çalışan vasıfsız işçilere dönüşmekteler. O güne kadar ataları gibi yaşayanlar artık ataları gibi yaşayamamakta ve iş aramak için ve ürettiklerini satamadıkları köylerinden göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu duruma itiraz eden imparatorluk ise Kumpanya ile yapmış olduğu anlaşmalar ve imparatorluk içinde Kumpanya tarafından satın alınan bürokratlar eli ile devlet parçalanmaktadır. Sonuçta tarihin ilk şirket devleti bu çürümenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Kumpanya kendi özel güvenlik birimini oluşturmuş, kendisine direnenleri yok etmiş ya da baskı altına alarak köle haline dönüştürmüştür. Bu arada İngiltere’de kumpanyanın yöneticileri kendi kişisel servetlerini artırırken kumpanyanın işlevi üzerinde de tahribata yol açmışlardır. O güne kadar demokratik seçimi ve oy kullanma biçimini değiştirmişler, güçlü olanların yönetici olduğu değişim geçirmiştir. Londra hükumeti ve tacı bu işten nemalandıkça görmezden gelmiş ve imtiyazını sürekli uzatmıştır. Çünkü üzümü ye bağını sorma konumunda kalmıştır. Üzüm geldiği sürece nasıl elde edildiği ile ilgilenmemiştir. Kumpanya kurduğu şirket devlet ile komşu Çin ile ticaretini geliştirirken önceleri adil olan anlaşma el altından karaborsa ve kaçak yollardan Çin'e aldığı çay karşılığında Afyon satarak Çin’de Afyon kullanımını yaygınlaştırmıştır. Çay balyaları gelirken Çin'e karşılığında balyalar ve kaçak yollardan Afyon gönderilmiştir. Çin imparatoru Afyon ticaretini tamamı ile yasaklayamamıştır, çünkü Afyon aynı zamanda sağlık alanında kullanılmakta ve tedavi edici özelliği ile yasal bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın dışında afyon tüttürülerek içimi de yaygınlaşmaktadır. İngilizler ile iş birliği içinde olan kısa yoldan para kazanma peşinde koşan Çinli tüccarlar bu kolay yoldan para kazanmayı canları pahasına kullanmaktan çekinmemiştir. Çin önleyemediği bu yolu birçok karar ile sınırlamaya çalışmış olsa da bunda da başarılı olamamıştır. İngiliz ve batılı diğer tüccarlara ticaret yapmaları için değişik limanlar ve bölgeler göstermiş olsa da (bugün ki free zona yani serbest bölge) el altından ticaret hileleri ve yeni yöntemler ile geliştirilmiştir. Çin ile bu afyon karaborsası için iki defa resmi olarak savaşa girilmiş ve her savaş sonunda yeni imtiyazlar elde etmişlerdir. Hindistan'ın bereketli toprakları tek yönlü ekim yüzünden ölmektedir, bereketli topraklar çölleşmekte halkı da fakirleşmektedir. Tekelleşen bir şirket, içine girdiği toplumu öldürürken coğrafyasını, doğasını da yok etmektedir. Kendisine bağımlı, askeri başarısı ile hepsini ses çıkaramaz hale getirmiştir.

Hindistan ve Çin’de yaşanan bu olumsuzluklar batıda yani Londra’da başka türlü etki etmiştir. Önceleri Londra’ya gelen tekstilin yerini Londra’da üretilen tekstil almıştır. Devlet koruması ve gümrük duvarı ile kollanan bu yeni ürün kısa zamanda makineleşmeye gitmiş ve Londra’da ve çevresinde Kumaş üreten ama Hindistan kalitesinden düşük ürünler üretmeye başlamıştır. Bu üretilen ürünler Hindistan’a geri pazarlanmaktadır. Hindistan’da üretim yapanlar kendi ürettiklerini kullanamaz hale gelmiş, Londra’dan gelen bu kalitesi ürünleri kullanmaya zorlanmıştır. Hindistan İngiltere’nin yeni pazarıdır. Çin’den çalışan çay fideleri Hindistan’ın yeni ürünü olarak ortaya çıkarken bereketli olan arazı çay bahçelerine dönüştürülmüştür. Çay yeni ihraç ürünü olmuştur. Londra depoları tekstil yerine Çay ile dolmaya başlamıştır. Çay o kadar fazladır ki, depolar almaz olmuştur. Amerika’da İngiliz ürünlerine boykot yapmaya başlamış ve yeni devrimin ilk işaretlerini vermiştir. Çay gemilere yüklenip Amerika’ya gitmiştir ama ayrılıkçılar o çayları taşıyan ve limanlara bağlı olan gemileri batırarak devrimin ilk ayaklanmasını başlatmıştır. İngiltere Amerika’da ki hakimiyeti kaybetmiştir. Şirketin imtiyazı ve yaptığı ticaret İngiltere için toprak kaybı olarak sonucunu göstermiştir. Artık sorgulanmayan, denetim yapılmayan Kumpanya parlamento gündemine gelmiştir. Serbest Ticaret ve rekabet kavramının altı Adam Smith tarafından Kumpanya örneğine bakarak yeniden formüle edilmiştir. Londra Hindistan’da işlenen insanlık suçunu mahkum etmemiştir, suçluyu aklarken aynı zamanda olayın kendisini de kınamıştır. Bu sayede vicdani olarak sorumluluğu üstünden attığına kendisini ikna etmiştir.

Sömürgeden emperyalizme dönüşen politik tarih süreç, Anonim şirket oluşumu ve onun idaresi dersler ile yüklüdür. Ulus devletinin oluşumu ve onun yasaları oluşurken bu dersten yararlanılmış ama kendi çıkarlarını gözeterek karar alınmıştır. Çin ve Hindistan bereketli olmaktan çıkmış, emperyalizm altında yok olmaya yüz tutmuş, içten içe isyanların oluşmasına sebep olan yeni politik direniş merkezleri olmuştur.

Bugün Londra şehrinin zenginliği olarak karşımıza çıkan binalar, heykeller tarihin sadece sessiz haykırışı ve kimlerin kanı üzerine inşaat edildiğini fısıldamaktadır. Fakat bu fısıltıyı bugün dahi Londra’da yaşayanlar gerçek anlamda duymaz, duyamaz, çünkü onların refahı, zenginliği Kumpanya’nın hiçbir kural tanımadan uyguladığı emperyalist barbarlığıdır. Kumpanya etkin olduğunda girdiği sıkıntılar Londra’nın sıkıntıya girmesi anlamına gelmekteydi, zenginliği Londra’yı yeniden yaratmıştır. Londra hükümeti her koşulda şirketi desteklemiş ve kollamıştır, sonuç olarak onu devletleştirerek Kumpanyanın yaratmış olduğu fırtınayı dindirmiştir.

Küresel dünyamızda şirketler hesap verecek makamdan yoksundur, o yüzden her eylemleri kontrol dışıdır ve geçmişte Hindistan'ı çöle çeviren Kumpanya gibidir. Küreselleşme liberallerin övdüğü gibi zenginlik ve ticarette sadeleşme değil, daha karmaşık sorunların oluşmasına da ortam hazırlamaktadır. Ulusların zenginliği şirketlerin çıkarı gereği yok edilip yağmaya açıktır. Şirketler daha fazla kar hırsı yüzünden doğayı ve coğrafyayı yok ederken hiçbir sorumluluk duymaz. Savaşlar şirketlerin girdiği dar boğazdan çıkmak için kullandıkları yöntemlerden biridir. Daha fazla imtiyaz ve daha fazla tüketim şirketleri daha da büyütmekte ve kontrol dışına çıkarmaktadır. Şirketler kendi özel güvenlik birimlerini kurarak kendisine karşı direnen her türlü direnişi zor ile yok etme eğilimindedir. Kara para ve kontrol dışı yapılan her iş var olan düzenin parçalanması anlamına gelir… Ulus devletlerde emperyal ulus devlet yerini emperyal şirketler almaktadır ve üstelik hiçbir kural ve hukuk düzeni olmadan…

Tarihten ders almadığımız sürece yeni felaketlere açığız, bu gelmekte olan tehlikeye karşı bir şey yapamazsak bizlerin sonu afyon kullanan Çinli ya da tekstil atölyesinde alın terinin karşılığını almayan bir hinli gibi olmaktır…

Tarihin bu derslerini hatırlayın, hatırlayın, hatırlayın!

İsmail Cem Özkan

Dünyayı Değiştiren Şirket
Doğu Hindistan Kumpanyası’nın Modern Çokulusluluğu Şekillendirmesi
Nick Robins
Çeviren: İnanç Özekmekçi
H2O yayınevi, İstanbul
ISBN: 978-605-4906-36-9


13 Aralık 2017 Çarşamba

İstanbul sırrını içinde saklar…

İstanbul sırrını içinde saklar…

İstanbul sokaklarında yürüyorum, geçmişin izlerini geleceğe taşıyan birikimleri sokakların kuytu noktalarına saklanmış duvarların üzerinde. Kaldırmalar sürekli yukarıya doğru yükselirken, çeşmeler kaldırımların gücü karşısında ihtişamını ve işlevini kaybetmiş şekilde sokakların bilinmeyen karanlık noktasına doğru unutulmaya yüz tutmuş. Musluklarından su akmayalı olmuş belki yüz yıl kadar, belki daha az, ama kaldırımın altında kalmış musluklar ki hırsızlardan kalan varsa eğer sessizce geçmişin seslerini üzerinde taşımaktadır.

Acılar, sevinç çığlıklarına karışmış, kim anımsar gözlerde ki gülümsemeyi, kalp çırpıntılarını. Bir zamanlar bu sokaklarda insanlar yaşamış mıydı hayalleri kuytularında saklanan…

İstanbul’un sokakları kendi gizemini korurken sanki korkuyu da bugüne taşır gibidirler.

Sokaklar korkunun, öfkenin, linçin sesi yanında yangının alevlerinden geri kalan sisleri de taşımaktadır. Devlet olmuş bir leş, kokusu sarmış sokakları, rüşvetsiz selam alınmaz ve verilmez olmuş, dirheme muhtaç insanların gözünde akmış umutsuzluk. Umudun yok sayıldığı büyük yangınlarda kaybedilen geçmişin arasından ağlayan insanların kalmış sessizce duvarla sinen sislerin arasında. Çığlıklar, öfkeler bırakılamayan acılar…

İstanbul içinde aklar binlerce yıllık sesleri…

Binlerce yıl öncesi acının çığlığı saray duvarından kulağıma geldi, taşlar saklamış çığlığı.

Taşlar ile örülmüş şehir, büyük depremde taş altına kalanları görenler taş yerine ahşaptan ev yapmışlar bu seferde yangın almış götürmüş şehrin tüm birikimlerini. Deprem ve yangın saklamış binlerce yıllık acıları, öfkeleri, sevinçleri, yağmaları, dillerini bilmediği yabancı bir erin yağmasına bakan gözler.

Liderinin gözünde kendi cenaze törenini görenlerin ülkesi, ne büyük acıdır.

Büyük acılar toplu yaşananlardır…

Kutsal şehri ve altın elma olduğuna inanılan yerleri fethetmeye gelenler batıdan şehri kuşatmışlar ve top ateş altında Rum ateşinin kıvılcımları ile direnmişler. Direnenler yenilmişler, çünkü açlık bütün kapıların açılmasına sebep olmuş. Açlıktan ölmek mi daha öncelikli yoksa düşmanın insafına kalmış ölüm mü? Açlık ile boğuşanlar düşmanın insafına ve vicdanına bırakmış geleceklerini…

Biat etmişler, itaat etmişler, yeri gelmiş kazan kaldırmışlar…

Ölüm fermanlarının havada uçtuğu, Çingene cellatların can aldığı sarayların duvarları geçmişin seslerini saklar…

Devlet-i Aliye içinde dönen fesatlıklar, rüşvetler, adam kayırmacalar kurulurken düşünülmeyen şeyler hep yaşanmış, hep yaşanmaya da devam etmiş, öncesinden alınan töreler, yaşanan törenleri biçimlendirmiş, geleceğe bırakmış iyi gibi gözüken ama gittikçe gerileşen, iki dudak arasına sıkışmış fermanlar ve can almalar…

Her şeyin başı devlet demişler, devlet için kul olunmuş, devletin sahibi bir dudak demişler. Bir dudak arasına bırakılmış insanların gelecekleri, hayalleri.

Devlet adına yağmalanmış, kutsal törenler düzenlenmiş, kutsanmış ölümler. Ölüm kutsal sayılınca kimse sormamış kim için, ne için, neden ve nerede öldüğünü… Kader demiş, devlet için, dini için öldü denmiş, ölenin hiç katil olduğu düşünülmemiş. Kaderinde yazan alnına vurmuş demişler, alnında açılan yarayı kimse görmemiş…

İstanbul sokakları her dili kucaklamış, her kültürden insanı bir birine el etmemiş, el açmasına sebep olmuş. Kaçanlara liman, girenlere ise zindan kapısı olmuş…

Biat etmiş gibi yapan kendi çıkarı için arkadaşını satmaktan geri kalmayanlar devletin en üst noktasına kadar çıkmış, inmiş bir mezarlığın çukuruna… İtaat edenler güçlü olan olmuş komutan, adını sanını, köyünü değiştirmiş, yaratmış bir geçmiş devletin kasasında olmuş bir delik… Devlet-i Aliye ne yapsın açılan deliği kapatmak için sefer olmuş, sefer olduğunda ise gariban köylünün çocuğunu almış götürmüş bilinmeyen topraklara ve çöllere. Susuzluktan mı ölmüş, bitler pireler mi yemiş kimse sormamış…

İstanbul’un sokakları öksüz çocukların yalvaran sesini de saklamış…

Sokaklar geçmişin sesini saklamış büyük bir kayıt defteri gibi, bugünde sesleri üzerine kayıt etmeden yeni kayıtlar olarak saklamaya devam etmekte…

İstanbul’un sesini dinleyin, gözünüzü kapatın geçtiğiniz sokağı düşünün, ne zaman yapıldı, nasıl bir süreçten geçti, yıkılan ve yok edildiği düşünülen duvarları düşünün, bakarsınız bir binanın bir yerinde orada yıkılan binanın taşı olarak durmakta… o duran taşta geçmiş, gelecek ve bugün saklı olduğunu duyacaksınız… Eğer sesleri dinlemek isterseniz size ulaşacaktır geçmişin sesi ve bugün kayıt sesleri…

İstanbul sırrını içinde saklar, sokakları gün be gün büyürken kayıt için yeni duvarlar örmeye devam eder…

İsmail Cem Özkan