Galata Gazete


31 Mayıs 2015 Pazar

Devletin malı!

Devletin malı!

‘Devletin malı, yemeyen domuzdur!’ tekerlemesini çocukluğumda çok duyardım, çünkü o zaman her şeyin sahibi devlet ve o devletin de kurtçukları çoktu. Domuz biliyorsunuz Yahudi ve İslam geleneğine göre yemesi günah! Yani devlet malını yiyecekler bu tekerleme ile güya vicdan rahatlatıyor, günahı yiyor! Yemeyen ise ‘gavur’ olmuş oluyor!

“Yerli malı sonra çıkar kokusu” diyerek yerli olan her şeye karşı tiksinti, küçümseme eşliğinde liberal ekonomi geldi, ‘artık hiçbir şey karaborsada olmayacak, isteyen istediğini alacak!’ dendi, ama parası olana uygun bir söz olduğunu en kısa zamanda anladı, bu halk!

Liberal ekonomiye geçiş ile düşünce yapımızın değişmesini göstergesi, yaşama bakışımız ve yaşam içinde günlük olarak tükettiklerimizin göreceli olarak artığını bakarak söyleyebiliriz. Ne kadar çok tüketirsek o kadar çok liberal olmuş olduk. Tüketim, sadece mal üzerinde değil, fikir ve insan tüketimini de kapsadığını tarihin çöplüğüne bırakıldığımız da anladık!

Tüketim çılgınlığı yeni bir savunma aracını yükselen yıldız yaptı, din! Parası olanın çok tükettiği ve çok seyahat etmeye başladığı bir dünyada, tüketeni kuşatan ‘gecekondu’ mahalleri apartmana dönerken adı da ‘varoş’ oldu. Varoşlar, Lübnan’dan gelen Şii örtüme modelini kutsayarak direnme aracını saldırı aracına döndürerek şehri kuşattı. Önce, çekinerek girdikleri zengin semtlerdeki yeni yaşama giyimleri ile; önce yadırganan, sonra alışılan, daha sonra da modası ve kaliteli çizim eseri olan özgün eserleri ile tesettürlü yaşam ‘yeni’ olanın biçimsel görünümü oldu.  Yeni ama eski yaşama benzemeye ve bu benzerlik de tek fark öznelerin değişmesi ile birlikte, aydın, ilerici kimlikleri olanların ‘özgürlük maskesi’ arkasında liberal kimlikleri ile bu değişimi alkışlamasıdır. Liberal aydınlar, başörtüsünü özgürlük adına savunurken, Alevi vatandaşların ibadet özgürlüğünü görmemezlikten ve yok saymayı günün trendi olarak kabul ettiler. Onlar yeni yükselenin kuyruğuna takılarak, yeni kariyerler ve unvanlar peşindeydi. O unvanları ve bekledikleri saygıyı kısa sürede kavuşacaklardı. Yağma, varoşlardan başlayarak, yaşamın her alanına üstünlüğünü kabul ettirecek, yeni dönemin popüler söylemi rant olacaktı. Yoktan para kazanma adını vereceğimiz bir örgütlü düzenek!

Rant uğruna önceden yaratılmış işgal evleri olan gecekondular yıkılıp, yerine villalar yapılıyor, sahibi kalmamış mezarlar kimseye sorulmadan inşaat alanı yapılıyor, göğe yükselen binalara rant uğruna kolaylıklar sağlanırken, dört çarpar safari arabaları şehrin düz yollarında sık görülmeye başladı. Bu yeni yaşamın içinde yer alan kadın, yeni yaşam biçiminde erkeğin malını yemeyen domuzdur anlayışı içinde erkeğinin malını hızlı bir şekilde tüketirken, üstüne gelen kumlarını görmemezlikten gelmekte ve bu kumalar için şehrin yeni yerleşim yerlerinde semtler oluşmaya başladı. Eski eş, yeni kuma. Yasaya uygun değilse yasa yaşama uydurulur. Rant kapıları, para üzerine kurulu yaşamın bütün algılarını değiştirmekte, saf ve temiz olanların hep birlikte kirlendiğine şahitlik ettik ama gözlerimiz kapatmayı daha doğru gördük, çünkü ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!’

Rant öyle bir zehirdir ki, insan kendi memleketinin deresini bile kurumasını göze alır hale getirir. Dağların tepesi altın için delinir, şehrin altı maden vardır diyerek ocağa dönüştürülür, siyanür ile toprak yıkanır, göçmen kuşlar yollarını kaybediyormuş, kaybetsin para gelen yerden göçmen kuşların yok olmasının ne önemi olabilir ki? Para gelen yerden derenin kurumuş olması, derelerdeki ekolojik yaşamın sonlanmasının ne önemi olabilir ki, insanlar kanser oluyormuş, yeni yaşamın kadını üç çocuk yapar ölenlerin yerini doldurur!  

Rant öyle bir yılan ki, dokunduğunu sarmalamakta, rant zehri öyle bir damarlarında akmaktadır ki, iktidarı elinde tutana daha fazla yetki vermekte ve yetkileri istediği gibi kullanması için göz yummaya başladı. Rant gelen yerden siyasi destek eksik edilmez!

Rant gelen yerden Mercedes marka araba eksik olur mu? Devletin malı yemeyen domuz demişken bu işten Diyanet İşlerinin nemalandırılamaması düşünülebilinir mi? İsraf haramdır ama Mercedes gelen yerde israf olmaz! O bir ihtiyaçtır ve yapılan işin riski karşısında Mercedes’in lafı mı olur! Zırhlı araçlar, sadece eski karşılıklı anlaşmalı Genel Kurmay başkanına verilmiyor, iyi biat eden, istenileni ‘şak’ diye yerine getirenler içinde bu ayrıcalıktan yararlanılması sağlanıyordu. Her işin riski vardır, risk karşılığında elde edilen şey ihtiyaçtır, israf denilemez!

Liberal düşüncenin ve yaşam biçiminin de bir ömrü vardır, her şey devlet içinden, her şey devleti yönetenler içine dönüşen bu çark, elbette bir gün üretimin hakim olduğu düzene de döner. O zaman tarih ve gerçekler ile yüzleşme komisyonu kurulursa, bugün yaşananların suç olmadığı zamandan, suç olduğu zamana doğru evirildiğinde; devletin malını kendi malı gibi savuran, yandaşına pay dağıtan, ‘her riskin bedeli vardır, o bedelinde ödülü lüks yaşamdır’ diyenlerin ve de işlenen tüm faili belli cinayetlerin ‘emri ben verdim’ diyerek sahiplenin sahiplenenleri olacak mı? 


İsmail Cem Özkan 

26 Mayıs 2015 Salı

Gün doğarken…

Gün doğarken…

Gün ağarırken kuşlar yeni ötmeye başladığında, köpekler gecenin yorgunluğu ile sokakları terk edip, kendileri için uygun bir yerde yatmaya doğru gidiyorlardı. Kuşlar ağaçlarda birbirine karşı kur yaparken, pencereme konan bir kumru derin düşüncelere dalmış gibi kafasını gövdesine doğru çekip hareketsizce duruyordu. Henüz horoz ötmemiş, tavuk sesleri gelmiyordu. Rüzgar yapraklara bir şeyler fısıldadı, yapraklar oynadı önce, sonra serçelerin hareketi ile dallar.
Sessizlik dağılıyordu.
Sessizlik gökyüzüne doğru kendisini bırakmış yerini doğanın sesinin yanında insanın yaratmış olduğu gürültü alıyordu. Araba, uçak, vapur sesleri geliyordu. Şehir canlanıyor, hareketli hale gelirken doğanın kendisine ait olan sesleri gürültü içinde yok oluyor, insan sabah telaşı içinde koşturmaya başlıyordu. İlk otobüs seferi başlamıştı, dolmuşlar gürültülü şekilde yolunu alıyor, kamyonlar şehrin içinde hafriyat taşımak için taşıyacakları yere telaş içinde ve önüne geleni ezecekmiş gibi gitmeye başlamıştı.
Şehir, binlerce yılda oluştuğunu düşünür içinde yaşayana göre. Ama dışarıdan bakana göre ise şehir metropol olmadan önce ticaret yolunda oluşmuş ve ticari barışı sembol eden yer olarak görür. Savaşlar ticarette başarılı olamamış barbarların yağması üzerine kurulmuştur. Barbarlar başkalarının emeğini çalarak, yağmalayarak, çadırlarda yaşayarak yerleşik ticaret hayatı sonlandırıyor, altın yumurtlayan tavuğu kesiyordu. Elbette insanın kellesini de tavuk keser gibi kesiyor, sürekli bulunduğu yeri toprağını kan ile suluyordu. Kanın düştüğü yerde ene ot biter ne de yaşam olur orada.
Çöl kan ile sulanmış toprağın kuma dönüşmesi ile oluşmuş. İlk insanın doğduğu geçtiği yerler bugün çöl. Kumlar savruluyor. Baharat yolu üzerine kurulmuş kervansaraylardan ne bir temel kalmış ne de iz. Devlerin gölgesinde yaşanan aşklarda artık dillenmez olmuş. Çöl rüzgarı almış götürmüş hiç keşfedilmemiş diyarlara. İnsan gördüğü kadar bilmiş, gördüğünü yağmalamış. Görmediğini ise korkudan o tarafa doğru gitmemiş bile. İnsan korktuğu için korkusunu yenmek için güç alacağı soyut şeyler yaratmış. Soyut şeyler zaman ile somut olmuş, bakış somut olan ölüyor, sonra gitmiş soyuta geri dönmüş. Soyut şeyden korkarken, soyut şeyden güç almış. Hem korkmuş, hem güç almış. Hem inanmış, hem de dalgasını geçmiş. Dalgasını geçmiş, çünkü yarattığı soyut şeylerin sunaklarını yok etmiş, taş taş üstüne bırakmamış. Yerine gitmiş yeni tapınak yapmış, inanmış, dua etmiş ama bakmış ihtiyacını karşılamıyor, yeniden yıkmış. Yıkarken yeniden sunak sunacağı bir yapı yapmış. Yapılar yapıldıkça içi zenginleşmiş, zengin olan yerde emek harcamadan oluşan artı değeri yiyecek yeni bir sınıf oluşmuş. Buna ruhban sınıf demişler. Korkuyu yenmek için bu ruhban sınıf korkuları kullanarak insana korkuyu yaymış. Korku büyüdükçe insan daha fazla cani olmuş. Korkan öldürmüş, öldürdükçe korkuyu yeneceğine daha fazla esiri olmuş, çünkü öldürdüğünün akrabası gelir de onu yok eder diye korkmuş. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamış ama doğa onu yaşamdan koparmış. Korkan ölmeyeceğini sanır ama sonunda ölür. Tiran da olsa ölür, ruhban sınıfın en üstünde de olsa ölür. Ölüm her şeyi eşitlermiş…
Gün ağarıyor, insan karanlık çağını en aydınlık zamanında yaşıyor. Güneş ağacın, börtünün, böceğin üstüne vuruyor, insan yarattığı beton binaların içinde ve yarattığı şehrin pislik kokan sokaklarının karanlığında telaş içinde kayboluyor. Kendi karanlığında yok oluyor. Ne kur yapacak zamanı var, ne de düşünecek. Kuşlar sabah kur yapıyordu, insan koşuyordu.
Çocuk cıvıltıları henüz sokakları doldurmadı, dolduracak kadar özgür çocuk yok sokakta, çünkü anneleri ve da babaları onların kötü ve karanlık güçlerden korumak için sokakta özgürce oynamalarına izin vermiyor, onlara en son teknoloji alıyor, onlar ile oynamaları için ortam yaratıp sonra sokağa çıkmayan çocuğunun ne kadar asosyal olduğundan şikayet ediyor. Çocuklar, bir birleri ile futbol karşılaşmalarını ellerinde ki küçük ekranlardan aynı odada oynayarak zamanlarını yok ediyorlar, çünkü onların da üzerine güneş doğmuyor. Küçük bir odada insanın yarattığı steril ortama dünyayı ellerinde ki tuttukları ekranlar ile tanıyıp, tatillerinde gidip gördükleri turlar ile sürü olmanın güvenlikli halini yaşıyorlar.
Dünyanın en tehlikeli yollarından bisikleti ile yol alan bir orta yaşlarında macera dolu ve hayat dolu biri, ülkenin ayrılmış yollarında en güvenli olduğu düşünülen güvenlik şeritti içinde arkadan gelen bir aracın altında kalıp son nefesini veriyor. Güvenlik şeritleri uyanık şoförlerin hız merakını giderdiği alanlar olmuş, o gezgin bu durumu nereden bilecekti? Güvenlik şeridinde pedal çeviren bir adam, bir aracın altında kalacağını asla düşünemezdi ama düşünmediğini göremeden son nefesini verdi.
Gün henüz ağrımadı, kuşlar ağaçlarda bir birine kur yapmaya ve sesler çıkarmaya devam ediyor. Kumru şişirdiği boğazından gelen gu guuuk diye sesi çıkarak çiftleşme davet ediyor.  Davetine henüz yanıt aldığını düşünmüyorum, çünkü hala ses çıkarmaya devam ediyor. Horoz henüz ötmedi.
Rüzgar yine bir şeyler fısıldıyor, gök maviye dönüyor.
İsmail Cem Özkan



24 Mayıs 2015 Pazar

50 yıl geldi ve geçti…

50 yıl geldi ve geçti…  



50 yaşıma giriyorum, hiç düşünmediğim, aklımın ucundan geçiremediğim bir ömür yaşadım.

Bu ömür içinde acılar gördüm, gurbeti yaşadım, arkadaşlarımın arkasından son söz söyledim, toprağa düşenin üzerine toprak attım...  Kısaca yaşam başlangıçta vericiyken, zaman içinde hep alıcı oldu. Almaya da devam edecek...  

Özgürlük türküsünü özgür bir ortamda Gezi Direnişi sırasında yaşadım, bu benim yaşamım içinde ki en büyük hediye oldu... 

Dergi çıkardım, gazetede çalıştım, yazı yazdım, karikatür çizdim, fotoğraf çektim… Yaşamı kendimce hep kayıt ettim. Ettiklerimi hep kendimde saklamadım paylaştım. Kitap olmadı, albüm olmadı ama her yaptığım beni anlattı. Yaşantıma hiç ticari bakamadım, o yüzden kendi çıkarımdan daha çok düşüncemin çıkarının peşinden koştum. 

Emekli olmadım, olmayacağım da...  

Sigorta parası yatırmadım, devlet ile bağım yok... 

Kavganın en önünde, ortasında ve sonunda oldum ama hep oldum... 

Özgür bir dünya özlemi duydum, gerçekleştirmek için bugün dahi 11. tezi rehber aldım. 

Devlet ile hiç işbirliğine ve uzlaşamaya girmedim, girenleri de her daim dönek, kendi çıkarı için her şeyi satan biri olarak gördüm, o yüzden devletten basın kartı dahi almadım gazeteci olarak çalıştığım zamanlar içinde. Alsaydım belki bugün bazı arkadaşlarım gibi müdür filan olur, iktidarın sevgili ellerini suratıma hissederdim… 

Dinci hiç olmadım, dincileri her daim iktidarda bulunan dinciler gibi düşündüm. Çıkarı için her şeyi kullananlar ile aramda her daim bir mesafe bırakmaya özen gösterdim. Dinciler insanın arkasından ‘çıkarı için’ hançerleyip derimizi yüzenler olduğunu hiç aklımdan çıkarmadım. O yüzden dincinin Alevi’si ve Sünni’si olmaz dedim... Kim ki duyguları kullanarak çıkar peşinde koşuyorsa, hissettiğim an o kullanandan kaçmak için fırsat kolladım. Dinciler güzel konuşmayı sever, çünkü her profesyonel gibi meslekleri icabı yerine getirirler.  (Dinciler ile inanları birbirine karıştırmayın derim. İnanan neye inanıyorsa inansın ve özgürce inancını içinde yaşasın isterim. Her türlü baskı aracına karşı dururum, ama ayrım yapmadan. Başörtüsüne özgürlük denildi mi, Cem Evine de özgürlük denmesi gerektiğini bilirim, biri eksik oldu mu özgürlük olmaz, imtiyaz olur. Bu ülke ne çektiyse birilerine verilen imtiyazlardan çekti.) 

Profesyonel olarak hayata bakamadım, her daim amatör yanımı besledim, büyüttüm. Para için takla atmadım... Atanları da başarılarından dolayı seyrettim, çünkü bu dünyada parası olanın sözü olur, olmayanın gölgesi dahi olmaz olarak bilirim. (elbette bu söz sadece kapitalist ilişki içinde olduğunda geçerli, saf köylü ilişkiler içinde paranın yerini gönül, dostluk alır.) paranın zemin olduğu yerde, ilişkilerin temiz kalacağını da hiç düşünmedim. Ama en az kirli ilişkiler ile nefes almaya gayret ettim, ediyorum da...  

50 yıldır bu dünyaya durduğum yerden baktım, her daim sorguladım, kuşkularımı kara mizahın içinde seslendirdim. Tarihten çok şey öğrendim, dip notu bıraktım. Tarih her zaman kazananın olmadığını, ezilenlerin, ötekilerin de tarihi olduğunu ve onlarında kahramanlarının olduğunu içinde bulunarak öğrendim. 

Birden fazla dilde düşünmeyi öğrendim, bir sorun olduğunda değişik dillerde düşünerek sorunun çözümü için kapıları teker teker çalarım. Hangi kapı açıksa o kapıdan girer sorunun çözümüne katkı sunarım. Kısaca efendiler, ben açılmayan kapıya gidip omuz vurmam, mutlaka açık olan başka kapı vardır derim… Evrenimiz yatay olarak çok geniştir, açılmayan kapı önünde bir noktada durmayı zaman kaybı olarak görürüm. 

Devlet denen mekanizmasından bana; asimilasyon, toplum için uysallaştırma için dayak işkence ve de eğitim çıktı. Sonuçta devlet, okulları aracılığı ile beni aptallaştırmaya çalıştı. Çocukluğumda ki hayallerimi her gittiğim sınıfta sistem elimden aldı. Hayal göremez, yeni öyküler yaratamaz ve hiç durmayan çenemin soru soruldukça açıldığını gördüm, yaşadım. Kısaca beni insan olmaktan çıkarıp uysal bir canlıya dönderdiler. Farkına vardığımda elime geçen her romanı, her şiiri okudum, dinledim arkası yarın radyo piyeslerini… Hayaller gördüm, öyküler yarattım kafamda, yeniden insan olmak için adım attım. Elime geçen misket ile sokakta misket oynadım, kumara döndüğü an bıraktım. Çünkü kumara başlayan istemin kölesidir, bilirim loto, toto oynayanların nasıl çaresizce kapı önlerinde sonuç beklediğini. Bugün dahi uyurken rüya görme özgürlüğüm var… Sistemin giden vagondan atlayarak kurtuldum. Düştüğüm zemin yumuşak değildi ama en azından nerede durduğumu ve kimin yanında karar vereceğimi yaşayarak öğrendim. Devlet bizim iyiliğimizi düşünüyorsa, o iyilik düşünülen karardan hep kaçtım, çünkü iyilik Yahudiler için nasıl ki ‘Toplama Kampı’ ise, bizim içinde görünmeyen toplama kampı olduğunu hep hissederim. 

Hayattan öğrendiğim bir şey var, o da geriye dönüp bakmadan, geçmiş deneylerimden ders alarak aynı hatayı tekrarlamamaya çalışarak yol almak gerektiğini. Somut olayların somut tahlillerini ancak özgür beyinler verebileceğini gördüm. 

Hiç kimse size gerçekleri anlatmayacak, sadece inandıklarını size söyleyecektir... 

Resmi tarih tezinden ve toplum yararından bakanlar ile tartışmayı hiç sevmem, çünkü onlar sistemin aptallaştırdığı bireyler olarak görürüm, kalıplar içinde değişmeyen doğruları ile bakarlar dünyaya. Gezi Direnişini yaşamlarını çok isterdim, çünkü orada bir çok şey yıkıldı… 

Siz hiç yabani bir tavuğun eşine kur yaparken dansını izlediniz mi? ben izledim, hem de bir belgeselde. Keşke canlı izleme şansım olsaydı. Muhteşem dans ediyor. Tavuklar artık eşlerine bırakın kendileri için bile dans etmeyi unuttular. İnsan denen canlı onu doğadan kopardığı gibi, genlerinden, iç duygusundan ve içgüdüsünden de kopardı. 45 günde doğan, yaşayan ve ayağı toprağa değmeden öldürülen… Siz, siz olun tavukları kopardın doğadan ama çocuklarınızı koparmayın... Bırakın çocuk, çocuk olarak yaşasın ve ayağı toprağa değsin… Bugün ne yazık ki bir çok insan tavuk gibi, sistem için yetiştiriliyor ve tezgahlarda parası olanın hizmetine sunuluyor. 

Değişime hep inandım, her gittiğim yerden bir şeyler öğrenerek değiştiğimi hissettim. Meğer esas değişim yılların bizim üzerimizde bıraktığı etkiymiş. Beynim genç,  olarak kaldığını, vücudumun ise yaşlandığını öğrendim. Beynimin her dediğini yapamıyorum ama hala bir genç gibi yüreğim yıldızlar içinde her gün yeniden doğuyor… Vücudum her gün sonbaharda düşen bir yaprak gibi toprağa doğu sallanarak düşmekte ve hafiflemektedir. 

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var, anı yaşayamayanlar hayallerinin içinde kaybolurlar... 
 
Hayatımda 5 rakamı hiç etkili olmadı ama doğum tarihimde 5 hep dominant olarak kaldı... 

Hep birlikte özgür günlere... 

Hep birlikte - olursa eğer - direniş barikatlarında barikat ateşi etrafında türkü söylemeye... 

Dostlarım ile birlikte nefes alıp verdim, sevdiklerim ile birlikte yaşadım. 

50. yaş günüm geldi ve sessizce geçiyor.  

Sözü fazla uzatmayayım, geldim asrın yarısına…



İsmail Cem Özkan


22 Mayıs 2015 Cuma

Direnişin resmi yapılıyor…

Direnişin resmi yapılıyor…

Gezi direnişinden geriye kalanlar nedir diye sordu bir arkadaş, gezi henüz bitmedi ki geriye bir şey kalsın. Gezi direnişinin başlangıcından bugüne iki yıl geçti ve direnişin sonuçları, devam eden barikat ateşi ve kora dönüşmüş alevin sıcaklığı hala bir şekilde bizleri etkilemeye devam ediyor.

Gezi Direnişi 31 Mayıs günü polis baskını ile başladı. Polis ezan okunduktan sonra gaz tabancalarını ateşlemesi ile Gezi Parkı içinde kurulmuş olan çadırların içini doldurdu. Hazırlıksız yakalananlar ilk şaşkınlıklarını atlatır atlatmaz direnişe başlamıştır. Gezi Direnişinin birden büyüyeceği ve tüm ülkeyi kucaklayacağını başlangıçta hiç kimse düşünmemişti. Polisin orantısız güç kullanımı, çadırların yakılması, direnişçilerin karşılarında ki organizeli devlet gücüne karşı içgüdüsü ile savunmaya geçmesi birden ülkenin gündemi içinde dikkat çekmiş ve ertesi günde polis aynı sertlikte ve şiddet ile saldırması ile birlikte Gezi Direnişi artık park içinden çıkmış ve bir özgürlük mücadelesine dönmüştür. Özgürlük söylemlerinin direnişin ruhunu belirleyecek ve ülke sınırlarını aşan bir yankı bulacaktır. Devlet mekanizmasını kullanarak her türlü baskıyı kendisinde meşru görenlere karşı artık özgürlük türküleri söyleniyor, özgürlük sloganları atılıyordu. Polis ve yardımcı güç olarak kullandıkları zabıta güçleri bu gelişen durum karşısında şaşkınlık yaşamış, ‘dövdük, yaktık, küfür ettik ama gitmediler’ diye sanırım kendi içlerinde konuşmuş olabilirler. 

Gezi bir direniş ateşi yakmış, ateş 31 Mayıs günü yanmış ve bugünde hala yanmaya devam etmektedir. Elbette bu ateş şimdilerde meydanlarda yanmıyorsa, inanın gönüllerde yanmaya devam etmekte ve ülkenin değişik yerlerinde devam eden direnişlerde yanmaya devam ediyor. Gezi ülke tarihinde ilk defa yaşanan bir sürecin adıdır. İlk defa büyük bir güce karşı direniş ülke sathına bir anda yayılmış ve direniş barikatları kurulmuştur. İlk defa büyük bir halk hareketi öndersiz, örgütsüz ve içten gelen direniş ruhunu açığa çıkarıyor, var olan tüm baskıcı anlayışa, organizasyona karşı sesini çıkarmakla kalmıyor direniyordu. Kapatılan köprülerden kitlesel olarak barikatı yılarak geçiyor, direniş camlardan dışarıya taşan tencere seslerine karışıyordu. Direniş yaşanıyordu ve bu yaşananları hiçbir kitap yazmıyordu. 

Gezi Direnişi başlamasından sonra iki yıl geçmiş, bugün Metal İşçilerinin ellerinde direniş alevi ve ruhu. İşçiler ellerine aldıkları ayakkabılar ile zıplayarak ve kendilerine özgü sloganlar ile bağlı bulundukları sendikayı çöpe atıyorlar ve direniş Gezi’de olduğu gibi hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Gezi ruhu direniş olan her yerde yeniden filizlenmekte ve sarmalamaktadır. 

Gezi sürecini anlatan bu arada bir çok kitap çıktı. Kitapların bir bölümü ticari kaygılar taşımış olsa da direnişin ruhunda ticaret yok paylaşım vardı. Her paylaşılan şeyi ticari olarak düşünen ve kapitalizmin kirlettiği düşünce yapısını hala üzerilerinde taşıyanlar işi paraya döndürme telaşına girip, çektikleri fotoğrafların üzerine copyright yazarak pazarlama içinde olmuşlardır. Ajanslara bağlı çalışanlar, haber merkezlerine gönderdiklerini aynı zamanda kamuya açık olarak yayınlayarak var olan anın haberlerini haber alma özgürlüğü içinde kullanılmış ve paylaşılmıştır. Özgürlük hepimiz için gereklidir ve ilk defa direnişin ilk haftalarında hep beraber yaşıyorduk. Özgürlüğün kaos oluşturmadığı ve parayı dahi kullanımdan düşürecek kadar geniş bir alanı yarattığına hep beraber şahit olmuş, evlerde yapılan yemekler direnişçilere ve direnmek için taşınmıştır. Sağlık için ilaçlar hep beraber el birliği ile ya satın alınarak her kesin kullanıma sürülmüş ya da öğrenilen ilaç yapımları el birliği ile üretilmiş ve ihtiyaç anında kullanılmıştır. Beyaz önlüklü sağlıkçılardan, kitap okunmasını teşvik eden kütüphaneciler, her meslekten birey kendi mesleğinin olanlarını direnişe sunmuş ve direniş içinde canlı yayın yapan bir tv bile oluşturulmuştur. 

Gezi Direnişi sosyal medyanın gerçekten sosyal olmasını ve yaygınlaşmasını da beraber getirmiştir, çünkü resmi yayın niteliğinde olan tüm medyanın dışında yeni haber kaynakları yaratılmış ve bu kanallar kullanılmıştır. Her türlü yasaklamalara karşın DNS ayarları değiştirilmiş, DNS ayarları duvar yazısı dahi olmuştur. 

Direnişin yarattığı özgürlük alanları kendi evimizi korur gibi koruduk. Hayatımızda ilk defa yaşadığımız ve ayol gerçekten devrim oluyor yazısına kadar yansıyacak şekilde gelişti. Bir devrim havası vardı ama iktidar olacak iktidar yoktu. Direniş lidersizdi ama kimse lider telaşına düşmeden kolektif akıl ile sorunların üstünden başlarda geliniyordu. Silah ve öldürme timleri ortalığa çıktıktan sonra ölüm kontrgerillanın elinden ve devletin desteği ile gençlerimizi elimizden almaya başladı. Yaralananlar, ölenler, sakat kalanlar, beynin yarısını kaybedenler direnişin ne kadar hazırlıksız ve savunmasız olduğunu gösteriyordu. Bütün bu tehlikeleri bile bile halk yine meydanlara çıktı, yine kavga etti. Daha fazla kan akmasın, daha fazla ölüm olmasın diyerek parklara çekilme kararı bir ortak düşünce ile sessizce alınmış ve uygulanmıştır. Bugün Gezi Direnişi park formlarında yaşamaya devam etmektedir. 

Bugünlerde bir sergi açılacak, Gezi Direnişini anlatan. Haydar Özay ressam arkadaşımız yaklaşık bir yıldır emek verdiği sergi Gezi Direnişinin başlangıç gününden bir gün önce açılışı yapılacak ve Parklarda yarattığı eser dijital baskı ile çoğaltılarak sergilenecek. Haydar Özay’ın yarattığı resim tıpkı Gezi Direnişi gibi bitmeyecek, sürekli eklemler yapacak, yeni vurgular ekleyecek gibi. Haydar Özay eserinde kendi duruş noktasına göre direnişi yeniden yorumlamış ve onun yorumu ile karşımda durmaktadır. Resim içinde ararsanız binlerce öykü bulabilirsiniz, tıpkı direnişte olduğu gibi. İmgeler ve gerçekler iç içe geçmiş, bizi o ateşin harlı olduğu günlere götürmektedir. Ölen hiçbir arkadaşımız unutulmamış, zaten unutmamak ve sürekli hafızlarımızda başlangıç günleri taze kalması için oluşturulmuş ve hayata geçirilmiştir. 

Haydar Özay yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştığı resim son haline gelmek üzere. 30 Mayıs günü açılışı yapılacak ve Gezi Direnişinin yiğit evlatlarının anaları ve babaları ve de bizler gibi kardeş / yoldaş olanların katılımı ile mimarlık odasının terasında açılacak.

Direniş bugünlerde Metal İşçilerinin olduğu alanda yaşamaktadır. Bütün meydanlar Taksim’dir. 

Her yer taksim, her yer direniş!

İsmail Cem Özkan

21 Mayıs 2015 Perşembe

Savaş yorgunu olmayalım!

Savaş yorgunu olmayalım!

Savaş yorgunu bir halkın torunları, savaşın gerçek yüzü ile karşılaşmadıkları için, yaratılan resmi tarih söyleminde uydurulan destanların havası ile daha fazla ırkçı ve görmediklerine düşman olmuşlardır. Düşmanlık kendini tanımam ve sevmezliğini getirmiştir. Çünkü kime ve nereye göre tanımlayacağını bilemeyenler, dünyanın tek sahibi, hükümdarı ve her millet tarafından anlaşılma zorunda olan biri olarak görmekte ve her yaptığını haklı ve doğru olarak görmektedir. Çünkü tarih bilgisi şanlı bir milletin evladı ve her daim zaferler ile taçlandırılmış uydurulmuş bir gerçeklik üzerine oturmaktadır.

Yorgun, kaçkın, toprak hasreti içinde yaşamış dedeler, savaşın gerçek yüzünü torunlarına anlatacak kadar uzun yaşayamadılar. Onlar arkalarına solmuş fotoğraflar ve kırpıntılar halinde kalmış anılar bıraktılar. Şimdi bir çoğunun mezarı bile yoktur, uğruna savaştıkları topraklarda, betonların istilası sonucunda sonsuzluk uykusuna yattıkları kabristanları bile sökülmüş, üzerine betonlardan oluşmuş, siteler, villalar, apartmanlar hatta bir bölümüne gökdelenler oturmuştur. O uğruna savaştıkları, işgal edilmiş şehirler bugün yoktur. Bugün ne için kan döktüklerini sorgulayacak bir durumda söz konusu değildir. Savaştıkları düşmanlarının bütün varlığı o toprakların üzerinde, onların dilini öğrenme ve onların ülkesinde doğum yapma telaşı içinde olan torunlar ve de onların çocukları vardır.

Savaş yorgunu bir halkın torunları, bugün savaşları ekranlar karşısında tanımış, bilgisayar oyunları ile içine girmiş savaşmıştır. Bir oyundur, o oyunun bir parçası olmayı ise askerlik yapmış, Kürtler ile savaşan şanlı bir ordunun mensubu olarak yapıp, koleksiyoner olarak dönüp ırkçı, hoşgörüsüz, bireyler olarak aramızda azınlık olarak yaşamakta ve her gelen asker cenazesinde marşlar söyleyip, tekbir getiren olmuş azınlık üyesi olarak karşımızda durmaktadır. , parası olanlar yurtdışı eğitiminden geçip, parası olanların yanında emir kulu olarak onların hizmetinde bilgilerini sunmuş, olan çocuklarının geleceği için özveriler ve beton daireler almaya uğraşmaktadır.  Dedelerinin savaştıkları topraklarda, sözde geçmiş bilgileri içinde ülkeyi yağmalamakta ve yağmalanması içinde her türlü desteği sunmaktadır. Sorarsanız kendilerine aslında bu ülke ve bayrak için her şeylerini vereceklerdir, ama özelleştirilen firmaların gerçek sahipleri (!) olan sermaye sahiplerine her türlü biat etmeyi doğal ve olması gereken olarak algılamaktalar. Ülke bayrağının üstünü firma logoları kaplamış olmasına kimse itiraz edemez, çünkü ulusal olarak görülen bütün değerler ve organizasyonlar sponsorsuz ayakta kalma şansları yok gibidir. 

Savaş yorgunu bir halkın torunları, savaş gerçeği ile tanışamadıkları için, uydurulmuş tarih bilgileri içinde Ortadoğu’nun lideri olmaya ve çöl üzerinde savaşmaya gönüllü bir kuşak yetiştirmiştir. Bu savaş bilmeyen ve anlı tarihi değerlerini yeniden hayata geçirmek için yola çıkanlar, ülkenin geleceğini, kuşaklarını, çöl fırtınaları içinde bırakmak ve savaş içinde o şanlı günleri dönme hayali içindedir. O hayal içinde yok ettikleri, üzerlerine sünger çektikleri kan dolu geçmişleri ile yüzleşmeye ve düşmanlıkların yeniden görünür olmasını da beraberinde getirmiştir. Savaş düşmanlıkları yaratır veya yenide ortaya çıkarır. 

Tarih bize başka şeyi de anımsatır, savaş yorgunu dedeler kıtlık içinde, yokluk ve böceklerin istilası sonucunda ölmeyip da ayakta kalan erkeklerin savaştan kaçıp kendi köylerinin dağlarında saklandığını fısıldar. Ama kimse bu gerçeğin üstünü açmaya kendisine yediremez. Ne de olsa zafer kazanmış bir halkın ve yeni oluşturulmuş bir devletin şanlı ve zaferler ile dolu bir ulusun bireyleridir. 

İşgal edilmiş bir başkentten, yeni oluşturulmuş bir başkente taşınan benlik, yeni başkentin merkezinde yaratılan destanlar, savaşlar, kahramanlıklar ile yeniden geçmiş değerlendirilmiş, işgal kuvvetleri ile nasıl yokluklar içinde savaşıldığını ve yokluklar içinde düşmanı nasıl denize döktüğünü anlatır. Hatta düşman kaçarken nasıl şehirleri yaktığını anlatır ve solmuş fotoğraflar ile bunu kanıtlamaya uğraşır, basılmış madalyaları onurlanarak gösteririz. Fakat zaman içinde karşılaştırmalı tarih içinde düşmanlarında kahramanları olduğu ve onların da zaferler ile o günleri anımsadığı gerçeği ile karşılaşırız. Geçmiş anlatıldığı gibi değil, bazı romanlarda geçen gibi olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Tarih bir roman gibi kurmacadır ve o kurmaca tarihi gerçek görür, romanı kurmaca olarak düşünmeye devam ederiz. 

Tarih bize başka bir gerçeği de fısıldar; bir ülkeden işgal kuvvetleri elini kolunu sallayarak gidiyorsa, o ülke özgürlüğüne kavuştuğu anlamına gelmez, açık işgal yerine işbirlikçileri ile işgal devam ediyor demektir. Sadece işgalin üstü işbirlikçiler ile örtülmüş olur... bu gerçek ile ancak devlet yeniden biçimlenirken karşılaşırız, çünkü bizlere verilmiş olan güdülerin artık işe yaramadığını değişim zamanında farkına varırız, illüzyon bozulmuştur, her bozulan illüzyon yıkıntıyı ve hayal kırıklıklarını ve de travmalarını beraberinde getirir. Denizin ortasında durmuş sağa sola savrulan bir mayından farklı olamayan gerçeklerin ne zaman nerede patlayacağını bilemeden yaşamın getirmiş olduğu tesadüflerin içinde var olmaya devam ederiz.  

Savaş yorgunu bir kuşağın torunları, hala kendi hayal dünyalarında ve yaratılan gerçeklerin içinde yaşamaya devam etmektedir. Büyük bir çoğunluğu bir hayal dünyasından başka bir hayal dünyasına geçtiğinin farkına bile varmayacak, yıkılan illüzyon yerine yeni illüzyon içinde yaşamaya ve mutlu olmaya ve kendisini orada bulmaya devam edecektir. 

Savaş yorgunu dedelerinin gördüğü gerçekler ile bugün görülen gerçekler arasında tek bir orta nokta vardır, o da coğrafya. Onun dışında ortak olan sanırım birileri kan bağı kurar, birileri kafatası ölçer, birileri uğruna ölecek bayrak olduğunu düşünür. 

İşgalden kurtulmuş bir şehrin, yeniden başkent olacağı hayalini kuranlar, o şehrin işgalden aslında hiçbir zaman kurtulmadığını ve hala yağmalandığı gerçeğini hiçbir zaman kabul etmeyeceklerdir. 

Savaş yorgunu ve kaçkını bir kuşağın torunları bugün birilerinin çıkarı için dedeleri gibi savaş içine sürüklenmek istenmekte ve yeni destanlar yazmaya heveslendirilmektedir. Deler ile torunlar arasında en büyük ortaklık işte bu çıkarlar kavramına gelir dayanır, çünkü bu ortak çıkar kapitalist ve emperyalist devlerin çıkarıdır. Bu çıkar çatışmasında bizler birer piyonuz ve her piyon; şah oyununda olduğu gibi önce oyun dışı kalabilir konumundadır. 

Savaş, hangi gerekçe ile olursa olsun her daim sonucunda zafer kazananlar para sahipleri ve kasalarına para dolduranlardır. Diğerleri yarattıkları ve yaratılan destanın bir parçası ile övünme hakkına sahip, travmalar içinde yaşayan bireyler olma dışında ellerinde başka bir gerçeklik içinde olamazlar. 

Savaş yorgunu dedelerin torunları umarım savaş yorgunu olmaz, dedeleri ile kader ortaklığını yaşamaz…

İsmail Cem Özkan



19 Mayıs 2015 Salı

Seçilmiş adam!

Bir ülkenin liderleri tesadüfen seçilmemiştir, tarih bilgilerimiz tesadüfen hiçbir şeyin olmadığını bize fısıldar. Yakın tarihimiz üzerine bilgilerimiz ise her zaman resmi okullarda öğretilen bilgiler ve sonradan romanlardan, anılardan öğrendiğimiz başka bir gerçek ile çelişir. Çelişkiler içinde tarihte ise doğu bir yerle saklanmıştır, bizim bulmamızı ister gibi dikkatimizi çekmediği yerden bize göz kırpar.

Dikkatimizi çekmeyen yerler ise her zaman gözlerimizin önünde olan ama o kadar çok güdülenmişiz ki o gözümüzün önündekini göremeyiz. Bakarız, elimiz ile dokunuruz, hatta kafamızdan yeniden yeniden yaratır, öyküleştiririz ama algılayamayız. Algılarımız başka bir ülkeye gidip, kendi toplumumuza bulunduğumuz yerin tarih bilgisi içinde baktığımıza başka bir kapının aralandığını hissederiz. Çünkü bize verilen ve güdülendiğimiz gerçeklerin gerçek olmadığı, birilerin çıkarlarına hizmet eden bilgiler olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Her daim bir şeylerin altına süpürülen gerçekler özgür bir ortam bulduğunda ortaya çıkmakta ve algılarımıza hadi yıkılın ve yeniden kurulun emrini verir. Ama yıkılan yerine gelen gerçeklerin de ne kadar gerçek olduğunu bilemeyiz, çünkü karşılaştırmalı tarih yerine hala tek yönlü kaynaklardan beslenen ve kanıtlar bulunan ve da yaratılan kaynaklar ile yeni algılar oluşur ve yeniden güdüleniriz.

Tarih, yaşadığımız devletin resmi bildirimine göre 19 Mayıs günü Samsun’da başlar. Elbette tarih bir noktadan başlamaz, akan bir çizginin her hangi bir anına burası benim başlangıcım diye not düşülür. Doğum günlerimiz bizim kişisel tarihimizin başlangıcı sayılır. Toplumun tarihi ise bireylerin yaşamlarına göre düzenlenmez ama bireyler tarih içinde rollerini iyi oynadıklarında tarihin kırılma noktaları diye bakılabilir. Anadolu topraklarının en son büyük dönüşümü 19 Mayıs günü kırılma noktası olarak kabul edebilir miyiz, sanmıyorum ama ülkenin kaderini belirleyen o günü not düştüğü için başlangıç sayalım.  Çünkü 19 Mayıs öncesi İstanbul işgal edilmiştir, savaş yorgunu askerler ve onların komutanlarının bir bölümü işgal altında yeni bir devletin oluşması için geçmişin devlet yapısı olanakları içinde toplantılar düzenlemekte ve yeni organizasyonlar kurmaktadır. Yer altına itilmiş bir imparatorun savaşan bireyleri işgal altında da mücadelelerine devam edecektir. NATO yıllar sonra bunun için Gladio adı altında organizasyon kurmuş, resmi ve sivil vatandaşlarından işgal altında nasıl mücadele edileceği, mühimmatların nerede saklanacağını ve gerek görüldüğünde nasıl kullanacağını NATO’nun Münih Kampında eğiterek ve sistemli bir şekilde verecektir. Ülkemizde Gladio yerine Kontrgerilla demişiz. Bugün dahi bu organizasyon siyasi ve çatışma için ortam hazırlamakta ve devletin bekası için kullanılmaktadır. İşgal olmadan da düşman ile savaşan yer altı örgütü, örtülü ödemekten finans edildiği gibi kendisine ait finans kapıları da açmıştır. Faili meçhul ama kimin yaptığı ve kimlere hizmet ettiği hissedilen bir çok olayın karanlık noktasında bu organizasyonu el yordamı ile hissetmemiz boşuna değildir.

Mayıs’ın 19’unda Samsun limanına varan bir gemi, yolcularının kim olduğu ve hangi amaçlar ile limana yaklaştığını sömürge devletin ileri gelenleri elbette biliyordu, çünkü onların onayladıkları seyahat kartları ile işgal altında ve kontrol altında ki limana ineceklerdir. Samsun İstanbul arası o zamanlarda kara yolu ile ulamak çok zor olduğu için belki zorunlu deniz yolu hattı varmış, ülke kara yolu ile yağmalanmadan önce denizlerin önemi biliniyormuş… Savaş gemileri yeter ki saraya yakın olmasın, silahlar savaşa dönmüş olmasın yeterliydi. Jurnalcilerin taşıdığı jurnaller ile savaş gemileri yok ama şehirlerarası işleyen yolcu gemileri ve takalar dün daha çok denizlerin üzerinde görünürmüş. Karadeniz sahiline vuran deli dalgalara bugüne göre daha ilkel olan deniz ulaşım araçları mücadele eder ve yol alırmış…

Samsun öncesi 1917 yılında Kuzey ülkesinde yeni bir sistem doğmuş, işçi sınıfının iktidarı kapitalist sistemi korkutmuştur. Erken doğum olup olmadığını bilmedikleri sisteme karşı kapitalistler önlem alması kadar doğal bir şey yoktur. Aynı şekilde işçi devleti kuranlar sınırlarını güvence almak için savaştıkları ve alternatif oldukları kapitalistler ile tampon geçiş için sınırlarını güvenceye alması kadar doğal ne olabilir ki? Direkt temas yerine geçiş alanlar içinde iki sistem bir biri ile karşılaşacaktır. Denizlerde limanları koruyan dalgakıranlar gibi devletlerin oluşması, bu dönemde olması ve iki sistem arasında savaş nedeni olacak çatışmaları en aza indirecek yapılar oluşması tesadüfi değildir.

İşgal altında olan Devlet-i Aliye toprakları yeni bir devletin doğuşuna şahitlik edecektir. Bu yeni doğan devlete hem kapitalistlerden hem de Sovyet devletinden destek alması ve biçimlenmesi tarihin kırılma noktasına işaret eder. İşte 19 Mayıs bu anlamda bir başlangıç noktası olarak okunabilir. Gözle görünmeyen ve kayıtlar ile kanıtlanmayan yeni bir anlaşmanın hayata geçirilmesine işaret eder.

Kısrak başı gibi uzanan bu memlekete ulus devleti oluşmaktadır. Bu ulusun adı yıllardır Devlet-i Aliye’ye verilen isim olacaktır. Türkiye. Bayrağı biraz düzenlenerek standart hale getirilecektir.  Karma ekonomi ile yönetilecek, Badat – Berlin Demiryolu hattının bir bölümü güney sınırı olacak şekilde planlanan bir ulus devlet! Bu devlet Sovyet tarafında Ermenistan’ın parçalanması, güneyde Kürdistan’ın parçalanması anlamına gelmektedir. Her iki ulusun önemli toprakları yeni oluşan ülke toprakları içine verilmesi bir siyasi tercihtir.  Bir anlamda iki sorun zamana yayılarak yeni oluşan devletin uluslaşması ve bağımsız hareket etmesini engelleyecek bir mayın gibi ülke içinde saklı kalacaktır. Kürtler bu yeni oluşturulan ulus devletler içinde parçalanacak ve bir anlamda cezalandırılacaklardır. Onların uluslaşması ve bağımsız olmaları görünmeyen anlaşma ile mutabık kalınacaktır. İran’da oluşan Mahabad Cumhuriyeti Sovyet şemsiyesi çekilmesi ile ortadan kalkması tesadüfi değildir. İran denilen bir devlet batı komşusu gibi kurulacak ve aynı şeye hizmet edecektir. Bir anlamda saldırmazlık anlaşmasının mayınlı topraklarıdır.

Türkiye, Mayıs 19’unda kurulduğu gerçeği ile kurucunun Nutkunda önemli yer tutması tesadüfi değildir. Seçilmiştir. Çanakkale Savaşları olmamış olsaydı seçilebilir miydi? Abdülhamit zamanında oluşturulan Hamidiye Alayları içinde yaşadığı tecrübeler olmamış olsaydı ve Anadolu – Mezopotamya topraklarında yaşan halkları iyi analiz etmemiş olsaydı, Samsun çıkışının bir anlamı olabilir miydi? Enver Paşa ile girmiş olduğu iktidar mücadelesinde ilk dövüşte kaybetmiş olması, eline geçen fırsatı iyi kullanmış olması onu kurucu bir devletin babası yapmıştır. Geçmişin devlet geleneğinden gelen ve Alman disiplini ile organize olmuş bir kadro hareketi verilen bu olanağı en iyi şekilde değerlendirmiştir. Meclis’i İstanbul’dan Ankara’ya taşıyarak bu görünmeyen elin istekleri yönünde bir devlet oluşturulmuş, yeni devletin bekası için İzmir ekonomi kongresinde alınan kararlar ile her ülkeye güvence verilmiş bir devlet yeni tarih çizgisi içinde yerini almıştır.

Tarih liderleri olaylar yaratır der. Olayları yaratan ve organize edenler liderlerin başarılı olup olmayacağına karar verir. Kızıldere’ye giden yolda devrimci liderlerin sonunu hazırlayanlar, Samsun’da karaya adım atanların başarısını hazırlayanlar aynı düşüncenin ve amacın üründür.

Samsun’da atılan ilk adım, ulus devleti amacı doğrultusunda Koçgiri’de halkın ateşler içinde kalması, Topal Osman ve arkadaşlarının Karadeniz ve Ankara'nın kuzey doğusunda Sakallı Nurettin Paşa emri ve yönlendirmesi ile İstiklal mahkemeleri sorguluyormuş gibi yapıp akladığı ve cezalandırdığı bir çok karanlıkta kalan olaylar yaşanmıştır. Dereler Abdülhamid ve İttihat ve Terakki iktidarı döneminde olduğu gibi kan akmıştır, göller rengini değiştirmiştir.  Hamidiye alayında gönüllü ve zorunlu olarak görev yapanlar işledikleri suçlardan dolayı ya başka nedenler ile cezalandırılmış ya da ödüllendirilmişler. Şeyh Sait olayı, Ağrı isyanı, Dersim süreci le devam eden toplumun yeni düzenine karşı direnişler zor ile yok edilmiş, sürgünler, ölümler ulus devleti adına Türk Milleti adına işlenmiştir. Biz zamanlar padişah adına işlenen devlet cinayetleri artık Türk Milleti adına işlenir olması ile ulus devleti oluşmuştur.

19 Mayıs işte bu değişimin başlangıç günüdür. Lideri ise bu değişimin başaralı olmuş olan seçilmiş kişisidir. Seçilmiş olduğu için ona biat edilmiş ve kimse onun liderliğini sorgulamamıştır. Liderlik vasfını iyi değerlendirmiş ve kendisine karşı oluşabilecek olan tüm muhalif hareketi ise bugün yaşadığımız gibi hukuk ve adalet yorumlanmış ve işletilmiştir.

Liderleri olaylar yaratır, bazıları lider olmak için kendisini yetiştirmiş ve geliştirmiş olmasına rağmen, bir çoğu alt yapısı olmadan tesadüfen lider olmuş ve tiranlığını eline geçirdiği güç ile ilan etmiştir.  19 Mayıs günü ilk adım atan kişi kendisini geliştirmiş, Alman disiplini ve eğitiminde geçmiş, birden fazla dil bilen, tarih bilgisi olan batı kültürü içinde yeni bir toplum yaratma ideli olan kişidir. Ulus devleti acımasızlığı içinde homojen bir toplum yaratma ideli peşinde koşmuş ve muhaliflerini acımasızca yok etmiştir. 12 eylül 1980 yılında batı ülkemize yeni rol verdiğinde bu yaratılan illüzyon bozulmuş, ulus devlet yerine liberal devlet anlayışı ile Ortadoğu ülkesi konumuna getirildik. Samsun’da atılan ilk adıma en büyük çelmeyi 12 Eylül 1980 günü yapılan darbe ile yapılmış ve ulus devlet iflas etmiştir.  

Ulus devleti olarak kurulurken mayınların bu seksenli yıllardan sonra hareket etmesi ve Kürtlerin uluslaşma yolunda mücadeleleri tesadüfi değildir. Verilen roller yeniden dağıtılmakta ve ülke bu sefer de yine dışarıdan gelen uyarıcılar yeni değişimlere gebedir.

İsmail Cem Özkan

14 Mayıs 2015 Perşembe

18 Mayıs yaklaşırken…

18 Mayıs yaklaşırken…

Deniz Gezmişler idam için günler sayarken, Mahirler cezaevinden kaçıp onları kurtarmak için Kızıldere yoluna düştüklerin de ülkenin başka yerinde halklar ile buluşup devrimci yolunu çizen başka bir lider vardır. Türkiye devrimci önderleri arasında silahlı propagandayı ve radikal değişimi kendi hedeflerine koyan İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları partileşme yolunda önemli adımlar atıyor ve Türkiye devrimci geleneğine katkılarını sessizce sunuyordu.

İbrahim Kaypakkaya, Türkiye devrimci damarını dağlarda ve orada yaşayan hakların arasında zemin bulacağını tespit etmiştir.  O tespit ettikleri yerlerin geçmişini, demografik yapısı üzerinde uzunca bir süre çalışılmış, resmi söylemlerin dışında başka bir söylem ile devrimci çizgisini oluşturmuştur. Kültür devrimini ülkemiz koşullarına uyarlayan bir çalışmadır.

68 kuşağının yaşamış olduğu özgürlükçü havanın baskıcı ve zindanlar ile kuşandığı yıllarda, ülkenin kurtuluşunu Marksist ve Leninist bir parti ile olacağını düşüncede kalmamış, oluşturmuştur. Henüz parti ilk adımlarını atarken devletin tepkisini üzerine çekmiş ve kanlı bir sona doğru giden tarih çizgisi ülkenin benliğine işlemiştir.

İbrahim Kaypakkaya tercihlerini ve adımlarını atarken elbette biliyordu Dersim olaylarını ve vahşetini. O vahşeti yaşamı ve bir bölümü geri dönmüş köylülerin arasında ilk propagandasını ve görüşlerini açıklayacaktır. Elbette etki alanı sadece Dersim değildir, Malatya ve çevre illerde de bir destanın doğmasına neden olmuştur. İbrahim geçtiği geçmediği yerlerde bir söylem hayat bulmuştur, o bir devdir, o bir yoldaştır, o bir önderdir. Bu söylencelerin de elbette boş yanı yoktur, gerçektir. Duruşu, özgüveni, saygılı duruşu ve sessizce gülümsemesi onu gün be gün daha da tanınmasına ve kök salmasına neden olacaktır. O bir devrimci geleneğin ilk nüvesidir, toprağa yoldaşı Ali Haydar Yıldız’ın kanı düştüğünde çıktığı o zor ve dolambaçlı yolun da gerçekliğini bilecek kadar güçlüdür.

Yaralıdır, kan kaybediyordur, üzerine gelen devletin her türlü kirli oyununa karşı bir güneş gibidir. O bir binlerce yıldır sürdürülen direnişin simgesi olmuştur. Dağın, kuşun, börtü böceğin sakladığı koruduğu bir bilgedir. Bugün dahi o hala halklar arasında ve yaşadığı yerlerde yaşıyorsa, gösterdiği inanç ve direniştendir.

Yenilmiş bir Türkiye soluna yeni bir can ve umuttur. Devrimci liderlerini kaybeden devrimci çizginin o olağanüstü koşullarda direnişini ve yeniden ayağa kalkacağını gösteren bir ışıktır. O Dersim dağlarında onlarca yıl önce yanan ve kor hala dönen ateşin yeniden harlanmasını sağlayan bir liderdir.

Yaralıdır ve yakalanmıştır. İşkence altında ondan ilişkilerini öğrenmeye çalışmışlardır. O hedeflerini, düşüncesini paylaşmış ama ilişkilerini ele vermemiş, saklamış, içine gömmüştür. O ser verip sır vermeyen bir devrimcidir. O bir direnişin yeni bir halkasıdır. Darağacında son nefesini veren Denizlerin nefesi, Kızıldere’de haykıran Mahirlerin sesidir. O Diyarbakır zindanın bir geleneğini tohumunu eken devrimci liderdir.

Bugün dahi “Mahir, Deniz, İbo yaşıyor” diye sloganlarda dillendiriliyorsa, meydanlarda isimleri haykırılıyorsa, onların duruşları ve mertlikleridir. Onlar lider olup kitlenin arkasına saklanmamış, bizzat en önde inandıkları doğrular için yürüyen liderlerdir. Onları lider yapan işte bu hareketleridir. Onları unutulmaz yapan bu güçlü iradedir. Hem teorisini oluşturup hem de pratiğini bizzat deneyen bu kuşağın liderleri Türkiye devrimci yolunun aydınlık çizgisidir. Onların yaşamına bir tek kara leke çalınamaz, çünkü onlar yaşamlarını ekmek kadar temiz, su gibi aydın yaşadılar… Onlar hiç kimseler duymadan, kapalı kapılar arkasında hüküm giydiler ve o orantısız kavgayı kabul edip, bilerek girdileri tarih çizgisine…  

Unutulmayacaklar…


İsmail Cem Özkan

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Ulus devlet kapitalist sistem için gerekliydi…

Ulus devlet kapitalist sistem için gerekliydi…

Ulus devleti kapitalizm için gereklidir, işçi sınıfının iktidarında ulus devletine ihtiyaç yoktur, eğer ulus devleti içinde işçi sınıfının iktidarını kuruyoruz diyorlarsa orada kapitalist sistem gizli ve üstü kapalı bir şekilde varlığını koruyor anlamındadır, çünkü ulus devlet sadece kapitalistler için sermaye birikimi için gerekli bir başlangıçtı. Evrensel olan bir sistemin sınırlara ve paranın akışını engelleyecek farklılıklara artık ihtiyacı yoktur, çünkü sermaye kendi varlığını garantiye alırken aynı zamanda kara para ile yasa dışı işlerini yaptıracak araçlar da yaratmaya devam ediyor.

Feodal düzeni yıkan ve yeni bir sistem geliştiren kapitalizm başlangıçta ihtiyaç duyduğu ulus devletinden bugünlerde vazgeçiyor, çünkü artık ulus devleti ayağına bağ olmakta ve krizin esas nedenleri arasında yer almaktadır. Kapitalist sistem iki büyük buhranını dünya savaşı ile aşmaya çalışmış olmasına rağmen, yapısal olan krizini kısa süreli olarak ötelemekten başka şey yapamamıştır.

Kapitalist sistem kendi kendisini yenileyen ve her bunalım döneminde kendisine göre çözüm yolları bulan ve ömrünü uzatmaya çalışan bir organizasyondur. Bu organizasyonun kendisine özgü yasaları vardır. Bu yasalar başlangıçta ihtiyaç duyduğu sermaye birikimi için önemli olan ulus devletinin sınırlarını koruyan ve yeni sömürü araçları yaratmak için geçmişten aldığı emperyalist konumunu korumuş ve geliştirmiştir. Bugün ulus devleti fikrine sadece eskide kalmış ulus devleti içinde mücadele etmeye koşullanmış beyinler sahip çıkmaktadır. Kapitalist sistem evrenseldir, mücadele eden sınıf da evrenseldir.

Yukarıda yazdığım düşünce içindeyim ve ulus devletini her daim sorunlu görmüşüm; savunamadım, savunanları ve bayrak peşinde koşanları da hiç anlamadım. Hiç bir ulus diğerinden üstün değildir. Bir ulusun altında başka ulus olmaz, eşittir ve aynı zemin üzerinde ve toprak üzerinde kardeşcesine yaşamasını savundum.  

Hakim olan ve dominant olan ulusun diğerlerini ezdiğini, yok saydığını, asimile etmek için her türlü devlet aygıtını kullandığını yaşayarak gördüğüm için belki ulus devlete sahip çıkamadım ve onun kurucu babalarına eleştirel baktım. Evet, başlangıçta ulus devlet o dönemin ruhu içinde anlaşılır ve onlara dayatılan bir sistemdi. Ellerinde ki seçenekleri ‘ulus devleti’ lehine kullanmış ve tek devlet, tek bayrak, tek yurt, tek, dil, tek din ve de tek mezhep yaratmak ve toplumu homojenleştirmek için geliştirilen ama sermeye birikimi için gerekli ulusal burjuva yaratmak için uygulanmış bir projeydi. Bu proje yüzyıldır hakim bir şekilde sürüyor ama son otuz yıl için soğuk savaşın sonlanması ile birlikte sistem başka bir evreye doğru eğildi ve ulus devlet iflas etti.

İflas eden sadece Sovyet sistemi değildi, kapitalistlerin eli ile yaratılan ulus devleti de iflas etmiş ve batmış geminin malları gibi devletin elinde ki oluşturulmuş olan kurumlar ve artı değer üreten tüm kurumlar kapitalistler arlarında özelleştirme çılgınlığı içinde yağmalamıştır.

Ulus devleti o coğrafyada yaşayan ulusun mutluluğu için vardı, onların geleceğini garantiye alması demek sınıflı toplumda kapitalistler lehine barış ortamın korunması anlamına geliyordu.  İşçi sınıfına bazı haklar tanımış ya da işçi sınıfı mücadelesi sonucu haklarını almış olması o hakların geri ellerinden alınmayacağı anlamına gelmiyordu, işte bu yağma döneminde o haklar işçilerin ellerinden alınmış ve işçileri birey olarak kendi kaderleri ile baş başa bırakmıştır.

Ben, kapitalistlerin çizdiği devletlerin ve siyasi sınırları da hiç tanımadım. Kavga, işçi sınıfının sermeye sahibi kapitalistlere karşı kavgasıdır ve o kavganın kazanılması ancak sınıf dayanışması ile olacağı inancı içindeyim. Hangi ulus iktidara gelirse gelsin kavga bitmez, çünkü uluslar bugün kapitalistler için tüketici olmak için vardır. Bu sınıf kavgasını kapitalistlerin belirlediği sınırları kabul edip o sınırlar içinde kavga veriliyorsa ortada sınıf kavgasının olmazsa olmazı sınıf dayanışmasını zayıflatmak vardır.
Kapitalistler için bir bayrak altında o ulusun düşmanı olarak gördüğü ve her türlü özgürlük hareketini sisteme karşı yapılmış hakaret olarak algılayan ve onu bastırmak için pratikte öğrendiği hakları hakim olduğu ulus devleti içinde işçi sınıfına verir ki, işçi sınıfı sistemden kurtulmak yerine biraz daha rahat yaşaması için kavga versin, ekonomik istemli, yaşam kalitesini biraz daha iyileştirmesini isteyen tüm mücadele yönetmeleri kurtuluş kavgası olamaz.

İşçinin ulusu olmaz. İşçinin alın teri olur, alın terinin bayrağı da sınıf bayrağıdır.

Bir iş yerinde hangi ulustan, hangi etnik kökten geldiğine bakılmaz, emekçi sömürülür, ezilir, yok sayılır ve verilen görevi yerine getirmesi beklenilir.

Sınıf kavgasında ulus, etnik, din kimliğini öne çıkarmak demek, sınıf dayanışmasını parçalamak ve baştan yenilgiyi kabul etmek demektir. Kapitalist sisteme karşı direkt mücadele etmeyen tüm yöntemler bir anlamda sistemin daha iyi işlemesi için yapılmış küçük dokunuşlardır.

Ulus devleti içinde ulus bayrağı ile sınıf kavgasını verdiğini söyleyenler kendilerini kandırıyor ve sınıfı parçalayan kapitalistler ile işbirliği içinde olduklarının üstünü örtüyorlar demektir. Bu gerçektir ama kimse çıkıp açıkça bu gerçeği haykırmak istemez, çünkü sınıf kavgası verdiğini söyleyen sendikalardan, partilerden ve diğer demokratik kitle örgütlerinden ya nemalanıyorlardır ya da çıkarları gereği bu gerçeğin üstünü örtüyorlardır.

Evrensel olan bir sisteme karşı ulus merkezli mücadele olmaz, emek evrenseldir düşmanı kapitalizm gibi. Kapitalistler her an hareket halindeyken, sınıf durun dinlenelim, bizim ülkenin üzerine güneş henüz gelmedi beklentisi ve bekleyişi içinde olamaz...

Kavga sınır tanımaz, örgütünü sınır tanır halede tutarsanız o kavga kurtuluş kavgası olmaz, artı değerden birazda biz faydalanalım kavgası olur...

Kapitalistlerin bugün ulus devletini yok ettiği bir süreçte, işçi sınıfının devletini savunanlar ulus devletin yaratmış olduğu tahribatları göz öne alarak nasıl bir devlet istediklerini ve nasıl bir evrensel mücadele etme yöntemi seçeceklerini netleştirmeliler. Komünist manifestoya dört elle sarılarak yeniden yorumlanmalıdır.

“Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeyi reddederler. Amaçlarına ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça bildirirler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları.

Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”



İsmail Cem Özkan

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Şekerpare

Şekerpare

Bir tatlı ismidir ama aynı zamanda ismi kadar tatlı anıları olan bir Türk filminin adıdır. Şener Şen, İlyas Salman, Şevket Altuğ, Yaprak Özdemiroğlu … performansı ile hep hafızalarda kalmasının getirmiş olduğu bir samimiyet vardır. Elbette bu hissiyatın oluşmasında filmin sık sık ekranlara gelmiş olmasının da bir etkisi olabilir. Geçmiş Yeşilçam filmlerinde ki samimiyet, duygu yoğunluğu her türlü hataları yok eder gönüllerde yerini alırdı. Kalitesiz film kullanılmış, ses düzeni bozukmuş, ışık yanlış yerde yanlış açıdan verilmişin hiçbir önemi yoktur. Samimiyet, amatör ruh, amatör ruhun getirmiş olduğu aksaklıkların hepsi bir samimiyet içinde yok olur gider. Beyaz perdeye koşan insanların ana hedefinde gülmek, eğlenmek ve birazda kendi söyleyemedikleri hiciv vardır. Onu sanatçılar söyler, seyirci alkışlar. Hep birlikte söylemiş gibi için de kalmış bir öfkenin dışa vurumudur kahkaha ve alkış. 

Klasik bir Türk filminin sahneye aktarılması ve tiyatro perdesinin arkasından sahnede seyirciye ulaşması büyük bir risktir, çünkü her oyuncu, her rol, her konuşulan dil, hareket, mimik film ile karşılaştırılacak, filmin etkisi ile bir ön yargı ile bakılacak. Çünkü karşılaştırma yapacağımız elimizde koskoca bir film ve o filmin unutulmaz replikleri vardır. Engin Alkan sanırım kendisine ve yaptığı işe çok güveniyor ki böyle bir riski göze almış ve filmi bir müzikal seyirlik içinde sahneye koymuş. Koymakla kalmamış her bir noktasına kendi duygusunu, düşüncesini ve de yorumunu katmış. İyi mi yapmış, kötü mü onu siz de izledikten sonra karar verin, ben sadece kendi duruşumdan sahnede izlediğime yoğunlaşmaya çalışacağım, çalışacağım diyorum çünkü filmin etkisinden kurtulup oyuna bakabilirsem. 

Oyunun ilk sahnesi film ile sahnedeki arasında uyum ve benzerlikler. Sahnede oynayanlar ile filmde oynayanların karşılaştırması şeklinde geçti kafamda. Bir yanda Şener Şen, öte yanda Engin Alkan.  Nasıl anlatayım bilemiyorum ama her ikisi de kendi alanında bana göre muhteşem oyuncu, her ikisi de işinin ustası. Ustalar karşılaştırılır mı, asla! Ben ustaları karşılaştırmasına her zaman karşı gelmiş biriyim, çünkü artık usta olmuştur. Ustanın üstü olmaz! Her biri ayrı bir kişilik, ayrı bir davranış, düşünce ve bana ulaştırdıkları duygu yüküdür. Her biri kendi dili ile bana yaptığını sunar. Başkasının dili ile ustanın yaptığını ne yorumlarım, ne de karşılaştırırım. Ama nedense sahnede ve özellikle birinci sahnede işte ben karşı olsam da, karşılaştırmayacağım desem de ister istemez beynim benim emrimi ve arzumun dışına çıkıp karşılaştırdı. İyi mi yaptı, bana sorarsanız benim açımdan kötü yaptı, çünkü eğlenmek ve alkışlamak için oturduğum koltukta benim eğlencemi, alkışımı engelledi, sahnede yer alan ustanın devleşmesine olanak sunmadı. Evet, birinci sahnede usta bir oyuncu var, hem yönetiyor hem de oynuyor. Üstelik samimi içten seyirciye ben bu rolü oynuyorum diyerek ve rolünün zorluluğunu seyirciye ve sahnede yer aldığı oyuncu arkadaşları ile anın zorluğunu paylaşmasına rağmen filmin etkisinden kopamadım.  Bu durum beynimin bana hükmüdür ve beynim ve beynimin arkasında yatan geçmiş ön yargıların kötü bir oyundur. Evet, muhteşem bir müzikal yapılmış, sözleri, yorumları, müziği ile bir bütünlük sergileyen bir samimiyet. Işık, ses, dekor… Dekor denilince Barış Dinçel ustanın hakkını da burada hemen söz etmek gereklidir, çünkü öyle bir sahne planlamış ki muhteşem! Evet, tek kelime ile muhteşem, çünkü oyunda hiçbir kopukluk yaşanmasına olanak vermeyecek şekilde hareketli, sahne geçişlerinde gözü yormayan, izlemeyi zorlaştırmayan ve de oyuncuya rahat etme hakkını sunan bir sahne.  Engin Alkan’ın işte bu işe girmesinde ve riski göze almasında ki şansı Barış Dinçel olmasıdır. O olmasaydı sanırım u oyun sahneleye böyle rahatlıkla konulamaz ve seyircinin karşısına çıkamazdı diye düşünüyorum. İkinci yardımcı ve ana unsur olarak müzikler. Müziklerin canlı performansı ve gerek müzik odasından banttan (artık bant kalmadı ama biz bant diyelim yine de.) boşluk olmadan akıcı şekilde sunumu sahnede oyuncuların biraz daha devleşmesine katkı sunmuştur. 

İkinci sahne ile sonunda beynim bana özgürlük sundu ve film ile karşılaştırmayı bıraktım. Sonunda kim kimdir, ne yapıyor, kim oynamıştı araştırmasını bıraktı ve bana dedi ki bu andan zevk al, gönlünce eğlen. Ben de beynimin sözünü tuttum ve eğlendim. İnsanlar söylemediği sözü, yapamadığı hareketi başkasının yapmasını bekler ki, riske girmeden, tepkileri çekmeden, söz olur da söz söylerim korkusuna kapılmadan hem de eğlenerek olmasını çok ister. Sanırım bu işi de sanat insanlık tarihinden beri yerine getiriyor. Eğlenirken hiciv eden, söz söylerken sanki kendisi söylememiş rolü öyle olduğu için söylemiş gibi yapan, üstelik zamanın ruhuna uygun eleştiri yaparken sanki geçmiş zamanların ruhu gelmiş de o geçmiş zamana ait eleştiri yapıyormuş gibi yapan göndermeler muhteşem bir duygu yoğunluğunu alkış ve kahkaha ile ortaya sermesidir. Sanatta kimse aslında riskli olacak söz söylemiyor hem de çok şey söylüyor. Bu durumda ne padişah ne de kral kızabiliyor ama gönderilen iğnemeleri anlıyor. Sanatçıyı kontrol etme gayretine girilen yerde sanat, sanatçıya her şeyi söyleme hakkını tanır. Sanatçıda bu hakkını sonuna kadar tercih ettiği replikler ile ortaya serer. 
Engin Alkan çağının ruhuna uygun rahatsızlıklarını geçmişin bir zaman diliminin çağından günümüze yansıtıyor. Galata Karakolu, ahalisi, esnafı, arka sokakların nadide evi çevresinde ve devlet ile ilişkisini de kayın babasının duruşu ile sergilemektedir. Devletin kulağı sağırdır, işine geleni işine geldiği gibi yorumlar ama kendisine zarar geldiği an isterse canından çok sevdiği damadı olsun rütbesini alır, ayak takımından gördüğü bekçiye bile verir. Gücü elinde bulunduranın tercihi sorgulanmaz, çünkü güç her zaman menfaati beraberinde getirir ama bir bekçi saflığı ile menfaatin önemi ortadan kaldırılarak sanki özlem duyduğumuz gelecekten bir mesaj gelir ve o mesaja alkışlar ile destek sunarız. 

Yazı fazla mı uzun oldu, ne yapalım efendim oyunda 3 saat kadardı. Üç saatlik oyun yine az cümleler ile anlatmaya çalıştım. Gidin, görün ve de eğlenin. Eğlenirken sizin söyleyemediklerinizi bir güzel oyun içinde söylendiğini duyacaksınız. Alkışlarınızı eksik etmeyin, yanında garnitür olarak kahkahalarınızı sunun ki sahne ve seyirci birleşsin... Ben keyif aldım, eğlendim, mesajları da aldım. Beynim bana izin verdi ve doya doya seyrettim. Size de umarım nasip olur…
İsmail Cem Özkan


İstanbul Şehir Tiyatrosu
Yazan: Yavuz Turgul
Uyarlayıp Yöneten: Engin Alkan
Dramaturg: Sinem Özlek
Sahne Tasarımı: Barış Dinçel
Kostüm Tasarımı: Duygu Türkekul
Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Koreografi: Senem Oluz
Müzik Düzenleme: Burçak Çöllü

Oyuncular
Engin Alkan, Uğur Dilbaz, Dolunay Pircioğlu, Aybar Taştekin, Tanju Tuncel, Pervin Bağdat, Zeynep Göktay Dilbaz, Zeynep Çelik Küreş, Yeşim Mazıcıoğlu, Ümit Bülent Dinçer, Yağmur Damcıoğlu, Aslı Menaz, Berfu Aydoğan, Cem Baza, Cafer Alpsolay, Volkan Öztürk/Onur Demircan, Çağlar Ozan Aksu, Ercan Demirhan, Emre Çağrı Akbaba