Galata Gazete


26 Mart 2022 Cumartesi

Perde arası…

Perde arası…

 

Çocuktum, köyde yaşam gaz lambası ve çıra arasında bir zaman çizelgesi gibiydi. Bizim için gün kararınca havayı aydınlatan ay ışığı ve gaz lambasıdır. Fakirlik vardı. Gaz da öyle kolay kolay ha deyince alınan bir şey değildi. Hafta bir gidilen kasabadaki pazar bizim için bulunmaz nimetti. “Köyden indim şehre” derler ama biz köyden inince kasabaya sonu başı olmayan insan kalabalığına geldiğimizi düşünürdük… Köyde yaşam hiç değişmez, zaman durmuş gibi gelirdi, hele mevsim bir de kışsa, kasabaya gidişlerde olmazdı. Kar izin verdiği zaman, kardelenler kardan başını çıkardığı an “seyahat etme özgürlüğüne” kavuşmuş gibi sevinirdik.

 

Fırtınada, yağmurda, güneşte, ayazda yollarda olmak demek zamanın hareket ettiğini anlamak anlamına gelirdi. Zaman akardı, köyde yaşayanlar için zamanın akışı ölümler ve doğumlar demekti. Köyde biri ölünce hepimizin kara kaderi önümüze serilir, bilinçli bilinçsiz zamanın akışına hayıflanırdık. Eskiden bugün ki gibi yaşlı insanlar yoktu, 35’ine gelen çok yaşlı sayılır, saçından ak, alnından çizgi eksik olmazdı. Tendeki ayaz yanığı gerçek ten rengini yok etmişti…

 

Köyde olanlar için damın üstüne çıkıp geceleri gökyüzüne bakmak kadar büyük bir zevk yoktur. Gök hareket eder, bulutların hızına gözümüzü alıştırdığımızda arkasında olan yıldızlara dalardık…

 

Bir yanar bir söner, sanki dünyada yaşayanlara göz kırpar dururlardı…

 

Zaman, uzakta yanan bir ışık gibidir.

 

Bizim için ışık, zaman demektir… Bizim için o ışık, uzaktaki yaşamı temsil ederdi. Bilmezdik o zamanlar o ışıkların kaynağı çoktan öldüğünü, meğer biz tarihe bakarmışız…

 

Ölmüş olanın ışığı bize oyun gibi gelirdi…

 

Işıklar içinde bir yol çizerdik, büyük ayı, tavşan… Uydururduk uzak diyarları ama hiç birimiz bilmezdik, askerden dönenlerin anlattığı hikayeler dışında, bizim için uzak yoktu, uzak kasabanın içinde kaybolmak anlamına gelirdi…

 

Pınar Çekirge’nin kitaplarını okurken hep akıma köy yaşamım ve yıldızlar gelir. Yanıp sönen ışık demetleri…

 

Sonsuzluk içinde ışığın hareketi…

 

Kelimeler içinde yaşayanlar meğer çoktan ölmüşler, onlardan Pınar’a kalan hayran veren anıları.

 

Pınar Çekirge, her sanatçıya aslında hayrandır, yeri doldurulamayacak büyük sanatçılar. Sahne tozuna bulanmış, “rolün büyüğü küçüğü olmaz” diyenlerdir… Her yazı bitiminde aslında öldüğü ile gerçeği ile karşılaşırız, meğer o anlatılan yıldız yılar önce ölmüş, ışığı bugün bize yanıp sönen ışık olarak gelmesidir…

 

Biz, damda değiliz Pınar’ın satırları arasında, sahnenin önünde bulunan kırmızı koltuktayız. Yani seyirci koltuğu. Pınar, küçük yaşlardan itibaren annesinin babasının elini tutarak gitmeye başlamış tiyatroya, hala gidiyor, şimdilerde elini tutan var mıdır bilemiyorum ama onun eli kalem tutuyor, durmadan not alıyor, hayranlıkla izlediği oyuncu hakkında…

 

Kitabı okurken bazı kelimelere takılıyorum; “rolün büyüğü küçüğü olmaz”! Bana göre olur, elbette olur ki rol dağılımı yapılırken ona göre de emek ücreti belirlenir, küçük rolde olanlara düşük ücret, büyük rolde olanlara hatırı olan bir ücret… Kısaca rolün büyüğü ve küçüklüğünü belirleyen ücrettir. Seyirci için, o ayrımın pek önemi yok diyemem, onlar içinde önemlidir. Popüler olanın rolü ile popüler olmayanın rolü denk değildir. Seyircinin bir bölümü oyunu izlemeye değil, popüler olanı oyuncuyu görmeye ve sahnede her boyutu ile ona hayran hayran bakmaya gider, izlemez, sadece kafasındaki şablona uygun hareketler bekler… Sinemadan, dizilerden, ekranda olan yarışma programlarından… popüler olan bir oyuncu sahnede rol alıyorsa, onun gişesi sorun oluşturmaz, aksine bereket oluşturur. Kim için, elbette tiyatro sahibi için…

 

Eskiden tiyatroların (özel olan) sahibi tiyatrocular arasından çıkardı. Şimdi ise tiyatroların sahipleri, sahibi olmazsa da büyük sponsoru iş adamlarımdan ve şirketlerden oluşmaya başlaması bir dönüşümü işaret eder, çünkü tiyatro aynı zamanda vergiden düşülen, reklam getirisi olan bir popüler kültürün “sanat” halinin yansımasıdır…

 

Tiyatrocu olan bir tiyatro sahibi, tiyatro oyununda kendisini genelde yan rollerde konumlandırır, çünkü sahip olanın sahneden olan görevi dışında başka görevi vardır. Gişe ile ilgilenmek, oyuncuların ve sahne giderlerinin karşılanması… Her birey her şey ile ilgilenmez, ilgilenmeye kalkarsa da zaten yetişemez, verimli olamaz, o yüzden tiyatroda olduğu gibi hayat içindeki roller ve görevlerde önceden belirlenmeli ve ona göre davranılmalıdır.

 

Bir oyuncu için gişenin pek önemi yoktur, gelen ve gidenden bilgisi olmaz ama fikri olur… Çünkü gelirler ve giderler işletene ait bilgilerdir ve o bilgilerin oyunculara yansıtması sadece zarar durumunda olur… Kısaca tiyatro özel işletmeler olunca sorunların önemli bölümü ekonomiktir, en düşük maliyet ile en üst verimi elde etmeyi hesaplar ve oyunlarını da, sahne, kostüm, dekor vb tiyatronun vazgeçilmezleri de ona göre planlanır, en pratik, en taşınır, en az masrafı olandır… Oyuncuların bir bölümü sahneyi düzenler, bir ortaklaşma vardır, fakat şehir ve devlet tiyatrolarında öyle değildir, çünkü oralarda işler daha farklı ilişkiler ağı içinde oluşur.

 

Parayı verenin “kültür politikası”na uygun oyunlar sahneye konur. Zamanı gelir ete süte dokunmayan, ne bugünü, ne yarını eleştiren, geçmişe duyulan özlemlerin bol bol sergilendiği ya da tiyatro tarihinde klasik olmuş, binlerce defa sahneye konmuş, oyuncu ve yönetmen değiştirilerek yeniden yorumlanarak (gerek olursa bazı bölümleri çıkarılarak) sahneye konulması seçilir. Ne kadar apolitik oyun sahneye konuluyorsa, o dönemde/ zaman diliminde baskı o kadar şiddetlidir, sansür kılıcı herkesin başının üzerindedir…  Sansürün olduğu yerde sahneden güncele dair söylemler azalır, risklidir, çünkü işten atılma riski daha önce işten atılanların başından geçenler her oyuncunun gözü önünde olmuştur…

 

Ekmek söz konusu olunca demokrasi, özgürlük gibi kavramlar çalıştığın yerde değil de özel hayat içinde olur ama sahnede üstü örtülü olarak dolaylı anlatımların içinde satır aralarında gizli bir şekilde yerini alır…

 

Pınar Çekirge’nin son kitabı “Perde Akası” elime geçtiğinden bu yana masamın bir yanında durdu, çünkü daha önce bana hediye edilmiş kitapları okuyordum, onlar hakkında da yazılar yazacağım elbette, gerçi bir çok köşe yazım içinde onlardan alıntılar yaptım, fakat kitabın geneli üzerine düşüncemi yazacağım.

 

Okunan her satırın arkasında notlar kalıyor, notlar bazen bir yazıya dönüşüyor, bazen bir sohbet içinde cümleye…

 

Pınar Çekirge çok şanslı, çünkü köşeye yazdığı yazıları kitap haline geliyor ve okuyucusuna ulaşıyor, geleceğe bırakılan notlardır. Unutulan, unutturulan, ışığı yanıp sönerken bize göz kırpanların uzaktan gelen bir selamlamasıdır. Pınar, kendi penceresinden ya da damından göğe bakarak yazıyor, elbette adını andığı oyuncular hakkında geniş bir bilgi vermiyor, sadece Pınar’a yansıyanı okuyoruz, okurken bazen bende diyorum, bazen tanımıyorum, demek böyle biri de varmış… İyi ki yazmış, not almış, onun sayesinde gökyüzünde yaşayan yıldızlardan haberim oluyor…

 

Şimdi diyeceksiniz ki Pınar’ın neden sadece ön ismini yazıyorsun, açıklayayım; o benim kırk yıllık olmasa da kahvesini içtiğimden dolayı olsa kırk yoldan fazla arkadaşım olarak kalacak, o yüzden senede bir buluşup, o kırk yılı uzatıyoruz!.. Kitapta beni rahatsız eden tek şey var, yazdığı yazıların tarihi yok, keşke olsaydı, çünkü zamanlardan bahsederken boşlukta kalıyor, okurken bana hak vereceksiniz, çünkü anlattığı oyuncu “on yıl önce hayata gözlerini yumdu” derken o “on yıl” neye göre hesaplanacak? Bu arada kitap tek Pınar Çekirge’nin yazılarından oluşmuyor, her ne kadar yazar Pınar Çekirge olsa da, o çok sevdiği dostlarını da kitaba dahil etmiş, onlardan bölümler alarak kitabını daha da zenginleştirmiş…

 

Büyük olasılıkla yakında yeni bir kitabı gelecek, o yüzden yazıyı fazla uzatmadan burada noktalayayım. İyi ki Pınar’ı tanımışım, tanımasaydım belki bu kitabı alıp okumayacaktım, çünkü o kadar çok kitap yayınlanıyor ki, bir çok değerli eseri gözümüzün önünde olsa da okuyamadan geçiyoruz… 

 

Tarih bize hala göz kırpıyor, o ışıkların farkına Pınar gibi dostlarımızın yazdığı kitaplar sayesinde öğreniyoruz. İyi ki yazmış…

 

İsmail Cem Özkan

 

Pınar Çekirge

Perde Arası

Kanon Yayınları, Şubat 2022

ISBN: 978 -605- 70879-8-0


23 Mart 2022 Çarşamba

Faşizm derken…

Faşizm derken…

 

Medeniyet dünyada eşit zamanda ve ortamda gelişim göstermemiştir. Devlet kavramı medeniyet ile ortaya çıkmış ve çıkarların sınırlarını ve güç alanlarını belirlemiştir… Devlet hakim gücün çıkarını koruyan bir mekanizmadır.

 

Tarih yazıcıları çatışmalar ve kazananların üzerine kurgulanmış ve insanlık birikimine notlar bırakmıştır. Tarih, güçlülerin gözü ile güçsüzlerin yenilgilerinin alayları ile doludur, güçlüler için destanlar yazılırken, yenilmiş, ezilmiş, mazlumlar ise sözlü tarihte türkülerde, söylencelerde yerini almıştır, çoğu da unutulup gitmiştir…

 

Medeniyet dünyada eşit ve aynı zamanda gelişmediği içinde başlangıçta savaş teknolojisini geliştiren toplumlar önce yakın çevrelerinde, zaman içinde göreceli olarak dünya hakimi olmuş, ellerinde olan teknolojiyi geçen başka bir teknoloji bulunana kadar iktidarlarını korumuşlar. Elbette sadece teknoloji değil, onu kullanacak insan gücü. Hükmettikleri topraklarda kontrolü yapacak savaşçılarını besleyebildiği sürece güçlerini korumuşlardır, savaşçısını beslemeyecek kadar zayıf düştüklerinde elbette zayıflığın yarattığı boşluk hemen başka bir güç tarafından doldurulacaktır.

 

Tarih bir anlamda güçlülerin çöplüğüdür.

 

Tarih, güçlü olanların istilaları ve yok ettikleri, önüne katıp sürdükleri halkların hikayeleri ile doludur.

 

Bizim tarihimiz Anadolu, Mezopotamya ve Mısır medeniyetlerinin çatışması üzerine bereketli topraklar üzerinde gelişmiştir. Zaten medeniyet öncelikle bereketli topraklar üzerinde oluşur ve yayılır…

 

Uzak Asya’da medeniyet Çin ve Hindistan arasındaki çatışmalar ile gelişmiş ise de bugün hakim olan ve bizim de içinde olduğumuz öğretilerde, anlayışta uzak Asya’daki, Afrika’daki ve elbette ki Amerika kıtasındaki tarih yoktur, onun yerini alan sömürge anlayışından bize miras kalan ve emperyalist anlayışa uygun olarak biçimlenmiş anlayış ve düşünce yapısı içindeki medeniyet mevcuttur.

 

Bize eğitim aracılığı ile verilen doğrular, tarihi bilgiler tamamı ile batının hakim olan emperyalist düşünce yapısının şablonlarına uygundur. Onların oluşturmuş olduğu kalıplar ve düşünce ve de yaşam biçimini istemsiz olarak kabul etmiş ve onların oluşturmuş olduğu ortamda yaşamaya zorlanmış bireyleriz. Onların düşünce biçimini kabul eden ve tüketen bireyler elbette o düşünce biçimi ve yöntemi dışındaki tüm yeni olanlara kapalı ve diğer düşünce biçimlerine karşı saldırgan ya da küçümseyerek bakandır…

 

Hakim olan diğerlerini ötekileştirir ve kendi yaşam kalitesini ve düzenini bozacak düşman olarak görür. Aynı bayrak altında yaşayan vatandaşların hakimi ve ötekinin olması gibi medeniyetlerin eşitsiz gelişimi de bu öteki kavramını geliştirmiştir…

 

Öteki, sömürülen, ihtiyacı karşılayan, yer altı ve üstü zenginliklerini emperyalistlerin paylaşımına açan ve kendi toprakları üzerinde emperyalist kavgada kimse güçlü olan onun yanında saf tutan olarak algılanır. Onlar farklı medeniyet ve “gelişmekte olan” denilen aslında “geri bıraktırılan” medeniyetin bir parçası olarak kabul edilmez, çünkü ötekinin ne söz, ne de yaşama hakkı vardır, onlar sadece emperyalistlerin ihtiyaç duyulanı karşılayandır…  

 

Faşizm kavramı kapitalist sistemin bir ürünüdür.

 

Faşizm ancak emperyalist bölüşüm için oluşturulan ortamın yan ürünü olarak ortaya çıkar ve tamamı ile savaş üzerine kendisini konumlandırır. Kapitalist sistemin geliştirmiş olduğu tüm “demokrasi” kazanımların yok sayılıp otokrasi bir yönetimin oluşturulması ve öteki olarak kabul edilen yurtiçi ve dışı düşmanları yok edip homojen devlet kurmayı hedefleyen bir düşünce ve yaşam biçimidir… Faşist rejimlerde söz, yetki, karar tek liderindir, diğerleri onun istemlerini yerine getirmek ile yükümlüdür. Faşizmde güçlü muhalefet kavramı yoktur, var olanlar zor ile hiçbir kurala uymadan yok edilebilinir, muhalefetin tek hakkı vardır, oda ezilme hakkı!

 

Faşizm, feodal sistemde olmaz, çünkü zaten ülkenin tek lideri vardır, o da tanrının yeryüzündeki gölgesidir. Sınırsız gibi gözüken hakları vardır ama onun gücünü sınırlayan elbette bir kast sistemi mevcuttur ve bu da ağır mücadeleler ile elde edilmiş kan ile yazılmış bir tarihin kazanımıdır.

 

Feodal düzende öteki olarak kabul edeceği bir ulusu yoktur, çünkü ulus kavramı kapitalist sistemin bir kavramı olarak ortaya çıkmış ve sermaye oluşturmak için oluşturulmuş ırkçı bir kavramının üstüne geçirilmiş söylemidir…

 

Irkçı söylem açık ve net olarak kendisini ifade etmeye başladığı an faşizm kavramı ortaya çıkar. Ulus, kapitalist sistemin için başlangıçta olmazsa olmazıdır, çünkü ulus devletin sermaye birikimi ancak belirli coğrafyada devlet eli ile desteklenen ve korunan sermayenin güçlenmesi için var olmak zorundadır. İnsanlara özgürlük, demokrasi gibi kavramlar içinde yeni dünya düzeninde maaş alan ama köle olduklarını kabul etmeyen özgür bireylerleri bir arada tutacağı bir kavramlar birliği olarak ortaya çıkar ve bireyin hakkı sözde yasalar ile korunur ama sermayenin çıkarı o hakları gerek gördüğünde genişletir ve gerek gördüğünde yok sayar, çünkü ulus devletin varlık sebebi sermaye biriktirmek, sermayesini korumak, sermayesini büyütmektir…

 

Kapitalist sistem her yerde aynı düzlemde ve eşit şartlarda ortaya çıkmadı.

 

Sanayileşme ve sanayinin ortaya çıkardığı sermaye ve sermayeye sahip olan kesimin çıkarları kapitalist sitemin nüvelerini oluştururken, feodal sistem ve onun yaratmış olduğu tüm birikimler yeni ve oluşmakta olan sisteme uygun parçalanmakta ve parçalanırken, değişime uğrayıp, yeni düzene uygun konumlanması ve kavramlarının değişimidir…

 

Kısaca feodal sistemde faşizm kavramı yoktur, olamaz…

 

Osmanlı devleti ölürken bile kapitalist değildi, kendisine özgü bir gelişim izliyordu tarih çizgisinde. Teknoloji üretemeyen, sömüren ama kendisini geliştirmeyen, borçlanan ama üretmeyen, kulları olan ama devletine teknolojik katkısı olmayan bireyler topluluğudur.

 

Devletin hakimi olan aile, dipten gelen Fransız rüzgarı ile sarsılan bir koltukta oturmaktadır…

 

Abdülhamit en uzun süre koltuğunda oturdu ama kullarına özgürlük yerine korku, sevgi yerine nefret tohumu ekip, kendisine bağlı alaylar oluşturmuş olmasına rağmen, sürgüne gidecek ortamı da kendisi yaratmıştır. Kullarına vereceği özgürlük onun düşünce yapısı ve korkularını ortadan kaldırmadı, aksine besledi, çünkü o da batıdan gelen bir eğitimden yetişmişti. Güvensizdi, tüketiciydi. Üretmeden, geliştirmeden ülkesini düzlüğe çıkaracağını umduğu “kullarının iyiliğini” düşünen bir siyasi anlayış geliştirdi, “iyilik” eğitilmiş kullarını isyan ettirdi.

 

İstibdat dipten gelen dalganın yönünü değiştiremedi, tarih akması gerektiği gibi aktı, batının ötekisi, onların deyimi ile “hasta adamı” Osmanlı son nefesini vereceği günle doğru hızlı bir şekilde sürükleniyordu. Yine batıda yetişmiş kadrolar tarafından padişah sürgüne gönderilirken, onun yerine özgürlük getireceğiz diyenler daha fazla baskıyı, daha fazla emperyalist devletlerin isteklerini taviz vererek koltukta kalmaya çalıştı.

 

Koltuk bir kere hareket etmişti, üzerinde oturanın artık unvanın bir önemi yoktu, sona doğru uçurumdan aşağıya bırakılmıştı, liderler bir çalı parçasına tutunarak düşmeyi engellemeye çalışmıştı ama düşme hızını değiştirmedi ama düştüğü zeminin yerini değiştirdi küçük bir kayma şeklinde…

 

İstibdat, feodal düzenin kullandığı bir yöntemdi, ona faşizm denilemez, çünkü üretim ilişkisi kapitalist olmadığı gibi feodal olarak da tanımlanamıyor, kendisine özgü bir gelişime tabiydi.

 

Evet, imparatorluk tarihi içinde işlenen tüm suçlar, tarih önünde yargılanmadı, yüzleşilemedi, o yüzden oradan kalan suç mirası bugün Osmanlı’nın devamı olarak cumhuriyetimizin en zayıf noktasını oluşturmaya devam ediyor…

 

Çanakkale savaşından sonra Rusya’da oluşan sosyalist sistem kuruluşunda “yeni ekonomi programı”   kapitalistleşme programından başka bir şey değildir, çünkü sosyalist sistem kapitalist sistem üzerinden oluşacak ve gelişecektir. Sanayileşmek için büyük bir mücadele verilmiş ama tarih onları beklemeden akmaya ve yeni paylaşım savaşında ortamını hazırlıyordu.

 

1 dünya savaşından yenilgi ve umduğunu bulamayan İtalya’da faşizm iktidar koltuğuna otururken Türkiye ve Rusya’da kapitalizmin eşitsiz gelişimden kurtulmak için alt yapısına devlet eli ile yatırım yapıyordu.

 

Sanayileşmek, üretmek…

 

Sanayileşmek, feodal düzenden kapitalist sisteme geç kalmış toplumların önündeki en büyük hedefti, yeni iktidar koltuğuna oturmuş, devlet yapısını ve sistemini değiştiren her iki devlettin liderleri de bunun farkındaydılar.

 

Liderlerin siyasi tercihleri de eşitsizlik yaratmıştı… Biri kapitalist sistemi kabul etmiş, öteki ise sosyalist.

 

Faşizmin düşmanı elbette kapitalist sistem değildi, kapitalist sistemin içinden doğan sosyalizmdi. Bunu dönemin tüm liderleri biliyordu, yeni bir dünya kurulmuştu, o dünyada devletler kendi konumlarını belirliyordu…

 

Sömürgeciliğin yerini emperyalizm almıştı, daha saldırgan, daha acımasız, teknolojik gücüde arkasına alan emperyalist devletler dünyayı yağmalıyorlardı. “Tüm dünyanın zenginliği kendi sermayem için” sloganı belirlenmişti. Ulus devleti içinde sıkışan sermaye birikimi yapmış şirketler kendi bunalımlarını savaş ortamın yaratacağı olanaklardan faydalanıp çıkmak ve büyümek istiyorlardı. Bir anlamda ulus devletini aşan ama korunan, kollanan yeni bir devlet anlayışı ortaya çıkmıştı. Güçlü emperyalist devlet kendi sermayesini küreselleşme yolundaki engelleri ortadan kaldıracak yeni alanlar açacaktı. Emperyalist devletler arasında ki rekabet elbette savaş için ortam yaratacaktı.

 

Ulus devleti içinde gelişen sermeye küreselleşemek ve emperyalist olanaklardan yararlanmak istiyordu. O istemleri için de çok beklemelerine gerek olmadı, 1. dünya savaşının eksik kalmış hesaplaşması Sovyetlerin oluşumunun getirmiş olduğu korku ile birlikte en kısa zamanda sıcak savaşa dönecekti. Döndü de!

 

Alman faşizmini sadece Alman sermayesi desteklememişti, tarih sahnesine sonradan çıkan Amerika merkezli bir çok küresel şirketlerde olanaklarını Hitler’in ihtiyacına uygun olarak lojistik, maddi, teknolojik destek veriyorlardı…

 

Hitler kapitalist sitemin ihtiyacına cevap verecek bir savaş stratejisini izleyecekti.

 

Yakın tarihimizin en kanlı sürecini faşist liderlerin hakim olduğu devletler ve onarlın oluşturmuş olduğu ateş çemberi içinde olacaktı…

 

İkinci dünya savaşının sonunda Japonya, İtalya, Almanya tarihin en büyük can kaybının sorumlusu olarak hesap vermeden tarihin karanlık dehlizlerinde yerini aldı…

 

Faşizm bugün yeniden dünyanın gündemine gelmiş konumda…

 

Yeni sloganlar yeni semboller ile faşizm kapitalist sistemin içinde büyümekte, ona karşın bugün ne yazık ki sol yeteri kadar güçlü olmadığı için gelişmeleri sadece teoride tartışan konuma gelmiştir…

 

Sosyal demokrasi tarihi rolüne yeniden dönmüş ve faşizmin gelişimi için her türlü yasal ve siyasi olarak ortam hazırlamaktadır…

 

Faşizm üzerine bugüne kadar çok şey yazılmış, teoride bir çok adımı tartışılmış, analiz edilmiş. Aslında faşizm üzerine bilmediğimiz ve karanlıkta kalan çok şey yok. Biz tarihin yeniden kırılması sürecindeyiz, yeni dünya ve yeni paylaşımın içindeyiz. Yıkılmış ulus devlet yerini alacak yeni bir devlet anlayışı oluşurken, yeni devlet oluşumu sermaye için gereklidir, sermaye koruma ve şemsiye olmadan kendisini güvende ve istikrar içinde olmayacağını düşünür, o yüzden sermaye için serbest piyasa konusu sadece sözde kalan bir şey olarak kalacaktır… Küresel şirketlerin çıkarına uygun devletler oluşacaktır, ulus devlet kürselleşmenin önündeki en büyük engel konumuna gelmiştir, liberal politikalar ulus devletini çökertmiş ama yerine yeni devlet oluşturamamıştır. Yeni devlet acımasız şekilde ulus devlet ile yüzleşmesi anlamına gelir ama  buna haklar henüz hazır değildir.

 

Ukrayna işgali ve beklenenin üzerinde bir direniş ya da Rus ordusunun abartılmış gücünün aslında sadece balon olduğu gerçeği ile karşılaştık. Rusya sözde faşizm ile mücadele için ülkeyi işgal ederken, emperyalist devletler bu savaştan önemli çıkarımlar yaptığı ve dersler çıkardığını görüyoruz… sol, teoride tartışmalara katılırken, hayatın içinde sadece izleyici konumuna düşmüş durumda, anti emperyalist ve savaş karşıtı protestolara katılırken siyaset içinde henüz belirleyici olacak kadar kitleselleşememiştir…

 

Her kırılma aslında bir ok olanak yaratır, Rus devrimi ve sosyalist değişim birinci dünya savaşının kırılma noktasında gerçekleşmiştir. Sübjektif koşullar her zaman vardır, önemli olan somut değişimi gerçekleştirecek örgütlü yapının olmasıdır… Solun önündeki en büyük görev; örgütlenmek ve fırsatını bulduğu an iktidarı sermayenin elinden alıp halka sunmaktır…

 

Kavramlar o kadar çok oynanıyor ki, bugün kimin ne konuştuğunu anlamak için kavramların altında ne anlatmak istediğine bakmak zorunda kalıyoruz, çoğu insan tarihi bilmeden sadece kafa karışıklı yaratan yorumlar ve kendi doğrularını dayatıyor… Zaten yetersiz bilgi ile bir çok şeyi anlamaya çalışırken, bir de içimizde kavramları yanlış kullananlar yüzünden ortak bir bakış açısı oluşturamıyoruz.

 

Bu yazının amacı faşizm kavramını feodal döneme uyarlayıp, tarihi kendisine göre yazmaya çalışanlara bir not olarak sunmaktı, fakat faşizm diye başlayan süreç en yazık ki devam ediyor ve bugüne de uzanmak zorunda kaldım. Uzun yazıdan dolayı kusura bakmayın, umarım sabır ile okunur yazı… 

 

İsmail Cem Özkan

 

19 Mart 2022 Cumartesi

Reklamlarda tarih işlenir…

Reklamlarda tarih işlenir…

 

Çanakkale savaşı bir sanal yanılsama olarak reklamlarda sunuluyor...

 

Zafer olarak kabul edilen çatışmalar olduğu dönemde ülkenin adı Osmanlı Devleti, genelkurmay başkanı bir Alman / Osmanlı vatandaşı yani çift kimlik taşıyan vatandaş (Friedrich (Fritz) Bronsart von Schellendorf (1864 – 1950), meclisi İstanbul’da...

 

Osmanlı devleti çok kültürlü, çok dilli ve coğrafyası geniş bir ülke. Henüz ortada ne cumhuriyet, ne de Mîsâk-ı Millî gibi kavramlar var...

 

Osmanlı İngiliz cephe savaşında İngilizlerin kısa yoldan savaşı sonlandırıp; Osmanlıyı erkenden parçalara ayırıp, Rus, Fransız, İtalyan emperyalist devletler arasında paylaşımı...

 

Savaşın ruhunda var; paylaşım...

 

İngiliz dediğime bakmayın siz, o da Birleşik Krallık... İçinde Avustralya'dan, Yeni Zelanda, Hindistan’dan, İrlanda’ya... Birleşik krallık, Osmanlı devleti gibi içinde değişik halkları barındıran devlet yapısını var. Bugün Büyük Britanya denilen sınırlar içinde de halen halklar var...

 

Savaşta karşılıklı emperyalist devletler...

 

İngiliz emperyalizmi, Osmanlı emperyalist diyeceğim de ne sanayisi var, ne de öyle bir anlayışa sahip, gitmiş Yemen’e askerini kurban vermek dışında oradan ne kültür, ne zenginlik alıp gelmiş ülkemize. Bugün Yemen’den biz sadece türkü sözü kalmış, acı kalmış, hasretlik kalmış ama başka bir birikim yok... Ha diyeceksiniz ki kahve kahve! Yemende kavrulan kahvenin kokusu gelmiş ülkemize... Hadi emperyalist demeyelim de sömürge diyelim, değişen ne olur bilemedim!

 

Kısaca Çanakkale zaferi denilen kavram sadece Türklere ait bir kavram değildir, yenilgi de sadece İngilizlere ait bir kavram olmadığı gibi...

 

Çanakkale'nin en büyük nimeti Rus devrimidir…

 

Eğer İngilizler geçmiş olsaydı son Rus Çarı II-Nikolay bugün bir kahraman olarak anılmaya devam edilirdi...

 

Çanakkale savaşını kutlaması gereken devrimi savunan Ruslar olduğunu düşünüyorum!

 

Peki, biz neden kutlarız Çanakkale zaferini?

 

Çünkü, ulus devletimizin doğuş yeri olarak gösterilir, gerçi ulus devletimizin kuruluş süreci bir savaş ile başlamadı, İkinci Meşrutiyet’in ilanı (24 Temmuz 1908) ile İttihat ve Terakki Partisinin iktidara gelişiyle olur. Çanakkale savaşsının olduğu süreç bu partinin iktidarda olduğu süreçtir. Genç cumhuriyetimiz için yakın zamanda yaşanmış bir zaferin milli birlik için önemli olduğu fikri ağır basmış ve bu savaş ulus devleti fikriyatı topluma işlenmesi için kullanılmıştır. Tıpkı İstanbul Fatih tarafından fethi gibi yeni bayramın eklenmesi gibi…

 

Bayramlar eklenir ve çıkarılır, rejim neye ihtiyaç duyuyorsa… Yakın tarihimizde bir çok bayram eklendi ve çıkarıldı, üstelik sadece ulusal değil, dini bayramlarda da aynı süreci yaşadık…

 

Uluslaşma süreci, homojen toplum yaratma perspektifi ve milli duygu ve düşüncenin oluşturması tarihten kök bulması gerekliydi, öte yandan genç cumhuriyet Osmanlı imparatorluğunun devamı olduğu ve birden ortaya çıkmadığı vurgusu yapılmalıydı. İktidar ve rejim değişikliği elbette kendisine anlı şanlı bir geçmişte kök bulacaktı… Önemli olan gerçekler değil, ihtiyaçlara cevap verecek bir tarih okuması yapılacaktı, yapıldı da…

 

Bugün ülkemiz sürekli seçim atmosferi içindedir.

 

İktidar da muhalefette seçim atmosferi içinde eğitim ile verilen tarihi bilgileri kullanarak bir propaganda aracına dönüştürmüştür. Şirketler milli gözükmek uğruna, bir anlamda küresel firmaların bir taşeronu, temsilcisi olduğunu üstünü örtmek için ulusal bayramlarda reklam spotları hazırlayıp, tüketicisine yerli ve milli vurgusu yaparak ürününü pazarlama aracı olarak kullanmaktadır… Kısaca ulus devleti için oluşturulan tarih bugün ürün pazarlama ve tüketiciyi kendi ürününe yönlendirme, siyasi partiler açısından da yerli ve milli olduğu vurgusunu göstermek adına seçmenini kendi partisinin logosu üstüne evet damgasını basmasını sağlamak için kullanmaktadır…

 

Sonuçta dini bayramlarda yaşanan durum ulusal bayramlar içinde yaşanmaktadır…

 

Bir yandan dini bayramlarda kutsal günlerde sofralarımızdan eksik etmeyeceğimiz küresel markalar “helal” etiketi ile tüketiciye sunulurken, ulusal bayramlarda onurlu bir geçmiş, onurlu bir gelecek için “bizi tüketin” diyerek bilinçaltına işlenen reklam spotları ile bize sunulur…

 

Reklamlarda bir tarihi bilgi işleniyorsa, elbette reklam spotları gerçeği değil, tüketicinin duymak istediğini öne çıkaran sloganları ve bilgileri kullanacaktır, çünkü reklamcılar tarihi yazmaz ama tarihi tahrip ederek bilinçaltına seslenerek, yeni tarihin yazımına rejimin/iktidarın ihtiyacına uygun bir söylem geliştirir.

 

Kimse gerçekler ile yüzleşmek istemez, destanları gerçek olarak kabul eder ve onların gerçekliğini tüm dünyaya anlatmak ister. Bayrakları sarılıp, meşaleler ellerde gece yürüyüşü yaparak ulus devletin bir parçası olduğu için onur ve gurur duyarak gönül rahatlığı ile gece yatağına huzur ile başını kor ve uyur…

 

Okullarda okutulan tarih rejimin ihtiyaç duyduğu doğrulardır, gerçekler çok farklı olması eğitim için bir sorun teşkil etmez, çünkü sisteme uygun birey ancak eğitim ile başarılır…

 

Sadece reklamlar deyip geçmeyin, altında yatan gerçeklere iyi bakın!

 

Gerçekler var olmuş olanı ne büyütür ne de küçültür tarih içindeki konumunu… Biz gerçekler ile gerçekten yüzleşmeye ne kadar hazırız sorusu hep ortada durur, eğer geçmiş ile yüzleşilmiş olsaydı bugün toplum içinde yaşanan bir çok gerilimin çözülmüş olduğunu görürdük, fakat bilinçli bir şekilde geçmişimizi “yeniden yarattığımız”, oluşturduğumuz geçmişi hep gerçek ve doğru görme eğilimi içinde olduğumuz sürece ülke içinde nefret söylemi rejimin ihtiyacına göre söylemde değiştirilerek kullanılmaya devam etmektedir… Kısaca çatışma beslenir…

 

Çatışma bir siyasi ihtiyaca cevap verdiği sürece kullanılır, çünkü ülke içinde cepheleşme tüketir/çürütür ama bir yanda da var olanı korur!

 

İsmail Cem Özkan

 

Not: Gözden uzak tutulan bilgiyi de paylaşayım;

 

Çanakkale Savaşı sırasında Alman devleti tarafından şark cephesine atanan Osmanlı ordusunu denetleyen ve kontrol eden subaylar;

Osmanlı Genelkurmay Başkanı General Friedrich Bronsart von Schellendorff,

Osmanlı 1. Ordu Komutanı ve Gelibolu’da kurulan V. Ordu Kumandanı olan General Otto Liman vonSanders,

Osmanlı Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Akdeniz Filosu komutanı Tümamiral Souchon,

Çanakkale Boğaz Donanma Komutanı Amiral Von Usedom,

Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Koramiral Merten,

Karargahta görevli ve Çanakkale’deki V. Ordu Topçu Kumandanı Tümgeneral Gressman,

Osmanlı Genelkurmay 1 nci Şube Müdürü Yarbay Kres von Kressenstein,

Güney Bölge Komutanı (Üç tümenin Komutanı) Albay Vbn Zodenstern,

Güney Bölge Kurmay Başkanı Süvari Binbaşı Cari Mühlmann,

Hamidiye Tabyası Komutanı Yüzbaşı Wasillo,

Erenköy Bölgesi Ağır Topçu Komutanı Yüzbaşı Werle,

9 ncu Tümen Komutanı; 16 ncı Kolordu Komutan Vekili Albay Kannengieser,

Güney Grubu Komutanı Tümgeneral, 15 nci Kolordu Komutanı Weber,

Güney Grubu Kurmay Başkanı Yarbay Thauvenay,

1 nci Kolordu (Sağ Kanat) Kur. Bşk. Binbaşı Eggert,

3 ncü Tümen Komutanı, 2 nci Kolordu Komutanı Albay Nicolai,

Güney Grubu Topçu Komutanı Yarbay. Binholt

14 ncü Kolordu Komutanı Tuğgeneral Trommer

5 nci Kolordu Kur. Bşk. Yarbay. Albrecht,

13 ncü Tümen Komutanı Albay. Hovik,

9 ncu Tümen Komutanı Yarbay. Pötrih,

Anafartalar Bölge (Müfreze) Komutanı Yarbay. Wilmer,

Ağır Topçu Grup Komutanı (Anafartalar) Binbaşı Lierau…

 

Tüm 1. dünya savaşa boyunca hem Osmanlı Ordusunun komuta ve kurmaylık kademesi dahil tüm cephelerde toplam 40.000 kadar Alman askeri savaşmıştır.

 

 

18 Mart 2022 Cuma

Destan yazdık!

Destan yazdık!

 

Destanlar yazıldı, olayın içinde olanların çoğu destanın bir parçası olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti…

 

Destanlar kötü koşullar zafere dönüştüğünde yazılır.

 

Çanakkale zaferi içinde Ermeniler de olmak istedi, gittiler cepheye, sonra bir kararname geldi, hepsini topladılar ve Suriye çöllerine sürgün edildi Ermeni Mehmetçikler... Yahudi Mehmetçikler ise levazım işlerinde çalışmaya devam ettiler...

 

Bitler ve pireler ile mücadele etti Mehmetçik, birleşik krallık askerlerinden daha çok...

 

Bir yandan İspanyol gribi, öte yandan bitler...

 

Ölenlerin çoğu İspanyol gribinden bile haberi yoktu, kaderdi onlar için, fakirin çocuğu ölmüş cephede, kim arayacak kim soracak. Kaydı tutulduysa şanslı, haber gider memleketine, bir de madalyon...

 

Bir de şehitler üzerine söylenen nutuklar...

 

Zafer ilan edildiğinde ölenlerin listesinde acaba kaçı süngü ile ölmüştü, kaçı yokluk sonucu korumasız bir şekilde gözlerini yumdu?

 

Zafer, zafer diye kutlama yapılırken, dönemin şartları, gerçekleri yok sayılıyor, gözden uzak tutuluyor, çünkü bizim anlı şanlı bir zafere ihtiyacımız vardı...

 

Balkanlardan kovulmuş, Kıbrıs’ı İngilizlere emanet etmişiz, kuzey Afrika’da kaybetmişiz, o kadar yenilgiden sonra bir zafere ihtiyacımız vardı, onu da Winston Churchill bize elleri ile sundu...

 

Churchill'in ellinde her türlü olanak vardı, provokasyon yaparak Osmanlıları kendi saflarında değil Almanların safında savaşa sürüklemişti... Osmanlı hangi taraftan savaşa girerse girsin, girdiği tarafa yük olacağını çok iyi biliyordu... Parasını aldığı gemileri bile vermedi Churchill...

 

Fakir, yenilmiş, morali çok düşmüş, ittihat ve terakki partisi idaresinde Osmanlının bir çok eksiği olduğunu almanlar da biliyordu. Garp cephesi kilitlenince şark cephesi açılması gerekliydi, o şark cephesi ne kadar geniş alanda açılırsa Almanların işine gelecekti. O yüzden Osmanlı ordusunun başına kendi ama tecrübesiz askerlerini atadı, bunu Osmanlı kabul etmek zorunda kaldı...

 

Osmanlı topraklarında yenilgiler garp cephesini zaferler ile süslenmesi anlamına geliyordu... Çünkü birleşik krallık kuvvetleri parçalanacak, zafer kısa yoldan Londra’da, Paris’te ilan edilecekti..

 

Osmanlının elinde silahtan ve teknolojiden daha çok iman vardı ve Almanların lehine cihat ilan edildi ama cihada karşılık bulamadı, çünkü halife biziz diyerek sadece kendi kendimize propaganda yaptığımız ortaya çıkmıştı. Kimse tanımamıştı, unvan olarak kullanılmıştı yıllar boyunca, sadece Mekke’de örtü değiştirme kurumu olarak kabul görmüştü...

 

Almanlar üzerilerine aldıkları yükü biliyordu, risklerini göze alarak geniş alana savaşa yayarak garp cephesinin tıkanıklığını aşmayı seçti...

 

İngilizlerin iteklediği Osmanlı ister istemez savaşın içine girdi...

 

O zamanlar hamburger pek bilinmezdi ama ilk hamburgerin içindeki köfte biz oluyorduk! Afiyet ile yenilecek, üzerine ketçap ile tatlandırılacak bir hamburger... Zaten köfteyi bizden öğrenmişlerdi, o halde ilk yenilecek olan da bizdik!

 

Zaferler hep üst rütbeliler ve siyasilerin hanesine yazılan pozitif işlerdir, yenilgiler ise beceriksiz alt kademedeki askerlerdir... Bir hesap sorulacaksa eğer siyasilerden daha çok cephede istenileni istediği gibi yapmayı bilmeyen hatta ölmeyi bilmeyen Mehmetçikten başkası olamazdı...

 

Çanakkale’de destan başlangıçta başka türlü yazıldı, suçlanacak birisi yerine kutlanacak birileri vardı... Otto Liman von Sanders'in resmini yaptılar kocaman! Yağlı boya resmi bugün bile İstanbul Alman Konsolosluğunun kutlama salonunda asılıdır...

 

Zafer kutlanacaktı ama gelecek olan devlet içinde bir zemin oluşturması gerekliydi, öyküler ihtiyaca göre değiştirecekti, çünkü görünmeyen küçük başarılar abartılarak ileride değiştirilip yeniden tarih yazıcılar tarafından yazılacaktı...

 

Destanlar olanı değil, gönülde olması gereken duygulara göre yazılır...

 

Tarihten bir zemin bulamayan devletlerin geleceği olmaz...

 

Bizim cumhuriyetin tarihteki zemini tek zaferin üzerine oturması gerekliydi, oturdu da! Eğer Sarıkamış’ta hezimet değil de zafer olsaydı, belki Sarıkamış olacaktı bizim destanımız temelinde! Enver paşa zaferi kolay yoldan edeceğini düşündü tıpkı Churchill gibi, sonu onun gibi oldu...

 

Bugün Enver Paşa'yı maceracı görenler, o günlerde kurtarıcı olarak görüyorlardı... Eğer Paşa aklında olanı gerçekleştirebilseydi ama o pek farkında değildi, soğuk, bit ve pirelerden... Bizi düşman yenmedi, bizi koynumuza alıp beslediğimiz bitler, pireler ve soğuk hava yenmişti... Kışlık kıyafeti olmayan Mehmetçik, ayaza karşı fazla dayanamadı, dondu!

 

Zaferi ne bir kişi kazanır ne de bir insanın iradesi zaferi belirler...

 

Olayları iyi yorumlayamayanlar süper kahramana ihtiyaç duyar ve süper kahraman gelir bir ulusu ayağa kaldırıp kurtarır... Hayatta böyle şey yoktur ama ileride yayınlanacak tüm süper kahraman çizgi romanlarda bu bol bol işlenecektir... O imgeler beynimize o kadar çok yer elde eder ki bugün bile Godot'u bekler olduk, gelecek ve bizi kurtaracak!

 

Godot gelmedi!

 

İspanyol gribinin yerini corona aldı, bizi bugün bit ve pire yemiyor ama başka şeylerin yediği kesin! Süper kahraman bekliyoruz, gelsin de bu acılar bitsin diye!

 

İsmail Cem Özkan

15 Mart 2022 Salı

İlkelerin suistimalı olmamalı…

İlkelerin suistimalı olmamalı…

 

İsrail devleti protesto konusunda sanırım bir kafa karışıklığı var. Filistin mücadelesi henüz sol olduğu dönemlerde antiemperyalist bakış açısına uygun olarak Filistin halkı ile dayanışma yapılıyordu. Dayanışmanın ikinci boyutu ise ileride ülke içinde yapılacak mücadele için pratik kazanma ve oradan elde edilen tecrübeleri ülkeye taşıma olarak belirlenmişti... 70'li yıllar bakış açısın 80 'li yıllarda değişti, çünkü ılımlı İslam Büyük Ortadoğu Projesi parçası olunca Filistin mücadelesi de İslam rengine büründü... Filistin halkının inanç bakımından Hıristiyan ve diğer dinlerden olan inananları bu mücadelenin dışına iteklendi...

 

Arap dünyası için Filistin kavramı Hamas ile özdeşleşen bir renge bürünürken, İran ve Suudi eksenli bir çatışma alanına döndü... Bu çatışma içinde 80'li yıllarda Ankara’da Filistin halkı ile dayanışma fotoğraf sergisinde Hamas'ın bir gövde gösterisine dönüştüğünü gördük...

 

İsrail protestosu Yahudilerin taktığı kipa, (İslam dininde biraz uzatılıp kafandaki yeri değişince takke oluyor... ) protestonun sembolü oluverdi... Din merkezli eleştiri yapan İslam tandanslı örgütler, cihatçı gruplar kipa üzerinden bir sembol üzerinden saldırırken, anti emperyalist mücadele etmedikleri ortada, çünkü sonuçta cihat'ta fetih üzerine kurulu ve saldırgandır...

Cihatçı yapıların savaştığı alanlar emperyalist devletlerin yeni pazar alanı. Cihatçı grupların geniş coğrafyada saldırılarında kullandığı araçlar, silahlar hepsi silah sanayicinin kasasına dolar olarak girerken, aynı cihatçı gruplar batı devletlerinin ihtiyaç duyduğu organ, uyuşturucu, köleleştirmiş konuma gelmiş mülteci iş gücü savaşın yan ürünü olarak batıya doğru yönelmiştir...

 

Ortadoğu yeniden düzenlenirken sadece İsrail devleti emperyalist olarak görüp, sadece onun konsolosluğunun önünde protesto etmek nasıl bir akıl anlamıyorum... Birleşik Arap Emiri, Katar Emiri gelip gidiyor ama soldan onlara karşı bir protesto olmuyor... Onlar ellerini kollarını sallayarak gelip ülkenin her parçasından toprak alıyor, ölü yatırım diyeceğim işler yapıyor ama ölü olandan bile yağ çıkarıp kasalar dolu parayı ülkelerine taşıyor ve biz fakirleşirken bu sonradan görme zenginleri protesto dahi edemiyoruz... Bu ülkede kendi vatandaşını konsoloslukta doğrayan, kıyma yapıp etini kendi ülkesine gönderen bir ülkenin bayrağı bu ülkede özgürce dalgalandırırken, onun parası ile ülkemizde medya yönlendirilirken ses çıkarmayanlar İsrail devleti işin içine girince birden konsolosluk önlerinde, köprüler üzerine afiş asar oluyorlar…

Bu protestolar İsrail devletini eleştiriyor gözükmesine rağmen ülke içinde Yahudi düşmanlığını da körüklediği ve bu düşmanlık üzerine benzin döktüklerinin de pek farkında değiller...

Ortadoğu değişmiş ama bizimkilerin kafası 70'li yıllarda kalmış semboller üzerinde kalmış durumda... Mahir Çayan bir İsrail çalışanı öldürdü, bu cinayet ne kadar anti emperyalisttir? Cinayet işlemek Filistin mücadelesine ne kadar katkı sundu? Filistin halkının mücadelesi içinde bu cinayet hiç anlatılır mı?

 

İsrail devleti düşmanlığı üzerinden yapılan Yahudi düşmanlığını besleyen eylemler bir arada yaşamaya ne kadar katkısı var? Cihatçı örgütler ile yan yana, omuz omuza gösterilen bu eylem biçimleri sola katısı gerçekten var mıdır?

 

Geçmişte yapılan ve sola hiçbir katkısı olmayan protesto eylemleri ve sembollerini bugüne taşımak ne kadar anlamlıdır? Bir halk ile dayanışmanın katmanları vardır, o halk içinde sizin ile ittifak içinde olan ve sizin dayanışmanıza ihtiyacı olan bir kesimin olması gerek... Dışarıdan gazel okuyarak bir halk ile dayanışmanın sembolik eylemlerinin hiçbir amacı yok, sadece kendi yandaşlarını ve kendi yandaşlarının içinde olan Yahudi düşmanlığını beslemek dışında...

 

Her devlet protesto edilmelidir, bazı devletleri protesto edip, bazılarına ses çıkarmamak iki yüzlü ve çirkin bir politik stratejidir...

 

İsrail devleti kadar her devletin eli temizdir...

 

İsrail devleti işgalci gören bir anlayış var ki, evet, adamlar saklamıyor ki işgalci olduklarını, hatta işgal bölgelerinde oluşturdukları yerleşim alanları ile zaten devlet içinde protesto yapan sol bir damar var, iki halkı, iki dilli bir devletin oluşumu için mücadele eden örgütler var... Onların bakışını bilmeden, onlar ile dayanışma içinde olmadan yapılan her şey sadece kendi yandaşına seslenen ve kendi duruşunu belirleyen bir tercihtir...

 

İsrail'e bakıp kendisini eleştirmeyen, görmezden gelmekte iki yüzlülüktür…

 

Ülkemizin askerleri nerede kimler ile birlikte ittifak halinde? Nerede ölüyor ve öldürüyor? Bu konuda açık şekilde tavır alınmış mı? Kısaca sözde anti emperyalist mücadele diyerek kendi ülkenin emperyalist eğilimlerini, politikaları karşısında görmezden gelmekte ne kadar stratejiktir?

 

Mücadele yönetiminde birden fazla tercih yapılabilinir... El yordamı ile yol almak dönemi çoktan geçti, sol büyük bir birikime sahiptir, o birikim ile olaylara ve olgulara nereden baktığını kesin ve net olarak belirlemelidir...

 

Eğer bir örgütsel yapı ve onu izleyenler nerede durduğunu ve kime karşı savaştığını net olarak ortaya koyamazsa ortada birden cihatçı guruplar ile omuz omuza yürüyen bir görüntü ortaya çıkarır...

 

Protestolarda birini görüp diğerini görmemezlik yapmak, ona karşı hoşgörü gösterip, diğerini hedefine koymak burada siyasetin içinde ilkelerin yerini keyfiyet aldığını gösterir... Keyfiyet ise nerede ne yapacağı belli olmayan bir başıboşluk ortaya çıkarır, atalarımızın deyimi ile "at izi it izine karıştı" ve hangisi senin olduğunu bilemez konumda olursun...

 

İsmail Cem Özkan

 

14 Mart 2022 Pazartesi

Kar fısıldadı…

Kar fısıldadı…

 

Karın rengi gece karanlığında gökyüzünde kızıl oluyormuş... Yer beyaz, gök kızıl. Karanlıktı gece, sessizdi sokaklar. Geceden kalma araba lastik izleri sokaklarda bir yaşam olduğunu kanıtlar gibi…

 

Hafiften esen rüzgar, karın üzerinde etkisi tipi olarak kendisini gösteriyor.

 

Saklanmış, sinmiş sokakta yaşayan canlılar, kimse onları beyazın içinde göremez, sadece ayak izleri var...

 

Sokaklar boş, sessiz, teslim almıştı karın amansız soğuğu...

 

Soğuk, insanın içine işlediği an don olur...

 

Don...

 

O andan itibaren zaman durur, zaman hareket etmez... Zamanı teslim alır ve don içinde kalan tüm canlılar artık hep dondukları andaki zamanda kalır...

 

Karanlıktı gece diyeceğim ama gece kızıl.

 

Kızıl bir gökyüzü altında sessizlik oluşturur kar.

 

Karın sesi mi olurmuş dedim, eğildim verdim kulağımı sessizliğe, dikkat kesildim...

 

Bir ses var belli belirsiz...

 

Kar sanki insan ile tozutma aracılığı ile konuşur...

 

Hafif bir rüzgar, hafif bir tanecik göğe yükselir, gökten aşağıya düşen tanecik ile buluşur, hangisi göğe çıkar, hangisi gökten aşağıya iner?

 

Sessizlik hakim şehrin bu tarafında, teslim alınmış hayatları düşündüm… "Kimse gönüllü teslim olmaz" dedim sessizliği bozarak, "kimse gönüllü teslim olmaz! "

 

Uzaktan gelen silahların bıraktığı acımtırak bir koku, binlerce kilometre öteye taşınan bir tat… Binlerce kilometreye kadar uzağa taşınan acı... Binlerce kilometreye kadar taşınan öfke, çaresizlik...

 

Savaş, karın içinde kızıla dönüşür...

 

Bir kurşun izi kalır bir de kan izi beyazın üzerinde, beyaza içten içe işler, işleyen sadece renk değildir, koku...

 

Karın tozutması içinde sesler karışır...

 

Sesleri taşır binlerce kilometre öteye, taşınan acıdır, son nefestir, çaresizliktir...

 

Savaşın rengi gökyüzüne kızıl olarak yansır...

 

Kızıl olan aslında kanın rengidir, düşüncelerim içinde, kulağıma bir ses gelir, karın taşıdığı... Kulağımı verdim kara, binlerce kilometre öteden gelen sesi işittim... Çaresizliği, yalnızlığı...

 

Ölüm yalnızdır, toplu oluyor orada ölüm, toplu geliyor sesleri, karışmış şekilde...

 

Kulağımı dayadım kara, üşüdüm, üşüyen sadece kulağım değil, kalbim!

 

Üşüdü acıdan, üşüdü çaresizlikten.. Üşüdü son nefeslerin bıraktığı sesten...

 

Balkonumdan manzara resmi çekmek istedim, elime aldım fotoğraf makinesini, karın bıraktığı ışık süzmesi içinde karanlık kızıldı, kızıl karanlıkta makineme baktım, gülümsedim.

 

Klick klick!

 

Sessizliği deklanşör sesi bozdu, acaba sessizliği mi?

 

Sesi dağıttı belki de üzerine yansıyan savaşın o kılcal damarlarımı çatlatan keskin kokusu ve son nefeslerin bıraktığı acının sesi... An durdu makinenin içinde, artık o an hiç yaşlanmayacak, tıpkı don içinde duran zaman gibi...

 

Zaman durdu, son nefes havada asılı kaldı, savaşın rengi gökyüzünde kızıdır...

 

“Neden savaşlar hep kışın olur” diye düşündüm, “neden savaşlar hep kışın olur ve kışta savaş çözülür?” Teslim olanda, ölende, vuran da vurulan da toprağa kavuşamadan kara karışır her şey?

 

Neden beyazın saf temiz haliniz bozarız? Neden hep bozan biz oluruz?

 

Kış uykusuna yatar derler ayılar için, kışın avlanmaz, beyazı kızıla boyamaz derler ayılar için ama gel gör ki pençe izi kalmış son nefeslerin üzerinde...

 

Ölümün haklılığı ya da haksızlığı olmaz, ölüm ölümdür. Öldürende, ölende aslında eşittir son anın bitiş noktasında, son nefeste kimse haklı öldü, haksız öldü demez. “Çok gençti, hep genç kalacak” diye yazar tarih kitabına, hep genç kalanların sayısı yaşayanlardan fazla olur...

 

Beyaz insanlığı trajedisini içinde taşır...

 

Toz zerreciği donmuş halde taşır yeryüzüne...

 

İnanmıyorsanız bana, kulağınızı verin kara, sesini dinleyin...

 

Belki bir çölden taşır kum taneciğini, belki dağların doruklarından, belki tusinami ile oluşmuş dalgalardan, muson yağmurlarından... Siz kulağınızı verin bir karın sesine, dünyanın neresinde yaşanan acıyı taşmıştır...

 

Taşınan hep acıdır, sevinçler yaşandığı yerde kalıyor...

 

Tarih hep acıları taşır...

 

Rüzgar acıları taşır...

 

Kulağınızı verin hak vereceksiniz bana...

 

İsmail Cem Özkan


10 Mart 2022 Perşembe

Oyuna gelen savaşmak zorunda kaldı.

Oyuna gelen savaşmak zorunda kaldı.

 

Rusya Ukrayna’yı işgal etti ve büyük bir zafiyet ile karşılaştı. Evdeki hesap savaş alanına uymadı ve haftalardır işgal ettiği toprak parçası dağın fare doğurması kadar, Rusya bir arpa boy yol alamadı...

 

Peki, bunda en büyük rol / sorun nedir?

 

Savaş bir örgütlenme modelidir. İyi örgüt olursanız savaşı yürütürsünüz...

 

Peki, örgütlenme ya da örgüt nedir?

 

Hep anlatılan saç ayakları vardır, genelde üç rakamlı ile başlar cümleye…

 

Para, istihbarat, lojistik…

 

Peki, Rusya üç saç ayak konusunda konuda ne kadar başarılı?

 

Rus istihbaratı, batı denilen emperyal devletlerin istihbaratı denetimi ve bilgi akışı içinde yer aldığını savaşa başlamadan elde ettiği istihbarat bilgilerin uydurulmuş olduğu gerçeği ile karşılaştı. Kısaca istihbarat bilgilerini batı istihbaratının verdiği bilgiler kadar olduğu gerçeği ile yüzleşti... Savaş, istihbarat yalanların döküldüğü, gerçeğin ortaya çıkması ile yol alır.

 

Rus ordusunun konvoy halindeki ordusu Kiev'e doğru yol alıyor, normal hızla gitmiş olsa bile çoktan Romanya’ya varmış olması gerekliydi... Konvoy bir çok sorun ile yüzleşti, düz ovada giderken almış olduğu istihbaratın yanlış olduğu gerçeği yanında askerini, silahları taşıyacak lojistik alt yapısının çok ağır ve hantal olduğu gerçeği ile yüzleşti...

 

Putin, askerlerini hafif silahlar ile hedef odaklı hareketini kolaylaştıracak alt yapısı olmadığı gerçeği ile sahadan verilen raporlar ile karşılaştı...

 

Suriye iç savaşında Rusya elindeki tüm bilgileri Amerikalılara kaptırdı… Ortak düşmana ortak hareket etme ve düşmana karşı kullanılan silahların aynı zamanda dost müttefiklerinde bilgilerini toplayacak kadar teknik alt yapıya sahip olduğunu geri teknoloji sahibi ülkenin bunu anlaması zordu.  Rusya teknolojik olarak geri kaldığını farkında bile değildi, çünkü konvansiyonel silahlar üzerine kafa yorarken, Amerika dünyanın değişik yerlerinde işgal kuvvetleri ile bir çok silahı denemiş ve geliştirmişti…

 

Amerika, Suriye savaşında Rusya’nın gerçek gücünü alanda test etmişti...

 

Türk uçakları ile vurulan bir Rus uçağının düşürülmesi ve pilotunun teslim alınması... Rusya Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un öldürülmesi olayı ve sonrası gelen tepkisi bir testin sonucuydu ve Rusların gerçek gücü ve Putin'in zayıf yönleri istihbarat tarafından tespit edilmişti. Ona benzer bir çok olay bulabilirsiniz…

 

Ve Putin batı tarafından iğnelenerek Ukrayna işgaline giden süreci başlatılmıştır...

 

Kışkırtılmıştır Putin ve o kışkırtılmaya yani kavgaya hazırlıksız yakalanmıştır...

 

Rusya’nın eski istihbaratı yoktur ve var olanlarda batının istihbaratı denetimi ve yönlendirmesi altında...

 

Saç ayağında üçüncü ayak olan para...

 

Amerika sıcak savaşa girmeden parasal olarak Rusya’yı kucağından aşağıya atmıyor, aksine kendi kucağından başka çıkış yolu olmadığını Putin’in burnunu sürte sürte kabul ettiriyor...

 

Rusların parası yok...

 

Para üretim demektir ki, kolay yoldan para kazanan ve zengin olan (göreceli) Rusya’nın çöküşü bir iki haftalık savaşta bile ortaya çıkmıştır...

 

Rusya sanayisi ve üretim ilişkileri açısından artık orta çağ görünümündedir...

 

Batı üretim, savaş kabiliyeti, istihbarat açısından Ruslardan çok ileride...

 

Omuzdan atılan füzeler ile Ruslara karşı hibrit savaşı veriyor batı emperyalizmi, basit, taşınabilir, tek kişilik ordu, diğer anlamda gerilla tarzı ile hareket eden hibrit savaşın öğeleri ile düzenli ordu kaybediyor... Bunu Arap Baharı, Afganistan, Suriye, Irak, Yemen’de… batı bilgi birikimi ve pratik sonuçlarını kaydetmiş ve orada gelişmelere çok uzaktan bakan Ruslar batının çok gerisinde kaldığını yaşayarak öğrendi...

 

Evet, batı için Ukrayna’da kazanma gibi bir öngörüsü yok, zaten gözden çıkarılmış ve sarı saçlı mavi gözlü mülteciler ile yetişmiş insan gücü ve beynini şu anda batı emperyalistlerin hizmetinde, üstelik çok ucuz olarak...

 

Ukrayna'da geliştirilen biyolojik ve kimyasal silahlar ve Çernobil deneyimi ile oluşan bir birikimin batının hizmetinde olduğunu söylemek abartılı olmasa gerek...

 

Ukrayna'da var olan Nazi örgütlenmesi tesadüfen ortaya çıkmış bir model değildir, sağa kayan batının hizmetinde olacaktır... Naziler toplumun dönüşümünde kullanılan sadece piyonlardır... Ukrayna değişiminde devlet olmayan devletin içinde verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmiştir... Üstelik Yahudilerin hakim olduğu bir bürokratik yapı içinde Yahudilerin onayını alarak geliştirilmiştir...

 

Putin, kendi ülkesinde geliştirdiği Nazilerin deneyiminden elbette haberi vardı ve devletin denetimi altındaydı, o Nazileri de Rusya üzerinden denetleyeceğini düşünüyor, komünistlere karşı girişilen katliamlarda kullanılmıştır... O Rus devleti için kullanılan Naziler Ukrayna’da Rus fobisi konusunda kullanılacağını sanırım önceden hesaplayamadı, çünkü ona öyle bir ortam sonuldu ki; savaş ağının içine düştüğü ama o düştüğünü anlayacak kadar öngörülü değildi. Çünkü, elinde kendi kanallarından gelen istihbarat bilgisi yoktu, var olanlar hepsi uydurulmuş bilgilerdi…

 

Sonuç, Ukrayna’da batı bir tuzak kurmuştur, orada kazanan batı emperyalistleri ve silah sanayisi olacaktır…

 

Kaybedeni zaten hepimiz görüyoruz...

 

İktidar kendisini çok güçlü gördüğü an, istihbarat bilgilerine "tek kendisi" sahip olduğu hissine kapıldığı andır... Para zaten devletten, lojistik devletten, bilgi de devletten olduğunda oluşturulan atmosferin içinde iktidar sadece bir piyon olur...

 

Putin Ukrayna’da kazanır ama savaş sonrası elinde hadım edilmiş bir Rusya kalacaktır... Batı emperyalist devletleri tarafından biçimlendirilmiş, onların isteklerine uygun bir Rusya yeni dünya düzeni içinde yerini alacaktır. “Oligark”ların elinde toplanmış olan kara para batı emperyalist devletlerin hizmetinde olacak ve batılı şirketler oligarkların artı değer olarak ürettiği ne varsa onlara el koyacaktır...

 

Devlet eli ile zengin olmuş mafya örgütlenmesi yerine ülkemizde olduğu gibi küresel şirketlerin şubesi ya da onlar için merdiven altı üretim yapan taşeron işletmeler olacaktır... Evet, dünya zenginler listesinde bireysel olarak Ruslar olacaktır, fakat o zenginlerin olması Rusya’nın küreselleşmiş kapitalist sistemin içinde sorun çıkarmayan, ona hizmet eden bir devlete dönüştüğüne şahitlik edeceğiz...

 

NATO, kara para olduğu sürece var olacaktır, onun varlık sebebi kara parayı kontrol etmek ve kendisine (sisteme) karşı oluşacak düşmanları oluşum halindeyken tam kontrol altına almaktır...

 

Bundan bize bir çok ders notları çıkmıştır ama kimse ders notlarına bakmayı düşünmüyor, savaşa girmeyen bizde ekonomik “tusinami” dalgası vurdu ve biz tusinamiden sonra elimizde ne kalacağını tartışıyoruz...

 

Devrimci siyaset yapanlar bu savaşı her boyutu ile kayda almalıdır, istihbarat, devletin veya başka devletlerin istihbarat bilgileri ile hareket ediliyorsa, 12 Eylül yenilgisinden daha ağır yenilgilere hazırlıklı olmak anlamına gelir...

 

Parasız, istihbaratsız, lojistik alt yapısı olmayan her hareket sadece birilerin oyununda piyon olur… Kahramanlık öyküleri çok olur, destanlaştırılmış anılar ortalıkta dolanır ama sonuç örgütsüz bireylerin hayal kırıklığından oluşan büyük bir çöplük yaratılır...

 

İsmail Cem Özkan