Galata Gazete


26 Aralık 2022 Pazartesi

Devrim, kendi çocuklarını yiyerek yol alır…

Devrim, kendi çocuklarını yiyerek yol alır…

 

Zekeriya Sertel anılarını okudum. Aziz Nesin yayınlamış (1968 basım)... 1905 - 1950 yılları arasındaki anılarda dönemin birçok bilinmeyen yönünü Sertel’in bakışı içinde yakalıyoruz... İttihat ve Terakki Partisi kadrolarının zaman içinde bir bütün olarak bir arada olmak yerine sağa ve sola her yöne yayılarak ideal duruşlarını bozmadığını görüyoruz. Kadrolar zaman içinde bir biri ile ilişki içinde olurken aynı zamanda birbirinin kuyusunu kazdığını da anılarda ve tarihteki olaylara bakarak yakalıyoruz.

 

Partinin başta oluşturulan muğlak idealleri zaman içinde kişilerin duruşunu da belirlemiş... İdeale bağlı kal ama tercihini oluşan alanlar içinde yap! Hepsinin ortak yönü var elbette; "gericiliğe karşı, istibdada, haksızlığa, adaletsizliğe karşı savaşarak. ... Davamız hür, mutlu ve bağımsız Türkiye."

Başlangıçta, sadece Abdülhamid’i indirip “istibdadı” ortadan kaldırmak, zalim padişah iktidardan uzaklaştırılınca “hürriyet” kendiliğinden gelecek öngörüsü hakimdi. Teşkilat, Bulgar yurtseverlerin örgütlenme modelini kendisine örnek almıştı, hücre yapısı içinde kadrolar gizlilik yemini yaparak dahil oluyorlardı. Aynı birlikte farklı hücrede olanlar birbirini tanımıyordu. Bu sayede Abdülhamid jurnalcileri ve yapılacak herhangi bir operasyonda hücre açığa çıkmış olsa da teşkilat yapıl olarak orada kalacaktı… Makedonya’da oluşan teşkilat örgütlenmesi ülkenin kaderini belirleyecek kadroları yetiştirmiştir. İttihat ve Terakki Partisi tarihi devlet içinde parti devleti kurarak devleti ele geçirmesi sürecidir… Elbette, zaman içinde iktidara geldiler, ama iktidar sürecinde el yordamı ile kendilerine yol açmaya çalıştılar... Hata yapma lüksleri yoktu ama devlet idare etme tecrübeleri yoktu. Eski kadrolar ile yol alırken önlerine olmadık engeller çıkıyordu. Başlangıçta İttihat ve Terakki Partisi lider kadrosu devlet yönetiminde yer almamıştır, daha çok devlet tecrübesi olanlar ile yol almaya çalışılmıştır, fakat kısa bir süre sonra İktidara gelişleri karşısında karşı darbede/mücadelede olacaktı, oldu da. Selanik’te yer alan liderler yaşan karşı darbeyi fırsata döndürmeyi bilmiştir. Selanik merkezli partinin İstanbul’a taşınması ve devleti tamamı ile ele geçirme için her türlü olanağı yaratmıştır.

 

Asker kökenli olmanın ve iyi eğitim almış olmalarının sonucunda devleti bir üst alt ilişkisi içinde görmelerini ortaya çıkardı. Parti iç disiplini elbette demokrasiyi, herkesin fikrini ortaya koyduğu bir hürriyet ortamı oluşturamazdı. Disiplinli hayata bakış, merkezin her şeyi belirlediği emir komuta zincirini parti ve hayata bakışlarını da belirlemiştir. İstibdada karşı hürriyeti savunurken, kendileri de bir anlamada özgürlükleri ortadan kaldıran bir devlet/parti modeli ortaya çıkardılar.

 

İttihat ve Terakki Partisi kendi iç ilişkileri ve halk ile olan ilişkilerde hep askeri ilişkiyi model almış, uzlaşma yerine çatışmayı seçerek, düşman gördüğü önünde gelenleri ortadan kaldırmayı doğru yol olarak görmüşler. Dağılmakta olan devletin kurtarıcısı rolünü, ister istemez özümsemişler ve bu açıdan olaylara bakmışlar...

 

Birinci dünya savaşı yenilgisi ile lider kadronun yurtdışına kaçması ile birlikte kadrolar kendilerini feshetmemiş, duruma uygun örgütlü yapılarını korumayı ve kendi inisiyatifleri alacakları eylemlikler içine girmişlerdir. Her ne kadar parti işgal altında ki İstanbul’da kendisini resmi fesih etmiş olsa da kadroları ile parti yaşamaya devam etmektedir. Bir anlamda yenilgi başka olasılıkların önünü açması için fırsattı. Lider kadrosunun sürgünde olması kadroların önünde daha rahat etme ve yeni ittifaklar kurma olanağını ortaya çıkarmıştır. İstanbul’da örgütlenenler lider arayışında kısa sürede çözüm bulmuş ve İzmir işgali ile hazırlıklar tamamlanmadan lider kadrosunun Anadolu’ya geçişi ile yeni bir süreç yeni lider kadrosu ile başlatılmıştır.

 

Sürgünde kadrolar ise kuzeyde yaşanan devrim etkisi ile Bolşevikler ile işbirliği içine girmiş, Enver Paşa liderliğinde bir kesim başta Bolşevikler ile birlikteyken Turancı bakış açısına uygun bir yeni örgütlenme ve mücadele alanı ile daha farklı bir noktaya savrulur. Bakü'de toplanan kongrede ise TKP adını alacak yapılanmanın çekirdek kadrosunu oluşturuyordu. Atatürk önderliğinde kadrolar ise başlangıçta ideallere uygun devleti oluşturmak için yapılanma içine girmişler, İzmir işgaline karşı direnişi ile fırsata döndürmesini bilmiştir.

 

Oluşturulmakta olan yeni devletin kadroları ise artık devlet tecrübesi olan parti kadrolarından oluşuyordu. Kadroların bakış açısı çatışmaları ortaya çıkarmış ama kısa zaman içinde kadrolar içinde çatışmalar zor ile bastırılmıştır. Aynı kökten gelen ama farklı dünya bakışı olan kadrolar homojen bir yapı göstermiyordu, güçlü olan diğerlerini bastırmasını bildi, her kötü olaydan faydalanmasını bilerek fırsata döndürdü ve içinde yaşadığımız devleti oluşturdular. 1. Meşrutiyetten başlayan ideal ulus devleti anlayışı İzmir işgali ve ona karşı yapılan savaş sonrasında hayat bulmuş ve oluşturulmuştur.

 

Yeni devletin lider kadrosu da muhalefeti de aynı kökten gelmesine özen gösterilmiş, diğerlerin örgütlenmesi önü kesinlikle kapatılmıştır. Diğeri ancak oluşacak olan muhalefet yapılar içinde kendilerine hayat arayacaklardır, biraz kafasını kaldıranın kafası İstiklal Mahkemeleri ile alınmıştır. İstiklal Mahkemeleri bir anlamda devletin karanlık yüzüdür, orada alınan tüm kararlar siyasidir ve o kararlara uygun homojen toplum yaratma adına tavizsiz uygulanmıştır.

 

Zaman içinde olayların belki öyle iteklemesi sonucu diye düşünün Turancı liderden, Bolşevikler ile içli dışlı olan lider kadrosunu ortaya çıkaran şey, amaçları ve örgütlenmelerinin yolunda her yolu mubah görmeleridir... Bir zamanların bir valisinin sözü gibi "gerek olursa..." gerek olursa komünizmi de kendileri getirecektir, gerek olursa Türk birliğini de oluşturacaklardır, yeter ki amaçlarına uygun ilişkiler içinde olsunlar, kadroları bunlar için yetişmiştir...

"Gericiliğe karşı, istibdada, haksızlığa, adaletsizliğe karşı savaşarak. ... Davamız hür, mutlu ve bağımsız Türkiye." başlangıçta yer alan ve tüm kadroları biçimlendiren bu bakış açısından ırkçı da çıkmıştır, komünist de... Bugün yaşadığımız tarihimizin bir izdüşümüdür... İlk anayasadan (23 Aralık 1876 ) son anayasamıza kadar her yasada, toplum düzeninde, "ötekileştirme" konusunda bu partinin kadrolarının ideal düşüncesini ararsanız bulabilirsiniz...

 

Muhalefette iktidarda olanlar da kök olarak aynı partinin eski kadrolarından oluşuyor… Muhalefet olanların savı genelde iktidarda olanlar diktatörleşmesine karşı özgürlüğü yani eski deyim ile hürriyeti savunuyorlar... İktidarda olanlar ise “halkın iyiliği ve devletin bekası için baskı kaçınılmazdır, hele devletimiz homojen bir yapıya kavuşsun. Hürriyet için zamana ihtiyaç vardır” savını savunuyor… Devleti yıkmaya çalışan düşmanlar var ve onlara karşı tavizsiz mücadeleyi korumak adına baskı yapıyordur iktidar. Bu arada iktidarın bu gücünün kendilerine karşı doğrultması karşısında “rahatsız” kadrolarda vardır…

Hatta bizim 68 tarihimiz olarak kabul ettiğimiz süreçte genç liderlerin hayata bakışını da bu parti belirlediğini ve ona göre devrimcileştiğini ama onların örgütlenme modelini hayata geçirmediklerine şahitlik edebilirsiniz, çünkü iktidarda olan parti kendisine karşı yine kendi düşünce yapısından olan gençlere örgütlenecek ne zaman ne de ortam bırakırdı, bırakmadı da...

İnönü'nün timsah gözyaşları ve üç gencin idamına karşı ret oyu kullanması şaşırtıcı değildir... Eğer gerçekten istemiş olsaydı partisini serbest bırakmaz, hepsine ret oyu verdirerek bu üç gencin idamını durdurabilirdi...

Devlet her zaman kendi savunmasını yer altında karanlık alanlarda inşaat etmiş ve korumuştur... Partinin devletleşmesi, devletin partileşmesi her zaman karanlık noktaları vardır ve varlığını o karanlık alanların varlığı sayesinde devam ettirir...

Zekeriya Sertel’in Rusya'ya (Sovyetler Birliği) bakış açısı tamamı ile Atatürk’ün belirlediği sınırlar içindedir... Atatürk o görüşünü de dönemin başbakanı Celal Bayar’a anlatmış ve Rusya ile olan ilişkileri belirleyen bir dış politika sürdürülmüştür... İkinci dünya savaşı sırasında “Nazi” Saraçoğlu kabinesi düşmanca tutum takılsa da devletin bakışını değiştirmemiştir... O dönemde Sertellerin Tan Gazetesi baskını olayı yaşaması kadroların kendi arasındaki fikir çatışmasının (İnönü'yü tek parti diktatörlüğü kurduğu, ideallerden uzaklaştığı, ülkeyi demokrasi ve özgürlükler fikrinden uzaklaştırdığı için eleştirmektedir.) Dışavurumundan öte değildir, çünkü Sertellerin “Varlık Vergisi” kararı karşısındaki tutumları, iktidarın ipin ucunu biraz kaçırdı, eşit değil de sermayenin el değiştirmesi boyutunda aşırılık olarak nitelemesinden anlaşılır...

İttihat ve Terakki Partisinde lidere bağımlılık askerin komutanına bağımlılık gibidir, hata yapsa da lider liderdir, dediğini yapmak zorunludur... Serteller, Talat Paşa’yı nasıl görüyorlarsa Atatürk’ü de o şekilde görür ve lider olarak kabul ederler...

 

İsmail Cem Özkan

 

Not 1: İttihat ve Terakki Partisi istibdat döneminde oluşmuş ve vücut bulmuştur. 2. Meşrutiyet 1. Meşrutiyet in devamıdır. Bundan dolayı İstanbul’daki Abide-i Hürriyet Meydanı ve anıtında Talat Paşa, Enver Paşa gibi liderlerin yanında Mithat Paşa’nın kabri de vardır. Cemal Paşa neden getirilmemiştir anlam veremedim, onun kabri Erzurum’da ayrı bir şekilde duruyor…

 

Not 2: Enver paşa sarayı temsil eder, kopmamış hatta damat olarak girmiştir, Atatürk ise saraydan kopuşu sembolize eder, fakat tarihin bir cilvesi diyelim sarayda gözlerini kapatmıştır.

 

19 Aralık 2022 Pazartesi

Ağaçlar ayakta ölür…

Ağaçlar ayakta ölür…

 

Sahneye oyuncular gelir gider ama oyun durmadan sürer. Tiyatro oyununda oyunun sürmesidir önemli olan, oyuncular ara istasyonlarda sahneye çıkar ve iner ama tiyatro tarihine ve sahne tozuna iz bırakırlar, sahneler yıkılsa da yakılsa da o toz insanlık tarihi içinde hep var olacaktır… 

 

Ağaçlar Ayakta Ölürler oyunun sahnesinden kimler geldi kimler geçti, uzun bir liste çıkabilir ama oyun her sezonda yine sahnede ve her oyuncunun yeniden hayat verdiği roller değişen isimler ile birlikte bizlere mesajını iletmeye devam ediyor…

 

Alejandro Casona, sürgünde yaşarken yazdığı "Los árboles mueren de pie" (Ağaçlar Ayakta Ölürler) (1949) eseri ile dünyaya bakış açısını da seyircisine sunar. O sürgün yılların vermiş olduğu, ülkesine duyduğu özlemi trajikomik bir eser ile seyircisine sunarken, sürgünden ülkesine dönüşün biletini de almıştır.

 

Oyunun ana konusu içinde yaşlı bir kadının torunu için koruyup kolladığı ıhlamur ağacı yaşadığı evin bahçesinde durmaktadır. O ağaç torunun yaşam ağacıdır, o ağaç yaşadığı sürece torunu kendi kokusunu, yaşam sesini o ağaç aracılığı ile kendisini hapsettiği evin penceresinden oturduğu koltuğa gelmektedir… O ağaç yaşamın ve umudun sembolüdür…

 

Anne ve babasını bir uçak kazasında kaybeden bir çocuk büyükannesi ve dedesinin yanında yaşamaktadır, onlar çocuğu o kadar şımartmışlardır ki, çocuğun hedefi, hayata duruşu, örnek alacağı bir ebeveyni yoktur, zamanın ruhu ile savrulur. Nedim Saban yorumu ile uyuşturucuya alışır, o alışkanlık çatışmayı körükler ve dedenin (Cevdet Bey) bir tokadı artık genç olan Hakan’ı ülke dışına kadar savurur. Yıllar geçer, büyükanne (Güzide)  torun (Hakan) özlemi, affedemediği kocası ile o ağacın gölgesi vurduğu evde yaşamaya devam eder. Cevdet Bey yıllar sonra oluşan pişmanlık ile torunun adına karısı Güzide’ye mektuplar yazar... Güzide için hayat yeniden filizlenmiştir, baharın o cıvıltıları eve yeniden ulaşmıştır… Güzide hayata yeniden tutunmuştur, kalp krizi sonrası oluşan o kendini bırakmışlığın yerini umut almıştır. O günden sonra daha dinçtir, hayata tutunmuş, yarına dair umut beslemiştir, torunu bir gün eve dönecek ve anılara yeniden hayat verecektir!

 

Olaylar yaşanırken, ülkemizde de zaman hızla akmaktadır.

 

Başlangıçta 12 Mart sürecinde Türkiye olayları yıllardan geçmektedir. Genç bir avukat mesleğini yapamayacağını anladığı için “Hayatı Paylaş Derneği” kurmuştur. Onun görüşüne göre “Dünyayı iyilik kurtaracaktır”, o yüzden çocuklara iyilik ile yaklaşılmalı, onların hayallerin bir bölümü gerçekleştirilmelidir bakış açısı ile derneğini yürütmektedir…

 

İdealist avukat ve dernek başkanı yaşadığı mahallede sevdiği bir kadın vardır, ona ulaşmanın bir yolunu aramaktadır, bir gün işten atılan sevdiği kadının hüznüne şahitlik eder ve onu bir iyilik mesajı içinde derneğine davet eder. Ona umut ışığı hediye edecektir… Tesadüf bu ya, eşinde iyilik yapmak isteyen bir adamda (Cevdet Bey) o derneğe gelir ve oyun gerçek kurgusunu sahnede seyircisine ulaştırmaya başlamıştır…

 

Size basit bir kurgu gelebilir, fakat oyun öyle ustalıkla ve ince göndermeler ile ülkemize ve zamanımıza uyarlanmış ki, olaylar hepsi birkaç gün içinde gelişip sonlamış gibi bir algı oluşturulur, fakat arka tarafta ülkemizin en çatışmalı süreci sahneye küçük değinmeler ile yansır. Olaylar bir evin içinde akarken dışarıda akan yaşamında etkisi vardır ve o etki trajikomik bir durumu ortaya çıkarır... Zaman çizgisi, olayların akışı ve dışarıda akan zamanın hızlılığı sizi durağan bir gölde suyun hareketsizlik hissini ulaştırır… Yaşlılar için zaman çok hızlı akar ama umudu, hayali, hedefi olanlar için ne kadar ağır hareket eder. Çocuklar için zaman hiç geçmez gibi gelirken, belli yaştan sonra zaman artık yetişmez olur…

 

Yaşlılar anılar biriktirir, güzel anılar biriktirmektir belki de yaşam…

 

Hayatı Paylaş Derneği artık geride kalmıştır bir anlamda oyun içinde dernek yöneticisi ve iş bulmaya gelen Zeynep yeni rolü ile başbaşadır. Onların artık gönüllü işi yaşlı kadına son yıllarında bir umut olmak, yaşam kalitesini artırıp, o ıhlamur ağacından bülbül sesinin odaya gelmesini sağlamaktır…

 

Zamanın içinde kayıp bir çocuk, işlediği suçların ağırlığı altında ezilmektedir.

 

Roller belirlenmiştir, torun ülkeye gelmiştir ama işlediği suçtan dolayı cezaevindedir... O suçlu toru büyükannesine ne hayat için umut olacaktır ne de beklentiye cevap verecektir, kaçtığı günden bugüne onun hayatında bir şey değişmemiştir, düştüğü çukurda debelenmeye devam etmektedir, zamanın içinde kayıptır...

 

Güzide’ye yazılan mektupların en sonuncusunda hakan bir gün evlendiği kadın ile ülkeye dönmüştür. Ve bir gün eşi ile birlikte yaşlı büyükannesinin ve hayatta tek sevdiği insanın yaşadığı eve gelirler… Masallarda hep işler yolunda gider, olumsuzluklar bir bir yok olur ve mutlu son ile karşılanır… Her masalda acı çekene karşı zulüm edenlerin rolleri değişir ama o rollerin verdiği umut köksallar, o kök iyilik olarak dönecektir… Fakat sahnede izlediğimiz oyunda öyle olmayacaktır, her masal kurgusu mutlu son ile sonuçlanmaz, bazen okuyucusunu şaşırtır. İzlediğimiz oyunda da düştüğü kuyuda çırpınan torunda ikinci bölümde sahneye dahil olur ve dedenin kurgusu hayatın gerçekleri ile çatışır… Bu sıra 12 Eylül gelir. Generaller darbe yapar, dernekler kapatılır. Hayatı Paylaş Derneği ’de diğer kitle örgütleri gibi kapatılmıştır…

 

Yaşlı kadın (Güzide) hem geçmişi, hem bugün ile yüzleşir...

 

Oyunun yönetmeni öyle bir kurgulamıştır ki, oyuncular sahnede kendilerini özgürce gösterecekleri imkana kavuşmuştur, hem hareketleri, hem ses tonlamaları, yükselmeleri inmeleri, hem seslere uygun hareketleri, mimikleri, çaresizliğin umuda dönüşümü, gerçeklerin çatışması ile oyun sahneden çıkar ve seyircisine pandomim sanatçısının kıvrak hareketleri eşliğinde kelimeler ulaşır…

 

Her oyuncu sahnede sesleri, duyguları ile varken aynı zamanda her biri pantomim sanatçısıdır… Oyunun başında çocuklara eğlenecekleri zaman yaratan pandomim gösterisi aslında oyun boyunca sürer, sahneye girişler, çıkışlar… Sözleri kaldırın, duygular size ulaşacaktır.

 

Yıllar içinde oyuncular değişmiş olmasına rağmen, oyun hep aynı ilgi ile salonları doldurmaya devam ediyor. Bu süreklilik için sadece usta oyuncu Nevra Serezli var diye değildir, elbette onun etkisi büyüktür ama arka fonda bana yansıyan şey bu hareketlerin sahne içinde çok iyi hesaplanması ve akışı hareket ve duyguların yansıtılması üzerinden kurgulanması gibi geldi...

 

Oyuncu oyun içinde yaşamaktadır, yaşadığını yansıtmaktadır.

 

Nevra Serezli denilince orada bir durmak gereklidir, oyuna öyle bir doğallık, canlılık katmış ki, sahneye adımı atar atamaz seyirciden karşılığını bulmaktadır. Yılların usta oyuncusu sanki kendisi için yazılmış bir oyundadır… Mimikleri, sesini kullanması, hareketleri, sahnenin her yerini kullanırken karşısında olan oyuncuya yer açması, onun hareketini daha rahat yapmasını sağlamaktadır…

 

Benim izlediğim zaman dede (Cevdet Bey) rolünü Nuri Gökaşan canlandırmaktadır. O zaten başlı başına ayrı bir ustadır, onun yüzü, hareketleri, yürüyüşü sahne içinde yeniden yeniden hayat buluyor ve o sahnede “vardım, varım ve var olacağım” demektir... O büyük bir ustadır. Karşında oynayan büyük usta ile sahnede daha da büyümekte ve sahne tozu üzerine alın terini akıtmaktadır…

 

Nevra Serezli oyunda bu kadar rahat ediyor ise birlikte rol aldığı ustaların sahnede olmasından kaynaklanıyor. Ustalar birbirlerinin elinde tutmuş sahnede devleşmeye ve oyuncunun nasıl olması gerektiğini seyircisine sunmaktadır. Muhteşem trajikomik oyunu keyif ile izleyeceksiniz...

 

Ustalar sahnededir, onlar yanlarında kim olursa olsun oyunculukları ile destekleyip oyunun akışına engel olacak ne varsa yok edeceklerdir…

 

Önder Atakanlı (Asım ve Hakan rolünde) oyunu bir anlamda enerjisi ile yeteneği ile yönlendirmektedir, zaman çizgisini hızlandırıp ya da yavaşlatandır, oyunun gerçekten belkemiğidir. O öyle ustalıkla geçişler içinde sesini, vücudunu kullanmaktadır ki, usta oyuncuların gölgesinde kalmadan, onlar ile birlikte sahneyi diğer oyuncular ile birlikte doldurmaktadır… 

 

Meral Asiltürk, (Zeynep) işsiz ama aynı zamanda eş rolündedir. Önder Atakanlı ile birlikte genelde sahnede yerini alır, çünkü onun rolünde, rol içinde rolde görevini almaktadır. Verilen görevini öyle doğal ve rahat gerçekleştiriyor ki, değiştirdiği kostümleri, sahnede ses tonu, oyunun akışına verdiği desteği, ustalar ile birlikte nasıl bir usta oyuncu olunacağını da rolün büyüğüne, küçüğüne bakılmadan sahnede nasıl durulması gerektiğini gösteriyor, muhteşemdi…

 

Meltem Özlevent (Gülnaz) ise evin her şeyidir, annesinin yerinde çalışan ev yardımcısı rolünde ama o sahnede olması gereken ne varsa sahnede olmasını sağlayandır, eşyaları hareket ettirmektedir, o olmazsa belki sahnede bir şeyler aksak kalacak gibidir… Mimikleri ile dikkatleri üzerine çekiyor…

 

Hakan Dönertaşlı ise gerçek torun Hakan rolündedir… O uyuşturucu kullanan, kriminal bir genci canlandırmaktadır, sahneye ikinci perdede çıkmaktadır, oyunun düğümlenmesi ve çözülmesi sürecinde en önemli rolü canlandırmaktadır… İlk sahneye girdiğinde sanki role pek uymamış hissi uyandırsa da (elbette benim gözlemim) oyunun ilerleyen saatlerinde o rolü yönetmenin istediği şekilde hayat verdiğine şahitlik ediyoruz… Oyuna sonradan dahil olunca, yıllardan beri akan oyunun yarattığı atmosfere uyum süreci yaşaması doğaldır, oyuncular değişir ama oyun devam eder söylemine hayat verdiğini gördüm…

 

Mehmet Selin Sağdıç (Mahir rolünde) için ayrı parantez açmak gerek çünkü oyunun ruhunu oyun başlarken vermektedir. Usta bir pandomim sanatçısını ve ustalığını sahnede göstermektedir. Oyunun ilk adımı hep zordur ama o ilk adımı öyle bir atıyor ki, oyunun nasıl akacağınızda belirtiyor gibidir, her oyuncuya sanatını aktarmış bir sihirbaz görevi görmektedir…

 

Kahkahası bol, alkışı hiç eksik olmayan bir oyunu seyrettik, sanırım uzun seyretmeye de devam edeceğiz…

 

Nedim Saban usta bir tiyatrocu, seyircinin nerede yakalayacağını çok iyi bilen, hangi oyuna kimler can vereceğini önceden hesaplayabilen usta bir yönetmen aynı zamanda işletme sahibidir. Yeteneklerinin arasına bir de akademisyenliğini katmış olsa da, hani derler ye her parmağında bir yetenek... Onun tiyatrosu yıllardır uzun soluklu oyunlara imza atıyor, tiyatro tarihi onu ayrı bir konumda yazmaya devam edeceğini düşünüyorum, çünkü zamanı, ruhunu ve o oyuncuları iyi tanıyan bana göre büyük bir yönetmen diyebilirim…

 

Şu ana kadar sahnenin olmazla olmazları ışıktan ve dekordan bahsetmeyi unuttuğumu düşünmeyin, çünkü ışık olmazsa oyun olmaz. Işık tiyatrodur, sahneden ışık seyirciye yansımazsa oyun olmaz, sadece karanlıkta ses, seslerde ışığı taşır, eğer gerçek zifiri karanlık ortamda oyun sahneleniyorsa...

 

Işık ve ses oyunculara büyük destek sunarken sanki benim izlediğim sahnede (Trump Sahne) eşyalar fazlalığı gibi geldi. Çünkü sahne küçük kalmıştı, elbette her materyalin bir işlevi var sahnede ama hepsi olmasa daha mı iyi olurdu, yerleşik sahne olmayınca elbette oyun sürekli turnede olunca daha işlevsel gereğinde çıkarılan eklenen materyaller olması gerekli...  Beni gerçek anlamda rahatsız etmedi ama pratik çözümler bulunabilirdi, eşyaları taşıyan emekçileri düşününce… Kolay değil sahne sahne kırmadan, dökmeden o kadar eşyayı taşımak, deposunu bulmak… Sahnede yer alan ağaç gövdeleri sanki bir video görüntüsü ya da slayt ile sahne arkasında olan perdeye yansıtılabilinirdi, o ağaç gövdeleri oyuna büyük bir katkı sunduğunu göremedim.

 

Emeği geçenlere bir bir teşekkür ediyorum, iyi ki varsınız, iyi ki bu oyunu bu zamanda sahneye koydunuz, sayenizde bu kadar karanlık, buhranlı bir zamanda yüzümüzü gülümsettiniz ve sayenizde birazda küflenmiş gri hücrelerimize enerji verdiniz, canlandırdınız...

 

İsmail Cem Özkan

 

 

Ağaçlar ayakta ölür

Yazan: Alejandro Casona

Çeviren: Nedim Saban

Yöneten: Nedim Saban

Işık Tasarımı: İsmail Sağır

Dekor Tasarımı: Cihan Acar

Kostüm Tasarımı: Sadık Kızılağaç

Yapım Sorumlusu: Birnil Sarıkaş

Yönetmen Yardımcısı: Yusum Kerem Orak, Erdinç Doğancı

Oyuncular: Nevra Serezli, Nuri Gökaşan, Önder Atakanlı, Meral Asiltürk, Meltem Özlevent, Hakan Dönertaşlı, Mehmet Selin Sağdıç

15 Aralık 2022 Perşembe

Hak, hukuk, adalet!

Hak, hukuk, adalet!

 

Siyaset ve hukuk ilişkisi, hukuk yani medeniyet oluşturulduğundan bugüne kadar iç içe geçmiş bir ilişki bütünüdür.

 

Güç, hukuku belirlemiştir.

 

Hukuk, güçlü olanın hakkını savunur hep ama göreceli olarak eşitlikten bahseder. Hukukta eşitlik ve adalet yoktur, çünkü güç kiminse onun hakkını korur ve kollar... İstikrar için üretilmiştir hukuk, istikrar ancak güçlü olanın çıkarı korunduğu sürece vardır... İstikrarın bozulduğu dönemlerde devlet geleneği ortaya çıkar, devletin varlık sebebi; her zaman hakim sınıfın çıkarını korumaktır... Hakim sınıfın çıkarı, hukuka bakışı ve yorumlamayı ortaya çıkarır...

 

Her otokrasi yönetimde hukuk kuralları vardır ama genelde liderin çıkarı ve onu koruyan atmosfere uygun olarak bir bakış açısı hakim olur. Kurallar öyle bir yorumlanır ki, aslında olmayanı olur yapar ve o olur her zaman hukuk kurallarına uygundur. Hukukun olduğu yerde adalet değil, çıkardır belirleyici...

 

Adalet kavramı da elbette görecelidir, kime göre adalet?

 

Hukuk kuralları eşitlik kazandırmak ve sınıflar arasında çıkan çatışmada adalet kavramı ile yorumlanır. Hukuk maddelerinin uygulanması adalet beklentisine cevap vermesi gereklidir ama o beklenti yani kamuoyu ve otokratik sistem içinde çatışmaya neden olur.

 

Sistemin devamı için hukuk maddeleri öyle bir uygulanır ki, Peru örneğinde olduğu gibi lider darbe girişimi yapıyor diye başkanlık koltuğundan alınabilir, çünkü iktidar bir güç savaşıdır ve güçlü olan, güçsüzleşeni koltuğundan alır ve o hukuk kurallarına uygun olarak meclis kararı ile desteklenir...

 

Amerikan senatosu baskını ve sonraki süreç hukukun nasıl yorumlanacağına örnektir... Seçimi kaybeden eğer kazanmış olsaydı dava açılmayacaktı, kaybettiği için soruşturmaya uğradı ama Amerikan sistemi için gerçek tehlike oluşturmadığı için dava zamana yayılarak kaybeden liderin kamuoyundan uzak münzevi yaşama katılacağı beklentisi oluşmuşken tersi oldu... Bu durumda “çok gizli” dosyaların evinde bulunduğu iddiası ile ev baskını filan oldu, kısaca bir gözdağı verildi. Sistem kendi içinde bu süreci hukuk kurallarına uygun yerine getirecektir, çünkü gelişen faşizm hareketini karşısına almak yerine, arkasına dolanarak onun için oluşmuş ortamın yok edilmesi için bir çaba söz konusu gibi gözüküyor...

 

Otokratik ülkelerde ise lider iktidarda kaldığı sürece liderin arzuları ve çıkarı hukukun yorumlamasını belirleyecektir. İran örneğinde olduğu gibi, var olan yasaları uygulamak değil, ihtiyaca cevap verecek olan baskıları daha görünür kılmak adına -idam kararları alan hakimleri ile- sokağa çıkmışları evine korku ile kapatmayı stratejik bir yol olarak seçmiş durumda... Kısaca, orada hakimler yasalara değil, iktidarın beklentisine cevap verecek şekilde kalem kırıyor...

 

12 Eylül sürecinde bizde hukuk gerçek anlamda sorgulanmadı, çünkü hakimler verdikleri kararlardan dolayı ne sorgulandılar ne de toplum içinde vicdanen yargılandılar. Kararlar darbeci generallerin gönderdiği niyet mesajlara uygun “bir ondan, bir bundan” diyerek kalem kırma yarışına girdi, gerekli istikrar sağlandıktan sonra idamlar durdu! İdamların en sonuncusunda generallerin üstü kapalı olarak desteklediği sivil hükümet zamanında oldu, meclis karar aldı ve uygulandı...

 

Hukuk, adaleti toplum içinde yayma gibi bir görevi yoktur, toplum içinde güç dengeleri nasılsa hukuk ona göre adaleti dağıtır... Greve giden işçiler ülkenin “stratejik” çıkarına aykırı görüldüğü an grevleri yasaklanabilir, çünkü burada belirleyici olan istikrardır, istikrarı bozan hakkında yasalar uygulanır, çünkü her duruma uygun hukuk maddesi aranırsa bulunur, olmazsa bir kararname ile oluşturulur...

 

Siyaseti belirleyen ülkedeki güç dengeleridir, eğer güç sermayenin elinde ise, iktidarı ve muhalefeti sermaye belirliyorsa, orada “öteki” kabul edilenlerin hakkı, hukuku, adaleti güçlü yanında yoktur... Güçlünün çıkarı önceliklidir ve adalet kavramına bakarken güçlünün çıkarına uygunsa adalet tecelli edilmiş olur...

 

Her toplum kesimin hakkı vardır ama hak güce göre değişkendir, oluşan ortama uygun olarak hukuk ve adalet ise altı boşaltılmış ve yeniden yorumlanmıştır.

 

“Hak, hukuk, adalet” gibi sloganlar aslında göze, kulağa hitap etme dışında gerçek anlamda yaşam içinde karşılığı yoktur... O yüzden güçlü olan istediğini kurallara uygun olarak dayatır ve elde eder...

 

Kapitalist sistemde sermaye sahiplerine karşı gerçek dengeyi sağlayan işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı sistemden mücadelesi ile elde ettiği haklar, özgürlük ve adalet kavramını yorumlanmasını ortaya çıkarır. Günümüzde gerçek anlamda işçi sınıfının yaygın ve güçlü bir örgütlenmesi olmadığından dolayı iktidar ve muhalefet el birliği ile kapitalist sistemin çıkarına uygun olarak toplum ve algısı belirlenir, hukuk ve adalet beklentisi ona göre dikte edilir.

 

“Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!” diye haykırmanın birincil koşulu işçi sınıfının örgütlü güç olması ve iktidara yürüyor olmasıdır. Aksi halde; giden, geleni aratmaya devam eder. Yakın tarih bize Abdülhamid ve onu iktidardan alan İttihat ve Terakki Partisinin yaşattığı acıları anlatır. Mücadele eden iki taraf aynı sınıfı temsil ettikleri ve aynı/ benzer olduğu sürece; muhalefetin iktidara gelmesi, iktidarın gitmesi sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, özgürlük, adalet gibi kavramların altı boşaltılıp yeniden doldurdukça; ne öteki, ne işçi sınıfının ne de ötekilerin özgürlük alanı genişletir, aksine daraltır.

 

12 Eylül öncesi çok sevdiğim bir slogan vardı, “Faşizme ölüm, tek yol devrim!” …  

 

Zamanında atılmayan sloganların, o sloganı taşıyacak örgütlenme olmadığı sürece, Karagöz- Hacivat gölge oyunu tarihte olduğu gibi güncellenerek oynamaya devam eder!

 

İsmail Cem Özkan 

 

11 Aralık 2022 Pazar

Tartuffe

Tartuffe

 

Moliere tarafından yazılan, Orhan Veli Kanık tarafından tercüme edilen ve Yiğit Sertdemir tarafından günümüze uyarlanan bir klasiğin şehir tiyatrolarında sahne almasına sevindim…

 

İnsanlık, tarihi birikimlerden oluşur. O birikimleri insanlık sanata aktararak ölümsüzleştirmektir. Sanat geçmişi bugüne taşırken yarına da mesaj verir, çünkü sanat insanlık tarihinin ya da birikimin en iyi iletkenidir…

 

Oyunu ben Kağıthane’de bulunan Şehir Tiyatrosunun Sadabad Sahnesi’nde seyrettim. Oyun henüz başlamadan tanıtım panosunda oyuncular, yönetmen, yazar ve çevirmene bakarken Orhan Veli ismini gördüğümde ister istemez kafamın içinde günümüz şairlerin isimleri geçti, kaçı tiyatro eseri, kaçı klasik bir eseri tercüme etti diye… Bir zamanlar şairler çok dilliymiş, dilimize kazandırılan birçok şiirin altında önemli şairlerimizin isimlerini gördükçe, şairi ancak bir şair iyi anlar, onun tercümesi şiirin ruhunu yakalamıştır diyerek daha dikkatli ve daha özenli okurum. Şair bir tercümandan okuduğum şiiri, bir tercümanın tercüme ettiği şiire göre daha duyarlı olduğunu ve kelimelere daha dikkatli anlamlar yüklediğini peşinen kabul ederim ve benim o şiirden keyif almamı, daha iyi anlamamı sağladığını hep düşünmüş ve görmüşümdür…

 

Şairler, şiirlerine insanlığın en süzme birikimini alır ve o yoğunlukta yarattığı imgeler ile bize kocaman bir geçmişi küçük bir kelime ve cümle içinde verir, şairler insanlığın birikimini taşıyan işçilerdir…

 

Şairin tercüme ettiği bir oyunda şairin şiirlerinin müzikalleştirilmesi oyuna yapılmış en güzel/büyük katkı olarak düşündüm. Düşünenlerin, besteleyenlerin ve ses verenlerin emeğine sağlık demeden duramayacağım.

 

Oyun yazıldığı zamanda kralın büyük tepkisini çekmiş olacak ki hemen yasaklanmış. Yasak üzerine yazar hemen bir iki düzeltme yapmış yeniden sahneye koymuş ama yine yasaklanmış. En sonunda yazar, kralın rahatsız olduğu bölümleri yeniden yorumlamış. Bu yeni yorumda okuyucusuna, izleyicisine üstü kapalı mesaj akıcı şekilde devam eden oyun öyle bir yerde kesilir ki, artık bundan sonrasını siz kafanızda oluşturun der, var olan sansürü öyle bir betimler ki, sansürcü bu açık itirafı sansürleyemez! Oyun olması gibi değil de sessizce biter, sessizlik sansürü anlatır. Yazar, bu sayede oyunun başından geçeni yine kendi oyununda sessizce ifade ederek, gelecek nesillere kara lekeyi sessizce oyunun içine giydirmiş. 14. Louis’in sansürcü tarafını Moliere tarafından tarihe not edilmiştir.

 

Üzerinden yüzlerce yıl geçtikten sonra, yazıldığı günkü kadar güncel hali ile birçok sahnede hayat bulmaktadır. Sanatçılar her zaman bir yolunu bulur söylemek istediğini söyler, var olan tüm sansürlerin delinecek tarafını bulur, o delikten akar gider sanatçının eser.

 

Sahne konuşur…

 

Sadabad Sahnesi'nde oyunu izlemek için kapıların açılmasını bekledik, 15 dakika kala kapılar açıldı, yerimizi alırken sahneye gözüm ilişti, nasıl ilişmesin ki, kiliseyi anımsatan bir dekor zeminin 10 derecelik bir eğim üzerinde, asansör, merdiven, kapılar ve koltuk ile bizi karşılıyor… Hemen sahnenin yan tarafında müzisyenler için ayrılan bir alan, kısa bir süre sonra yerlerini alacak, aletleri orada duruyor…

 

Canlı müzik varsa oyun tanıtım broşürünü benim gibi okumadan girenler için müzikal imgesi hemen veriyor… Genelde gittiğim oyunların tanıtım broşürünü önceden okumam, çünkü ben seyrederken broşürün benim bakış açımı etkilemesini istemem, önyargı ile izlediğim birçok oyundan keyif alamadığım için genelde oyunun adı dışında bilgi almadan oyuna giderim, çünkü sahnede olan bana bir şey anlatmasını isterim. Sahne konuşur, ben ise o konuşmasından bir şeyler anlarım ve daha sonra o anlatılanları kafamın içinde yorumlarım…

 

Bu oyunda da aynı yolu izledim, sadece adını biliyordum, hangi sahnede, saat kaçta olduğunu biliyordum. Bir de bu oyun için yönetmenin adını biliyordum, çünkü geçen haftalar içinde gittiğim başka bir oyunu da yönetmişti, şehir tiyatrosundan arkadaşlarım “bu oyunda farklı bir bakış açısı bulacaksın, mutlaka gör” dediği için öne alıp gittim. Elbette her yönetmenin belirli bir anlayışı ve bakış açısı vardır, sahneye koydukları eserlerin hepsinde bir ortak yön bulabilirsiniz, eğer yönetmeni iyi tanıyorsanız…

 

Yiğit Sertdemir, kendisine çok iyi bir kadro kurduğunu tiyatro fuayesinde panoya bakarken hemen anlamıştım, daha önce birçok oyunda imzalarını atan ustalar vardı…

 

Barış Dinçel, dekorları her zaman dikkatimi çekmiştir. Barış Dinçel ustalığını sürekli gösteren ve sahnede seyirciye ilk merhaba diyen dekorları tasarlayandır. Onun tasarımında genelde oyunun özüne inen, oyuncuların daha rahat hareket etmesini sağlayan dekoru / mobilyaları öyle bir yerleştir ki, sanki o sahnede o materyaller hep oradadır ve o oyunun bir parçası gibi algılarız... Onun tasarımında oyunun ruhunu yakalayabilirsiniz, sessizce arkada ya da oyuncuların arasında duran her materyal sessizce seyirciye bir şeyler fısıldar…

 

Işık oyuncuyu büyütür…

 

Dekoru öne çıkaran sahnede ikinci unsur ışıktır. Işık oyuncuların hareketlerini daha görünür kılar, aynı zamanda oyuncunun sesine ses katar, eğer ışık oyuncuyu yeteri kadar aydınlatırsa, çünkü sese eşlik eden mimiktir. Mimikler seyirci tarafından görülmesi gereklidir, o mimikler oyuncuyu diğer oyunculardan ayırır ve oyunun akışına oyuncunun kendi imzasını atar. Her oyuncu yönetmenin istekleri dışında oyuna kendisinden bir şey katar… Kemal Yiğitcan birçok oyunda tasarımını gördüğüm ustalardan biridir, fakat bu oyunda neden sahnenin birçok alanı oyuncuları izlerken karanlık ya da oyuncunun yüzünde gölgelerin oluşumuna sebep verdi anlayamadım, belki yönetmen öyle dediği için, belki sahne değiştiği için oyuncu planlanan yerde olmadığı için oldu diye düşündüm… Oyunun bir çok sahnesinde oyuncunun biri aydınlıktayken, diğerine göre karanlıkta/ gölgede kalması acaba bir tercih mi, yoksa teknik imkanın o sahne için yetersiz olması mı?

 

Dekor ve ışık ile birlikte sahnede olmazsa olmazı müziktir. Müzik seyircinin sahneye olan dikkatini artırabilir ya da sessizlikten kaynaklanan boşlukta düşünmesine sebep olabilir. Müzik seyircileri yönlendirirken aynı zamanda oyuncuları da yönlendirir. Müzik bir oyunda akışın olmazsa olmazıdır, monotonlaşmasını ortadan kaldırır, cümlelerin gücüne güç katar, gerekli olan mesajın daha rahat seyirciye ulaşmasını sağlar…  Bu oyunda canlı müzik, müziğin zaman zaman daha gür çıkmasından kaynaklanan sahne içinde olan ama seyirciye ulaşmayan diyalogları kapattı. Müzik öyle bir perdeleme yaptı ki, oyuncunun müzik eşliğinde vurguladığı birçok cümle ne yazı ki müziğin perdesi altında yok olup gitti, elbette tüm oyun boyunca böyle olmadı ama bazı sahnelerde cümleler sahnede söylendikten sonra, yine söylendiği yerde kalmasına sebep oldu… Bu arada Emrah Can Yaylı Orhan Veli Kanık şiirlerini öyle bir güzel oyuna uyarlamış ki, o müzikler sanki yüzlerce yıl o oyun içinde söylenmiş hissi uyandırıyor…

 

Müzik olurda koreograf olmaz mı, Özge Midilli imzasını görüyoruz. Oyuncu sanki doğal hareketi gibi geliyor, her oyuncu sahnede öyle eşgüdümlü hareket ediyor ki, müzikalin keyfine doyum olmuyor…

 

Eylül Gürcan imzasını ise kostümlerde görüyoruz. Dekora, müziğe muhteşem uyumu yanında oyuncuların hareketlerini zorlaştıran herhangi bir fazlalık yok gibi... Tartuffe üzerine giydirilen kıyafetlerin üst üste olması oyunun son perdesinde ilerleyen zamanlarda anlıyoruz, dincilik kıyafeti çıkınca, Tartuffe gerçek duyguları ile çıplak olarak sahnede yerini alır. Gerçek yüzü kıyafetlerin çıkarılması ile eş değer görülmüş… Çok sevdim açıkçası, kıyafet oyuna öyle bir katkı sunmuş ki, sözün üzerine görsel bir vurgu eklemiş…

 

Teknik boyutunu yazdık, peki oyuncular; oyuncular üzerlerine düşen görevi tam yaptıklarını düşünüyorum, oyunda dikkati çeken roller; Tartuffe, Orgon, Dorine, Mariane, Elmire, Cléante üzerine oturduğunu görürüz. Elbette bu rollere hayat veren oyuncular sahnede daha görünür olurken, arkada kalan, daha doğrusu gölgede kalanlar da oyuna katkıları yadsınamaz, her bir oyuncu üstlerine düşeni çok iyi yerine getirdiği için oyun başarılıdır… Nilay Bağ, Bennu Yıldırımlar, Naci Taşdöğen, Tolga Yeter elbette daha öne çıkıyor… Oyunun yazımından kaynaklanan bir tercih söz konusudur, karakterler yerine tip ile uğraşır klasik tiyatro, klasik tiyatroda tek tek birey değil, değişmez evrensel insan tipi öne çıkarılır. Oyunun yazıldığı dönemdeki anlayışta insan ve yaşam gerçekliği ancak böyle verileceği inancı hakimdir. Oyunda yaşanan iç çatışma karakterin kişiliğini değiştirmez,  yediği kazığa rağmen Orgon hep aynıdır, dünyaya aynı şekilde bakar, göz ile gördüğü halde Tartuffe arasına mesafe koymaya zorlanır. Dönemin bakış açısı bugüne göre çok değişiktir ama seyirci bu ayrım yapmak yerine günümüze doğru yapılan göndermelere daha fazla ilgi duyduğunu gördüm.

 

Oyunu sahnede bir bütün olarak izlememize, birbirinden değerli ustaları oyunun ekibine alarak bu kadar güzel yorumu sunan değerli yönetmen Yiğit Sertdemir’e öncelikle çok teşekkür ederim. Bu zamanda, bu kadar güzel bir oyunu kendi yorumu ile sahneye taşıdığı için, elbette buna izin veren Şehir Tiyatrosu yönetimine de ayrıca teşekkür etmek gerek…

 

Tartuffe din kisvesi altına gizlenmiş sahne bir dincinin bir inancı yüksek olan ama işini bile bir aile reisini dolandırması hikayesi. Yazıldığı zaman Fransız devrimi süreci ve o süreç içinde kilisenin gücü ve kralın hakimiyetine karşı oluşmakta olan burjuvazinin trajikomik hikayesi… O hikayenin günümüze uyarlanması ve günümüze dair göndermeleri seyirci tarafından alkışlar ile karşılandı, her dokunuş seyircinin alkış ile refleksini gördük. Oyun boyunca seyirci bol bol alkışını sahneye göndermekten, oyuncuların ince göndermelerini hemen alıp algılamasını görmekten büyük mutluluk duydum.

 

İsmail Cem Özkan

 

 

Tartuffe

 

Yazan: Moliere (Jean-Baptıste Poquelin)

Çeviren: Orhan Veli Kanık

Yöneten: Yiğit Sertdemir

Dekor Tasarımı: Barış Dinçel

Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan

Müzik: Emrah Can Yaylı

Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan

Efekt Tasarımı: Serkan Yavşan

Koreograf: Özge Midilli

Dekor Uygulama: Sırrı Topraktepe

Kostüm Uygulama: Aynur Duran Kopuz - Sibel Usanmaz

Yardımcı Yönetmen: Tolga Yeter

Reji Asistanları: Hazal Uprak - Özge Kırdı - Damla Cangül Yiğit

Oyuncular: Bennu Yıldırımlar, Emre Şen, Gürkan Başbuğ, Mehmet Soner Dinç, Murat Garipağaoğlu, Naci Taşdöğen, Nilay Bağ, Özge Kırdı, Semah Tuğsel, Tolga Yeter, Yeşim Koçak, Zeynep Göktay Dilbaz

Fazla bir şey değişmedi…

Fazla bir şey değişmedi…

 

Millet kavramı Osmanlı zamanında cemaat anlamında kullanılırdı, uluslaştıktan sonra da aslında millet cemaat anlamına kullanılmış ama üzerine ulus içeriği giydirilmeye çalışılmış... Fakat Milli Parti, Milli Gazetede kullanılan anlam aynı inancı taşıyanların cemaati, yani birliği anlamında kullanılmaya devam etmiş, çünkü ümmet bir millet kavramını içerir, aynı inanca sahip farklı ırktan insanların birliği...

 

Peki, ulus devlet olunca biz neden milletten uluslaşamadık?

 

Bu sorunun yanıtı üzerine oturduğumuz Osmanlı devlet anlayışında yatar, çünkü biz çok uluslu, çok dilli, çok mezhepli, çok ten renginden oluşan bir imparatorluktuk, imparatorluğun temel düşmanı Şii ve Alevilerdir, onun dışında sırasıyla Gayrimüslim gördükleri Hristiyanlar ve en sonunda da Yahudiler yer alırdı...

 

Adı dışında değişen bir şey olmadı; aynı, aynı olarak kaldı…

 

Ulus devlet olunca temel düşmanlar aynı kaldı ama millet gördükleri aynı inanç yani Sünni İslam anlayışı da aynı kaldı. Devlet aynı devlet, saygı duyulan bayrakta bir kaç küçük değişiklik yapıldı, milli marşı değiştirildi, onun dışında her şeyi ile aynı, ama en önemli ayrılık halife ve padişah unvanı olanlar devletin başından atılıp, artık sorun çıkarmayacak bir cumhurbaşkanı konuldu... Ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymadı; tek adam anlayışı da değişmedi. Koltukta kim oturursa otursun lider hep lider kaldı, her şeyi yönlendirmeye ve itaat beklemeye devam etti.

 

Ülkemizde demokrasi kavramı sözde oldu ama pratikte hiç olmadı.

 

Bizim ülkenin tüm liderleri otokrattır, o yüzden sağı da solu da, devrimcisi de şeriatçısı da aynıdır, kısaca, bizde değişen bir şey yok.

 

Millet, millet olmaya, (köylü milleti gibi…) yani sesi çıkmayan verilen görevi olduğu gibi yapan, koyun sürüsü gibi davranış sergileyen; millet başkaldırmaz! Millet, verir vergisini “devlet babasından” gelen her türlü tacizi, tecavüzü, baskıyı, sopayı peşinen kabul eder, çünkü babadır bu; ne demek ona başkaldırmak, onun başı kalkınca başını indirecek her türlü tecavüzü sessizce kabul edilir... Sonuç olarak millet; başkaldırmayandır.

 

Ulus kavramı ise öyle mi?

 

Ulus devleti sorgular ve devlet içinde soyulmaya müsait alanları bulur ve oradan kendi cebine hortum bağlar... Devlet sermaye biriktirmek için istikrar oluşturan ve sermaye birikimi yaratarak emperyalist olmayı hedefler. Modern lafını giydirilmiş sömürü; ulus devleti kimi sömürür? Sorunun yanıtını yaşantımızdan da görürüz; kendi milletini ve ecnebileri, yani kendisinden olmayan herkesi...

 

Biz ulus devleti olamadık diyemeyiz, çünkü kendi ulus sermayemizi oluşturmak için içimizde olan Yahudileri, Hristiyanları ve Alevilerin her şeyine çöküp aldık, alamadıklarımız ise görüntüseldir, onların ciğeri elimizdedir... Yani, devletin gücünü elinde tutan istediği sermayeye çöker ve istediğini alır, hepsi de yasalara uygundur. O yüzden maliye müfettişleri vardır, onlar olmazsa zaten çökmenin yasal boyutu olmazdı...

 

Ulus devletinde devletin elinde olan her kurum gerek olursa silaha dönüşür, çünkü devlet kendisini kurumları ile savunur... Devlet olmanın birinci koşulu kendisini savunacak kurumlar oluşturmak ve bireylerden bağımsız, onların üzerinde hükümdarlık kuran bir mekanizmadır.

 

Milletten ulusa evirildik ama bizim yaşantımızda fazla bir şey değişmedi, yine maraba, yine cahil, yine elinden ekmeği alınan olarak kaldık…  Ama bir şey değişti, tarihe bakış açımız değişti, ulus devleti öyle bir insan yetiştirdi ki, resmi tarih dışında olanı reddetmek ve resmi söylemi geliştirenlere karşı nefret söylemi geliştiren bireyi oluşturdu…

 

İsmail Cem Özkan

 

9 Aralık 2022 Cuma

Haber, her zaman haber değildir!

Haber, her zaman haber değildir!

 

Timur Soykan Birgün Gazetesinde/ Halk TV’de haber yaptı, gündem oldu. Gerçi daha önce uyuşturucu konusunda da birçok haber yaptı ama bu kadar popüler ve gündem olamadı! Siyasi iktidar, seçim stratejisine uygun gördüğü zamanda bazı haberleri gündeme taşıyarak, kamuoyunda gerek duyduğu kadar nefret söylemini geliştiren atmosfer yaratarak kendi seçmenini arasında “safları” sıkıştırarak, muhalefetin birliğini parçalayacak bir ortam oluşturur.

 

Haberciliğin iki yönü vardır, bir gazeteci refleksi olarak önüne geleni değerlendirmek, ikincisi siyasi olarak olaya bakıp zamanı gelince haberi patlatmak! Elbette bu ikincisi gerçek anlamda örgütlü bir medyada çalışıyor olmak ve arkasında siyasi güç olması gereklidir, aksi halde nice haberlerde olduğu gibi bomba gibi patlayacak ve günlerce gündem olacak haberler hiç bir ses bile çıkarmadan yayınlandığı an unutulur! Siyasi güç elinde gücü kullanarak hangi haberin patlayacağına ve hangisinin sönümleneceğine karar verebilir.

 

Siyasette gündemi tutan ve yönlendiren her zaman başarılı sayılır...

 

Bizler seçim sürecine girdik, seçim sürecinde iktidarı başarısı muhalefeti parçalamak ve en az oyu alsa dahi çoğunluğu alıp koltukta oturma süresini uzatmaktır... Seçim sürecinde önemli olan gündem oluşturmak ve kamuoyunu ihtiyaca göre yönlendirmektir. Hangi haberlerin bomba yapacağı hangisinin sönümleneceğine gündemi değiştiren karar veren başarılı sayılır...

 

Birçok haber Déjà vu (dejavu) etkisi yaratır.

 

Eski haber yeni gibi sunulur, eskiden yayınlandığı zamanlarda olduğu gibi haber küçük bir çevre içinde tartışılır, beklenen tepkiler verilir ve kısa süre içinde yokmuş gibi olurdu. Ve unutulurdu ama aynı haber öyle zamanda tekrar ya da benzeri yayınlandığında siyasetin cepheleri içinde karşılık bulur ve karşılıklı nefret söylemi öyle geliştirilir ki artık nefret linç kültürüne dönüşür… Yazılanlar aynı ama haberin okunması ve yorumlanmasını belirleyen siyasi atmosferdir.

 

Haber, her zaman haber değildir!

 

Timur Soykan'ın yaptığı haber aslında hepimizin bildiği bir olgudur. Yıllardır çocukların evlendirildiği, satıldığı, onların üzerinden siyasi ya da tarikat içinde güç dengesi oluşturulduğu bir gerçek. Siyaset içinde olan ister tarikat, ister cemaat her sivil toplum örgütünde ya da kurumunda güç kavgasında akrabalık ilişkisi önemlidir. Kızlar birer “Truva atı” gibi kullanılır... Güç ne zaman kullanılacağı belli olmaz, yeter ki postta ve koltukta oturmaktır, kızların ne düşündüğünün hiç önemi yoktur, onlar erkekleri eğlendirmek ve güç savaşında alınıp satılan ya da “berdel” şeklinde evlendirilen olmalıdır...

 

Kız çocuklarına bakış erkek dünyasında belli olmasına rağmen, muhalefet siyasetini belirlerken kız çocuklarını gündeme getirerek olmaz. Bel altından oynana oyun genelde iktidarın işine yarar, kızların sorunları ortadayken, kadınların haklı mücadelesi sürekli polis gücü ile bastırılmaya çalışılırken, kadın cinayetleri arkasında siyasi bir destek varken seçim sürecinde gündeme gelmesi, iktidarına arayıp da bulamadığı nimettir.

 

Siyaset bazı dokunulmaz alanlar yaratır ve o alanlar bazı siyasi çevrenin taraftarlarını tutmak ve saflarını sıkıştırmak için kullanır. Her seçim öncesi yaşanan cepheleşmede iktidar ve muhalefet bu dokunulmaz alanlarda oluşan hassasiyetler üzerinden kendi seçmenini karşı tarafa geçmesini engellemek ya da bağımsız kalmasını sağlamak için siyasi söylem geliştirir.

 

İktidarın uzun süre iktidardan kaynaklanan ve yaptığı hatalı siyasi kararların sonucunda eski gücünü kaybettiği b zaman da iktidarın ihtiyaç duyduğu haberler birden muhalif ya da yandaş medyada ortaya çıkar. Genelde ihtiyaç duyulan haberler muhalefet gibi gözükenlerin ve arkasında siyasi güç olmayan ama gazetecilik "refleksi" gösteren bireyler üzerinden yaptırılır. Haber yaptırıldıktan sonra yaratılan atmosferde siyasiler arzu ettikleri gibi bir söylem geliştirerek, aynı zamanda yuvarlak cümleler kurarak, kişinin bakış açısı ve içinde bulunduğu atmosfere göre anlamlar yüklenen cümleler ile haber birer silaha dönüştürülür. Haber sonuçta seçmeni arasında safları sıklaştırırken, muhalefet içinde "dokunulmaz" olan duygularına dokunulduğu için birden bu konuda "duyarlılık" ortaya çıkar ve kendi gibi düşünen yanında ya saf tutar ya da bağımsız kalarak sandığa gitmez, çünkü gelenlerin gitmekte olanlar arasındaki tek fark dine ve geleneklere bakış birden belirleyici olur...

 

Yaşadığımız seçim sürecinde rejim değişikliği konusunda sandık önümüzde olacak. Rejim değişmesi kapitalist ilişkinin yok olacağı anlamına gelmez, geleneksel siyasetin yo olacağı anlamına gelmez. Devleti tek adam idare etmeyecek 6 lider idare edeceği bir düzen kurulacak, çünkü liderlerin kararı tartışılmaz, sorgulanmaz, her şey sermaye içindir... sermayenin çıkarlarına bakış açısından kaynaklanan bir nüans farklılıkları ülkemiz içinde insanlara ne kadar özgürlük alanı yaratılacağı ay da yok edileceğini yaşayarak öğreneceğiz.

 

Seçim sürecinde bakalım kimler hedef olacak, kimler için kavgalar çıkacak kimler harcanacak? Sonuçta parası olan olmayana her şeyi yaptırır ve eli temiz olarak çıkar…

 

Seçim kampanyaları korku temelinde olduğu sürece, habercilerde bu korku temelini tetikleyecek haberler ile gündeme gelecek ve gerek olursa linçe uğrayacak…

 

Biz yine tekrarlayalım haberi yapan Timur Soykan yalnız değildir, dayanışmamız tartışılmazdır. Nefret söylemini durdurun, linç ortamını ortadan kaldırın!

 

İsmail Cem Özkan

 

6 Aralık 2022 Salı

Haiti, örnek bir ülke mi olacak?

Haiti, örnek bir ülke mi olacak?

 

Haiti'de devlet ortadan kalkarsa ne olur sorusuna yanıt alınıyormuş... Darbeler, Amerikan, Fransız istilası vb sorunlar ile boğuşurken Amerika yeni istila hazırlığı içinde olduğu saklanmıyor. Haiti yakında Amerika eyaletlerinden biri ilan edilirse şaşırmayın...

 

Haiti'de işgal için gerekli koşul olan vahşetin hakim olması, salgın hastalıkların doğal olması, ölümlerin sıradanlaşması, taciz ve tecavüzün günlük sıradanlaşması için devleti ortadan kaldırdılar. Bu sayede Amerikan işgaline karşı direniş baştan engellenmiş olacak...

 

Haiti çetelerin sınırlar çizdiği ülke konumuna gelmiş, her çete kendi devletini kurmuş, diğer çetelerin o sınırdan geçmesini engellemiş durumda, bu arada kendisini güçlü hisseden çete büyüme girişiminde bulunarak çatışıyormuş...

 

Emperyalistler işgal edecekleri ya da düşman ilan edecekleri devletleri öyle bir ortama atarlar ki, o devlet içinde insanlar bir birini boğazlar ama neden birbirini öldürdüğünü anlamaz...

 

Bizde öyle bir süreçten geçtik...

 

12 Eylül öncesi faşistleri yani bugün da görevinin başında olan Devlet Bahçeli'nin partisi Alevi, solcu, öteki olarak gördüklerine karşı saldırı başlattılar. Doğal olarak saldırı varsa direnişte olacaktı, oldu da…

 

68 gençliğinin temelini attığı anti emperyalist mücadelenin yerini anti faşist mücadele aldı. Yani muhalefeti anti kapitalist ve anti emperyalist mücadeleden uzaklaştırarak faşistlere karşı direniş ağının içinde olması sağlandı. Bu sayede liberalizmin ya da öteki söylem ile küreselleşmenin ulus devleti yok etmesi için ortam hazırlanmış oldu...

 

Anti faşist mücadele kapitalist sistem için tehlike değildir, çünkü çatışma ortamını ortadan kaldırın sorun çözülür, sistem kaldığı yerden devam eder...

 

12 Eylül sonrası mücadele pratiğinin neden daha sonraki zamanlara iletilememesinin en büyük nedeni anti faşist mücadele yapılmış olmasındandır, zaten gelişmekte olan solun elinde başka olanak sunulmadı, saldırıya karşı direniş ağı kurmaktan başka yapacakları olanak da yoktu. Onların hazırladığı zeminde onların istediği mücadele yöntemi içinde kalmışlardı, daha ileriye taşıyacak ne zaman ne de ortam vardı. 

 

Faşist MHP yine eskisi gibi solculara, Alevilere ve Kürtlere karşı saldırsalardı, doğal olarak karşı direniş oluşacaktı, fakat öyle bir şey olmadı, çünkü Devlet Bahçeli anlatımında “biz ders aldık, sokağa çıkmayacağız” dedi ve uluyan kurtlarının sesini kesti... Bu da anti faşist dalgaya göre bir gelenek oluşturanların zemin bulmasını ortadan kaldırdı...

 

Solun bir bölümü gidip Kürt şemsiyesi altına girip tabelada kalan varlıklarını korumayı seçti, bir bölümü ise düzenin sol gibi sunulan sağ partinin kuyruğunda en çok sallanan tarafı oldu...

 

Haiti işgal edilecek ve yeni oluşturulacak düzen içinde alınacak, alınacak her kararı halk büyük olasılıkla direniş göstermeden kabul edecektir, çünkü çeteleri yok etmek devlet kavramı içinde çok basit stratejide gizlidir...

 

Haiti'de yaratılan ortam aslında insanlık tarihi için çok şeyler anlatmaktadır. Gözden uzak tutulan bir adada, fırtına sonrası insanlık dramı olarak yansıyan ülke yansıttılar bize…

 

Haiti ilk kölelerin özgürlük mücadelesi yaptığı ve kazandığı topraklardır... Bu gerçek hiçbir zaman akıllardan çıkarılmaması gerekendir...

 

İsmail Cem Özkan