Galata Gazete


28 Nisan 2018 Cumartesi

Nora (Bir Bebek Evi)


Nora (Bir Bebek Evi)

Perdeler açıktır, sahne önceden düzenlenmiş ve seyircinin koltukları doldurmasını beklemektedir. Sessizce bekleyiş sahnenin içinde ikinci sahne olarak konumlanmış. Ayrı bir platform içinde bir salon gözükmektedir. Salona açılan ayrı bir koridor, dış kapıya doğru gidiş hissi vermektedir. O duvar yönünde dış kapıyı gören bir pencere ve pencere önüne birikmiş kar birikintisi hissi.

Salonun bir köşesinde çam ağacı altında hediyeler ile Noel kutlamasını beklemektedir. Noel ağacı gibi bizlerde oyuncuların salonda yerini almasını beklemeye ve başladık… Sessizlik olacak biraz sonra, oyuncuların sesi dolduracak salonu. Önyargısız ya da daha önceden okunmuş tanıtım broşürü etkisi ile önyargı bir bekleyiş…

Evin hanımı kapıyı çalar ve eve elinde hediyelik eşya kutuları ile girer. Evin kapısını hizmetli açmıştır. İlk anda o evin bir küçük burjuva evi olduğu izlenimi vermektedir. Mutlu bir aile tablosu içinde efendisine şirin gözüken bir kedi gibi olan evin hanımı aldığı hediyeleri eşine göstermektedir. Eski ile gelmekte olanın arasındadır. Ekonomik krizleri ortadan kaldıracak yeni bir görev, geçmişin acılarını ortadan kaldıracak ya da yüzleşme kaçınılmaz olacaktır. Her kırılma süreci belirsizlikler ile başlar, her şey beklenildiği gibi gitmeyebilir…

Ortada bir illüzyon vardır ve bizler bu illüzyonun içinde doğru yolculuğa çıkacağız. Nora’nın yönlendirmesi ile bakacağız olaylara. Onun gözünden onun hissinden… O bizi öyle bir şekilde yönlendirecek ki, olayların gelişim süreci içinde hangi olay hangi sonucu doğuracağını baştan hissetmemize neden olur ama sonuç bir sürprizi barındıracaktır. O sonuç ile yüzleşmek kaçınılmazdır, kaçınılmaz olanın gelişim sürecini ince ince işlenen bir kurgu ile bizi sürükleyecektir.

Nora ile kocası Helmer arasında ki ilişki oyunun başından itibaren farklı bir şeyler olduğu hissini vermektedir. Aralarında bir mesafe vardır, sahibinin küçük kedisine davrandığı gibidir. Bu arada dikkatlerden kaçmayan şey ise Nora hareket alanı sınırlıdır, hiçbir zaman eşinin odasına girmemektedir. Helmer misafirlerini odasında ağırlarken hiçbir görüşmesini salona taşımamaktadır.

Nora’nın bir sırrı vardır o sır yıllar sonra ortaya çıkacaktır arkadaşı onu ziyaret ettiğinde. İşsiz kalmış, annesini kaybetmiş arkadaşı Christine yıllar sonra onu bir Noel öncesi ziyaret edecektir. o ziyaret Nora’nın geçmişine kısa bir yolculuktur aslında. Babası ile olan ilişkisi ve eşi ile olan ilişkisinin saklanan sırrı ortaya çıkacaktır. Nora’nın babası ve eşi ile olan ilişkisinde paralele olan davranışlar ortalığa serilecektir.

Babaların kızları ya iyidir ya kötüdür. İyi kızlar sessiz, itaatkar, sadık ve fedakardır. İyi kızlar kuralları çiğnemez, yalan söylemez, babasının istemediği şeyleri yapmaz. Babası kızında bu özellikleri arar ve takdir eder. İyi kızlar büyüdüklerinde de koca evinde aynı biçimde davranmalıdır.

Baba evinde öğrendiğini koca evinde de devam ettirecektir. O babalarının ve kocasının sevdiği uysal bir kedidir. Aslında o kafes içinde yaşayan bir kuştur. O kafesi parçalamak için hiçbir şey yapmamıştır, sadece öğrendiklerini hayatına uyarlamıştır. Düşünmemiş ve sorgulamamıştır.

Babasının son günleri başlarına kötü bir şey gelmiştir, kocası güney ülkelerinin birinde tedavi görmesi gerekmektedir ve paraları da yoktur. Babasından aldığını söylediği bir borç ile o doktorların söylediği yere gitmiş ve kocasının sağlığına kavuşması için her türlü özveriyi göstermiştir.

Christine bu tedavi sürecinde borç olayının aslını öğrenecektir, çünkü Nora arkadaşından sır saklayacak değildir, Christine’nin kışkırtası karşısında savunmaya geçerek gerçeği açıklar. Aslında borcu babasından değil bir tefecilik yapan Krogstad almıştır.

Olaylar geçmişte tanışmış olan bu bireyleri bir Noel öncesi yeniden karşılaştıracak ve yüzleşme Nora için kaçınılmazdır.

Helmer yeni görevi banka yöneticiliğidir. İlk iş olarak çalışma arkadaşlarını belirleyecektir. Yıllar öncesinden tanıdığı ve hoşlanmadığı Krogstad’ı işten çıkarmak ile işe başlamak istemektedir. Fakat yerine kimi alacağı henüz belli değildir. Nora’nın arkadaşı Christine bu işe talip olur ve Nora’nın istemesi sonucu Helmer’den oluru alır.

İşten atılacağını öğrenen Krogstad bu girişimi önlemek adına Nora ile konuşmaya gelir ve aba altından sopa gösterir. Aralarında ki sırı açıklayacaktır. O sırda başka bir sır da vardır, çünkü babası adına imzayı Nora atmış ve babasından öğrendiği tüm öğretileri çiğnemiştir. O artık “iyi” kız değildir. Kocasının “iyiliği” için öğretilerini çiğnemiştir. Bu bir tür yalandır, kocasının ardından iş çevirmektir. Ama böyle söylenmesi ve yapılması gerekmiştir.

Nora yasalar karşısında suçlu olabileceğini hiç düşünmemiştir. Ama Krongstad ile konuşmasında bu gerçek ile karşılaşacaktır. Nora, aslıda sadece kocasının iyiliğini düşünen bir eş olarak doğru yaptığını düşünmektedir; böyle bir durum karşısında yasaların onu cezalandırma olasılığını da anlayamayacaktır.

Yaptığının ortaya çıkması olasılığı karşısında önce intiharı düşünse de daha sonra kocasının kendisini kurtaracağına inanır; fevkalade bir şey olacak ve kocası tüm suçu üzerine alacak diye umut etmektedir.

Evlilikleri boyunca ciddi hiçbir şeyi paylaşmamış olduklarını kocasının tavrının beklediği gibi olmayacaktır. O kocasının gözünde evindeki porselen bebeklerden ve hatta kendi çocuklarından hiçbir farkı olmadığını anlayacaktır –aslında, babasının oyun evinden kocasının oyun evine transfer olmuştur. Bir erkeğin elinden başka erkeğin eline düşmüş bir oyuncak gibi hissetmektedir.

Kurgu içinde iki ayrı kadının yaşamı da Nora’nın gerçekliğine bir ayna işlevi görecektir. Birisi dadısıdır, diğeri arkadaşı Christine’dir.

Dadı, kendi kızını bırakıp Nora’ya annelik etmek zorunda kalmıştır. Christine kendi seçtiği erkekle değil, annesine ve erkek kardeşlerine bakacak koşulları sağlayacak bir erkekle evlenmiştir. Eşi öldükten sonra da çalışmak zorunda kalmıştır. Sevdiği adam olan Krogstad’ı bulmak umuduyla gelmiştir aslında Nora’nın yaşadığı şehre. Kader onları bu şekilde karşılaştıracaktır. İki kadın da hayatın zorluklardan olabildiğince nasiplerini almışlardır.

Olaylar Nora’nın davranışı üzerinde de baskı yapmaktadır. Aşırı gergindir. Konukları için hazırladığı dans gösteriminde ki aşırı coşku salt içinde bulunduğu krizden değil, ataerkil aile ve toplum düzeninde kendini, kendi kişiliğini bulamamasından ve bağımsız bir birey olarak gelişememesine neden olan baskı ve bastırılmışlık duygusundan kaynaklanır.

Helmer, Krogstad’ın Cristine’nin etkisiyle şantajdan vazgeçtiğini bildirdiği ikinci mektubunu okuduktan sonra, daha önce yalancılık, düzenbazlık, ikiyüzlülükle suçladığı Nora’yı hemen “bağışlayıverir”, bağışlanması gereken oymuş gibi. Üstüne üstlük bu “bağışlayıcılığın” kendine kattığı erkekçe güven duygusunu şöyle dile getirir: “Tam da bu kadınca çaresizlik seni benim gözümde iki kat çekici kılmasaydı bana da erkek mi denirdi” .

Helmer, onun bunu yapmaya hakkı olmadığını anlatmak için “Sen her şeyden önce eş ve annesin,” der.

Nora karşılık verir: “Ben artık buna inanmıyorum. Bence her şeyden önce
insanım—tıpkı senin gibi—en azından bundan böyle insan olmaya
çabalayacağım” Çocukluğunda ve genç kızlığında babasının gözünde nasıl bir oyuncak bebek idiyse, onun (kocasının) gözünde de öyle olduğunu, onların yüzünden bir şey olamadığını söyler. Ancak kocasıyla ilişkisinde kendinin de üstlenmediği bir kişilik sorumluluğu olduğunu, hep onun isteklerine göre davrandığını kabul eder.

Son sahnede Nora kendisine yüklenen rolün maskesini atıp “kendi” yüzü, “kendi benliğiyle” kaldığını görürüz. Bu benliğin içindeki bağımsızlık dürtüsü Cristine ve Krogstad ile konuşmalarında, daha önemlisi, gizlice de olsa kotardığı her işte bellidir; ansızın ortaya çıkmamıştır. Yalnızca dönüşüme uğramış ve keskinleşmiştir.

Özgürlük insanı var olmak yerine kendini yaratmaya zorlayan hiçliktir. “İnsan gerçekliği için var olmak kendini seçmektir”. Nora bu varoluş  sürecinin sonunda, Helmer’in ne denli bencil, ne denli küçük bir adam olduğunu görüp yetişkin bir insan olmaya çabalaması gerektiğinin bilincine vararak gelmiştir. Bu da Helmer’in  koruyuculuğunu yitirmesiyle ve haksızca, acımasızca da olsa, Helmer’in  ilk kez onu yetişkin insan gibi bir davranışından sorumlu tutmasıyla gerçekleşmiştir.

Sahne düzeni sahne içinde sahnedir. Son sahnede kar altında son bakış için o sahne içinde sahne olarak kurgulanmış diye düşündüm. Işık daha fazla duvarları aydınlatıyordu, zaman zaman oyuncuların mimiklerini sadece seslerinden anlayabiliyordum, karanlıkta kalmıştı. Geniş bir sahnenin küçük ve orta yerine yerleştirilen platform içinde oyuncuların hareket etmesi ve bir biri ile buluşmaları önünde koltuk ve diğer sahne üzerinde ki dekorun gölgelediğini ve kapattığını düşündüm. Klasik bir bir tiyatroya yeni yorum katmadan sahnelenmesini düşünmüş yönetmen ama en azından kendisince yorum katarak daha dinamik bir şölene dönüştürebilirdi. En azından ikinci sahnede ki dinamizm ilk sahnede de olabilirdi, çünkü verilen arada bir çok seyirci salondan ayrıldığını gördüm… Şehir tiyatroları olanakları ile daha farklı bir şeyler olabilirdi diye içimden geçirmedim değil, elbette her şeyin başı bütçe ama kurumsallaşmış bir tiyatroda bütçe ve harcamalar önceden hesaplanır ve en minimalden daha göze hitap edilen bir şeyler çıkabilirdi… elbette yönetmenin tercihi oyuncuların da ustalıklarını göstermesinin önünde perde olmuş da olabilir, çünkü bazı sahnelerde ki abartılar, bazı bölümlerde ki duygusal geçişler en azından seyirci koltuğunda bana ulaşmadı..

Ibsen’in tanınması açısından, en çok ses getiren oyununun bugünün Türkiye’sinde sahneye konması çok kıymetli. Ayrıca, Nora’nın dönüşümünü gören seyirci, kendi hayatına şöyle bir dönüp bakacaktır diye düşünüyorum.

İsmail Cem Özkan


Nora (Bir Bebek Evi)
Yazan: Henrık Ibsen
Çeviren: Jale Karabekir - Feride Eralp
Yöneten: Ali Gökmen Altuğ
Dramaturg: Gökhan Aktemur
Müzik: Tolga Çebi
Sahne Tasarımı: Eylül Gürcan
Görsel - Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş
Efekt-Ses Tasarımı: Hamza Değirmenci
Yönetmen Yardımcısı: Gülce Çakır - Çağlar Ozan Aksu
Oyuncular: Berna Adıgüzel, Canan Kübra Birinci, Cengiz Tangör, Hakan Arlı, Mert Tanık, Nurdan Gür,Yeşim Koçak



22 Nisan 2018 Pazar

Carmina Burana

Carmina Burana

Gelenekselliğin hala canlı bir şekilde yaşadığı diyarlardır Bavyera eyaleti. Her ne kadar başkenti Münih sosyal demokrat yapısı ağırlıkta olsa da kırsal bölgeye doğru geçildikçe geleneklerine bağlı ailelerin ağırlığı hissedilir. Carl Orff’da geleneklerine bağlı bir müzisyen aile içinde yetişmiştir. İlerleyen zamanlarda onu tanıyanlar; onu bir müzisyen değil de bir Katolik rahibi olarak düşündüklerini dillendirmişler.

Elbette geleneklerine bağlı bir insan geçmişin tozlu rafları arasından bugüne dair seslenecek şeyler arar, çünkü onun içinde bulunduğu kültür onu ister istemez kütüphanelere sürükleyecektir. O bir müzisyendir ve hayata notların perspektifi içinden bakmaktadır.

İçinde bulunduğu aile yapısı ve çevresi ona notların evreninden dünyaya bakan bir pencere açmıştır, o hayata o pencereden bakacaktır. Elbette her sanatçının hayalidir çalıştığı alanda en iyi ürünü ortaya çıkarmak. Elbette her sanatçı adayı bilir, ‘pişmeden’ gerçek ürün ortaya çıkaramaz. Olanak verilirse, o olanaklar içinde sanatçı eserini ortaya çıkarır ve halkın beğenisine sunar. Carl Orff şanslıdır ve olanağa sahiptir.

Kafasında birikmiş notalar vardır, dinamiktir, gelenekseldir, gelenekselliği aşandır aynı zamanda… Kafada biriken ve düzensiz halde duran notaların bir hizaya girmesi için sözlere ihtiyaç vardır. Onun kafasında ki notalar ileride bulacağı sözler üzerine yükselecek ve kantant olarak tanınacaktır.

Bavyera Devlet kütüphanesinin tozlu raflar arasından bir şeyler sanki Orff’a fısıldar. 12 ve 13. yüzyıla ait el yazmaları gün yüzüne çıkmak ister gibidir. Kütüphanenin raflarına Münih şehrinin güneyindeki Benediktin manastırından gelmişlerdir. Bu koleksiyon Bavyera Alpleri’nde Benedikt’in papazlarına ait bir manastırda 1803 yılında bulunmuştur. Bu şiirler karışık bir biçimde eski Almanca, Latince ve eski Fransızca öğrenci şarkılarını, gezginci ozanların dizelerini kapsamaktaymış. Konuları ise ölüm korkusu, günahlar, zevk, eğlence, bahar, talih gibi dünyevi konularmış, dedikodu olmasın ama çok da müstehcen derler, bu yüzden papalık kurumu tarafından hiç hoş karşılanmazmış…

Bu metinler, muhtemeldir ki 13. Yüzyıl goliardik repertuarın Latin seküler şiirlerinin en önemlilerini oluşturur. Eserdeki şiirlerin nerede ne zaman hangi şartlar altında, kimler tarafından yazıldığı hakkında bilgi yoktur. Metinler genellikle bu ortak dil ile yazılmasına karşın, bazı şarkılarda Almanca kökenli dizelerle karşılaşıyoruz hatta bazılarında Alman şairlerin dizeleri de karşımıza çıkıyor. Gezgin şarkıcıların söylediği şarkılarla coşup dans eden ve iyi Latince bilmeyen halktan insanların bu tür Almanca dörtlükleri kolaylarına geldiğinden bu dizeleri ekledikleri tahmin ediliyor. Almanca ve Latince dizeler yapı bakımından örtüştüklerinden özgün melodiye uyarlamakta da sorun çıkmıyormuş. Saray Devlet kütüphanesinde çalışan bilgin ve kütüphaneci Johann Andreas Schmeller, eserin tamamına Benediktbeuren’den Şarkılar anlamına gelen Carmina Burana adını vermiş ve 1847 yılında ilk kez kitap haline getirerek geniş okuyucu kitlesine sunmuş.

Yıllar üzerinden geçtikçe var olan popüler olanlarda unutulur, geniş halk kitlesi anlayabileceği ve daha popüler olana yönelir. Kütüphane rafları arasında Carmina Burana eseri yeninden keşfedilmeyi bekler. O bekleyiş 1930’lu yıllarda son bulacaktır. Ortaçağ ve tiyatro bilgisi ile Carl Orff’un kafasındaki notlar bu bulduğu eserdeki sözler üzerine oturacaktır. “Carmina Burana” hayat bulacaktır.

Ortaçağ müziğiyle çok yakından ilgilenen Alman Besteci Orff, tüm bunları ses solistleri, koro ve orkestra için düzenlemiş ve çalgıları -tıpkı eski çağlardaki gibi- insan sesini desteklemek düşüncesiyle kullanmış…

Eski Almanca ve Latin sözlerinden oluşan metinler bugün dahi bir çok popüler kültürde ve reklamlarda kullanılan tanınmış eser 1936 yılında ortaya çıkacak ve dönemin Führer’i Hitler önünde İlk kez 8 Haziran 1937'de Frankfurt Operası’nda sahnelenecekti. Bilinen gerçek Hitler’in severek dinlediği bestecilerden birinin Richard Wagner diğerinin Carl Orff olduğudur.

Ey talih,
ay gibi
değişkensin,
hep büyüyen
ve küçülen;
menfur hayat
önce zulmeder
sonra teselli eder,
zihnin görüşüne göre;
fakirlik
ve kudreti
buz gibi eritir.
Talih, canavar
ve boş,
sen çark-ı felek,
sen kötüsün,
servet geçicidir
ve daima kaybolur,
gölgeli
örtülü
bana da zarar veriyorsun;
şimdi oyun süresince
çıplak sırtımı
senin kötülüğüne teslim ediyorum.

Talih, sağlıkta
ve erdemde,
bana karşıdır,
güdülen
ve sindirilen,
daima esarette.
O halde şu saatte
gecikmeksizin
titreyen tellere vurun;
mademki kader
güçlü kimseyi yere çalıyor,
herkes benimle birlikte ağlasın

Latince okunan sözlerin Türkçe karşılığını buldum, hep birlikte dinlediğimiz eserin anlamını bilmiyoruz ama bilenler ise ülkemizde ki sahnelemede sorun bile çıkarmışlar, çok müstehcen bunlar çıkarın!

“fluvtuant cotnraria
liscivus amor et pudicitia.
sed eligo quod video
collum iugo prebeo

ad iugum tamen suave transeo.”

“Aklımın karasız dengesinde zıtlıklar dalgalanıyor çılgın aşk ve iffet. Ama gördüğümü seçerim ben, boyunduruğa sunarım boynumu, teslim olurum bu tatlı esarete.”

Serdar Yalçın ve Paolo Villa yönetiminde tekrar yorumlanışını izleme ve dinleme şansına sahip oldum. Serdar Yalçın orkestrayı öyle bir şekilde yönetiyor ki, her bir sanatçıya dokunuyor, her nota sahnenin ne tarafından sese dönüşeceğine karar veriyor. Her enstrüman verilen görevi en iyi şekilde yerine getiren sanatçıların elinde yeniden hayat buluyor. Soprano Nazlı Deniz Süren ve Bariton Murat Güney sesinden bugüne taşınan ezgilere hayat verirken Serdar Yalçın’nın yönlendirmesini de göz ardı etmediler. Onun sakin, her şeye hakim duruşu sahnede yer alan çocuklar dahi zorlukları ortadan kaldırdı ve muhteşem bir gösteriye dönüştürdüler. Ayakta alkışlandılar. Hatta o kadar ki eser sunumu bitmiş olmasına rağmen tekrar tekrar sahneye çıkıp “O Fortuna” ile seyirciyi selamlamak zorunda kaldılar… Seyirci oluşan atmosferden kendisini kurtarıp salonu bile terk edemedi diyebiliriz…

Salon geniş ve sahne de büyük. Bu kadar sanatçıyı sahnede tek tek yönetmek ve seslerin inişleri çıkışları arasında Latince metinlerin, Almanca metinlere karıştığı anları ayırt etmek, notaların her birinin hangi kelimeye dokunduğu duymak büyük bir birikim gerektirir. Sahnede bu esere hayat veren büyük korolar, kemancısından, kontrbasına, vurmalı çalgılar aracılığı ile seyircisine dinlediği eserin mistik yönünü ortaya çıkarır. Orff büyü sözlerini kullanarak ve durmadan basit ve güçlü temaların tekrarıyla dinleyiciyi büyüleyerek buna ulaşır. Seyirciyi o kadar büyüler ki seyirci nerede olduğunu ve ne dinlediğini bile düşünmez, sözleri anlamaz ama verdiği etki ile başka bir evrenin parçasıdır. Konser sırasında bazı kontrbas çalanlar tellere dokunarak verdikleri tınılar ile yine bir bölüm kontrbasçı tellerin üzerinden elde ettikleri sesleri seyirciye ulaştırır. Aynı grup içinde ama farklı sesler bir bütün olarak salonun her yerine karışırken koronun sesine güç verirler.

Carl Orff büyüleyici bir bestecidir. XIX. yüzyılın romantik orkestrasına sırt çevirir; müziği korolar, vurmalı çalgılar ve çok basit melodilerden oluşur. "Idıophone” çalgıları, özellikle doğu ve Latin Amerika kültürüne ait çeşitli ziller de dahil olmak üzere, ziller, marakas, glockenspiels, çanlar, flüt, tambur, kaval, üçgen, simbal ve Çin konilerini kullanır. Timpanilerin etkisi genelde tehlikelidir zira ona göre “mutluluğa büyülenerek ulaşılmalıdır”

Kantat üç ana bölümde sürekli olarak yeniden başlayan kutsal aşkın ebedi çevriminde insanlığın genel kaderini anlatır. Giriş ve sonuç teması olan Fortuna, İmperatrix Mundi (Talih,dünyanın efendisi) tüm ekip tarafından bir arada söylenir ve evrensel yasanın çevrimsel ve kozmik ebediyetini temsil eder.

Eserin temeli ilkel ve masif temaların vurmalı çalgılarla vurgulanmış koronun tekrarından oluşmaktadır. Orff ritmi metnin anlatımı olarak kullanmıştır. Burana’nın ses dünyası sesin sihirli büyülemeleri, ritim ve danstan oluşmaktadır. Amaç bilerek yapılan garipliklerle beyinde çarpıcı bir etki uyandıran ilkel geleneği hatırlatan büyülü semboller kullanılarak izleyicinin ruhunda vurucu etkiler yaratmaktır. 

Sahne ışığı, sadedir, o kadar büyük bir sanatçı topluluğunu homojen ışık ile yakalamıştır. Işık bu gösterimde arka plana düşmüştür, daha çok aydınlatma işlevini görmüş, sahne geniştir, tüm sanatçılara yetecek kadar alan açılmış gibidir. Başkemancının konumu aslında sahnede diğer sanatçıların nasıl konumlanacağını anlatır. Başkemancı konser öncesi gelip kemanı ile diğer sanatçı arkadaşlarının ses ayarını yaptı. Çok dikkat isteyen ve orta öbekte duran sanatçılar konserin hangi seyirde gideceğinin de işareti gibidir. Yönetmen geldiğinde ilk olarak onu selamlaması anlamlıdır, zaten olması gerekendir diyeceksiniz, çünkü yönetmen için her şey hazırdır, artık konser başlayabilir. Konser bilinen bir ezgi ile başladı ve bilinen bir ezgi ile bitti. Muhteşem bir geceye notlar, sözler (anlamadığım ama hissettiren sözler) sözlere ve müziğe hayat veren yüzlerce kişinin sahnede ne kadar güzel bir dünya yaratılabilineceğine olan inancımı tazeledi. Her bir kişi sahnede ne yapacağını biliyordu, aksatmadan, yönetmenin direktiflerine uygun olarak yaratılan mistik bir atmosferin içinde seyirci ile buluştu, seyirciyi ses ve notanın dansına davet etti. Salon dışında yaşanan kırılgan dünyadan bir an bile olsa koptuk, dışarıda yaşanan acılardan, kavgadan uzak bir zaman dilimini yaşatanlara teşekkür ederim…


İsmail Cem Özkan


Carmina Burana
Carl Orff
Müzik Yönetmeni/Orketra Şefi: Serdar Yalçın
Koro Şefi: Paolo Villa
Soprano Nazlı Deniz Süren,
Tenor Algın Özcan
ve Bariton Murat Güney
İDOB Orkestrası ve Korosu,

İDOB Çocuk Korosu ve Beşiktaş Çocuk Korosu

20 Nisan 2018 Cuma

‘Meclisi’ halkın yaşadığı yere taşımak için adayım kadındır…

‘Meclisi’ halkın yaşadığı yere taşımak için adayım kadındır…

Erdoğan seçimi cephe üzerinden yürütüyor. O ve diğerleri üzerinden. En çok onun cepheye aldığı kesim kadınlardır. Madem cephe açıyor ve ülkenin çoğunluğunu oluşturan kadınlar kendi adayları ile “hodri meydan” demek zorundadır.

Kavgadan kaçmadan meydana yeni bir dil ile ülkenin geleceğini kadınlar belirleyebilir...

O güçleri vardır, her yasağa rağmen madem İstiklal caddesinde eylem yapabiliyorlarsa, her şeyi göze alarak haber vermeden Kadıköy meydanında şamata yapabiliyorlarsa, her şeye rağmen Doğu Ekspresi ile Kars’a gidip gelebiliyorlarsa onlar bu seçimi rahat kazanır...

Erdoğan'ın tek istemeyeceği şey karşısında dik duran onun dediği peşinden gitmeyen özgün bir kadındır...

Adayım kadındır…

Kadınlar erkek adayları sosyal medyadan paylaşıyorlar ve hala bir şeyi anlamamış olduklarını düşünüyorum, kadınların kurtuluşu erkeklerin ellerinde değildir, ancak erkekler onlara mücadele omuz desteği verebilir.

Kadınların kurtuluşu kadınların elleri üzerinde yükselecektir. Erkeklerden gelen özgürlük ancak kadınların “iyiliğini” düşünür.

İyilik düşünen; genelde iyilik düşündüğünün özgürlüğünü ortadan kaldırır, (özgürlük alanı açıyormuş gibi yaparak) çünkü elinde ki gücü kaybetmek istemez...

Kadınlar, kadın adayı için diretin, erkek egemen söylem son bulsun!

Artık ekranları açıp küfür duymak istemiyorum...

Namert gibi kelimeyi sarf edenleri duymak istemiyorum.

Sokak dili ile siyaset yapanları duymak istemiyorum...

Kadınların özgürlüğü kadınların omuzları üzerinde yükselecektir, ondan bizlerde nasipleneceğiz...

Boşuna değil yaşananlar…

Yaşananlara bakıyorum da, Nuh Peygamber neden başka coğrafyada ortaya çıkmadığını daha iyi anlıyorum... Boşuna bu topraklar su altında kalmamış, boşuna değil güvercin gagasında zeytin dalı ile dönmesi...

Eş başkan kadın olsun anlayışını ben yanlış buluyorum, öyle bir şey yok...

Yaşadıklarımızdan görüyorsunuz hangi eş başkan kadın erkek eş başkandan daha fazla cümle kurdu, daha fazla kitlelerin önünde gözüktü?

Olacaksa cumhurbaşkanı kadın olsun...

Nasıl ki EMEP başkanı kadınsa siyasi partiler öyle dolambaçlı hileli işlere girip; yok eş başkan, yok başkanlar kuruluymuş gibi laf oyunlarının yerine direkt bu dönemde en çok saldırı altında kalan emekçi kadınlar partilerin başına geçsin, ülkenin başına geçsin...

Seçilecekse emekçi kadın olsun...

Hem en altakinin halinden anlayan, hem nefret söylemlerine karşı duran, hem de özgürlükleri genişleten bir kadın cumhurbaşkanı bu ülkede olsun...

Seçilen kadın da kadın gibi kadın olsun, erkek gibi kadınların bu ülkeye kattıkları bir şey olmamıştır... (Meral Akşener ve Tansu Çiller ikilisinin dönemi hala hafızalarda…)

Bu kadar söz söyleyip de adayımı açıklamaysak mıyım, elbette benim de aklımdan geçenler vardır… Emekçi sınıfın içinde çalışan ve üst konumda olan DİSK genel sekreterini aday olarak öneriyorum...

“Arzu cumhurbaşkanı olsun, ülke arzu edilen yöne evrilsin...” diye içimden geçiriyorum…

Eğer kadın bir sendikacıya itirazınız olursa mizah dünyasından bir kadın olsun derim. Gülse Birsel cumhurbaşkanı adayı olsun... Ülkemiz gülümseyen insana ihtiyacı var...

Olmazsa siz belirleyin, kadınlar içinizden birini aday gösterin!

Seçim para demektir. Seçim çalışmasında devletin bütçesine karşı halkın bütçesinin mücadelesi olacaktır... Halkın bütçesini iyi kontrol ederek doğru noktalara değinirse muhalefet devlet bütçesi ve devlet medyasına (yandaş) rağmen seçimi alabilir... Karamsar olmadan, enseyi karartmadan iyi bir bütçe ile seçim çalışması yapmaktır... Bütçe oluşturmadan yapılan her hareket yolun yarısında “benzini bitmiş Ferrari” gibi olur.

Tüm muhalifler bütçenizi birleştirin, hep birlikte "eşitlik, kardeşlik, özgürlük için" diye seçim çalışması yürütün, çünkü bu üç istemi istemeyen yoktur gibi...

Baskın seçime hazır değilim diyen kendisini kandırmaktan başka şey yapmıyor demektir. Zaten seçimin baskın olacağını aylardır biliniyordu. Dur biz daha örgütlenemedik diyenler olabilir, saygım vardır. Örgütlenmek için her zaman mümkündür yeter ki yan yana gelin, ortak hedefleriniz ve ütopyalarınızı netleştirin… İtirazım yok… Bugün acil bir sorunumuz var, seçim!

Erdoğan kendisine göre kazanacağı bir seçime evet dedi...

Evde ki hesap umarım sandığa uymaz...

Kadınlar ile dayanışmak, özgürlük istemini büyütmektir...

‘Meclisi’ halkın yaşadığı yere taşımak…

Bugün hala anlayamadığım muhalefet mecliste oturup maaşlarını saymak dışında başka bir şey yapmıyor. Meclisi halkın içine taşıyamadılar, esas temsil ettiklerine dönmediler. Halk gözlemci ve izleyici olarak yaşananlara uzaktan bakıyor. Bunun birincil sorumluları bugün işlevsiz olarak mecliste oturanların omuzlarındadır.

Ezilenler, ötekileştirilenler, mülteciler kısaca AKP için ülkeden kovulması ve biletlerinin alınması gerekenler izleyici konumda ve yaşananlara; 1930’lu yıllarda Almanya’da yaşayan Yahudiler gibi bakıyorlar. Ellerinden bir şey gelmiyor…

Bu oyun bozulmaz mı, elbette bozulur.

Tarih bizlere erklerin oyunlarını bozan Spatrküsleri anlatır. Mahir Çayan’ların yenileceğini, öleceğini bile bile Kızıldere’ye gidişini anlatır. Bugün ne Mahir ne Spataküs vardır, elimizde daha fazla olanak mevcuttur.

Meclisi halkın yaşadığı yere taşımaktan geçiyor…

“Böyle bir şey kitlelerin ilk defa ve gerçekten sürece dahil olmalarını, gerçek politik özneler olmalarını, gerçek yurttaşlar olmalarını sağlar… Onları pasif, edilgen “sayın seyirciler” olmaktan kurtarır…” F. Başkaya

Önümüzde ki seçimde bir kadın aday etrafında meclisleri yaşam alanlara taşıdığımız an; duruşumuz, bakış açımız değişecektir. Bu da önümüzde yeni ufuklar açar ve gideceğimiz yolu el yordamı ile değil, tecrübeler ile daha emin adımlar ile gidebiliriz.

Birileri kazanacağı seçim startını verdi diyerek bizlerde kaybedeceğimizi düşünmemeliyiz…

Evde ki hesap çarşıya uymayacağını gösterelim!

İsmail Cem Özkan


19 Nisan 2018 Perşembe

Don Kişot

Don Kişot

Perdeye yansıtılmış duvar fayansının üzerine işlenmiş mozaik şeklinde Donkişot duvar resmi vardır. Önünde Don Kişot ve onun yaveri Sancho Panza. Don Kişot, Orta Çağ şövalye hikayelerine saplantı derecesinde meraklıdır ve bir gün gezgin bir şövalye olmaya karar verir. Yaveri Sancho Panza ile birlikte maceralara doğru ilk adımını atar. Onun hayali vardır; kavuşmak istediği bir sevgili, onun aşkını kazanmak istemektedir. Adı Dulcinea’dır. Hayalinde ki güzel şimdi nerededir, kimlerin elinde acılar çekmektedir?  Donkişot şehre doğru giderken duvar resmi olan perde açılır…

Sahnenin derinliği içinde bir alan görürüz.

Orta Çağda ispanya’da bir meydan gözlerimizin önündedir. Uzaktan bakınca sanki 16:9 geniş ekran gibi geldi sahne birden gözüme… Daha dar sahnede seyretmeye alışmıştım, yeni yapılan bu sahnede ilk defa bir eser izleme şansına sahip oldum. Son yıllarda her alışveriş merkezi (AVM) bir sanat dalına binanın bir bölümünü açarak orada sanatseverleri çekmek hem de dolaylı reklam yapma şansına eriyorlar. AVM’lerin genel stratejisinden sanat da faydalanıyor, karşılıklı çıkar ilişkisi, hangisi daha karlı onu para kazananlar daha iyi bilir. Her ne kadar AVM içini beğenmesem de reklamın iyisi kötüsü olmaz diyerek işverenler para yatırıyor ve bizler de bu reklam için yapılan sanat alanlarından yararlanıyoruz. Kötünün iyisi diyelim, çünkü sanat için yapılan binalar bir bir satılırken ve yıkılırken hiç yoktan elimizde olanlar var diyebiliyoruz. Yeni açılanlar ise sahne bolluğu yaratıyor gibi algı oluşturmuş olsa da, sanatta var olan kalitede düşmeye endeksli olarak daha çok balon işler (eğlence odaklı ve para amaçlı) sergilenen alanlara dönüşüyor. Elinde yiyecek ile salona girip sahnede yaşananları izlemek. Olmazsa cep telefonu ile bak buradayım demek için canlı yayın yapmak… Bu kısa günümüze yönelik mesajlardan sonra izlediğim şölene döneyim!

Meydan her zamanki gibi hareketli, aşk mevsimi başlamış gibidir, aşık olmak için kanat çırpan melekler sanki o meydanı teslim almış gibidir. Hancı Lorenzo, kızı Kitri’yi zengin Gamache ile evlendirmek istemektedir. Oysa Kitri, Basilio’yu sevmektedir. Bu sırada Don Kişot ve Sancho Panza şehre gelir.  Don Kişot, Kitri’yi görür görmez, kafasında yarattığı aşkını bulduğunu düşünür. Meydandaki şenliğin ortasında Kitri ve Basilio, arkadaşları Espada ve Mercedes’in yardımıyla oradan kaçmayı başarır. Don Kişot ve Sancho Panza da onları takip eder. Gamache ve Lorenzo da vakit kaybetmeden çiftin peşine düşer.

Don Kişot ve Sancho Panza kaçan çiftin bir Çingene (Roman) kampına sığındığını keşfeder. Herkes gecenin romantik atmosferinin etkisindedir. Don Kişot  hayallere dalar ve Kitri’nin aslında Basilio’yu sevdiğini anlar. O sırada birden fırtına kopar. Don Kişot bir yel değirmenine saldırır; onu bir canavar olarak algılamıştır. Ancak bu çarpışmanın sonunda sefil bir halde yere yığılır ve kendinden geçer.

Don Kişot büyülü bir rüyaya dalar ve gözünün önünden olağanüstü güzellikte görüntüler geçer. Kitri’yi gene Dulcinea olarak görür. Şafağın sökmesiyle Çingene Kampı’ndan kaçan Kitri ve Basilio’yu Sancho Panza fark eder ve hemen Don Kişot’u uyandırır. O sırada kampa varan Lorenzo ve Gamache onlara Kitri’yi sorar. Genç aşıklara sempatiyle bakan Don Kişot, Lorenzo ve Gamache’ı kasıtlı olarak yanlış yönlendirir. Ancak Sancho Panza ikiliye bilinçsizce doğru yolu gösterir.

Kitri ve Basilio her ne kadar saklanmaya çalışsa da, sonunda yakalanır. Lorenzo, kızından Gamache’ın ilgisine karşılık vermesini ister. O sırada Basilio sahte bir “intihar” sahnesi yaratır. Kitri bunun bir oyun olduğunu anlayınca, Don Kişot’a Basilio ile evlenmek istediğini söyler ve konuyla ilgili Lorenzo’yu ikna etmesini rica eder.  Bir anda Basilio “hayata” döner!  Düğün hazırlıkları için herkes coşkuyla oradan ayrılır.

Halk çiftin evliliğini kutlamaktadır. Don Kişot da çiftin evlenmesinden dolayı mutludur. Onlara samimi bir biçimde veda ederek, yeni maceralara doğru yola koyulur.

Balenin öyküsü böyledir, öykü gösterimin sadece bir parçasıdır, ona vücut veren müziktir. Müzik öyle bir şekilde bizi bizden alır ve olayların içine taşır ki, sahnede yer alan tüm sanatçıların mimikleri, vücut hareketleri ile bütünleşiriz. Her nota bir harekete dokunur, her hareket bir nota olarak bilincimizin içine işler. Nota ve hareket... Balenin vazgeçilmez bütünüdür. Bale müziksiz kalamaz ama müzik daha özgürdür. Özgürlüğünü bölümler arasında geçişte kendisini gösterir.

Her perdenin kapanışı her sahne düzenin değiştiğinin ve başka bir maceranın başladığını anlatır. Her bölümde görev alan sanatçılar ayrı ayrı seyircinden hak ettikleri alkışı alır. Her alkış onların bütünlüğüne ve sahnede çıkardıkları o muhteşem sunamadır. O gösteri öyle bir şölen halini alır ki klasik balenin ne olduğunu ve hangi hareketin, hangi mimiğin hangi vücut dengesinin neyi anlattığını öğrenirsiniz. Öğrendikçe evrensel başka bir dilin içinde anlatılan öykünün sizde ki çağrışımları ile yüzleşirsiniz…

Don Kişot Balesini izlemenizi öneririm, üstelik 26 Aralık 1869’da ilk defa sahnelen bu şölenin günümüze taşınan o büyük mirası izlemeniz gereklidir, çünkü müziği, koreografisi, kostümleri ve mimikleriyle sizi bambaşka bir yolculuğa çıkarır. İşin arkasında haftalar süren, yılların birikimi olan ağır bir işçilik, ince bir sanat vardır.

Don Kişot balesi teknik anlamda çok zor bir bale olduğunu kaynaklardan okudum, izlerken de o kaynağın ne kadar doğru şeyler yazdığını içselleştirdim güç ve iyi bir kondisyon istiyor. Sahnede yer alan sanatçıların o zoru nasıl başarı ile gerçekleştirdiklerine şahit olmanız gereklidir. Dışarıdan bakan için çok kolay gibi gelen her hareket basit olmadığını, çok zor olanı dayanışma ile nasıl kolaymış gibi kusursuzca gösterdiklerini izledim… Her birinin alın teri çoktan alkışı hak etmişti ve seyirci de zaten yerinden fırlayarak ayakta alkışladı, bravo sesleri salonu doldurdu.  

Sahne sadece balet ve balerinden oluşmuyor elbette. Sahne dekoru, kostümleri, video olarak sahneye verilen görüntüler, özellikle Don Kişot uykudayken yaşadıkları ışığın balet ve balerini izlediği sahneler ile sahnede olan her şeyin bir bütün olduğunu ve hiç biri diğerine gölge etmediği gibi görsel olarak da büyük katkı yaptıklarını gördük. Her zaman olduğu gibi görünmeyen orkestra o çukurdan notları üzerimize yayarken orkestrada elleri nasır bağlamış birikimli usta müzisyenler ve onların yönetenini de unutmamak gereklidir. Onlar olmasaydı, onların katkısı ve verdikleri boşluklar olmasaydı sanırım bu kadar güzel klasik bale şölenini izleyemezdik…

Sahne önünde, arkasında, yanında artık kimin emeği geçmişse her birine teşekkür etmek gereklidir. Salonda bravo seslerine karışan alkış hepsine gitti…

İsmail Cem Özkan


Don Kişot
Müzik: Ludwig Minkus
Koreograf: Marius Petipa 
Sahneye Koyan Ve Düzenleyen: Ayşem Sunal Savaşkurt
Orkestra Şefi: Roberto Gıanola
Dekor Tasarımı: İsmail Dede
Kostüm Tasarımı: Gizem Betil
Işık Tasarımı: Önder Arık
Kitri: Gizem Atik Tuncay, Melike Koper, Berfu Elmas, Büşra Ay, M. Özde Eren
Basilio: Melih Mertel, Olcay Tunçeli, Batur Büklü, Çağatay Özmen
Don Kişot: Alkış Peker, Alper Akalın, Egemen Kement
Sancho Panza: Ürün İndere, Murat Öztekin
Gamache: Özerk Tozkoparan, Onur Tunay
Lorenzo: Kerem Kuraner, Ahmet Eroğlu
Espada: Olcay Tunçeli, Oliver Spence, M. Nuri Arkan, Çağatay Özmen, Batur Büklü
Mercedes: Deniz Kılınç, Melike Koper, Ebru Cansız,  M. Özde Eren, Julia Hartmann 
İki Arkadaş: Zuhal Karaca, Hüma Ersel Sökmen
                        Maia Ito,  Asena Ökte
                        M. Özde Eren, Julia Hartmann
                        Büşra Ay, Berfu Elmas
                        Zeynep Serpen, Merve Topaldemir
Rüya Kraliçesi: Büşra Ay, M. Özde Eren, Gizem Atik Tuncay, Zeynep Serpen
Amor (Cupid): Berfu Elmas, Hüma Ersel Sökmen, Maia Ito, Asena Ökte, Merve Topaldemir
Eda Yeker
Çeri Başı: M. Nuri Arkan, Can Bezirganoğlu, Alican Güçoğlu, Ali Türkkan


Ve İstanbul Devlet Opera Ve Balesi Sanatçıları Dönüşümlü Olarak Dans Edecekler. 

15 Nisan 2018 Pazar

Falstaff

Falstaff

William Sheakespeare eserlerini kaleme alırken, eserlerinden oluşacak bir kolaj çalışmanın başka bir sanat dalı içinde yeninden yaratılacağı ve başka bir dil içinde kendi dünyasını yaşatacağını düşünmemiştir. Değişik eserlerin kahramanlarından yeni bir kahraman ortaya çıkmadı, eski kahramana başka eserlerden alınan pasajlarla bir öykü oluşturuldu. Öykünün ruhu kelimelerde yatmasına rağmen, onu notlara döken, notlarda ki akış kelimelerde ki akış ile girmiş olduğu dans, ahenk, ritim, dinamizm yeni bir eserin doğmasına, yeni bir dünyaya kapının açılması anlamına geliyordu. Zaman iki büyük ustayı buluşturmuştu.

Arrigo Boito kelimelerin ustasıdır. İngilizce okuduğunu İtalyanca cümle yapısı içinde yeniden yaratmıştır. Yaratılan yeni, var olan İngilizce metinin ruhunu bozmamıştır, cümle yapısı müziksel ahenginden hiçbir şey kaybetmediği gibi yeni bir anlamda yüklemiştir. Durduğu nokta, baktığı açı Sheakespeare’in hayal dünyasına çok yakındır. O yakınlık yeni bir şeyin oluşmasına katkı yapacaktır. Üstelik, artık hayata küsmüş, öteki yaşama kendisini bırakan bir bestecinin içinde kalmış bir ukdeyi yeniden alevlendirecek ve muhteşem bir eserin oluşmasına katkı sunacaktır.

Verdi en son eseri; gülünç, muzip ve nükteli operadır. En zor olanı başarmıştır. En zor en son yapılandır onun için, çünkü ömrünün tüm birikimi o geriye bıraktığı notalarda saklıdır. Geçmişte kendisini acımasızca eleştirenlere yazdığı son eseri ile ayna tutmuş, yanıt vermiştir.

Zor olan mizahın dilini, sahnede müziğin ritmi ile verebilmektir.

Dere denize doğru almaktadır, zaman zaman derenin aktığı su yolu büyük dalgalara neden olur, zaman zaman durağındır. Ama Verdi’nin bu son eserinde o kadar dinamik bir yapı söz konusudur ki sahnede hayat veren sanatçılar bu ritmin altında ezilmemek için büyük enerji sarf etmek zorunda kalıyorlar. Sadece ana karakter değil, ona destek veren tüm karakterler öyle ritmi yüksek bir öykünün içindeler ki ne zaman komik, ne zaman dram, ne zaman alay edilenin gözünden olaya bakacağımızı kaçırmamaları gereklidir. Çünkü her mimiğin, her hareket, her duruş ayrıntılı bir şekilde müziğin akışa uygun olmak zorundadır. Müzik, söz, ritim, koreografi bir bütündür. En ufak bir hatayı kabul edecek gibi de değildir.

Sahnenin altından gelen müzik…

Orkestra yönetmenin sahnede yaşananlara dikkatidir, onların davranışına göre belki müziğin hızını düşürecek ya da yükseltecektir. Seyircinin pek fark edemeyeceği küçük oynamalar ile sahne üzeri ve sahne altında bir paralellik yakalamak zorundadır orkestrasını yönetirken. Oyuncularda, gelen notların ritmi içinde hareketlerini yaparken cümlelerini söylemek zorundadır.

Opera’da görev alan her sanatçı verilen görevi üzerilerine düştüğü gibi gerçekleştirirken, sadece kendileri ile baş başa değillerdir, sahnede yer alan diğerleri ile de uyumlu olmak zorundadır. Bir birini kollamalı ve birbirinden ne önce ne de sonra hareket etmemelidir. Uyum mutlaktır ve o mutlak olan bir gülmece, mizahın en damıtılmış halinde yakalamak zorundalar.

İzlediğim gösterimde zor olan başarılmıştı, uyum yakalanmıştı. Muhteşem, eğlenceli, zaman zaman kahkahalar içinde izlediğim bir şölene dönüşmüştü.

Üç perde, üç perdenin arasında açılıp kapanan perdeler. Her bölümde rol alan sanatçıların seyirciyi selamlaması. Dekor değişirken seyirciyi yerinde tutan güzel bir düşünce. En azından seyirci olarak alkışlamak hakkımızı kullanmak için verilmiş bir an…

Bir çok eleştirmen, büyük olasılıkla baş rolde olan ve her sahnede hemen hemen rolü olan sanatçılar üzerine konuşacak ya da yazacaktır ama ben onları görünür kılan ve onların ustalığına ışık tutan diğer sanatçı dostlarımızın ustalığını konuşmak isterim, çünkü onların her hangi bir tökezlemesi baş rolde oynayan istediği kadar usta olsun, istediği kadar doğaçlama ustası olsun operanın bu baş eserinde toparlama şansı yoktur. Çünkü Verdi öyle bir akış vermiş ki bir derenin denize kavuşmasında ki coşku ve akıntı var. Eğer dere uygun zamanda eğilmezse gücünü kaybeder, coşkusu durağanlaşır. Ama izlediğim kadarı ile buna ne sanatçılar ne orkestra izin verdi. Coşku, dinamizm, mizah, ders veren bölümler ve biz insanlığa yaptıkları çağrı muhteşem bir şölen ile sunuluyor. Her bir sanatçı, sahnede garson rolünde olanından Falstaff rolüne kadar görev alan tüm emeği geçenlerin mimikleri, tavırları, yürüyüşleri, sahnede çamaşır sandığını taşıyan hizmetlilere kadar hepsi bir bütünün parçası ve ayrılmazı olduğu bilinci içindeler. Yönetmenin vermek istediğini usta sanatçılara yakışır bir şekilde yerine getirmişler. Evet, her biri profesyonel aldıkları maaşı hak ediyorlar ama profesyonelliğin yanında ustalık, sahnede var olan sanatçıların daha da büyümesine, illüzyonun gerçeklemesine sebep oluyorlar...

Onların ustalığı bir eseri izlerken, dinlerken seyirci olarak beni var olduğum koltuktan alıp sahnenin bir kenarına taşımasıdır.

Shakespeare’in yarattığı en eğlenceli karakterlerden biri olan şişman çapkın Falstaff’ın , aynı anda evli ve iki iyi dost olan Alice Ford’u ve Meg Page’i baştan çıkarmaya çalışması ile zincirleme olaylar başlar.

Bu insanlık komedyasında; aşk, para, hırs, entrikalar… kısaca tüm beşeri duyguların yaşandığı bir karmaşanın sonunda, budalalarla dolu olan bu dünyada, her şey bir şakadan ibaret olduğu vurgulanır.

Yaşlı, koca göbekli, kel kafalı, obur, içkici, üstelik kadın düşkünü bir Kazanova. Beş parasız kalan Falstaff, koca göbeğine ve ilerlemiş yaşına bakmadan iki soylu kadına aşk mektupları göndererek, zengin kadınlar vasıtasıyla kocalarının paralarından faydalanmaya çalışır.

Sadece isim değişikliği yaparak iki kadına da aynı aşk mektubunu gönderir. Kadınların olayı fark edeceğini düşünemeyecek kadar böndür. Ama işler umduğu gibi gitmez ve "Windsor'un Şen Kadınları" olayı fark eder, Falstaff'a unutamayacağı bir ders vermeye karar verirler. Ve Falstaff'ı rezil edecekleri oyunlar böylece ortaya çıkar.

Verdi 50 yıllık müzik kariyerinin en 'damıtılmış' müziği işte bu öyküye öyle bir hayat ve dinamizm katar ki, öykünün içinde öyküler olduğunu unutursunuz ve gerçek hayattan alınan bir öykünün karikatürize edilmiş hali olarak düşünebilirsiniz. Abartılmış karakterler, abartılmış hareketler bize aslında üstünü örttüğümüz ama yüzleşemediğimiz başka bir gerçekliği de yüzümüze vuruyor. Onur kavramı, rezil olma ve toplu rezil olanların içinde rezil olmuş olanın rahatlaması. Toplum dışına itilmesi gerekenlerin ve aşırı kıskançlığın yaratmış olduğu karmaşa. Öç alma ve linç kültürü… Çağdaş insanın nasıl olması gerektiğini de fısıldar…

Olayların hızlı akışı ya da müziğin verdiği dinamizm olayları hızlandırıyor. Hangisi hangisini tetikliyor, hangi hangisinin motor gücü. Soruları sormayın, izleyin, akışına bırakın kendinizi muhteşem bir şölen içinde anı yaşayın, çünkü o an soru sorarak kendinize ve anınıza yazık etmeyin, çünkü sizi alıp götürecek olan notlara bırakın kendinizi, daha özgür hissedeceksiniz… Pegasus üzerinden dünyamıza bakacaksınız… Kanatların çırpması, rüzgarın yüzünüzü okşaması, yeryüzünün ihtişamı karşısında soru sormayın yaşayın… Zaten öykü size sorular soracak ve yanıtını verecektir…

'Hayat bir şakadır, insanlar delidir' der koro…

Falstaff, 'Her şey bir şakadır' der, çünkü tek aldatılan ve üçkağıda gelen kendisi olmadığını görür. Boynuz takmıştır, boynuz takmaya giderken…

Oyunun teknik bölümüne baktığımızda sahnede yer alan tüm dekorlar, kostümler, ışık… hepsi oyuncular kadar uyumlu ve bir bütündür… Onlar oyunun karakteristik özelliğine büyük katkıları var… Çok iyi araştırılmış, daha önceki deneyimlerden dersler çıkarılarak bu oyunun damıtılmış halde karşımızda bulduk… Emeği geçen tüm çalışanlara teşekkür ediyorum…


İsmail Cem Özkan


Falstaff
G.Verdi
Libretto: Arrigo Boito
Orkestra Şefi: Roberto Gianola / Can Okan
Sahneye Koyan: Renato Bonajuto
Dekor Tasarım: Efter Tunç
Kostüm Tasarım: Ayşegül Alev
Koro Şefi:  Paolo Villa
Işık Tasarım: Yakup Çartik
John Falstaff:  Nejat Işik Belensir / Kevork Tavityansir
Ford: Caner Akgün / Mehmet Murat Güney / Alper Göçeri
Fenton: Ahmet Baykara / Caner Akin
Dr. Cajus: Çağri Köktekin
Bardolfo: Can Reha Gün / Engin Yavuz
Pistolo: Ali Haydar Taş / Göktuğ Alpaşar
Alice Ford: N.Şebnem Ağridağ / Ayşe Ünel Sezerman / Deniz Yetim
Nannetta: Sevim Zerenaoğlu / Dilruba Bilgi Akgün / Özgecan Gençer
Mrs. Quickly: Aylin Ateş / Deniz Erdoğan Likos
Mrs. Meg Page: Elif Tuğba Tekişik / Nesrin Gönüldağ / Barbora Fritscher

12 Nisan 2018 Perşembe

Çanlar, şofarlar çalıyor, selalar okunuyor…

Çanlar, şofarlar çalıyor, selalar okunuyor…

Savaş için tek tanrılı dinlerin ibadet yerlerinde bir hareketlilik yaşanmakta, sürekli gelen cenazeler için hocalar, hahamlar, papazlar fazla mesai yapar olduklar. Toplum önünde okunan dini metinler ve hep birlikte bağırılan intikam yeminleri. Dini merkezler barış yerleri olarak sunulur, huzur vardır ama savaş zamanlarında daha çok savaşın arka cephesini oluşturur. Cepheye gideceklere hayır duaları, şehit olurlarsa vaat edilen cennet anlatılır. Savaşa bir insan neden gider? Sorgulanmaz, hiç bilmedikleri coğrafyalarda, hiç bilmedikleri hakların diyarında, hiç bilmedikleri düşman olarak gösterilenleri öldürürler, kadınlarına tecavüz ederler. Fırsat bulanlar yağmaya bile kalkar, çünkü savaşta alınan her şey savaşın ruhunda vardır. Savaş toplu cinnet geçirmedir, toplu cinayet ve ölümdür. Savaşın olduğu topraklar kana doyar, kimyasal ve biyolojik silahların yıkıntısı altında yıkılan beton binaların griliği içinde kalır. Savaşın olduğu yerde akıl yoktur, aklın yerini duygusal tepkiler alır ve işkence savaşın olmazsa olmazdır. Düşman ya yok olacak ya kendisi yok olacaktır. Ortası yoktur.

Savaş cephede sıcak geçer, masa üzerinde ise soğuk!

Savaşan taraflar savaşanlara sormadan masa başında cephede elde ettikleri güç ile dik dururlar ya da teslim olurlar. Soğuk savaşta olanların kanı toprağa düşmez ama alın terleri masa üzerinde ki kağıtlara nefret söylemi olarak düşer…

Savaş meydanında ölecek genç kalmayınca, babalar oğulların cenazesini kaldırmaktan yorulduğunda, babaların en küçük çocukları, ölenlerin kardeşleri alır yerlerini. Çocuklar savaş meydanında zaten ölürler ama sıra kendilerine geldiğinde birer silaha, bombaya dönüşür öldürürler. Savaşın olduğu bölgelerde büyüyen çocukların elerlinde Barbi bebek olmaz, kurşundan oluşturdukları oyunlar oynarlar ve savaş oyunları ile birbirini önce “cuf” diyerek öldür, sonra ellerline verilen silahlar ile birbirini öldürür ya da verilen emri vermek için bir yerlerde canlı bombaya dönüşür. Onları katil yapanlar aslında savaşa karşı gelmeyip ekranlarından izleyenlerdir. Onlara başka olanak sunmayan insanlık suçludur. Savaş suçu tüm insanlığındır, liderlerini zamanında ikaz etmedikleri ve savaşa karşı direnmedikleri için… Savaştan kahraman çıkmaz, kahraman savaş bittikten sonra yaratılır, savaştan bol bol katil çıkar, ölüm çıkar, mezarlıklarda oluşturulan özel bölümler artar, bayrak üstünde / altında gelen ölüler…

Bayrak için öldürdüğüne ve öldüğüne inanır sıradan cephede savaşan biri, masa başında olan ise savaştan ne kadar şirketin en kadar iş alacağını hesaplar… Savaş yıkar, yıkımın yerini yeniden onarmak için savaşı kazanan ülkenin şirketleri sıraya girer, eli ayağı tutanlar o şirketler için işçi olurlar…

Sürekli bir birine benzer senaryolar ortaya konur, eğer o senaryo sonucunda başarı elde edilmişse.. savaş isteyenler yaratıcı değildir, çünkü savaş yaratıcılık isteyen bir şey değildir. Elinde ki güce ve silah birikimine göre hareket edersin. Silah bulundu, silahın üzerinden füzeler bulundu, füzeleri taşıyan insansız araçlar bulundu ve mertlik bozuldu. Savaşı hiç görmeden binlerce insan öldüren masa başı çalışan askerler kameralar aracılığı ile yarattıkları cehennem ateşini bile hissetmeden okuldan gelecek çocuğuna nasıl bir sürpriz yapacağını düşünür. Savata güçlü olanlar savaşı kendi topraklarına yaklaştırmazlar bile… Savaşın olduğu yerlerden gelen filimler ve fotoğraflar ise romantik görüntülerdir bazıları için…

Irak işgal eden güçlerin çocukları, devamcıları aynı senaryoya farklı özneler koyarak yeniden sahneye koydular. Sahne savaş bölgesidir, öne sürülen savaş gemileri… Hibrit savaşın kuralına uygun devşirilmiş askerler zaten orada onlar adına birbirini aldıkları yardımlar ile birbirini vuruyor… Embedded medya dünyaya yalan haberini namlu ucundan bakarak yazıyor. Liderlerinin istediği haberler, istediği an uyduruluyor ve gerçekmiş gibi sunuluyor, çünkü kendi seçmenine haklı olduğunu göstermek ister savaş ilan eden lider. Kendi halkı arkasında olmadığı sürece savaş karşıtı gösteriler iç barışı bozar…

Körfez işgal edilmeden önce Tony Blair ve Bush yalan söyledi. Daha sonra bunu kabul ettiler.

“Her şey yalandı, hepimiz biliyorduk Saddam’ın elinde dediğimiz hiç bir silah yoktu. O yüzden rahat işgal ettik” diye de övündü Blair.

Blair kim, İngiltere başbakanı, işçi sınıfını temsil ettiğini söyleyen bir politikacı.

Yalancı bir solcu…

Liberalizmi savundu, İngiltere işçi sınıfının elinde ki tüm birikimleri sermaye lehine harcadı...

Ne yaptı, bir milyondan fazla insan ölüm emrini verdi...

Yargılandı mı, hayır.

Yalancı olduğunu itiraf etti, yargılanmadı.

Bush dünya lideri, yardımcısı Blair...

Bugün yine benzer yalanlar söyleniyor.

Bush yerinde Trump…

Trump iktidarını korumak adına başka ülkelerden füze fırlattırıyor, kimyasal silah kullanılmadan kullanıldı dedirtmek için kontrolünde ki insan hakları örgütünden açıklama yaptırıyor...

Trump savaşı demek milyonlarca insanın ölmesi, milyonlarcasının mülteci olması demek. Kendi ülkesinde savaş yok, ülkesine doğru mülteci akımı yok, işsiz kalan işçisine iş sahası açacak... Sadece iç kaygılar yüzünden kendi ülkesi dışında yaşayan her insan onun gözünde ölümü hakketmiş birer rakama dönüşüyor...

Trump “önce Amerika” politikası için tüm dünya insanını ateşin içine atıyor… Buna Fransız eski solcu şimdi sağcı başkanı alkışlıyor, İngiltere başbakanı kendi parlamentosunu yok sayarak “gireriz” diyor…

Dünyada savaş için çanlar, şofarlar çalıyor ve selalar okunuyor…

Suudi Arabistan’ın başkenti füzeler ile vuruluyor...

Amerika güney Arabistan ve körfez ülkelerine yönelik bir müdahale için zemin mi yokluyor ya da oluşturuyor?

Türkiye ikinci dünya savaşı sırasından daha kötü bir ekonomiye sahip, üreteceği elinde fabrikası yok, birikmiş tahıl ambarı yok, tarım arazileri boş ot kaplamış durumda, köylüler marketten alışveriş yapar konumda…

Her açıdan dışa bağımlı kalmış bir ülke ateşin içine iteklendiğinde kim karlı çıkacak? Ülkemizi savaş ekonomisi düzlüğe çıkarmaz, ekmek karnesini yeniden kullanıma sokar... iç/dış dinamiklere hoş görüneyim derken ateş çemberinin içine atmasın ülkemizi, çünkü ülkemizin birikimi anlatılan gibi değildir. Başarılı olduğumuz, teknolojik olarak geliştirdiğimiz doğru dürüst bir şeyimiz yok, saman balyalarını, yumurtaları bile ülke dışından alır olduk. Et fiyatlarını dengeleyecek canlı hayvan sayımızı bile yaylalarda artık yok… evet yollarımız ve o yolları kullanacak biz olamayız savaş çıkarsa eğer… karartma gecelerini yaşadı bu ülke Kıbrıs çıkarmasında, nasıl on yıl bir anda geriye gittiğimizi tarih yazar… bir ambargo ile "bir cente" muhtaç olduğumuzu o dönemin muhalif lideri iktidara gediğinde anlatır… Savaş kahraman üretmiyor, kahraman olacağını sananlar ilk seçimde kaybetmiştir… ihtiyaç olduğunda yıllar sonra kahramanlar yaratılır…

Yaratılan kahraman olmak için binlerce gencimizi ölüme göndermeyin!

Yaratılan kahraman olmak için var olan sorunlarımızın üzerini savaş rüzgarı ile örtmeyin, kendi kendine yeten bir ülke için, bir arada yaşamı güçlendiren politikalar üretin savaş yerine…

Küresel çapta siyasete müdahil olanlar bizi piyon olarak görmeye ve hayatımız üzerinden gelecek planları oluşturuyorlar...

Peki, bizim bu oyuna karşı bir müdahale hakkımız var mı?

Ne yazık ki piyonların önünde ki at oyunun sonucunu belirlemez...

İstihbarat kurumlarını devlet finans eder, şirketler elde edilen bilgi ile para kazanır. Savaştan elde edilen istihbaratlar sadece şirketlerin ileride nere ne kadar yatırım yapacağı konusu kadardır, çünkü istihbaratta artık teknoloji ile olduğundan teknolojisi elinde olan her türlü bilgi önce kendisine kullanır, kırpıntıları ile diğerleri idare eder…

Hangi gerekçe ile olursa olsun, bölgemizde ve dünyamızda savaşa hayır!

Emperyalist savaşlar sadece yıkım getirir…

Savaşa hayır!

İsmail Cem Özkan

Balerin

Balerin

Medyanın kafamızın içini biçimlendirdiği bir zaman diliminden geçiyoruz. Görsel olarak sunulanların emek boyutu ve insanı içeriğini pek incelemeden öyle sunulduğu gibi alıyoruz, kendi algılarımız içinde değerlendiriyoruz.

Ülkemizin şanslı insanları bale, opera, tiyatroya gitme/görme şansına sahip, onlar orada, yani sahnede yaşanan olayları ve emeği; alın teri olarak görmekteler. Sanatçı seyircisi ile buluşurken “sahnede size sunduğum şölen yılların birikimi ve şu anda izlediğiniz dakikalardır.” demektedir. İzleyici ile göz teması vardır oyuncunun, oyun içinde canlandırdığı karakterin giysisi içindedir ama bizim dilimizde bizim alışkanlıklarımız içinde bize bizim imgelerimiz içinde bize daha önce yazılmış bir öyküyü anlatır.

Sosyal medya son yıllarda yaygınlaştı ve geleneksel medyanın yerini çoktan almış durumdadır. Bugün her birimizin cep telefonundan sosyal medyanın görselleri sunuluyor. Protestolar, şikayetler, homurdananlar görsel eklenmiş alt yazı ile sunuluyor. Bale ve balerin denildiğinde ise taciz, tecavüz, sahnede oyunculara karşı söylenmiş nefret söylemlerin sonucunda bir protesto olarak bazı fotoğraflar yayınlanır. Cinsiyetçi bakışa karşı sanatçıyı savunan fotoğraflarda emek vurgusu yapılır. Bakın denir ne fedakarlıklar sonucunda bu sanatçı sahnede yerini alıyor, nasıl bir eğitimden geçtiğini görün diye görsel materyaller eşliğinde cep telefonumuza yansır. Sosyal medyanın bir özelliği vardır, anında tepki duyar twitter hesabından siyasi bir metin yazar ve sonra hiç yaşanmamış gibi başka haberlere bakarız. Bir saman alevidir ve bizler samanın ne olduğunu bilemez konumdayız.  

Her birimizin ekranına düşmüştür yaralar bereler içinde ayak parmak uçları. Balerinin ayağıdır. Sargılar içindedir. Nasır bağlamıştır belki…

Balerin ya cinsel yönü ile ya da çektiği eziyet ile ekranlara düşer.

Nefret söylemi ya da cinsel obje olarak algılayanlar ve onlara karşı savunanlar… Yaşanan tüm olumsuzluklara karşı balerini, balerinler ve opera bale sanatının emekçileri kurumları ile birlikte basın açıklaması yaparlar ama bu zaman diliminde artık “normal” olarak kabul ettiğimiz gibi yaygın medyada yerini pek almaz, alırsa da görünmez olması için üzerine başka haberler serperler. Sahneden, yaşamdan kadının uzaklaştırılması için her türlü yol denenir. Kadın bazıların şehvetini azdırıyor, azanlar ise kadına her türlü acıyı hak görüyor. Yaşananlar ve mahkeme tutanaklarına düşenler ibretlik olacaktır belki gelecekte. Çağdaşlık yolunda ilerleyen bir memleketin çocukları bugün sahnede kadının varlığını ve konumunu tartışır hale geldi.

Balerin oyunu klasik bale eğitiminden başlıyor. Klasik bale eğitimin ne kadar zor, ağır ve çok çalışma üzerine oturduğunu sahnede görmekteyiz. Balerin imgesi kafamızda “tütüsü, point’leri (parmak ucunda durmasını ve dans etmesini sağlayan pabuçları), “beyaz”lığı, zarafeti, masumiyeti gibi… Evet, dışarıdan bakınca romantik bir görüntü… O görüntünün kuralları vardır ve o kurallar çok çalışmak içindedir. Kolay değildir, eğitmenin her emrini yerine getirmek. Üstelik eğitim müzik ile uyumlu sahne üzerine kuruluysa. Klasik olarak öğrenilen hareketlerin bale için yazılmış bir eserde sahnede hayata vermek, seyircinin önünde… Her gösteri, her sahne ayrı bir çalışmanın üründür, kaslar ısıtılmadan, belirli esnemeler yapılmadan sahnede balerin yerini alamaz, alırsa da başarılı olamaz. Başarı içindir çalışmak…

Balerini sahneden indirip aramıza aldığımızda ne görürüz? Bir insan. Onu bir insan olarak gördüğümüzde sahnenin büyüsü yok olacak mıdır? Acıları, sevinçleri, duydukları, hissettikleri, seyircin hapşırması karşısında çok yaşa diyen bir ses. Balerin aramızda olursa büyü bozulur mu?

Oyun yukarıdan aşağıya doğru süzülen bir ışık demetinin aydınlattığı alanda bir müzik kutusu üzerinde görürüz balerini. Müzik kutusu müzik eşliğinde dönmektedir. Nostaljik filmlerde gördüğümüz müzik kutusu dijital sesi eşliğinde kurulduğu kadar dönecektir. Balerin bir mekaniğin parçasıdır. Bir işlevi vardır.

Müzik kutusu üzerinde dönen balerin sonuçta bir insandır ve o kutudan indiği an insan olduğunu, nefes alıp veren, kılık kıyafet değiştirendir. Ayaklarındaki point’leri çıkarması, ayağını pudralaması, bakımını yapması, point’lerin bağcıklarının neden dışarıda olması gerektiğini anlatması, kurallar içinde davranmasının bir gerekçesi olduğunu anlatır. Aynaya karşı konuşmaktadır ama ayna aslında bizleriz, diğer taraftan da aksedilen balerin.

Dans, bale, tiyatro, video… iç içe geçmiş sanat dallarının birlikteliğinden doğan bir şölen…

Her sahne her farklı öykü bir kıyafet değişimi ile seyirciye hissettirilir. Her küçük öykü balerinin başka açıdan yorumlanışına ve onun insani boyutunu görmemize açılan pencereleri işaret eder. Sahne yatay şekilde kurgulanmış bir penceredir ve pencereden yansıyan ışık (video) bize öykünün başka boyutunu anlatır.

Dans ve tiyatro bir sahnede kesişmektedir. Müzik kurgusu ve geçişleri hareketlere bir anlam katarken seyircinin kafası içinde kelimelere dökülmektedir. Her notanın karşılığı bir hareket, her hareketin anlamı bir kelimedir. Kelimeler yan yana gelmektedir, uzun uzun cümleler öykünün ana fikrini oluşturmaktadır. Klasik baleden modern baleye doğru bir yolculuk, bale tarihinin yolculuğudur. Kronolojik geçiş yoktur ama kronolojik olmayan bir tarih yolculuğundayız. Ses, hareket, müzik, balerinin iç konuşması ve dışarında gelen komutlar.

Bir balerinin içinde biriktirdiği ve seyirciye anlatamadığını anlattığını bir şölene dönüşmüş. Bu şölene seyircinin tepkisi ayakta alkışlamak oldu. iyi bir şekilde kurgulanmış, iyi bir şekilde sahneye taşınmış ve sunumu mükemmel olan bir bütünlüklü dans, tiyatronun kesiştiği farklı bir sanat eserini gördük, yaşadık, içselleştirdik.

Balerin oyunu bir anlamda bir manifestoyu sahnede açık açık seyircisine sunuyor… Marx ve Engels’in kaleme aldığı Komünist Manifestosuna atıf yapılarak işçi yerine balerin kelimesi ekleyerek yapmış olduğu manifesto sahneden seyirciye direkt ulaşıyor…

Oyun bittiğinde aklımda kalın harfler ile cümleye dönüşen şu cümle oldu; “hep bir direniş hali.” Balerin sahnede yer alabilmek için sürekli direnmek ve esnekliğini korumak zorunda, üstelik zamanın acımasızlığı karşısında dimdik ayakta durmak zorunda. Modern, klasik dans hangi dansı yaparsanız yapın direnmeyen insanın dans etme şansı yoktur, trajedi, dramdır. O trajediyi mutlu ana döndüren öykünün sahnede hayat bulmasıdır…

Kuğu Gölü Balesi, Şirin, Giselle, Kamelyalı Kadın…

Pyotr İlyiç Çaykovski, Arif Melikov , Adolphe Adam, Alexandre Dumas…

Arka arkaya gelen ve iç içe geçmiş olan bale klasiklerin ve bizden öykü olan Ferhat ve şirin’de Nazım Hikmetin sözleri evrensel olanın yerel olana doğru dönüşü, yerel olan balerinin evrensel olana doğru geçişini izledik. Yere yansıyan video görüntüleri, bırakılan her boşluk, nefes almak için verilen molalar, kıyafet değişimi ve iç çekişler bizi seyirci koltuğundan alıp öykünün içine bırakmasıdır.

Bir biri ile uyumlu ses, ışık, sahne düzenlemesi, oyuncunun ustalığı ve birikimin sahneye taşıyan yaratım ve yönetim bize unutamayacağımız bir gösteri sundu. Emeği geçen tüm sahnede yer alan almayan, hatta sahnede konuklara yer gösteren tüm çalışanlara çok teşekkür ediyorum… İyi ki varsınız, iyi ki sanat var, yoksa bir birimize bizim hikayemizi anlatamayacaktık.

Sanat hangi alanı olursa olsun insana insanın öyküsünü anlatmaktır.


İsmail Cem Özkan



Balerin
Proje Danışmanı: Kemal Aydoğan
Tasarım, Yönetim, Koreografi: Bedirhan Dehmen
Yaratım, Dans: İlke Kodal
Sahne Tasarımı: Bengi Günay
Işık Tasarımı: İrfan Varlı
Ses Tasarımı ve Müzik: Utku Şilliler
Görseller: Murat Dürüm
Proje Asistanı: Belçim Yavuz
Süre: 50 dk.
Moda Sahnesi

Tanrı biz insanları düşündü.

Tanrı biz insanları düşündü.

Tanrı bir gün biz insanları düşündü. Bazı insanlara serveti, cariyeleri, köleleri hak görürken, insanlığın çoğuna acıyı, nefreti, aşağılanmayı, köle olmayı hak gördü. Tanrı kendi gölgesini dünya üzerine krallar, padişahlar ile yeryüzüne vurdu, peygamberler onun nefesi, sesi oldu. Onlara her türlü sefayı hak gördü, onların elinden cezayı ise keskin kılıç olarak tebaaya hak gördü.
Mısır’dan çıkan seçilmiş Yahudilere “seçilmişsin” dedi, yüzler yıl köle yaşadıktan sonra. Kimse sormadı, Yahudiler Mısır’a neden köle ve işçi olarak gittiğini. Musa onların kurtarıcı çobanı olarak tanrı tarafından ilan edilene kadar, seçilmiş halk diğer kölelerden farklı çalışmadı.
Firavun’un yaptırdığı saraylara taş taşıdılar, taş işçiliği yaptılar, taş ocaklarında alın terlerini ve kanlarını bıraktıklar. O güne kadar seçilmiş halk hiç sormadı neden bu cezaya tabi olduklarını…
Seçilmiş halktı ve seçilmiş bir taş ocağında kas gücünü Firavun için kullanırken güzel kadınları sarayda cariye olarak firavun daha güzel gece geçirsin, deliksiz uyku uyusun diye canını dişine takmış her türlü insanı değerini ona sunuyordu.
Mısır medeniyetti. İnsanlığın yaratmış olduğu birikimin sembolü, o dönemin parlayan güneşiydi. Firavun tanrının yeryüzünde ki güneşi, ayı, gölgesi ve hatta kendisiydi. Tanrıydı krallar, peygamberler ve imparatorlar. Sezar’dı dünyayı inleten.
Tanrı adına savaştırdı kölelerini, tanrı adına arenada kanlar yere döküldü. Tanrı adına kan döken köle, binlerce insanı kendisine hayran bıraktı. Kanı dökülenin ise nefesi arena zeminine karışırken, seslerde haykırışa neden oluyordu. Tanrının yüzlerce ismi vardı ve her toplum tanrının öteki ismini haykırıyordu.
Tanrı sadece efendilerindi.
Efendiler tanrı için sefa içinde yaşıyordu.
Midelerinde tek lokma olanlar ise tanrılarına şükrediyor ve daha fazla acı çekmemek için dua ediyordu. Ekmeğe verene şükrandılar. Dilencilerin tanrısı dilendiriyor, dualarını ağızlarına veriyordu ama hiçbir dilenci sormuyordu neden dilendiğini, çünkü alın yazısı onu soylu kandan gelmesine müsaade etmemişti…
Mısır’da seçilmişlerin çobanı doğdu bir gün…
Irmaktan kurtardı sarayda çalışan seçilmiş köle kadın…
Köle kadın verdi memeyi, Firavun’un çocuğuna verdiği sütü…
Çoban büyüdü kim olduğunu bilmeden, çoban olduğunu da zaten bilemezdi. Ona söylenmemişti halkının kurtarıcısı olduğu.
Bir gün köleleri gördü...
Bir gün gerçeği anlattı meme veren seçilmiş köle…
Bir gün firavun ile iktidar kavgası etti, firavun için girdiği savaşta kazanmışken yenilmiş olduğunu öğrendiğinde.
Bir günde kaçtı…
Bir günde çöllerde çoban olarak yaşamayı…
Ateşten öğrendi, çoban olduğunu…
Onun yüreğinde yanan alev kor olmaktan çıkmıştı. Döndü halkının arasına…
Halkına verdi mucize haberi, artık köle olmayacaksınız!
Köle olmayacağını duyanlar bayram etti…
Bayram sevinci dua odasında köleler arasında yayıldı. Firavun fısıltısını duymadı bile. O sırada firavun’un bir oğlu oldu. Taht mirasını bulmuştu, devam edecekti soylu kanın iktidarı ve gücü. Ölen firavunlar için piramitler yükselmeye devam etti kumların içinde. Kölelerin alın teri kanına karışmış taş taşıyorlardı, insanlık o taşın nasıl taşındığını yıllar sonra düşünecekti. Kimse sormayacaktı kölelerin ölümünü, alın terini.
Firavun’un başına olmadık felaket gelecekti.
Kara bulutlar oluşacaktı firavunun sarayının üstünde.
Çoban halkını alsın vaat edilen topraklara götürsün diye azad istedi.
Firavun kölelerini bırakmak istemedi.
Asa dönüştü yılana, anlattı firavun’a sarayının sunum odasında çoban. İnanmadı çocukluk arkadaşı çobana.
Felaket mısır’ın üzerindeydi. Mısır halkı felaketten kırıldı. Firavun’un küçük çocuğu öldü, ölen diğer köleler ile birlikte, seçilmiş halk hariç. Firavun koltuğunu korudu, tanrı seçilmiş kralına dokunmadı…
Ölüm denizde kan oldu.
Ölüm ırmak suyunu kırmızıya boyadı…
Firavun kanı gördü…
Acıyı gördü…
Oğlunun ölümünü gördü…
Çobanın arkasından giden kölelerini gördü…
Denizin ikiye ayrıldığını gördü…
Kölelerini geri almak için denizin ortasından giden seçilmiş halk için yola gözü kapalı daldı…
Deniz askerleri denizin ortasında içine aldı, ölüm oldu, seçilmişler karşı kıyıya geçince…
Kimse sormadı, neden askerlerin canını aldığını...
Firavun kıyıda deniz içinde yok olan askerlerine baktı son bir kere, kaçan kölelerin arkasından üzüldü. Yeni köleler bulmak zorundaydı piramitlerin yükselmesi için…
Sorulmayan sorular çoktu, seçilmişler Sina çöllerine vardığında.
Mucize gerçekleşmişti.
Tanrı acı çekmesi gerekenlere acı çektiriyor, sefa çekmesi gerekenlere de her türlü nimetini veriyordu.
Güzel kadınların kocalarını savaşa gönderip evlenen seçilmişler tarihteki yerlerini koruyordu. Kimse sormadı yeryüzü sular altında kaldığında ölen insanların ne yaptığını. Bir güvercinin ağzında taşıdığını zeytin dalı olup olmadığını tartışırken…
Emekçiydi. Emeği ile geçinen, tarlasını elken, koyunlarını güden diğer seçilmemiş insanların enden acı çektiği, neden savaşlara her daim er olarak katılıp öldüğünün hesabı sorulmadı…
Tanrı adına hiç bilmedikleri coğrafyalara gidip, hiç bilmedikleri evleri yağmaladılar, hiç bilmedikleri diyarlarda “piç” çocuklarını bıraktılar… O çocukların nasıl bir acı çektiğini kimse bilmedi, çağmağa gerilince seçilmiş bir insan.
Onun acısı ile öğrendiler yalnız büyüyen bir çocuğun duygularını…
Tanrı kime acı vereceğini biliyordu, çünkü cennetinden kovulanlarına karşı öfkesi sonsuzdu. Acılar veriyor, ateşlere atıyor, derisini yüzüyordu.
Tanrı acımasızdı…
Sadece seçtiği birkaç insana karşı hoş görülüydü…
Çobandı seçtikleri..
Halkın büyük bir kısmı koyun!
Çobanın arkasından sesi takip ettiler koyunlar…
Sormadılar, sorgulamadılar çobanın ağzından çıkanı…
Sormadılar çobanın nasıl yaşadığını…
Sorgulamadılar çobanın hayalleri uğruna ölen insanların kanın toprak üzerinde kuruduğunu…
Düşünmediler kan düşen toprakta otun bitmediğini…
Çobanların geçtiği yerler çöle dönüştüğünü…
Nazilerin toplama kampında seçilmiş halkın evlatları son nefeslerini vermek için gittikleri gaz odalarında acaba düşündü mü tarihlerini ve alalatılan hikayeleri…
Bir çobanları bu sefer gelmemişti, gelen Sovyet askeriydi… Üstelik hepsi de ateist!
İbrahim oğlunu kurban edene kadar insan verdi oğlunu tanrıya kurban. Neden İbrahim oğlunun boğazına bıçağı dayadığında geldi bir canlı gökyüzünden… Sorgulamadı insan, sorguladı İbrahim’in cariyesi ve cariyeden olan çocuğu.
İbrahim oğlu ile indiğinde, elinde başka bir canlının kanı eli ile, gönderdi cariyesini ve cariyeden olan oğlunu çöl topraklarına…
Sorgulamadan gitti cariye…
Sorgulamadan gitti oğul… Bir oğul için bir can hediye eden tanrı neden çöle giden oğul için bir su damlası olmadı diye sormadı. İbrahim’in vicdanı rahattı, krallığını yürütecek mirasını devredeceği oğlu vardı, üstelik sevdiği kadından… O İbrahim ki halkını vaat edilen topraklar üzerinde dolandı… Mısır kapısı açılana kadar…
Mısır kapısı kölelere açıktı... Seçilmişlere değil... Seçilmişler o kapıdan köle olarak girdiler Firavunlar’a hizmet ettiler. Ta ki bir çoban gelip kurtarana kadar…
Sorulmadan anlatılan öyküler binlerce yıldır kulaktan kulağa, sesten sese aktarıldı… Arada soru soranların önüne dikildi engizisyon mahkemeleri…
Sürgünler acılar yaşadı halklar… Sığındılar başka bir tanrının gölgesinin hüküm sürdüğü topraklara…
Tanrı biz insanları düşünmedi, bazı insanları düşündü…
Kutsal kitaplarda neden kölenin varlığının sonlanmasını istemedi?
Bütün insanlar eşittir, insanın insana yaptığı zulüm bana ait demedi…
Taraf tuttu, taraf tuttuğunun tüm hatalarını yok saydı, bir şeyden habersiz olana ise her türlü eziyeti hak gördü…
Onun adına yaptı her türlü acıyı yaşayan... Düşünmedi tanrının sözünü, düşünmesi ona yasaktı çünkü biat et dedi, etti…
Ticaret yarattı yeni bir sistem.
Ticaret yok etti, gölgeleri ve zulümlerini…
Ticaret yarattı yeni tanrıyı yeşil kağıt parçası üzerinde…
Her şeye yön veren, uğruna ölünen ve öldürülen…
Para üzerine kuruldu yeni düzen…
Paranın hakim olduğu yerde tanrının kurumları siyasetin dışına ötelendi…
Tanrının gölgesi sığındı bir çanın gölgesine…
Tanrı adına ölmek ve öldürmenin yerini para sahipleri için öldürme ve ölüm aldı…
Paraya hükmeden belirledi insanın kaderini…
İnsanların çoğunluğunun kaderi değişmedi, sahipler değişince…
“Liberté, égalité, fraternité”
"Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik"
Sözleri kimin için söylendiğini öğrendi kısa sürede insanlık…
Yanıtını yaratılan yeni sınıf Manifesto ile ilan edecekti…
“Feodal toplumun çökmesiyle oluşan modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlığını ortadan kaldırmış değil. Yalnızca, eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni ezme koşulları, yeni mücadele biçimleri getirmiştir.”
“Proleter hareket ise, son derece büyük bir çoğunluğun, son derece büyük bir çoğunluk çıkarı adına giriştiği özerk harekettir. Şimdiki toplumun en alt katmanı olan proletarya, resmi toplumu oluşturan katmanların tüm üstyapısını bütünüyle havaya uçurmadıkça doğrulamaz, ayağa kalkamaz.”
“Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”

İsmail Cem Özkan