Galata Gazete


25 Kasım 2019 Pazartesi

Atma!


Atma!

Konya valisi, 24 Kasım öğretmenler günü dolayısıyla katıldığı etkinlikte bacak bacak üstüne atan bir öğretmene, “sen öğretmen misin birader? Öğretmen gibi otur da bir görelim" sözleriyle tepki göstermiş... Ve sözlerine devamla “yalan mı arkadaşlar, yalansa yalan deyin” diyerek orada bulunan öğretmenlerden destek istemiş, onlar da alkış ile destek vermiş...

Yukarıda ki satırları bugünlerde bir çok medyada okumuş ya da izlemişsinizdir. Devletin karşısında, erkin önünde, hocanın karşısında bacak bacak üzerine atamazsınız, peki neden?

“Karşımda ki kibirli, o yüzden bacak bacak üstüne atıyor” diye düşünen karşısındakinin kibrini kırmak istemek için itiraz edebilir ama ortada kibirli bir durum söz konusu değil, görünen o ki tam tersi durum söz konusudur…

Tahrik mi oluyorlar?

Bugünlerde otobüste giden yaşını başını almış bir adam ileri koltukta oturan kadına bakıp “senden tahrik oluyorum” demiş...

Erkek, kız çocuk görünce tahrik olan ilim adamları var, hatta anasının bacağını açıkta görünce önüne çadır kurduğunu saklayamayan profesör konumuna gelmişlerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz...

Şimdi Konya valisinin açıklamasını okuyunca aklıma 12 Eylül mahkemeleri geldi. Mamak'da Devrimci Yol ana davasında savunma ilk günü ben izleyiciler tarafından yani en arkadan basamak haline konulmuş tahtaların üzerinden mahkemeyi izliyorum. Henüz çok gencim, Devrimci Yol liderleri kimlermiş diye de sanıkların olduğu düz alanı izliyorum... Hakim geldi, salon sessiz, savunma için bir nolu sanık (Oğuzhan Müftüoğlu) kalktı, savunmayı okumaya başladı. "İşkenceyi durdurun!" sözünü söylerken biri geldi ayağıma vurdu, ‘ne oluyoruz’ diye bakarken bir asker karşımda “indir ayağını!” derken bacağımın üstünde ki ayağıma vurdu. ‘Hayırdır’ diye adama baktım, genç bir asker. “Burası mahkeme, devlet, ayak ayak üstüne atamazsın, düzgün otur!” Dedi. Ben de tik mi oldu nedir anlamlandıramadığım bir beyin tutulması ile belki de içimde saklı tuttuğum anti otorite güdüsü bacak bacak üstüne istem dışı attım (bir parantez açma ihtiyacı duydum, mahkeme heyeti gelmeden sanıklar salona alınmış, her sanık yakını görmek için bizim oturduğumuz yere bakıyor, yakını gören el sallıyor… Salona önce savcı geldi, savcı salon otoritesinden sorumlu sanırım hemen bir fırça attı sanık bölümünde oturanlara… Hadi erkeksen/kadınsan arkaya dön ve el salla, ne mümkün… Disiplin ve korku salonun içinde soğuk bir rüzgar estirdi. Belki o soğuk havanın etkisi, belki de sesi daha iyi duyayım diye elimi dizlerimin üzerine dayayıp vücudumu öne doğru eğmişken yaşandı .) Hooppp beni iki kolumdan tutukları gibi salondan attılar... Benim ile gelen Almanya’dan konuklar, dostlar, gazeteciler çaresizce benim götürülüşüme baktılar. Salondan çıktım ya, Mamak önündeki Samsun asfaltına kadar çıkarıldım...

Bu satırları yazarken dillerden düşmeyen bir türkü düştü dilime…

“Geldiğimizde otlar yemyeşildi
Ve kuzeydeydi güneş
Kömür deposu boşaldı işte
Mamak'a sonbahar geldi

Güneş altında tutsaklar
Geçen sonbahara bakıyorlar
Şirin mi şirin gecekondu evleri
Samsun asfaltında otomobiller
Ne güzeldir yollarda olmak şimdi”

Bacak bacak üstüne attığınız an birileri hakaret ettiğinizi sanıyor ama ben hiç öyle düşünmüyorum, ne yani kendinden küçüklerin karşısında sen bacak bacak üstüne atacaksın ama senden küçükler atamayacak, neden? Otoritesini sarsıyoruz sanırdım, meğer otorite değilmiş, geneli tahrik oluyorlarmış...

Peki, devlet tahrik olur mu?

Ülkemizde her amir/ yaşı büyük erkek/ erk sahibi kendisini orgeneral görüyor, devlet disiplini demek otorite demektir. Vatandaş ise er… Ama ben er değilim ki, gazeteciyim, diyelim ki gazeteci değilim… Mesleğim icabı düşünürsek; “Karşımda kim olursa olsun, ondan haber almak için kendimi rahat hissetmem ve not almam için kendimi konumlandırabilmem gereklidir.” Başka mesleklerde benim gibi kendisini rahat hissetmek ister, bırakın meslek sahibi olmayı mesleği olmayan biri de olabilir…

“Hayır yapamazsın! Ama kendin ile eş gördüğün birinin karşısında istediğin gibi oturabilirsin!”

Neden?

"işçisin sen, işçi olarak kal" demek gibi bir şey..

Patron/kral/orgeneral hepsi tanrının gölgesi, kilise de, cami de bacak bacak üstüne atıp oturamazsın, diz çökmek zorundasın, diz çökersen sen tanrının evinde tanrının karşısında kendini anlatabilirsin!

Liderler konuşurken not alınacak şekilde tahtalar ve diz dayama düzeneği olmalıdır. Tüm gazeteciler, öğretmenler, mühendisler patronlarının karşısında diz çökerek görüşlerini belirtmeliler! Diz çöken bacak bacak üstüne atmak için fiziki bir durum da söz konusu değildir…

“Atma!” dedi biri devletin gücünü kendisinde biçimlendirdiğini inanan biri... “Atma!” dedi, ‘atan’ dışında kalan herkes alkış ile “atma” diyeni destekledi…

İsmail Cem Özkan

22 Kasım 2019 Cuma

Aziz Dostum Çehov


Aziz Dostum Çehov

Üç öykü, üç ayrı zaman kesiti… Ne başlangıç vardır kesit içinde ne de son… Anın atmosferi içinde bize bir şeyler sunulur ve o sunulana bakarak bizler öyküyü ya da kesiti devam ettiririz, her birimiz için farklıdır artık kesitten sonra ki süreç…

Her zaman kesitinde oluşmuş olan öykünün atmosferin içinde buluruz. Birbirinden bağımsızdır, bir biri ile ilişkilidir, çünkü yazarın yaşadığı döneme yöneltilmiş projektörün aydınlattığı anın bize yansıması içindeyiz. Zaman bugün değildir, kesit alındığı andır. Sahneye bakan seyirciler olarak birden önümüze çıkar atmosfer ve hemen içine alır bizi.

Buraya gelmişken hemen salonun konumundan bahsetmek gerek… İstiklal Caddesi üzerinde olan Oda Kule adı verilen caddeye yakışmayan bir binanın yanında yer alan kilisenin hemen yanında yer almaktadır. Tiyatro olmadan önce o binadan haberim dahi yoktu, oyunu izlemek için gittiğimde ilk defa içini görme imkanım oldu. Garibaldi ismi verilen bu yeni sahne gizli kalmış ama keşfedilmeyi bekleyen bir yer olarak yıllarca sessizce kendisini korumuş izlenimi verdi. Devlet Tiyatrosu orayı Küçük Sahne’nin kapatılması sonrası anladığım kadarı ile kiralamış. İki sahneden oluşuyor ve Pazar günleri okuma tiyatrosu olarak kullanılan bir de küçük alan olarak tiyatro severlerin hizmetine sunmuş.

Garibaldi, Türkiye’de yaşamış ama o sıralarda henüz devrimci değilmiş. Bir gemide çalıştığı süreç içinde gittiği ülkelerde gelişmelerden etkilenmiş ve ülkesinin Avusturyalılar tarafından işgaline karşı direniş örgütüne girmiş ve hayatı olduğu gibi değişmiş. Bizi ilgilendiren tarafı ise yaşadığı ve bugün içinde tiyatro izlediğim bina.  1828-1831 yılları arasında bu binada yaşamış ve o binada kurulan Societá Operaia İtaliana (İtalyan İşçi Birliği) derneğinin kurucu başkanı olmuş… Pera bölgesinin çok kültürlü yapısının bizim tarihimizde bilinmeyeni bu binanın görünür kılınması ile yeniden benim açımdan gündemime gelmiş oldu. Bizde yazımızı yazarken bu kesitten söz etmeden geçemedim.

Öyle bir tarihi geçmişi olan binanın içinde Çehov’un oyunu için içinde bulunduğumuz ikinci salondan da bahsedeyim. Bir sahne ve bir de salon içinde balkonu görmekteyiz. Düz bir alanda sandalyeler bir biri ile orantılı olarak sıralanmış, her bir seyircinin oyunun oynanacağı alanı görecek şekilde planlandığını gördüm. Küçük bir salon yüksek tavanlı bir alan… oyunun başlamasından onbeş dakika önce seyirciler salona alındı. Yer numarası olmadığı için ilk giren istediği sandalye de yerini aldı. Her devlet kurumunda olduğu gibi burada da protokol için sandalyelerin olduğunu gördük… Devletin olduğu yerde fırsat eşitliği olmaz, ayrıcalık her zaman birileri için vardır anlamına gelmektedir koltukların ya da sandalyelerin arkasına iğnelenen protokol yazısı ile…

Oyunumuza dönersek her bölüm de farklı atmosfer içinde sunulmuş olsa da aslında bir biri ile bağlantılı üç öykü vardır. Hepsinin ortak yönü, zaman, içinde bulunulan koşullarda yalnızlık ve yalnız kalma korkusu, çevrenin görünmeyen baskısı ve gelenekler… alınan kesitlerde ki öykülerde düğümü, çözümü olmayan ama başlangıç ve son arasında alınmış bir andır. Başlangıcı ve sonucu okuyucu/ seyircisi kafasında tamamlanması istenir, başarılır da…

Her anın içinde birbirinden farklı kaoslar her an söz konusu olabilir. Öyle bir noktadan olayın kesitini alırsınız ki, o olayı klasik anlatım ile seyirciyi / okuyucuyu hazırlamak, kahramanların ruh halini ve karakterini tasvir etmeye gerek kalmadan okuyucu / izleyici o alınan can alıcı kesitten her bir ayrıntıyı kafasında yaratır ve o yarattığı döngüden öyküye/ oyuna dahil olur.

"Hayat seni güldürmüyorsa espriyi anlamadın demektir."

“Sistemlerin ve yönetimlerin değiştiği coğrafyalarda insanın aynı kalması beklenemez ancak bu süreç son derece sancılı ilerler. İnsanlar değişir, dönüşür ama kısa vadede eski-yeni kültürel şokunu benliklerinden silemezler. “ diye cümle ile tanımlanır öykünün geçtiği atmosfer.

Evlenme teklifi

İki komşu toprak sahibi ailenin 35 yaşlarına gelmiş ve korkuları ile yaşamaya alışmış, ama bundan da kurtulmak isteyen bir erkeğin diğer çiftlik sahibinin evini ziyaret etmesi ve evlenme dileğini hayata geçirmek istemektedir. Evin kızı ve babası yıllardır kendilerine gelecek bir görücü beklemektedir. Görücü gelmiştir ama öyle olaylar gelişir ki, kaos kaçınılmaz ve çatışma bu krizi iyi yönetememeyi ortaya çıkarır ama nihai amaç evlilik olunca her türlü çatışma üstü bastırılır ve bir süreliğine kapatılır. Üstü kapatılan tarih, gerçekler ve krizin yönetimi… evin kızı evlenmek istemektedir ve ayağına gelen kısmeti kaçırmak istemez, inatçı kişiliği ve her şeyde kendisini haklı gören yapısı karşısında direnen ve ilkeleri olan aynı zamanda korkuları ile yüzleşmemiş bir aday…

Bu bölümde oynayan her üç oyuncu birbirini tamamlayan ve birbirinin oyun gücünü yukarıya taşımaktadır. Dekor oyuncuların hareket alanını kolaylaştırmakta ve salonda oyun için alanı genişletecek şekilde yerleşmiştir. Perdeye yansıyan görüntü, ışık bu bölüm için istenilen atmosferi sunmuştur. Seyirciler oyuna katılmış ve anı yaşamaktadır. Bu bölümde Emre Yıldız, Erdinç Gülener ve Emre Başer bu bölüm için istenilen atmosferi oyunculuk gücü ile yaratmış ve seyirciye başarıyla sunmaktadır.

Tütünün zararları

Bir eş tarafından 33 yıl istemediği bir hayat yaşayan adamı konu eder. Evliliğinden hep kız çocukları olmuş, kız çocukları olması imgesi kadının hakim olduğu vurgusu üzerinedir ve ne tesadüfidir ki her çocuk ayın 13’ünde doğmuştur. 13 rakamı evliliğin kilit imgesidir. Öncelikle sorunun kaynağı ve kadının baskısı altında acı çeken bir erkek gibi algılanması için bir atmosfer yaratılır ama konuşmanın ilerleyen zamanında asıl sorun, “insanın bir türlü içinde yüzmekten kurtulamadığı bunalım deryasıdır, bu deryada cankurtarana ulaşma çabasıdır.”

Emre Başar bu bölümde muhteşem bir performans ortaya çıkarır, salondan gelen zaman zaman kahkaha, zaman zaman sessizlik içinde oluşan atmosferden bağımsızdır, oyunun içinde oyunun trajedisini izleyiciyi mimikleri ve vücut dili ile anlatmaktadır.

Ayı

Eşini kaybetmiş ve üzerinden 7 ay geçmiş olmasına rağmen hala yas içinde olan bir toprak sahibinin eşi her gün olduğu gibi (sanırım) günlük bakımını yaptırmaktadır. Aniden gelişen olaylar zinciri henüz başlamamıştır. Sakin bir gün sahnededir. Aniden kapı çalar ve bir alacaklı salona hışım ile girer ve sakin giden bir gün içinde bir kaosu yaratır. Kriz ortamı vardır ve bu kriz anın yönetimi sorunludur. Bir birine iki kapalı insanın bir biri ile çatışması ve çevresinin bu çatışmadan etkilenmesi… nefret duygusunun aşka dönüşmesi için günler gerekmediğini görüyoruz, anlık bir duygusal geçiş davranışları da etkiliyor…

Yılmaz Gruda’nın çevirisi ile sahnede karşımızdadır Çehov. Tiyatrocu ve tiyatroyu tanıyan bir çevirmenin akıcılığı ve Türkçeye uyarlaması ya da yeniden yaratımı bizi bu oyunun içine hemen karışmamızı, sahneden salona doğru yayılan atmosferin içinde bulunmamızı sağlıyor. Zafer Alagöz bu çeviriyi ele almış ve yeniden yorumlamış günümüz tekniğini kullanarak. Video görseli oyunun geçişleri ve oyunda yaşanacakları yine Çehov dili ile seyirciye ulaştırıyor.

Oyunun seyirci ile kucaklamasında elbette kostümün, dekorun, ışığın, ses bütünlüğünün etkisi tartışmaya gerek bile yoktur. Oyunda emek veren her emekçinin eseridir, bunu Zafer Alagöz çok iyi bir şekilde organize etmiş ve bir bütün olarak oyunu karşımıza sunmuştur. Bize düşen şey, emeği geçen her emekçinin emeğine sağlık…

İsmail Cem Özkan



Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Yılmaz Gruda
Yöneten: Zafer Algöz

Oyuncular: Erdinç Gülener, Eylem Yıldız, Emre Başer, Deniz Denker
Dekor & Kostüm Tasarım: Medina Yavuz Almaç
Işık Tasarım: Birol Gezici
Yönetmen Yardımcısı: Eylem Yıldız
Asistan: Deniz Denker
Sahne Amiri: Cengiz Aydoğan
Kondüvit: Ali Yavşan
Işık Kumanda: Ferhat Daşdemir, Burak Gülçebi
Aksesuar Sorumlusu: Burçin Özdemir, Barış Akbaş, Erdinç Aksoy
Kadın Terzi: Raziye Öztürk
Erkek Terzi: Hasan Basri Aktaş
Perukacı: Ramazan Akbaş 

19 Kasım 2019 Salı

Kayıp kentten manevi vatana


Kayıp kentten manevi vatana

Ermeniler hakkında ne biliyoruz diye sorma gereği bile duymazlar, haklarında oluşmuş önyargılar ile kalıplaşmış resmi tarih söylemleri hakimdir ülkemizde… Ermeniler bu toprakların kadim halklarından olduğu vurgulanır ama tarihleri hakkında tek bilgi ‘Ermeni soykırımı’ ya da ‘tehciri’ adı verilen tartışmalar çevresinde gelişen cümleler ve onların yaratmış olduğu korku, acı, hüzün, dram ve trajedidir.

Ermeniler kendilerini mukaddes kitapta sözü geçen bir olay ile bağdaştırmayı seviyor. “Sular çekildiğinde yeryüzüne ilk ayak basan kadim halktır Ermeniler”. “Yani Ağrı (Ararat) Dağı ve eteklerinde yaşayan ve istilaların, istilacıların geçtiği bir boğaz içinde yaşamak zorunda olan bir halk…” Dışarıdan bakılınca ilk akla gelen cümle budur ama tarihi konusunda o kadar bilgi barındırmaz içinde. Her ulusun doğuşu gibi belirsizlikler mevcuttur başlangıç noktası için ama “Starbon’un da belirttiği gibi (XI, XIV, XV) Ardeşes’in hükümdarlığı döneminde Ermenice tüm ülkenin ortak dili olur.

Ermenilerin iki vatanı vardır, Büyük Ermenistan ve Küçük Ermenistan adı altında. Büyük Ermenistan Fırat’ın doğusunu kapsar, ikincisi ise Sivas, Erzincan ve Malatya şehirleri arasındaki topraklardır.  Büyük Ermenistan daha homojendir Küçük Ermenistan’a göre, çünkü komşuları ile etkileşimi daha azdır.

II. Dikran (İ.Ö. 95-55) Ardeşes hanedanın en ünlü temsilcisi olmuş, “Kralların Kralı” diyerek sikkeler bastırmış. Güçlenince Diyarbakır şehri yakınlarında Dikrangerd (Tigranokerta) adında yeni bir şehir inşaat ettirmiş. Yıllar geçer, savaşlar olur, yeni güçler tarih içinde yerini alır ve doğuda Sasanilerin tarih sahnesine çıkmasıyla (224) doğu Roma imparatorluğu ve Sasaniler arasında kalırlar. Ülke kaçınılmaz olarak ikiye bölünür, doğuda kalan Ermeniler Mesrob Maşdots 405 yılında icat ettiği Ermeni alfabesi etkisi ile etnik-kültürel kimliğini korumayı başarır. 485 yılına kadar Ermeniler her türlü baskıya karşı direniş gösterirler ve direnişlerinin sonucunda 485 yılında Pers Kralı Valaş; Ermenilerin ibadet, inanç ve kültürel özgürlüğünü tanımak zorunda kalır. Valaş, Ermeni ordusu komutanını Vahan Mamigonyan’ı Ermenileri yönetmesi için vali olarak atar. Bu sayede Ermeniler sorunsuz tam kırk yıl süren barış ve refah sürecini yaşarlar. 629 yılında Herakleios Perslere karşı kazandığı zafer sonucunda Khalkedon Konsili Ermeni ve doğu kiliselerine baskı uygular kendilerine katılması yönünde ama bu ters tepecektir. Kendi alfabeleri ve dilleri kilise ile özdeşleşmiş, yaşam biçimleri ve günlük hayatlarını belirleyecek konuma kadar gelmiştir. Ermenilerin direnişi Arap istilası olana kadar devam eder. Bu süreç içinde bir çok ayaklanma olmuş, katliamlar birbirini izlemiştir… Ermeniler bu ayaklanmalar sırasında kendilerine güvenleri artmış Ermenistan’ı hem bir denge unsuru, hem de kendi çıkarları yönünde bir teminat olarak görmüşler. Bu sürecin içinde tam bir yüzyıl sürecek (920-1020) olan bir süreç yaşanır ve bu sürecin en parlak dönemi III. Aşod kurduğu “binbir kiliseli” Ani şaheseridir. 1045 yılında Bizans, Ani’yi ele geçirince Pakardoni Krallığı süreci de biter. Ama aynı zamanda Bizans çöküş sürercindedir. 1071 yılında Malazgirt’te Selçuklular bu süreci hızlandırmıştır.

Tarih en karanlık noktasında başka bir coğrafyada bir umudun var olduğunu yazar tarihçiler. Ermeniler içinde geçeridir. Savaşların yol açmış olduğu kitlesel göçler, sürgünler Kilikya’da “Küçük Krallık” kurulur. Son Ani kralı II. Gagik’in muhtemel akrabası olan Rupen, kendi adını taşıyan Rupenyan Prensliği adında bir devlet kurar. 1375 yılına kadar bir çok olay yaşanır, hatta dönemin büyük liderleri arasında bile sayılır ama zaman içinde iktidarın varisleri ve onlar ile akraba olanların ittifakları çevrede gelişen diğer olayların etkisi ile 1375 yılında başkent Sis, Mısırlı Memlukların eline geçince prenslik sona erer. Ermenistan topraklarında yeni bir bağımsız Ermeni devleti kurulması fikriyatı 1918 yılında hayat bulacaktır.

1800 yılların başlarında “Yeniden Doğuş” (Veradznunt); kültürel üretimin geleneksel yapıların aracılığı ile bir hareket yaratma işlevini üstlenirken “uyanış” (zartonk) terimi ile Ermeni tarih yazımı ve yeni muhatapların yaratıldığı dönemi belirtir. Kolonilerde ve genel olarak Ermenilerin yaşadığı yerlerde dergi basımıyla birlikte modern Ermenice edebiyat, bilimsel araştırma ve tartışmalarda da kullanımı yaygınlaşır. Laik anlayışa uygun olarak Ermeniler kilisenin hakimiyeti arasında bir mesafe koyarlar, bu da Osmanlı sarayı ve batı başkentlerinde Ermenilere daha fazla hareket alanı sağlar. Berlin Kongresi (1878) ile Ermeni meselesi, resmi olarak ilk defa uluslararası diplomasinin gündemine girer. Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu içinde Ermeniler üzerinde baskıların da artması anlamına gelmektedir. 

Berlin kongresi sonrası 1885 ve 1890 yılları arasında üç Ermeni partisi kurulur. Armenagan 1885 (Ermeni yanlısı), Hınçakyan 1887 (Çan), Taşnaktsagan 1890 (Devrimci Federasyon). Üç partinin ortak yönü; Ermeni özerkliği ve bağımsızlığıdır. Daha sonra Ramgavar 1908 (Halk) Kafkasyalı genç aydınlar arasında yayılır. Daha sonra komünist parti kurulur. 

İttihat ve Terakki Partisi Ermenilerin örgütlenmesi ve Balkan Savaşlarının bırakmış olduğu travmaya uygun olarak daha önce aldığı önlem kararlarını 24 Nisan 1915 yılında İstanbul’da ki Ermeni aydınları tutuklatarak başlatır ve aydınları sürgüne gönderir. Kısa süre sonra ise İzmir ve İstanbul haricinde yaşayan tüm Ermenileri zorunlu göçe zorlar ve o bildiğimiz ve her sene tekrarlanan Amerika senatosunda konu olan süreç böyle başlar.

28 Mayıs 1918 yılında başkenti Erivan olan bir Ermeni Cumhuriyeti kurulur. 29 Kasım günü Ermeni Komünist partisi iktidara gelince 29 Kasım 1920 yılında Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını alır. SSCB’nin dağılması ile 21 Eylül 1991 günü yapılan halk oylaması ile Ermeni Cumhuriyeti kurulur.

Koloni ya da diaspora…

En son kurulan Ermeni krallığı olan Kilikya krallıklarının çöküşünden sonra Ermeniler değişik ülkelere gitmişler. Gittikleri yerlerde birlikte, bir arada yaşadıkları için “koloni” adı verilmiş, ama 1915 sonrasında Anadolu’da Ermeni nüfusunun kazınması ve çöle sürülmesi sonrası yurtdışına gidenlere ise daha önce gidenlerden farklı olarak “diaspora” adı verilmiş.

Koloni olarak gidenler gittikleri topraklarda, katıldıkları toplumlarda en üst göreve geldikleri zaman bile, içinde oldukları devletlerin temel kültür, dil ve siyasi değerlerini değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmemişlerdir. Ermeniler, Bizans, Rus, Pers, Osmanlı imparatorluklarında önemli mevkilere gelmiş ve devletleri için çalışmışlardır. Bunların dışında Polonya, Transsilvanya, İtalya, Fransa, Hollanda, Hindistan, Kırım gibi ülkelerde koloniler kurmuşlardır.

Diaspora ise ABD, Fransa’yı merkez olarak görmüş ve o ülkelere doğru hayatta kalanlar sürgün edildikleri çölden başlayarak göç etmişler. Suriye ve Lübnan’da kalan çoğunluğu oluşturan Ermeni nüfusu ise Ermeni dili ve kültürü korunması için diasporanın bel kemiği özelliğini göstermiş.

Kitap tanıtımı yaparken genel kültüre katkısı olsun diye özetleyerek Ermeni tarihi yazmamı biraz abartılı bulmuş olabilirsiniz ama biliyorum ki çoğumuz bu kitabı alıp okumayacak, okuyanlar ise zaten biraz da olsa tarihi konuda bilgisi olanlardır. Ermeni tarihi de keşfedilmeyi bekleyen ve üzerinde konuşulması ve de ders alınması gereken bir çok ayrıntı ile doludur.

Benim kişisel tarihim içinde Ermeni tarihi ve izdüşümlerin etkisini görmek mümkündür, çünkü Anadolu’da bırakılan bir gözyaşının nasıl bir kan gölüne dönüşüldüğünü yakın tarihimizde görmekteyiz. Acıların üzerine mutluluk yüzleşilmeden oturmuyor…

Kayıp kentten, manevi vatana…

Batıda özellikle İtalya’da Ermeni izleri 6. yüzyılda görünmeye başlar, Bizans askeri olarak gelmiş olanlar yanında artık ticaretin nimetlerinden yararlanan, mimar ve inşaat ustaları olarak da bugüne kadar kalan yapılarda ki imzalar ve devlet sistemine yapmış oldukları katkıların tarihi notlarından da öğreniyoruz. Elbette bu sadece İtalya ile sınırlı değildir, Macaristan, Kırım… Daha önce adını andığım bir çok ülkelerde de Ermeni imzasını ve kişilerin tarihte bırakılan notlarından anlaşılıyor… Bu konuda bilgileri eğer okursanız kitabın ilerleyen sayfalarında bol bol bulacaksınız.

12. yüzyılda Bizans aracılığı ile Ermeni batı ilişkisi Haçlı seferleri ile doğrudan ilişki şeklinde olmaya başlıyor. (Daha önce Roma Kilisesi ile ilişkileri Kalkedon Konsili  üzerinden yapılmakta...) Kilikya Krallığı seferlerin yolu üzerindedir ve oradan geçen her güç ile krallığın ilişkisi kaçınılmazdır. Bu yeni ilişki daha önce İtalya içlerinde olan ticaret amacıyla daha önce gitmiş Ermenilerin ülke çapında ki önemli merkezlerine yayılmasına ve onlar ile köklü ilişkiler kurmasına ve de zengin koloniler kurması olanağını yaratmıştır. Bu ilişkinin sonucunda İtalya’da bir çok şehirde Ermeniler tarafından yapılan kiliseler görülmeye başlanır. O kadar ilerler ki işler Venedik’te on Ermeni kilisesinden bahsedilir konuma gelinir. Bu kiliseler ibadet yeri olma özelliği yanında Emeni yolcuların konaklayacağı “misafirhanelere”de sahiptir. İlişkilerin sadece ticari değil, aile birleşimi (Venedikli erkek ya da kadın ile Ermeni erkek ya da kadının evlenmesi) olarak da ilerlediğini kayıtlardan öğreniyoruz. Kısaca Ermeniler bulundukları ülkenin vatandaşı oluyorlar…

Küçük Ermenistan

Venedik, San Lazzaro adası öteki adı ile “küçük Ermenistan” ya da “minyatür Ermenistan” olarak adlandırılıyor.

“Doğudan gelen adacık
Yüzerken
Venedik önünde
Büyülenmişçesine durdu.”

Venedik şehri Ermenilerin kaderi gibidir. En zor günlerinde yanlarında Ermenileri bulur Venedik şehri ve o günleri unutmazlar ve Ermenilere kapılarını, yüreklerini sonsuza dek açarlar. Venedik Cumhuriyeti için Ermeniler; faydalı, layık, saygıdeğer ve sevilen millet olarak tanımlanır. 

1512 yılında ilk Ermenice kitap Hagop adında bir Ermeni tarafından Venedik’te yayınlanır. O tarihten sonra yirmiye yakın Ermeni yayıncı bu şehirde faaliyete bulunur. San Lazzaro adasında Mıkhitaristler bir çok dilde baskı yapabilen matbaa kurarlar. 1918 yılına kadar yayıncılık konusunda Venedik şehrinde ki bu matbaa Ermenilerin merkezi işlevini görür.  

Mıkhitaristler adı nereden gelir?

Vaftiz adı Manuk olan Mıkhitar 1676 yılında Sivas’da doğar. Onun doğumu Ermeni kiliselerin çöküş dönemine denk gelmiştir. 1691 yılında Erzurum’da bulunan batı Hıristiyan dünyasında ünlü olan Cizvit rahip Jacques Villote’den çok etkilenir. Batıya gitme fikri orada filizlenmeye başlamış… 20 yaşında Sivas’ta papaz olarak takdis edildikten sonra akındaki manevi ihtiyaçları karşılayacak manastır kurma projesini hayata geçirir. 1700 yıllarında Konstantiniye’de tuttuğu evde yeni dini birliğin temellerini atar ve yayıncılık yapar. Bu sıralarda Konstantiniye’de Roma Kilisesi taraftarlarına karşı saldırılar başlar ve Mıkhitar gizlice Venedik Cumhuriyeti hakimiyetinde ki Mora yarımadasına sığınır. Orası Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyetine geçince kendisi bu kez Venedik’e sığınır. İkinci vatan bu şekilde ortaya çıkar. Bugüne kadar etkileri ve tarihi süreci yazarımız çok ayrıntılı bir şekilde kitabına yansıtmış…

Yazar kitap içinde ulus devlet ve bugün yaşanan modeller ve modellerin içinde yaratmış olduğu sorunları gündemine alır ve tartışır. “Birlikte yaşam” kavramının ne anlaşıldığını batı kültürü ve ulus devleti anlayışı içinde tartışır. Doğu - batı farkını inceler…

Kilise birliği…

Ermeni kimliği ve kültürünü belirleyen dindir. Ermeni halkının değişik mezheplere sahip olduğu ve mezhepler arasında birlik konusunu tartışılır kitabın son bölümlerine doğru.

Ermeni kilise anlayışında etnik kimlik önemli rol oynamıştır. Ermeni ulusal edebi kültürü de kilisenin himayesinde gelişmiş ve boy atmıştır.

Kitabın yazarı bir rahip olunca bu konuda bilgi ve veri zenginliğinden bahsetmeye bile gerek yok, kitabın içinde bol veriler ile bir anlamda bilgi bombardımanına tutuluyorsunuz, okursanız bilmediğiniz bir çok ayrıntıyı öğrenmiş olacaksınız.

“Her seçme, acılı bir eylemdir.”

Son bölümde elbette Türk ve Ermeni ilişkileri ve ulus devleti kavramı içinde batının ve Osmanlı imparatorluğunun “millet” kavramına bakışı tartışmaya açılır ve yazar kendi kişisel düşüncelerini açıkça ortaya koyar.

“Osmanlı’da “millet”e mensup tüm bireylerin yurttaş olarak her bakımdan eşitliğinin kabulüdür.” diye belirttikten sonra ilerleyen sayfalarda; “Ermeni tehcir ve soykırımının, özü itibariyle ve temel ilham kaynağı açısından Osmanlı teokrasisi ve İslam diniyle ilgisi yoktur.” … “... esas sorumlu Osmanlı kökenli ‘millet’ sistemi değil, tam aksine Batı menşeli ulus-devlet anlayışıdır.” … “Türk olsun, Ermeni olsun her iki taraf da, tüm karşıt iddialara rağmen, çok derin bir travmanın tutsağıdır.”

Ermeniler açısından…

Ermeniler açısından “sorunun özü şudur ki, Ermeniler binlerce yıllık anayurtlarını kaybetmiş,… benliğini, kimliğini, kültürünü, dilini, türküsünü, örf ve adetini ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olan ana topraktan bir lahza içinde kopmuş “gayrı avdet” (dönüşsüz olarak) kopmuştur.”

Türkler açısından…

“Türklerde ki travmanın tek kaynağı Ermeni sorunu olmasa gerek.” … “Bu kanımca, Türkiye’ye yönelik bir uluslar arası komplo travmasıdır.” ..”Bu kaygının da simgesel bir adı vardır: Sevr Anlaşması.”

Millet-i sadıka

“Osmanlı’da ‘millet-i sadıka’ olarak bilinen ve devletin güvenini kazanmış, en üst mevkilere kadar ulaşmış Ermeniler, bir yerde batı devletleri ve Ruslar tarafından kışkırtılıp baştan çıkarılarak istismar edilmiş ve Osmanlı’ya başkaldırmışlar, tek ifadeyle ‘nankörlük’ etmişlerdir.”

Çözüm için her zaman bir yol bulunur, yeter ki emek sarf edilsin…

Her iki toplumum travmaları vardır ve çözümün ilk şartı öncelikle bu travmaların aşılmasından geçer. Kitabın bütünlüğü içinde aslında hangi modeller ile bu travmaların ve Ermeni sorunun çözümü konusunda ipuçları bulabilirsiniz. Ben bu tanıtım yazısı içinde o ipuçları öne özellikle çıkarmadım, çünkü kitabı alıp, kitabın bütünlüğü içinde yazarın düşünce yöntemi ve olaylara bakışını kendiniz keşfetmeniz ve tartışmanızı arzuladım.  Öncelikle yazarımız bir papazdır, duruş noktası elbette bakış açısını belirlemektedir. Elinde ki veriler ve birikimleri bize yeni pencereler ya da kapılar aralarken, bize de kendi birikiminden yararlanma imkanı sunuyor…

Biraz da sohbetten notlar…

Yazarımız ile ben bu kitabı okumadan önce uzun uzun sohbet etme imkanı buldum, her ne kadar uzun yıllar birbirimizi yazılarımızdan tanımış olsak da yüz yüze sohbetin ve birbirimizin üzerine bıraktığımız izlerin derinliği yazılardan daha farklı oldu. En azından kitap içinde pek vurgulanmayan ama benim sohbet sırasında sık duyduğum bir kelime vardı, “millet-i sadıka”. Ermeniler içinde bulundukları devlete ve halka karşı hiçbir zaman başkaldırmamış, işlerini yapmışlar ve işleri ile onların arasına katılmışlar. Gerek koloni süreci, gerek diaspora süreci içinde yaşadıkları toplum ile pek sorunlar yaşamamışlar.  Bir anlamda içinde bulundukları devlet için var olmuşlar ve devletin verdiği tüm görevleri yerine getirmişler. 1915 yılında yaşananlar alınan kararlar Balkan savaşının yaratmış olduğu duygusal ortam olmamış olsaydı, bugün bizlerin yaşadığı travma olur muydu? Sorusu ortada durmaktadır… Çünkü, öncelikle sorunu konuşmadan önce bizler sorunu kimlerin yarattığını yani suçlu ararız ve görünen ilk kişi ya da gurupları suçlarız. Bilimsel bakış yerini hemen duygusal bakış alır ki, duygusal olan kararlar da sonuç çözümsüzlüğü dayatır.

Osmanlı mebusu, İttihat ve Terakki Partisi kurucu olan Ermeni siyasetçiler son güne kadar görevlerinin başında olmuştur. Türk petrol’ün kurucusu ve büyük ortağı bir Ermeniydi ve o ortaklığı 1915 yılı sonrasında elde etmiştir. Büyük acılara rağmen ülkede kalan veya ülkeye dönebilen Ermeniler ‘millet-i sadıka’ olarak kendilerine yaşam alanı bulmuş ve yaşamaya devam etmişlerdir. Her ne kadar kendilerine karşı “nefret söylemleri” sürekli devletin en üst kademesinden en alt birime kadar canlı tutulmuş olsa da.  Bugün ülke içinde yaşanan en ufak bir krizde, krizden çıkış yolu olarak azınlıklar ve ötekiler olarak kabul edilenlere karşı bir “nefret söylemi” ve “linç kültürü” geliştirilmektedir, çünkü bizler geçmişimiz ile henüz yüzleşmediğimiz ve hesaplaşamadığımız için nefret söylemleri ve hedefleri yüzyıllardan daha fazla uzun süredir ne yazık ki değişmedi…

Elimde tuttuğum kitap uzun zamana yayılmış, daha önce bir çok yerde yayınlanmış makalelerden oluşmuş ve bir bütün olarak kitapta birbirini izleyen yazılardan oluşuyor. Umarım bu kitap ilginizi çeker ve başka bir açıdan kendi travmamızın kaynağının bir bölümüne bakabilirsiniz…

Bir arada, çok kültürlü, hiçbir inancın, hiçbir düşüncenin yasaklanmadığı, ülkemizde çok az kalan Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Gürcüler, Ruslar…  gibi Süryaniler ve Alevilerin de devlet tarafından tanınmış ibadet merkezlerinde özgürce ibadet yapabildikleri, öteki olarak görülen tüm halkların benliği, kimliği, kültürü, dili, türküsü, örf ve adeti ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olarak bir arada yaşayacağımız özgür, çağdaş, laik bir ülke özlemi içindeyim.

Komşumuzu dini, dili, inancı, örf ve adetlerinden dolayı küçük görmeyeceğimiz, anlayışlı ve hoşgörülü olacağımız, göçmenleri ve de mülteci olarak ülkemize sığınmış olanları bizden biri olarak göreceğimiz günler hep özem olarak mı kalacak?

İsmail Cem Özkan


Kayıp Kentten Manevi Vatana – Ermeni tarihine toplu bir bakış denemesi
Yazar: Boğos Levon Zekiyan
Basım: Aras Yayıncılık, İstanbul, 2018
ISBN: 9786052100165
Dili: Türkçe
Sayfa Sayısı: 255

İstanbul Ermeni Katolik Kilisesi Başepiskoposu (Türkiye’nin Katolik Ermeni cemaatinin ruhani önderi) Profesör Boğos Levon Zekiyan tarafından kaleme alınan Kayıp Kentten Manevi Vatana başlıklı kitap geçtiğimiz yıllarda Aras Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır. Kitabın yazarı Zekiyan, Başepiskoposluk görevi dışında aynı zamanda Venedik Mıkhitarist Tarikatı Yüksek Temsilcisi olarak görev yapmakta ve ünlü bir Ermenelog, filozof ve ilahiyatçı olarak tanınmaktadır.


18 Kasım 2019 Pazartesi

"Borsa mı önemli, yoksa yaşam mı?"


"Borsa mı önemli, yoksa yaşam mı?"

Kanunlarımız, kanunları uygulayanların gözettiği bir şey vardır, sermayenin güvenliği ve ticari hayatın devamlılığı. Bir ülkede fakirlik artınca, yiyecek ve zorunlu giderlerde zamlar pardon fiyat ayarlamaları süreklilik kazandığında halk kendi çözümünü bulmaya başlar. Güvenlik görevlilerin de işleri buna paralel olarak artar.

Bir ülke düşünün demeyeceğim, İtalya’da Fiat araba fabrikasının olduğu bir şehrin varoşlarında (eskiden olsa gecekondularda diye yazardım, şimdi varoşlar kelimesi daha uygun düşüyor) bir işçi evinin sahneye uyarlamasını düşünün. Politik tiyatro için sahne hazırdır, oyuncular bir bekçi düdüğünü beklemektedir sahneden salona çıkacak kapının önünde. Sahne bir perde ile kapalıdır, perde bir düz duvar ve duvar yazıları ile kaplıdır. Perdenin ya da duvarın üzerinde “Ödenmeyecek, ödemiyoruz!” yazmaktadır. Varoşlar duvarları işçi sınıfının ve de fakirlerin gazetesidir.

Politik tiyatro mizah yüklüdür, göndermeler ve sansüre karşı korumasını yani otosansürünü kendi içinde almış ve sansürcülere iş bırakmayacak kadar esnektir. Nereden baktığınıza bağlıdır, ne anlamak istediğiniz. Politik mizah yapmak kolay bir iş değildir, çetrefillidir ve günlük hayata haykırılacak sözler ve cümleler ile doludur. Politik mizah yapmak aslında büyük cesaret ister, ifade özgürlüğü kısıtlandığı ortamlarda mizah doğrudan söyleyemediğinizi dolaylı ama herkesin anlayacağı şekilde söylemektir. Bir birikim işidir, her insanın yapacağı bir şey değildir.

Politik mizahın içinde kara mizahın ağırlıkta yerini alması onu daha ciddi yapar, çünkü mizah diye ortaya sözü söyleyip kaçmak olmaz, arkasında durur, savunur. Politik mizah ezilenlerin duvar yazısıdır öteki söylem ile…

Karanlık bir dönemden geçiyor dünyamız. Her şeyin alt üst olduğu, değerlerin altlarının boşaltıldığı, ideolojilerin yerini paradigmaların aldığı, örgütlülüğün yerini bireysel kurtuluşun çare olarak sunulduğu, yalnızlaştırıldığı, toplu eylemleri çoğunluk tarafından izlenen konuma iteklenildiği bir dünyanın içindeyiz. Politika, meclise girmenin tek amacı emekli maaşı almak konumuna getirildiği bir sürecin içindeyiz.

Pazarlar emekçi insanların süpermarketidir, oradan en ucuz olanı ya da bütçesine olanı alıp gittiği ve de insancıl ilişkilerin devam ettiği yerlerdir. Pazarlarda pazarlıklar söz konusudur, karşılıklı çıkarların gizli odalarda belirlendiği alanlar değildir. İstikrarsız ama fiyat artışında istikrarlı olan ülkelerde borsanın iniş ve çıkışları insanların hayatlarından daha önemlidir, borsa istikrarı için insan yaşamının pek önemi olmaz, yeter ki borsa ihtiyacı olanı alıp istikrara kavuşsun. Borsa istikrarlı ise o ülke yatırım alır, işçi verir dışarıya, fabrikalara!

Pazarlarda umduğunu bulamayanlar süpermarketlerin indirimli günlerini takip ederler, en ucuz olduğu gün alınır alınacak ürün. Ürünün fiyatı takip edilir, kuponlar varsa ki, bazı ülkelerde kuponlar marketlere müşteri çekmek için kullanılan bir araçtır. Kuponlar bizim hayatımıza gazeteler aracılığı ile girmişti, tiraj sorunu yaşayan bulvar gazeteleri aracılığı ile. Haberlerin yok edildiği baldırı çıplak görüntülerin bol bol sergilendiği bulvar gazeteleri kupon karşılığında en ucuz ürünler hediye olarak dağıtılırdı. Her şey fakirlerin iyiliği içindir. Gazeteler, süpermarketler kuponları fakirler evine bir şey götürsün diye patronlar tarafından sunulan iyilik aracıdır!

Borç gırtlağı aşıp, alacak parası olamayanlar olur ya bir gün "Yetti artık! Bu defa fiyatları biz belirleyeceğiz. Mallara ancak geçen ay ki etiket fiyatlarını öderiz. Eğer zor kullanırsanız malları alır, hiç para demeden çıkar gideriz! Anlaşıldı mı? Ya bırakırsınız ya da zorla alırız."  derse… İşte ondan sonrası kaostur sermaye sahipleri için, fakirler için belki de bayram!

Oyunumuz bir işçi evinin yaşam alanında geçer, mutfak, yatak odası ye yaşam alanı. Kısaca emeğini satarak onuru ile geçinmeye çalışan bir işçi ya da modern söylem ile varoş evidir. Oyunun dekorunu hazırlayan Osman Özcan kendi tecrübesini oyuncuların daha rahat hareket etsin diye sahneye yansıtmış… Çok başarılı bir sahne düzeni ve perdenin duvar olarak kullanılması oyunun akıcılığına ve oyuncuların performansının ve oyun akışına yaptığı katkı muhteşem diyebilirim. Ekonomistlerin değimi ile “verimli” kullanılmıştır.

Oyunun yazarını anlatmaya gerek yok, çünkü tiyatro ile uzaktan yakından ilgilenen her seyircinin artık bildiği, kullandığı dili emekten yana kullanan, duruşun saklamadan sergileyen biridir. Her kurgusu hayatın bir anının önümüze sunan ve bizim yüzümüze yaşadıklarımızı ya da yaşanmışlıkları çarpan bir yazar. Elbette yazarın bu keskin dili, yönetmenin kattıklarını da işin içine katarsak ama unutmadan geçmeyelim, çevirmenin bizim kültürümüze aktarırken kattıkları… Bizi ve yazarı iyi tanıyan biri çevirdiği an doyumsuz bir öykü çıkar önümüze, yönetmen bunu ete kemiğe büründürür ve tiyatro salonunda bizi ağırlarken sunar. Füsun Demirel’in çevirisi, Arzu Gamze Kılınç yönetiminde hayat bulurken, oyuna mimikleri, sesleri ve oyunculukları ile hayat veren oyuncuların her biri sahnede yönetmenin istediğini verirken, kendi alın terlerinden düşen damlaları seyirciye sunarlar. Oyun dinamiktir, hareketler akıcıdır ve durma anları sahnede oldukları süre içinde yoktur. Serpil Göral ve Ece Güzel öyle bir performans gösterirler ki, varoşlarda yaşayan iki emekçinin eşi aynı zamanda emekçidirler, üzerlerinde ki yükün ağılığını ve sorumluluğunu ve o sorumluluğun içinde ne kadar pratik zekaya sahip olduklarını yaşatırlar…  Kıvanç Kılınç ve İlker Yiğen ise hem eş hem de işçi olmaları aynı zamanda örgütlü işçinin, proleterin partisine ve sendikasına bağımlılığı ve de sorumluluğun bilincinde, parti disiplini içinde yaşanan gerçeklere karşı duyarsız kalmaları, örgütlü yapısını eleştiren bir konumda olmalarını seyirciye olduğu gibi yansıtmaktadır. Kara mizahın o büyülü tarafı beni içinde alır, beklenilmeyen anda beklenilmeyen tavır aynı zamanda o olayın eleştirisidir. Madem oyunda rol alanların rollerini tahlil ediyoruz, o zaman bir çok karpuzu koltuk altında taşıyan oyuncuya gelelim; Onur Alagöz. Bir biri ile zıt karakterleri, zamanı en iyi kullanmak ile yükümlü olan oyuncudur. Diğer oyunculardan daha fazla sahne ve sahne arkasında zaman geçirmenden kostüm değiştiren konumdadır. Onurlu polis ama zorunluluk gereği işini yapan mali polis, Onbaşı, ki o gözümü kaparım vazifemi yaparım inadından olan bizim için yabancı olmayan “Murtaza”, Mezarcı rolü ile işini bilen olması, büyükbaba rolü ile saklananları ortaya seren ve oyun finalini hazırlayan olması, ki yaşlı hali ile beni çok etkiledi diyebilirim, polis, onbaşı ve mezarcı duruşunun dışındadır. Oyunu başlatan ve bitirendir…

Şimdi öykümüzün neresinde kalmıştık diye sorabilirisiniz, kurgusal bir yazı yazmak yerine daha farklı bir çizgi izlemek istedim bu yazımda, çünkü olayın bütünlüğü, kurgusu bizim yaşantımızdan çok uzakta değildir, İtalya’da yaşananlar bugün bir çok ülkede yaşanmaktadır. Liberalizm ve onun getirmiş olduğu ekonomik ve sosyal çöküntü ve ekmek kapısında sessiz kalan çalışanlar ve parti disiplini dışında kendi düşünceleri / beklentileri ve hayatları olan insanlar…

Proleter bakış açısı yağmaya katkılan kadınlara umut ve yol gösterici olacaktır.

"Sakin olun, sakin olun! Ne bu polis korkusu yahu, altınıza yapacaksınız neredeyse! Tanrı aşkına! Aldığınız malların fiyatlarını belirleme hakkınızı kullanıyorsunuz, doğru olanı yapıyorsunuz! Bu tıpkı bizim grev hakkımız gibi, hatta daha da iyisi, çünkü grevlerin sonunda fatura hep işçiye çıkar, oysa bu eylemde patronda bir fatura ödeyecek! Öyleyse: Ödenmeyecek! Ödemiyoruz! Çünkü bu yıllardır buradan yaptığımız alışverişlerde bizden çaldıklarınızın karşılığıdır!”

Bu sözleri duyan kadınlar hep bir ağızdan; "Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!" diye çığlıklar oyunun ana fikrini ve adını verir…

Kadınlar evlerine gelmiştir ama yağmanın bir de sonucu vardır, çünkü devlet ve devletin kurumları yağmalanan sermaye sahiplerinin yanındadır ve onların çıkarlarını korumak ile yükümlüdür. Varoşlar polis koridoruna alınmış, yağmalanan malların evlerde aranması yapılmaktadır.

Oyun iki bölümden oluşmaktadır. Oyun içinde bol bol kahkaha atarken insanların düşünce ve davranış değişimine tanık olacaksınız… Keyif alacağınız bir oyuna gitme fırsatınız varsa lütfen kaçırmayın derim, çünkü orada akıtan her alın terinin karşılığını ve özel tiyatroların yaşaması ve gelişmesi için vereceğini her ücretin bir karşılığını bol bol alacaksınız, hatta size yeni bir düşünme için kapı aralayacağını söyleyebilirim. Hayata ve yaşadıklarımıza yıllar önce yazılmış bir oyun metinin ne kadar hala güncel ve hala bizlere seslendiğini belki şaşırmadan doğalmış gibi yaşayarak göreceksiniz…

Şimdi o kadar cümle yazdık ama oyunun oynandığı mekan hakkında tek satır yazmadın diyebilirsiniz. Cihangir Atölye Sahnesi (CAS) internet sitesine girip neler yaptıklarına bakabilirisiniz, tiyatroya ait güzel işler yapıyorlar. Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Pak ile birlikte yakında bir sohbet yapalım, tanıtalım diye karar aldık, pek yakında ya da çook yakında sizlere tanıtacağız… Her yazının bir sonu var, her oyunun bir sonu gibi, bizler alkışlarınızı ve takdirlerini duyamayacağız ama oyuncular sahnede benim ve benim gibi oyunu beğenenlerin alkışını duydu, sizler de gidin ve alkışlayın…

İsmail Cem Özkan


Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!
Yazan: Dario Fo
Çeviren: Füsun Demirel
Yöneten: Arzu Gamze Kılınç
Dekor tasarım: Osman Özcan
Işık tasarım: Onur Alagöz
Grafiti tasarım: Berkem Seçgin
Oyuncular: Ece Güzel, Serpil Göral, Kıvanç Kılınç, İlker Yiğen, Onur Alagöz

10 Kasım 2019 Pazar

“Dışarda Hiçbir Şey Var!”


“Dışarda Hiçbir Şey Var!” 

“Ne ararsan kendinde ara, dışarıda hiçbir şey yok senin sağlığını etkileyen” demekte kısaca oyunun ana teması içinde. Ama insan sosyal bir hayvandır ve dışarıdan gelişen bir çok şey insanın iç yapısını fizyolojik ve de ruhen bozabilmektedir. Mistik anlayışta olanlar için ise dışarıda ne olursa olsun iç barışın olursa, vücudun ile barışıksan senin etkileyecek her türlü uyarıcı birer dokunma olarak algılanır, sen yeter ki vücudunu ve ruhunu okşa…

Sahnede ki video görüntüleri salonu aydınlatmaktadır. Doğanın en güzel görüntüleri salona bir huzur vermektedir. Trump Tower gibi bir yerde, betonun hakim olduğu alanda düz duvarlardan yansıyan ses kirliliğini üzerimde taşıyarak salona girdim, sahneden yansıyan doğanın görüntüsü bir anlamda beni betonun içinden doğaya davet etmiş olduğunu anlıyorum… Huzur ve sakinlik sahneden içeriye yansıyor ama salonun içinde de ses kirliliği devam etmektedir.

Kapılar kapanıp, teknik masaya artık başlayabilirsin işareti verildikten sonra, salonda ki uğultu bir anda kesildi. Ve sahneye enerji dolu, neşeli Betül Arım girdi. Birden gözümde çizgi film kahramanı Heidi canlandı. İsviçre Alpleri ve Heidi çıplak ayağı ile çimlere basarak gelmekte. Belki de arkada gösterilen doğa görüntüsü bende öyle çağrışım yarattı. Kelebekler uçuyor, ses yankısı dağlardan dönüyor ve sesin yankısını ilk duyan şaşkınlığı içinde Betül Arım sahnede ve oyunda yerini almış, bizi oyuna ya da gösterime davet ediyor. Sahneden yansıyan ışığın yetersizliği içinde hepimiz ayrı ayrı birbirimizden farklıyız ama ortak bir amacımız var, Betül Arım’ı sahnede izlemek.

“Başlangıçta bir damladan oluşan farklı yönleri olan bireyleriz ve bize armağan edilen bu muhteşem varlığın (vücudumuz) farkına varmamızı, kendimize verebileceğimiz en büyük armağandır.” derken oyunun içeriğine doğru hep birlikte adım attık. Fakat her bireyin farklı bakış açısı vardır, gelen uyarıcıları farklı yorumlayabilir ve oyunun henüz başındayken bende “kişisel gelişim” seminerindeymiş gibi hava bıraktı… Sahneden salona bir şeyler anlatılıyor, bizim hissetmemizi değil de yaşadığı tecrübelerini aktaran ve ders almamız gerektiğini bildiren bir hava oluştu…

“Dostumuz da düşmanımız da biziz. Bizi bizden başka engelleyen hiçbir şey yok”

Günlük yaşamda özgüvenli, enerjik, coşkulu, üretken ve huzurlu olmanın çok da zor olmadığı, bilinçaltımızın bizi nasıl yönettiğini, anda ve sevgide kalmanın yaşamımızı nasıl değiştirdiğini, hastalıkları nasıl yenebileceğimizi, daha pek çok şeyi kendi yaşamından örnekler, hikayeler ve şiirlerle eğlenceli akıcı bir dille bize aktarıyor, arada sorduğu sorulara yanıtlar karanlıktan sahneye doğru savruluyor…

Seyirciye; “kendin ile barış yoksa sıkıntıların ile birlikte bugüne kadar yaşadığın gibi yaşamaya devam edersin” demektedir. Oyunun amacı:”bu salona girdiğiniz gibi değil, değişerek çıkın” duygusunu baştan itibaren vermektedir.  

Oyun içinde beynimim bir yanına aldığım notları aşağıda paylaşmak istiyorum, çünkü oyunu daha iyi anlamak için Betül Arım’ın sözlerini değiştirmeden almak gerekli olduğunu düşünüyorum.

“Kendinizi seviyorsunuz, güveniyorsunuz, şefkat duyuyorsunuz demektir. En önemli konu söylediğinizle yaptığınızın bir olması.”

Biz mutlu olmayı bilmeyen bir toplumuz…

Fransız düşünür Alain diyor ki, “Mutlu olun, çünkü mutluluk barışın meyvesi değil, ta kendisidir” diyor. Mutlu insanlar savaşmazlar, kıskanmazlar, dövüşmezler. Onun için mutluluk çok önemli. Mutlu insanlar sorgularlar, yaratım süreçlerinde yer alırlar.

Biz mutlu olmayı bilmiyoruz. Benim bu enerjim, mutluluğum önce bana verilen muhteşem armağana bir teşekkürümdür. Bu çok değerli bir şey. Biz kendimizin farkında değiliz. Bilinçaltı kodlarımızda çocukluğumuzdan beri o kadar yanlış şey var ki. Bize hep, “Kötü düşün iyi olursa sevinirsin”, “Çok gülme başına bir şey gelir” denildi. Finlandiya’da bu yok. O yüzden onlar mutlu, başarılı.

Sen neysen çocuk da o olur.

Çocukların yaşam senaryolarını biz yazıyoruz. Çocuklarımıza, “sen değerlisin, sana inanıyorum, sana güveniyorum, seni seviyorum” demeliyiz. Hepimizin bir olduğunu öğretmeliyiz. Farklılıklar içinde bir olmalıyız. Ebeveynler her gece çocuklarına bir şiir okusalar, çok büyük değişimler olur.

Affetmek

Affetmek, karşımızdakini cezalandırma ihtiyacından vazgeçip, kendimizi özgür bırakıp bedenimizi özgür bırakmaktır. Başkasına kızıyoruz, kendimizi cezalandırıyor, hasta ediyoruz hatta. Bütün hastalıkların kökeni, duygu ve düşüncelerimiz. Cezalandırmak istediğimizin umurunda bile olmuyor.

Bilinçaltının farkına varsak

Yaşadığımız olayı değiştiremeyiz, ama duygusunu değiştirebiliriz. Geleceğimizin önünü açarız. Seçim bizim. Her şey bakış açımıza bağlı. Önemli olan bizim bakış açımız ve neyi seçtiğimiz. Ben acıyı kederi yaşıyorum, sevinci neşeyi besliyorum. Neyi beslerseniz bilinçaltı onun ile besleniyor ve değişiyor.

Tüm hastalıkların kökeni duygu ve düşüncelerin bedenimize yansıması. O nedenle her duyu insan için, hepsini yaşayacağız elbette ama ben diyorum ki kötü duyguları beslemeyelim. Beslediğimizi seçelim. “

Eğlence, kahkaha, farkındalık, yeni bilgiler, yüzleşme, uyanma ve affetme...

Bu gösteri sizi başka bir bakış açısı ile “deneyimlendiriyor”… Eğer sizler bu gösteriden çıkarken biraz da olsa eğlenmenin yanında değiştiğinizi düşünüyorsanız, bireysel olarak kafanızda sorular oluşturmuşsa gösteri amacına ulaşmış demektir…

Ekrana yansıyan cümle;

“Başka bir ben,
Başka bir sen,
Başka bir dünya
Mümkün…”

Betül Arım ile yeni bir yaşam ritmini yakalayabilmeniz için bu gösteriyi izlemenizi tavsiye ederim. Her gösteri seyircinin katılımı ile değişime uğruyor, o yüzden sürekli tekrarlanan cümleyi ben de yazayım, “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir”…

Değişmekten korkmuyorsanız, eğlenmek ve kahkaha atmak istiyorsanız, enerjik bir kadının sahnede size bir şeyler anlatırken aynı anda hüznü ve mutluluğu yaşatmasını görmek istiyorsanız, size yakın bir yerde yapılacak gösteriye gidin ve izleyin!…

İsmail Cem Özkan


“Dışarda Hiçbir Şey Var!” 
Yazan: Betül Arım
Yönetmen: Ahmet Ayaz Yılmaz
Kostüm Tasarım: İlker Bilgi
Sahne Amiri: Cem Okyay
Sahne Tasarım / Video & Animasyon: R. Onur Duru
Final şarkısı bestecisi: Selami Andak
Dış Sesleri: Merve Ünal, Onur Duru ve Ayaz Yılmaz
Afiş Tasarım: Elif Ergür
Afiş Fotoğrafları: Taner Kuvat ve Serkan Çankaya

3 Kasım 2019 Pazar

TER


TER

Tarih zamanın olduğu yerde vardır, var olan tarih kişisel algılarımızın dışında gelişir ve her birimize farklı izler bırakır. Küreselleşen dünyamızın içinde yanşan bir ekonomik kriz domino etkisi ile hepimizi etkilemektedir, çünkü dünya bizim algılarımız içinde çok büyük olmaktan çıkmış, paranın hareketinin hızı ile birlikte kriz hepimizi sarmalamaktadır. 

Ulus devletinin oturtmuş olduğu ulusal sınırlar içinde sermayenin korunması ve kollaması yerini alan liberal ekonomi ve onun söylemini belirleyen küreselleşme, sermayenin dilli ile ‘globalleşme’ var olanı yıkmaya başlamıştır. Ulus devleti ve alışkanlıklar bir bir yıkılırken, sermaye “verimlilik” yasasına uygun olarak daha ucuza mal edip daha pahalıya satacağı malı üretmek için var olan yerinden başka yere doğru taşınmaktadır. Hem sermaye kendilerinde kalacak hem de çevre sorunu bir anlamda o şehir için çözülecektir. Çevre hareketlerinin hedefi konuma gelen ağır sanayi yurtdışına taşınırken, fabrikaların yerleri ya parklara ya da teknolojik parklara dönüşmektedir. Doğa korunmuş olurken, fabrikaların kapanması ile oluşan işsizlik büyük bir sorun olarak kendisini hissettirmektedir. İşçi şehirleri hizmet sektörüne hizmet eden yeni iş alanları da açılmaktadır. Fabrikalardan çıkarılan işçilerin genç olanları ve eli yüzü düzgün olanlar hizmet sektöründe çabuk iş bulurken, biraz yaşlı; yaşlı demeyelim orta yaşta işsiz kalanların gelecek kaygısı bir travmaya dönüşmektedir… İşsizlik liberal ekonominin ulus devletini yıkması ya da parçalaması sonucunda ortaya çıkan ve öngörülmeyen bir şekilde hayatın gündelik sorunları içinde yerini almıştır. Öngörülen işsizlik yerini kitlesel işsizliğin alması ile birlikte şehirlerin oturmuş düzenin bozulması ve kontrol edilemeyen olayların da yaşanması için zemin yaratmaktadır…

Liberalizm ulus devleti parçalarken var olan siyasi anlayışı da yerle bir ederken, iktidar ve muhalefeti birbirine yakınlaştırmış, birbirini kopya eder konumuna gelmiştir. En iyi politika var olanı savunmak ve sermayenin ihtiyacına uygun kararlar almaktır. Seçmen kararsızdır, var olan alışkanlıkların yerini kararsızlık ve var olan durumdan hoşnutsuzluk pasif izlemeye geçmiştir. Pasifize olurken örgütlü yapılar dağılmakta ve bireysel kurtuluş her şeyin üstünü almaktadır. Bireysel kurtuluş adına arkadaşının üzerine basarak yükselmek liberalizmin birey tanımı içinde etik yapıyı kaldırmış ve dinin baskın gücünü beslemiştir. Karasız, belirsizlik içinde yaşayanların kurtuluş yolu olarak din pohpohlanır ki, bu sayede toplumsal olaylarda beklenmeyen gelişmelerin önü alınsın.

Yakın tarihimizde gerçekleşen bu genel geçer doğrular bir çok ülkede birbirine paralel ama aynı sonucu doğran bir süreci yaşadık.  Liberalizm küresel hedefleri içinde tek ülkede ulus devleti ve tortularını kaldırmak yoktur, bütün ülkelerde ulus devletinin oluşturmuş olduğu gümrükleri ve korumacı anlayışı yok etmek vardır ve tek ülkede uygulanacak bir politika değildir. Küreselleşme bir anlamda bütün ülkelerin iç işlerini ve anlayışlarını ve buna bağlı resmi tarih anlayışları ile yüzleşmedir bir başka anlamda… Liberalizm sınırların değişimi değil, haritaların üzerinde yok sayılan kültürlerin kendisini ifade edebilmesi ve örgütlenmesini savunmaktadır. Çok kültürlü şehirlerin ve devletlerin oluşumu kaçınılmazdır ama tarih teoride olduğu gibi yol izlemez.

Liberalizm bütün ülkelerde iktidara gelirken, elbette ABD’nin en yoksul kentlerinden biri olan Reading’te kendisini hissettirmiştir. Amerikan borsası alışkın olduğu ritminden çıkmıştır, krizler içinde kendine yol aramaktadır. Şehirlerde fabrikası olan sermaye grupları ise liberalizmin nimetlerinden yararlanmak için yurtdışında daha ucuza işçi, ihtiyacı olan ham maddeye daha yakın yerlerde yatırım için arayışlara girmiştir. Bir şehri oluşturan fabrikalar oluşturdukları ve yaşattıkları şehirlerden kaçmak için ortam aramaktadır. Sendikal mücadele ile alınan haklar işçilerin elinden alınması için fırsat yakalamıştır sermaye. Örgütlü yapıların içinde yer alan bireylerin sermaye ile olan işbirliği sayesinde fazla direnç olmadan sermaye avantajlı konuma gelmiştir.

Tiyatro Pera sahnesinde yer alan ‘Ter’ oyunu, çelik fabrikasında çalışan, zenci ve beyaz Amerikalı bir grup işçinin yaşamını konu alır. Onarlın yaşamından bakarız liberalizmin yaratmış olduğu fırtına ve ona bağlı olarak kriz ortamına. İşçilerin bu kriz koşullarında nasıl çaresizleştirildiği ve bireysel kurtuluşun din sarmalı içine düştüklerini sahneden gözlemleriz.

Oyunun ilk sahnesi şartı tahliye olan iki mahkumun şartı tahliye memuru ile diyaloğu ile başlar. Almış oldukları cezayı bitirmiş ve şartlı tahliye koşullarına uydukları için serbest bırakılan mahkumların haftalık görüşmesindedir. Onlar artık cezaevinde değil Reading şehrindeler. İki mahkumu birbirine bağlayan bir ortak tarih vardır.

Sekiz yıl öncesine giden bir zaman çizelgesi içindeyiz. Sekiz yıl önce fabrika kenarında olan ve işçilerin sürekli takıldıkları bir bar yeni alanımızdır. O alan içinde yaşananları dışarından gözlemleyeceğiz. Oyun L şeklinde oluşan bir sahne içinde geçmektedir. Bizler iki ayrı bakış açımız vardır. Oyuncular sahnenin düzen içinde kendilerine hareket alanı bulurken onlara duvarın ve her iki tarafından görülen duvarda perde vardır. Orada olayların örgüsü ve zaman kavramı perdeye yansıyan video görüntüsü içinde verilmektedir.

Sekiz yıl öncesi, bir barda işçiler doğum günü partisi yapmaktalar. Mutlu, birbiri ile yılların getirmiş olduğu samimiyet vardır. Barmen fabrikada bir kaza sonucu işinden ayrılmış barda çalışmaya devam etmektedir. Onun yardımcısı güney Amerika’dan gelmiş olan bir göçmendir. Barda buluşanlar büyük bir aile gibidir.

Dedeleri bile aynı yerde çalışmış, doğdukları kentten neredeyse hiç çıkmamış bu insanlar yaşamlarını fabrikadan aldıkları ücretler ile geçirmeye çalışan bir anlamda düşük gelirli ve sürekli çalışmak zorunda olanlardır. Geçmişte var olan hedeflerin hepsinin hayal olduğu gerçeği ile karşı karşıyadır ve ailelerinden biri fabrikada çalıştığı için işe alınmış şanslı kişilerdir bir anlamda…

Zaman içinde bir söylenti yayılmıştır işçiler arasında, fabrika küçülme kararı almış ve işçi çıkarılacaktır… Güvensiz bir ortam yaratılmıştır. km işten çıkarılacaktır? Daha önce hakları için greve giden işçiler almış oldukları grev kararını devam ettirirken aile yaşamları bozulmuş ve sokakta yaşar konumuna dönüşmüşlerdir. En yakınlarının durumu gözler önündeyken fabrikadan işten atılmak demek aç kalmaya mahkum anlamına gelmektedir. Şehirde çalışacakları başka iş yeri yoktur, hizmet sektörü ise çok düşük ücrete çalıştırmakta ve almış oldukları ev kredisini verebilecek kadar para kazanmasına engeldir. Yaptıkları yatırımların ellerinden çıkması anlamına gelmektedir işsizlik… Bu arada bölüm denetimcilik seçimi vardır ve işlerinden biri denetici olacaktır… İşverenlerin böl yönet yöntemlerinin açık olarak uygulandığına şahitlik ederiz, çünkü yönetici olanın işçiler yani eski mesai arkadaşlarının yanında yer alması beklenir ama duygular ile olaya bakan ile akıl ile olaya bakmak isteyen arasında çatışma geçmişin üzerine sünger çekmek anlamına geldiğini görürüz.

Oyunun her geçişi ve bölümünde bar sakinlerinden birisinin doğum günüdür. O doğum günlerinin birinde artık biri tek başınadır ve dışlanmıştır. Oyunun sonunu bildirmektedir bir anlamda… Göçmen işçi grev kırıcılığı yapmıştır ve ona karşı gösterilen tepki içinde barmenin yaralanması ve mahkumiyete giden yolun açılması…

Kişilerin grup içinde olaylara bakışları tek tek üzerinde çalışılmış, olayların kurgusu içinde her biri gerçekçi olarak öykünün içinde yerini almış. Siyah beyaz ayrımı, göçmen – yerli ayrımı ve iç içe geçmiş ayrı kültürlerin harmanlandığı barda ki olaylar hem ülkede yaşanan seçim atmosferinin hem de liberalizmin yıkıcılığının bireyler üzerine etkisini anlatan bir oyunu seyrettik… Popülist bakış açısının ve geçmişin yıkılışı bir bar ortamında öyküsel kurgusu yapılırken bizlerde bizime yansımasını izleyici olarak üzerimize aldık. Kara mizahın iğneleyici dili, oyunun sahneye taşınması ve oyuncuların performansı muhteşemdi. Her bir oyuncu sahnede ayrı ayrı benim gözümde devleşti, olayı çok iyi anlamışlar ve teknik imkanlarının onlara sundukları imkanları en iyi şekilde kullanmışlar…

Oyunda emeği geçen her bir çalışanı kutluyorum, çünkü bizi öykünün içine alıp öykünün bir parçası haline getirdikleri için. Olay Amerika’da geçiyor, farklı olsa da bizlerde aynı zaman diliminde farklı şeyler yaşayarak bireyselleştiğimiz, çaresiz kaldığımız, gelecek perspektiflerimiz elimizden alındığını yaşadık. Bugün dahi o kriz ortamının yaratmış olduğu girdaptan kurtulmuş değiliz… Oyuna giden her bir seyirci kendisinden bir şey bulacaktır, trajedinin, dramın ve yaratılan gergin ortamının bir yansımasını izlediğimiz bar ve onun kurgusu hiç beklenmeyen bir sonuç ile bitmektedir. Göçmen işçilere ve mültecilere karşı önyargıların oyunu izleyenler üzerinde nasıl bir etki yaptığını kişi kendisine soru sorarak yanıt arayacağı bir oyun olduğunu fısıldayayım. İzleyin ve kendinize oyun sonrasında sorun önyargılarımız bizi nerelere savurmaktadır?

Terin rengi, ulusu yok ama düştüğü yerin önemi ve olaylara bakışı belirlediğini söyleyebilirim…

İsmail Cem Özkan


TER
Yazan: Lynn Nottage
Çeviren-Yöneten: Zeynep Özden  
Dramaturgi: Şafak Eruyar 
Dekor-Video Tasarım: Can Apa  
Kostüm: Oxana Cozlova   
Işık: Muhammet Saki  
Prodüksiyon Asistanları: Lara Orhon,  Uğurtan Denizaltı  
Işık Kumanda: Cemre Naz Gözütok
Oynayanlar:   
Tracey: Nesrin Kazankaya   
Cynthia: Başak Meşe  
Chris: Doruk Akçiçek   
Jason: Alican Yılmaz  
Stan: Nazmi Karaman   
Evan-Brucie: Ömer İvedi  
Jessie: Bahar Karaoğlu   
Oscar: Alican Öztürk