Galata Gazete


13 Mart 2023 Pazartesi

Acının hep bir öyküsü vardır...

Acının hep bir öyküsü vardır...

 

Her olay bir şeyleri tetikler, bir arkadaşımızın aramızdan ayrılması bende Almanya günlerine kabaca değinme ihtiyacı çıkardı, içimde kalacağına yazayım dedim!

 

Bir işçi şehrini adını anarken aslında Köln, Dortmund, Berlin, Hamburg’unda pek farklı olmadığını biliyorum… Yabancılar, yabancılar ile iç içe yaşadığı zaman daha rahattır ve kendilerini daha rahat ifade eder. Alman devlet politikası da zaten yabancıları yabancıların arasında yaşamasını uygun görmüştür. Resmi bir bildirim yoktur ama uygulama bunu sürekli sessizce vurgular ve altını çizer.

 

Duisburg bir işçi şehridir, Hollanda sınırına doğru, madenlerin son şehri gibidir. Ruhr bölgesinin sanayi devrimin her türlü pisliğini, acısını, katliamını, alın teri mücadelesini yaşandığı Ruhr havasının batı kapısıdır. İşçi sınıfının olduğu yerde devrimcilerin olması doğaldır. Bizim devrimcilerimiz Duisburg şehrinin Marxloh bölgesi dediğime bakmayın açıkça getto olarak tanımlayacağım yerde yaşar... Orada Türkiye sol hareketinden her rengini bulabilirsiniz, hatta matbaasından, derneğine, kültür evinden yerel lezzetin olduğu esnaf lokantasına kadar...

 

Sol ile ilgisi olanın, gönlü bir yerde atanların bir yerde bir araya gelmesi tesadüfi değildir. Bir dernek, bir arkadaş çeker, alır onu başka şehirlere taşır... Benim ile aynı dünya görüşüne sahip, aynı geçmişin farklı mekanlarında yaşamışların gurbet elinde buluşma noktalarından biri Marxloh’daki dernek olmuştur... Oranın tarihini orada yaşayanlar yazacaktır belki bir gün ama ben en azından giriş yapayım!

 

12 Eylül olmuş, 12 Eylül ile birlikte Avrupa çapında solda güçlenmiş, gelenler ile hareketlilik ütopyaların konuşulduğu, hayata geçirmek için neler yapılacağı tartışıldığı, ülkede olanlara karşı protestolar düzenlenerek Avrupa kamuoyunun harekete geçirilmeye çalışıldığı birçok etkinlik olmuş. Elbette darbeci generallerde boş durmamıştır bu sırada, taviz üzerine taviz vererek Almanya'da yaşayan işçilerin haklarından eleştiri almam karşılığından vaz geçilmiştir. Yeter ki Avrupa darbecileri eleştirmesin! NATO destekli darbenin NATO üyeleri içinde eleştirilmesi hoş karşılanmazdı ama bunu da fırsata çeviren hükümetlerde olmuş, Türklere verilmiş olan haklar bir bir emekçilerin elinden alınmış ve Avrupa’ya göç bir anamda sınırlandırılmıştır.  1961 yılında başlayan göç ve haklar 1980 darbesi ele geçen fırsat sınırlandırılmakla kalmamış birçok hakta elden avuçtan alınmıştır. Haklar elden alınırken öte yandan iltica teşvik edilmiş ve ilticacı gelenler birçok hakka kavuşmuştur.  İlticacı ile işçi olarak gelen arasında bir haklar konusunda ayrışma yaşanmıştır. İltica yolu açılınca Türkiye’de kendisini tehlikede gören veya gördüğüne inananlar bu yolu kullanarak Avrupa'da Türk nüfusu artışına gitmiştir… Avrupa için Türkiye’den gelen herkes Türk’tür! Ayrımı zaman içinde öğrenecektir ama onlar için genelleme yapması ve ona göre politika üretmesini değiştirmemiştir. Ayrım Türkiye’nin iç sorundur!

 

Siyasi mücadele zaman içinde ekonomik mücadeleye dönüşmeye başlamıştır. Ekonomik mücadele öyle hemen olmamıştır, liberal dalganın Avrupa'da gettolarda yaşayanları vurması ve benimsetmesi çok uzun sürmemiştir… 80’li yılların ilk yıllarında olduğu gibi kitlesel eylemler zaman içinde azalmaya başlamış, ülkeye gidip gelenlerin yenilgiyi içselleştiresi ile burada yaşam kurma fikri ağır basmıştır. Zengin olmak, rahat yaşamak, evlilik yuva kurmak fikri ile iltica yolu artık suistimal edilecek boyuta gelmiştir. Mücadele ile ilgisi olmayanların iltica başvuruları hazırlanan dernekler, bürolar kurulmaya başlamış ve iltica işi bir sermaye işine döndürülmüştür. İlticası ret edilenler için para karşılığında evlilik ya da zor ile evlilik kavramları işin içine girmiştir…

 

Siyasetin bıraktığı boşluk doluyordu…

 

Devrimci mücadele edenler tercihleri değişiyor, hayata bakışlarında farklılıklar oluşurken geçmiş ile hesaplaşma ve ayrışmalar ya da birleşmeler olurken, oluşturulan cephe gibi kavramlarda sol içi işlenen siyasi cinayetler ile parçalanıyordu… Generallerin istediği bir muhalefetsiz ya da kontrol edilebilecek kadar muhalefetin oluşma süreci yaşanmaya başlamıştır… Avrupa'da Türk nüfusunun artması Türk lobi faaliyeti yapacak kadar etkili bir siyasi ağırlığın oluşması anlamına geliyordu… Lobi gibi siyasi oluşumları en iyi yapacak kapasitede olanlar ise “vatansever/ yurtsever Türk” solcularından oluşması tesadüfi değildir. Onlar mücadele ettikleri ülkenin çıkarını savunan lobi dernekleri, kurumları kurmaya başladılar. Türk toplumu adı verilen bu oluşumlar zaman içinde eskiden solcu şimdilerde ise Türk konsolosluğu ile ortak projeler üreten ve Türkiye'nin çıkarını savunan oluşumlara doğru eğildi. Bu eğilim Almanya'da bulunan tüm siyasi partiler içinde örgütlenmesi anlamına geliyordu. Bugün Türkiye'nin istediği boyutta bir lobi kuruluşları oluşmasa da en azından küçük çaplı da olsa lobi işi yapan kurumlar oluşmuştur. Türkiye'ye karşı mücadele edenler Türk işverenleri için çıkarını koruyan para sahibi profesyonel elemana dönüşmüştür. Solcuların önemli bölümü proje üreten ve projeler ile hayatlarına yön verenler konuma gelmiştir.

 

Değişim kaçınılmazdır, sürekli tekrarlanan bir söz vardır, “sen gelecek planları yaparken, hayat da kendi planlarını yapıyor”.

 

Ülkede yenilen devrimci hareketler, merkezi yapılarını dağıtırken, yeniden örgütlenmek için zamana bırakılan ama yüzleşilemeyen an ve geçmişin tortuları ve oluşturduğu dalgada Avrupa’da yaşan mültecileri de kucaklayacak ve inadına bir şey yapmak isteyenlerin de şevkini kıracaktır. Göçmenlik tartışması ve Avrupa’da devrimcilik tartışması diyerek ayrılanlar, bir biri ile yan yana gelmekten hoşlanmayanlar, birbirinin hakkında dedikodu mekanizmasını işletenler bir anlamda liberal dalganın gücü karşısında direnç noktalarının bir bir yıkıldığına şahitlik etmiş ve bireyselleşme daha ağır basar olmuştur. Derneklere sadece Türkiye'den gelen birinin mülteci dosyasını hazırlamak için uğranılan noktalar olmuş gibidir. Profesyonel iltica yazıcılar, avukatlar, tercümanlar yeni bir pazarın oluşumuna olanak vermiştir. Kitlesel eylemlerin yerini, küçük çaplı “vardık, varız, var olmaya devam edeceğiz!” bayrakların sallandığı eylemlere bırakmıştır. İltica için gelenler o bayraklar ve dövizlerin önünde fotoğraflar çekilip, iltica dilekçesine konur hale gelmiştir…

 

Durgun suda çürüme kaçınılmazdır ve hareketin olmadığı yerde çürüme tüm vücudu kaplamıştır…

 

Dağılmanın, çürümenin olduğu zamanlarda Almanya'ya öğrenci olarak geldim… 12 Eylül sonrası oluşan ve ilk sol dalga içinde yer aldığım ve her türlü baskıyı yaşadığım süreç sonrası bende yurtdışına mülteci olarak değil, öğrenci olarak çıkmış, okulu bitirir bitirmez ülkeme dönüp, “nerde kalmıştık” diyeceğim bir anlayış ile geldim… Elbette kafada oluşan ile karşılaşılan arasında büyük bir uçurum vardı.

 

“Manzara-i umumiye şöyleydi;” diye yazmayacağım elbette!  Beklediğimi değil, karşılaştığım zorlukları yaşadım. Yoldaşlığın yerini akrabalık, hemşericilik almış, iş bulamaz, ev sorunu yaşandığı zamanda ev bulamaz, sığınacak yerim olmadığı süreçleri yaşadım. Bir umut ile aynı dünya görüşümde olan arkadaşları aradım, ayağım yere basana kadar dayanışmaya ihtiyacım, yol gösterenim olmasını isterdim ama bunlardan uzak, mücadele içinde yaşadım, çok zaman kaybetmiştim, çünkü ekonomisi düzgün olmayanın öğrenimi ve içselleştirmesi de o kadar zor oluyor…

 

Bu zor günlerimde Marxloh’da yaşayan arkadaşım Zülfü ile tanıştım, birlikte kötünün iyi zamanı yaşarken bir arada olduk. Bir arada olmak, birlikte olmanın önemini biliyorduk ama Avrupa’da yaşanmış ayrışma ve ayrışmanın getirmiş olduğu tartışma ortamı içine almıyor dışlıyordu… Hangi tarafta yer alacağımı bilemiyordum, yaşadığım şehir ile Duisburg çok uzaktı. Yakınımda olan “bizden” biri var mı diye soruyordum ama yakınımda olanların daha fazla feodal ilişkinin içinde bulduğumdan onlara bir türlü dahil olamıyordum…

 

Parası olmayan devrimcinin, devrimciler arasında olmasının anlamı yoktur. Derneklerin parası olana ihtiyacı vardır, parası olmayan onlara ağır geldiği süreç, para getirecekse yatırım yapılır, mülteciliği aldığı an ilk birkaç sene bağış ve sonra yabancılaşma!  Kısaca kendi ayakta mücadelemi uzakta olan ailem ile birlikte yapacaktım. Onların olağanüstü desteği sayesinde ayakta duracak kadar bir alan açmış ve yürümeye başlamıştım… Ülkede yaşanan bir “tartışma süreci” ile ayrılanların da bir arada olduğu, tüm kavgaların bir taraf edildiği tek bir toplantı çağrısı oldu, muhteşem bir hava yaratılmıştı ama toplantı ilk dakikalarından itibaren bu havanın çok çabuk dağıldığına şahitlik etmiştim. Kazanılanı korumak ve yeni roller elde etme mücadelesi…

 

Ortak bir geçmiş, ortak bir geleceği oluşturmuyordu…

 

Kartlar yeniden karılıyor, yeni roller dağılıyordu. Yeni roller ülkede ayrışmaya uygun şekilde oluyordu… Parası olan daha çok ziyaret edilen, geçmiş birikimi ve bilgisi olanın ise görmezden geldiği bir süreç başlamıştı. Türk devleti gurbetçilere nasıl yaklaşıyorsa devrimci hareketlerde gurbetçilere aynı pencereden bakıyordu…

 

Ülkede hareketin paraya ihtiyacı vardı, her yapılan toplantı bir anlamda para toplanması anlamına geliyordu, dayanışma! Dayanışma öyle bir tarif edilmiştir ki, “bakın bizim yarattığımız hareketten burada iltica gibi kavramlar ile sermaye çevresi yarattınız, ödeyin diyetinizi” der gibidir. Ülkeden her gelen parasını alıp giderken, “ayar” vermeyi de unutmuyordu! Kısaca alanda memnun, verende memnun bir dönem yaşanıyor…

 

Yıllar sonra Almanya’da sergi açmaya gittiğimde birçok arkadaşımı gördüm, onların evinde kaldım. Onlar ile geçmişi, bugünkü duruşları ile onur duyuyorum, zor anımda yanımda olan, bana iş bularak destek veren Wuppertal’den Nedim dostum, Essen’den “Köylü” ve Rasim, Köln’den arkadaşlarım, Bochum’da Yavuz, Mustafa, Ercan ve Dortmund’ta Zeki Koşan, Hidayet dostlarım ve üniversiteden arkadaşlarım ile uzun yıllar orada yaşayarak orayı öğrendim… Birçok arkadaşım şimdi aramızda değil, bazıları aramızdadır…

 

Selam olsun birlikte olduğum adını yazmadığım tüm dostlarıma, selam olsun aramızda olmayan güzel dostlarım.

 

İsmail Cem Özkan

12 Mart 2023 Pazar

Roma'da Bir Cinayet

Roma'da Bir Cinayet

 

Eskiden Gırgır diye bir mizah dergimiz vardı. Oğuz Aral yönetiminde çıkan dergi mizah tarihimize önemli iz bıraktı ve bugün o izlerin izdüşümlerini görmeye devam ediyoruz. Kapak ve kapak iç sayfa dışında fazla siyasi olmayan balon ve eğlenceli mizah yarattı. Orta sayfa öyküsü, kurgusu ile okurken gülümseten kısa sürede tüketildiği için ertesi hafta çıkacak öykünün komik hallerini bekler olurduk. Siyasi mizah dergisi Marko Paşa ve arkasından çıkan dergilerin yarattığı politik duruş yerine, daha fazla eğlence, daha fazla komedi, daha fazla popüler olanı seçerek kendi okuyucusunu yarattı Gırgır. Bu sayede Gırgır siyasi yelpazenin neresinde durduğu sorusu sorulduğunda tam ortasında denilebilirdi, Gırgır dergisinden ayrılanların sağa, sola savrulması tesadüfi değildir, çünkü orada nasıl mizah yapıldığı ve gülmece öne çıkarılırken içerik ve sol duruş kapak ve iç kapak sayfasını aşamadığı için o kadar espri içinde kaybolmasına sebep olmuştu. Gırgır mizah dergisi her ne kadar ortada durmaya çalışsa da cezalardan kendi üzerine düşen nasibini aldı…  Sistem ile kavga etmek yerine sistemin aparatı olan lider ve liderin komik halleri ile okuyucusunun önüne çıktı… Elbette zaman zaman çok ince dokunmalarda yapıyordu ama genel içinde o kadar öne çıkmıyordu… Muhalefet yanında duran ama iktidardaki lider ve siyasi partilerin liderlerin günlük tepkilerini rahatlıkla tiye alıyordu, ülkemizde demokrasi bu ti karşısında liderin hoşgörüsü olarak algılanıyordu…

 

Gırgır dergisinin okulundan çıkan bir mizah anlayışı bugün de oradan beslenen sanatçıların eserlerinde görmek mümkündür… Bu kadar zamanın kırıldığı, belirsizliğin hakim olduğu, karanlığı ve baskının altında ezilmiş, açlık ile sınanan bir halkın sığınabileceği mizah ne yazı ki gerçek anlamda istikrarlı bir şekilde kendisini gösteremezken, balon ve anlık gülmelere sebep olan ince zeka ürünü esprilerin anlık oluşturduğu dalgaya maruz kalınabiliyor… Cem Yılmaz bu ekolün en önemli temsilcisidir. Gerek filmleri, gerek stand up’ları Gırgır dergisinin etkisinin sürmesine katkı sunmaya devam ediyor…

 

Elbette Cem Yılmaz’ın etkilediği ve komedi alanında ürün veren sanatçıların olması kaçınılmazdır… Onların eserlerini gerek sinema, gerek stand up, gerekse tiyatro eserlerinde ve oyunlarında görmek mümkündür… Roma’da bir Cinayet oyunu o kategori içine alabileceğim bir çalışma…

 

Evlenmek için İtalya’nın Roma kentinde yer alan Türk Konsolosluğuna giden gençler ve onların anne ve babasının oluşturmuş olduğu tek mekan, değişik bölümlerden oluşan öykü sarmalı içinde tiyatro salonunu anlık gülmelere hazırlayan ve bunu başaran bir oyun ile karşı karışayız… Benzer öyküleri farklı alanlar içinde görmüş olmanız ya da çağrışım yapması doğaldır... içinde bulunduğumuz zamanın kadının üzerine oluşan baskı bu oyunda ana konusu değildir, sadece üzerinden hafif geçilirken iyi zaman geçirebileceğimiz, kahkaha ile oyuna katılabileceğimiz bir öykünün canlandırılması ile karşılaştık.

 

Magazin dünyasında Türk konsolosluğunda evlenen birçok bireye, ünlü ünsüz karşılaştık. Değişik gazete sayfaların ve ekranların magazin bölümüne konu oldular.

 

Ülke dışında Roma’da evlenmek!

 

Oyun içinde bol bol vurgulanan “cinayet” ile ne kastedildiği ancak oyunun son sahnesinde anlıyoruz. Konsoloslukta bir cinayet işlenecektir! “Katil her zaman cinayet işlendiği alana gelecektir”…

 

Oyun kurgusunda hemen kafanızın içinde oluşan uşak yok!

 

İki genç insan. (Tevfik ve Melis /eski ismi Kezban) Kızın annesi, oğlanın babası nikah günü nikaha hazırlık odasında yaşadıkları… Kızın annesi (Bendegül) boşanmış, oğlanın babası da (Avukat Hakkı Eroğlu) boşanmış ve sonra hiç evlenmemiş bir boşanma davalarına bakan ünlü bir avukat. İki bekar ebeveyn, evlenmek isteyen kadın ve erkeğin oluşturduğu duygusal geçişlerin olduğu sahneler…

 

Öykü kurgusu sahneye uyarlandığında seyirciyi sahneye doğru ilgisini hiç eksiltmeden devam ettirmesini sağlayan diyaloglar öyle ince ince işlenmiş ki, ister istemez zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Sahneye oyuncuların girişi, çıkış, diyalogları o kadar hızlı ve tempolu ki bir an dahi gözünüzü ve ilginizi sahneden alamıyorsunuz… Oyunda hem anlatıcı hem de baba rolünü oynayan Kubilay Penbeklioğlu bir anlamda oyunun akışına ve oluşacak olan aksaklıkların üstünü örtecek kadar oyuna hakim ve yönlendiren konumdadır. Mimikleri, oyunun akışına uygun duygusal geçişler, zaman zaman temponun hızlanmasına uygun çevik hareketleri ile sahneyi dolduruyor.

 

Boşanmalardan para kazanan, kısaca evlilik olmazsa para kazanamaz, çünkü evlilik demek boşanma anlamına gelir. Bir yandan evliliği teşvik ederken, diğer yandan boşanma üzerine kurmuştur kariyerini ve geçimini. Bunu en fazla çevresi ve eski eşi üzerine uygulamaktadır, çünkü eski eşi Füruzan çok fazla evlilik yaşamış ve hepsi boşanma ile sonlanmıştır.

 

Bendegül rolünde ise Çiçek Dilligil görmekteyiz. O kadar rahat, o kadar içtendir ki, hem oynuyor hem yaşıyor gibidir. Kız isteme gününden nikah gününe kadar damadın babasına ilgi duymaktadır. O oyun içinde pek vurgulanmayan ama son sahnede ortaya çıkan bir kurgunun içinde başrol oynamaktadır. Çiçek Dilligil oyunun akışında o kadar önemli rol oynar ki, seyirciyi yumuşak sesi, gerektiğinde hırçınlaşan ve yükselen sesi ile seyirciyi sahneye yönlendirir, bir an dahi seyirci oyunun dışına düşmez…

 

Dilara Mücaviroğlu, Burak Uyanık ise oyunun başından itibaren oyunun temelinde yer almış iki ayrı role hayat verirler. Bir evlenmek zorunda olan kız ve o rolün kurbanı ama aşkından her türlü zorbalık karşısında boyun eğmiş bir damat! Bir anlamda babasının ve annesinin evliliklerinden ders almış ve uzun soluklu birlikteliği düşünen ve o yüzden boyun eğ rahat et mantığı içinde eşini ya da sevgilisinin her isteğini yerine getirecek kadar imkansız koşullarını babasının maddi yardımı ile aşmaya çalışan konumdadır… Zaman içinde kız arkadaşının gerçekliği ile yüzleşir… Burak Uyanık bu role öyle doğalmış gibi hayat verir ki, seyirci içinde ona karşı bir sempati duyulurken öte yandan acıma duygusu uyandırdığı için rolüne hakkını vermiş diyoruz… Baskın kadın rolü ile seyircinin karşısına geçen Dilara Mücaviroğlu ise gerek hırçınlıkları, gerek şımarık ama muhtaç kadın rolüne hayat verirken seyirci olarak şaşkınlık içinde baktım, çünkü o kadar uçlarda geçişleri o kadar rahat ve doğalmış gibi geçişler yapıyor ki, bravo demeden kendimi alamıyorum…

 

Melek Şahin (Füruzan) oyunun son bölümünde sahnede yerini alıyor, gerek peruk, gereksiz peruksuz hali ile sonradan katıldığı bu kadar hızlı tempoya kısa sürede uyum sağlıyor, çünkü sonradan oyuna dahil olmak ve bir parçası gibi algılanmak kolay bir iş değildir… Oyuncular kendileri o kadar oyunun içinde verişlerdir ki, onlar bir anlamda yaşarken sonradan gelen birinin davranışı, algısı, kattığı yeni atmosfer ile sahnede bir soğumaya neden olabilir, çünkü maraton koşusunda bayrağı alan yeni bir ritim yaratacaktır… Sahneye sahne önündeki merdivenlerden dahil olur, bir anlamda seyircinin içinden çıkan biridir… Büyük bir planın parçasıdır ve o planı kimler ile yaptığı gizemlidir… Başarılı oyuncu başarısını bu oyunda da devam ettirir…

 

Oyuna sessizce katılan müzik, dekor, kostümler oyuna öyle bir katkı sunar ki, tempoya katkı sunarken, engel de çıkarmaz… Gerçi oyunun Türk konsolosluğunda geçtiğini ilk etapta düşünmüyoruz ama diyaloglardan anlıyoruz… Tül perdelerin yere doğru uzanması, sahne yan duvarında uygulanan perdeler aynı zamanda bölümler arası geçişte kapı ve duvar görevi görmektedir…

 

Bu kadar ağır koşulları yaşadığımız bu günlerde biraz olsun kafanız dağılmasını istiyor ve dışarıdaki yaşamdan kopmak için bu oyuna gidin, hem eğleneceksiniz hem de bu ülkenin dışına çıkıp hayatın komik taraflarını da göreceksiniz…

 

İsmail Cem Özkan

 

 

 

Yazan: Elçin Gürler

Yöneten: Kubilay Penbeklioğlu

Oyuncular: Çiçek Dilligil, Kubilay Penbeklioğlu, Melek Şahin, Dilara Mücaviroğlu, Burak Uyanık

Müzik Tasarım: Orhan Enes Kuzu

Dekor Tasarım: Selin Ölçen

Dekor Uygulama: Selçuk Yılmaz

Işık Tasarım: Kaan Eman

Afiş Tasarım: Galip Aksular

Afiş Fotoğraf: Bahadırhan Erkoç

Proje Asistanı: Damla Özovalı

Yapım: Mi Entertainment & amp; Nova Oyun Yapım

Genel Sanat Yönetmeni: Mutlu İgdi

 

6 Mart 2023 Pazartesi

Kelimeler vücut bulduğunda tiyatro olur...

Kelimeler vücut bulduğunda tiyatro olur...


Tarihin kırılma noktalarını anlatan eserler genelde zamanın da durduğu ve olayların örgüsü bütün zamanlara uyarlanacak gibidir. İnsan tepkisi, kriz koşullarında bireyin savrulması, kaosun içinde çaresizlik ve çıkış yollarının aranmasının zamanı yok gibidir. Birbirine benzer ya da anımsatan zamanlarda hep o geçmişin duygusu yeniden canlanır, benzer tepkiler verilir olur. Bireyler değişmiştir ama olayın akışı sanki aynı dere yatağından akan su gibidir.

İvan SergeyeviçTurgenyev, nihilizmin öznelinde tartıştığı ama bir geçiş ya da kırılma anının romanı olan Babalar ve Oğullar Nesrin Kazankaya çevirisi ile yine çevirenin uyarlaması ve yönetmesi ile sahnede kelimelerin vücut bulmuş haline şahitlik ettim.

Romanın geçtiği dönem, köylülerin yaşamını olduğu gibi değiştirdiği bir süreçtir, aynı zamanda yaşanan bir pandemi söz konusudur… Tam teşhis konulamamış hastalık yüzünden ölen insanlar vardır. Geleneksel ilişkilerin parçalanması, aristokrasinin hayal kırıklı ve geçmişe özlem bir aşk ile simgeleştiği bir süreç. Yükselmekte olan burjuvazinin köy yaşamına etkisi de üstü kapalı olarak sunulur. Romanda reformist akımla, radikal akımın çatışmasından oluşan nihilizmi vurgular.

Bazarov, nihilizmi savunan bir tıp öğrencisidir. Okuduğu okulda dergi çıkarmakta, o konuda donanımlıdır. İnanıyor ve inancına uygun geleneksel ilişkilere karşı tepkiseldir. Başkaldırının ve burjuva yaşamının üstü kapalı temsilcisidir. Burjuvazi feodal düzende oluşan tüm ilişikleri radikal biçimde yıkarken yerine yeni yaşamında oluşturmuyor, zamanın içinde çelişkiler içinde oluşumuna tanıklık ediyoruz. Çelişki, çatışmanın bir yansımasıdır. Barış Yalçınsoy bu çatışmayı o kadar güzel bir şekilde yaşıyor ki, gerek mimikleri, gerek davranışı, tepkisel duruşunu vücudunun diline yansıttığını görüyoruz… Gerginlik, geçmişten gelen alışkanlıklar, babasının mesleğini devam ettirecek olan tıbbı eğitimi, evinden uzakta yaşadığı üç yıl ve şehir yaşamının yani burjuvazinin hakim olduğu şehirden köye bakışı ve o küçümsemesi oyun içinde mükemmel olarak yaşatıyor.

Bazarov’un yol arkadaşı, köyünde ağırlayan Arkadiy ise arkadaşından etkilenmiş ama onun kadar tepkisel değildir, hala feodal sistemin izlerini üzerinde taşırken, geleneklere karşı saygılıdır. Onu yıkmak yerine olduğu gibi kabul etmiştir, arkadaşının yanında tepkisel olarak vücut dilini kullanırken, aslında duygusal olarak kopamadığı mahcubiyeti yaşamaktadır. Doruk Akçiçek bu rolü o kadar rahat içselleştirmiş ki, her anında, o zamanın yok olduğu, genç bir erkeğin eş arayışı, karşı cinse duyduğu ilginin o geleneksel duruşu yansıtması ile romanın içinden çıkan kelimeler vücut bulduğunu görmekteyiz…

Nikolay Kirsanov, feodal dönemi temsil eden babadır. Değişim köylüler ile olan ilişkinin bozulması ve köylülerden beklentisinin yerine getirmemesinden kaynaklanan ekonomik kriz yaşamıştır. Eşi ölmüştür ama yanında yaşayan genç bir kadın ile ilişkiye geçmiş ve ondan bebeği olmuştur. Oğlundan bu durumu saklamıştır, köye döndüğünde uygun bir dil ile durumu anlatmayı isteyen mahcup bir babadır. Feodal düzenin iyi eğitim almış toprak sahibi olmasını çaldığı piyano, söylediği şarkılar ile seyirciye kendisinin konumunu tam anlatmaktadır. Oğlunun gelişi onun oluşturmuş olduğu düzenin sarsılması anlamındadır ve o sarsılmayı en az hasarla yok etmenin telaşı içindedir. Murat Göksu role öyle bir hayat veriyor ki, sanki doğal bir şey yaşıyormuş gibidir. Gizli aşk yaşadığı cariye mi diyelim, sığınmış kadını tacizi mi diye okuyalım nasıl okursak okuyalım efendisinin yanında kaderine boyun eğmiş bir eşin kocasıdır. Feniçka Nikolayevna çaresizdir, ere karşı saygılıdır, efendisine hayrandır ve onun piyano ile seslendirdiği özel anlarda sesine ses katandır. Çekingendir, yaşadığı anının mahcubiyeti ve o ilişkinin ürünü olan çocuğunu kucağında dolaşırken bir anlamda çocuğu günahın bir son ürünüdür… Sevgi doludur ve yaşadıklarına boyun eğmiştir. Burçin Özkaya bu role öyle bir anlam yüklemiş ki, feodal düzende kadının rolünü Turgenyev’in kafasında canlandırdığı ile eş değer gibi geliyor bana… Hep arka fondaymış gibi sunulur ama öyle bir an gelir ki, erkeklerinde gözünün üstünde olduğunu bilir ve ona göre kılık kıyafetini düzeltir… Nikolay’ın kardeşinin Pavel’in (Barış Çakmak) uğruna her şeyi feda ettiği sevgilisinin görünümü gibidir. Her anı, her hareketi Pavel’e peşinden koştuğu sevgilinin sonsuz anıdır. Hatta öyle bir tutku ki, uğruna ölüme alacak şekildedir. Sabahın ilk ışıklarında ölümün teğet geçtiği anın düellonun ana sebebidir. Geçmişin şimdiki zamanın komik anıdır. Trajik - komik durum bir kurşun yarası ile kalp yarasının üzerinde oluşan irinin boşalması ve durumu olduğu gibi kabul etmesinin nedenidir düello… Barış Çakmak, gerek geleneksel düşünce yapısı, gerek feodal düzenin romantizmini üzerinde taşıyan ve nihilist yani hiçlik kavramı ile çatışmaya giren romantik biridir. Henüz sığındığı kardeşinin yerinde mutlu olamamıştır. Bir beklenti içinde yaşamakta ve zamanın boşluğunda sallanmaktadır… O boşluk Barış Çakmak görünüşünde kendisini ortaya koymaktadır. Akılcıdır ve yaşanan değişimin farkındadır ve çaresizdir.

Her feodal beyinin yanında bir uşak vardır ve genelde polisiye romanlarda katil olarak sunulur! Piyotr (Ahmet Taşdemir) oyun boyunca görevi sahnenin akışını organize etmektir. Sahneye giriş çıkışlar ve sahne üzerinde oluşan elma parçalarını toplarken, masayı düzenlerken veya masadan bir şeyler alınırken, kurbağa toplamak ve kurbağa için ekrana yansıyan bahçe içinde Bazarov’a yol arkadaşlığı yapandır. Oyunun bir anlamda orta direğidir, fakat seyirci onu hep birkaç cümle sahnede bir şeyler söyleyen uşak olarak görmektedir. Şimdi diyeceksiniz ki, peki Anna Sergeyevna Odintsova nerede duruyor? O zengin bir ailede doğmuş, fakirliğin içine düşmüş, yine zengin bir adam ile evlenmiş eski yaşamına kavuşmuş ama evlendiği yaşlı eşinin ölümü üzerine yeniden yalnız ve kardeşi ile yaşayan kadın rolüne düşmüş biridir. Sahip olduğu çiftliği işleten ve onun sorunlarına kendisi gibi toprak sahibi olan Nikolay ile çare arayandır. Bir anlamda geçmişin yıkıntıları arasında yıkıntıdan sağ çıkmış ilişkinin yaşayanlardır. Bahar Karaoğlu bu romanın içinde geçmiş ile şimdiki zamanın çatışmanın içinde ince bir çizgide durmaktadır. Geçmiş ile bugünün çatışması Bazarov’a duyulan ilgi ve gizliden başlayan bir aşkın izdüşümüdür. Bazarov’un babasına ziyareti ve orada kaptığı veba/ tifüs ile sona doğru yürüyüşünün son sesidir. Geleneksel olan ile yeni olanın çatışmasının korumasız anın sembolüdür. Nihilizmin bir anlamda çatışmasıdır. Geçmiş birikimin bir kırılma anında yeni olan yüzleşmesi… Bahar Karaoğlu bu geçişin o anın direnişini, zor ile hayal kırıklarını bir tarafa atmadan üzerinde taşıdığı yük ile seyircisinin karşısına çıkmaktadır. Üzerine aldığı rolü o kadar başarılı bir şekilde sunar ki, seyirci sanki olması gereken buymuş gibi kabul eder ve izler. O haritaların başında içsel çatışmasının ani bir öpüşme sahnesine dönen anın patlamasına şahitlik eder. Bazarov’un saklayamadığı aşkını ve iç çatışmasını artık saklayacak gücü yoktur, Bazarov yalnız değildir, her şeyi bastıran Odintsova o zırhının parçalandığını seyirci tüm çıplaklığı ile görür… O an sonun başlangıcıdır bir anlamda, belki de sonun son sözdür…

Zamanın içinde zamanı taşıyandır Odintsova’ın kız kardeşi… Katya Lokteva kulağında bugünkü gençlerin kullandığı kulaklık ve pateni ile zamanın içinde zamanı parçalamaktadır. Dönemin trajik komik olaylarının içindedir. Zamanın taşındığı anda hareketler biçimsel değişim olsa da özde aynıdır… Beyza Baş bir anlamda hem güzel, hem hareketli, hem özlem dolu hem de ergendir… Hem ilişkiye açıktır hem de ukalaca elinin tersi ile iteklemektedir. Arkadiy ilk görüşte aşık olmuştur. Savunduğu nihilist düşüncenin çok dışına düşmüş ve arkadaşı ile ilişkinin çatışma noktasına taşımıştır… Beyza Başrolünü öyle bir sunar ki 1800’li yıllar 2023’lere taşınmıştır ama seyirci bu taşınmayı kafasında bile sorgulamaz. Oyunun öyküsü zamanın içinde hareket etmektedir, tıpkı patenleri ile piyanonun eşliğinde çalan müziğin notlarının dansı gibi… Arkadiy ile yaşadığı dolu dolu anlar onları baba ve oğlu bir nikah masasında birleştirir.

Öykümüz burada bitiyor diye düşünebilirsiniz, elbette bitmiyor, oyuna gidin ve sonunu siz görün derim, peki bu kadar karakterler üzerine yaptığımız değerlendirme oyunun bir tiyatro eseri olmasına sebep olan sahne ve üzerinde yaşananları göz ardı etmemize sebep olabilir mi? Elbette olmaz, çünkü tiyatro bir sahnede gerçekleşir. Sahne olmadan tiyatro olmaz, tıpkı seyirci olmadan olamayacağı gibi… Seyirciye yani bize bu romanın nasıl oldu da bir tiyatro eserine dönüştüğünü anlatan sahneye bakmamız gereklidir.

Oyun önce masa başında hayat bulur, sonra oyuncular o cümlelere can verir, sonra sahne üzerinde seyirciye ulaştıracak olan ışık oluşturulur, ışığın takip edeceği kostüm, dekor, müzik… Bunlardan biri olmazsa seyirci onu bir tiyatro eseri olarak görür mü? Bir metin tiyatro eserinin ilk adımıdır, metin sayfalar arasında kaldığı sürece metin olarak orada durur, bir gün bir yönetmenin kendisini keşfetmesini bekler. Sahnede nefes alan metindir tiyatro… Bir roman, üstelik kaç defa okuduğumu unuttuğum bir romanın tiyatroya uyarlanmış halini görmek farklı bir deneyim oldu benim için… Satır satır elbette roman sahneye taşınmaz, yönetmen ve onun akışını düzenleyen dramaturgun ortak karar vermesi ile uzun ve en sancılı süreç başlamıştır… Roman bire bir sahneye ya da beyaz perdeye yansımaz, çünkü yazan ile yorumlayan arasında duruş ve bakış açısı farkı vardır ve bizler o farkı yaşadığımız için kafamızın içinde sorular oluşur… Bir şeyin başarılı olduğunu sonucunda yaşadığımız duygusal çatışmadır...

Yönetmen sahneyi düzenlerken “T” harfinin kullanmıştır. Bahçeye açılan ağaçlar ile oluşan yok, sahnenin sol ve sağında duran piyano ve masa… Oyuncuların hareket alanı ve seyircinin görüş alanı iyi tespit edilmiştir. Gerçi benim gibi küçük boylu biri uzun boylu bir seyircinin arkasına oturunca sağa sola dönerken bir fizik aktivitesi yapması olağandır… İyi ki uzun boylu seyirci çok hareket etmedi… Işık oyun akışına uygun karadı ve aydınlandı, müzik ışığa uyumlu bir şekilde dans ediyor gibiydi. Kostümler ve dekor oyuncuların hareket alanın genişletirken, paten ve motor kaskı ile zamanın kıvrıldığına şahitlik ettik…

Umarım bu oyun Turgenyev’in etkilediği roman yazarları gibi bizde de tiyatro yönetmenlerine etki yapar ve buna benzer yeni yorumları sahnemizde göre olanağımız olur…


İsmail Cem Özkan

 
Babalar ve Oğullar

Yazan: İvan Sergeyeviç Turgenyev
Çeviren-Uyarlayan-Yöneten: Nesrin Kazankaya
Dramaturgi: Şafak Eruyar
Dekor-Kostüm: Cemre Bulak
Video Tasarım: İlkim Üskent
Işık: Önder Ay

Oynayanlar:
Nikolay: Murat Göksu
Bazarov: Barış Yalçınsoy
Pavel: Barış Çakmak
Anna: Bahar Karaoğlu
Arkadiy: Doruk Akçiçek
Feniçka: Burçin Özkaya
Katya: Beyza Baş
Piyotr: Ahmet Taşdemir

 

4 Mart 2023 Cumartesi

Popülizm var olanı çürütmekten başka işlevi yoktur...

Popülizm var olanı çürütmekten başka işlevi yoktur...

 

Tarihin kırılma noktasını öyle zamanlar olur ki, zamanda kırılır. Zamanın kırımı sorunların üst üste yığılması sonucu oluşan bir fay kayması gibidir. Beklenen, bilinen bir kırılma, zamanın belirsizliği üzerinden oluşur. Ülkemiz öznelinde yaşadığımız süreç dünyada liberalizm ve onun ortaya çıkardığı küreselleşme politikasının ürünü olan cahilliğin örgütlenmesi ve tüketimin sıradanlaşması olarak söyleyebiliriz. Ülkemizde her şey tüketilir, tüketimin sınırı yok ama üretim olması gerekirken çürümenin ortaya çıkardığı gazın tüketimi ile karşı karşıyayız.

 

Ülkemiz seçim sürecinde…

 

12 Eylül’den sonra CHP’nin tek hedefi vardı, var olan iktidardaki lideri koltuğunu korumasını sağlamak, onun yaptığı hatalarının üstünü açıyor gibi yapıp örtmek... Bakalım bu seçimde CHP üzerine yapışmış olan bu görevi terk edebilecek mi? Deniz Baykal ile başlayan Erdoğan ile yaşanan siyasi platonik aşk sona erecek mi?

 

Ya Ekmeleddin vakası olacak ya da değişim...

 

Kılıçdaroğlu tartışmasının temelinde devletin dokusuna uygun aday arayışı ve ona yapılan itirazdır. Çünkü ülkenin kuruluşundan bugüne kadar ilk defa Kürt ve Alevi vatandaş cumhurbaşkanlığına aday oluyor.

 

Gösterdiği adaylar ile "Erdoğan, sen oturduğun koltukta otur, ben parti başkanlığı koltuğunda otururum" diyen bir lider ilk defa aday oluyor...

 

Türk halkı ilk defa kurucu anlayış dışında bir adaya oy verecek... Ama adayın ne kadar Kürt ve Alevi kaldığı tartışmalı olsa da biçimsel olarak bakar halkımız... Adayın Dersim bölgesinden olması onu biçimsel olarak Alevi ve Kürt imgesini toplum üzerinde işler, o adayın gereçten Alevi ya da Kürt olmasını pek önemi yoktur. Toplum zihnine işlenmiş olan imgeler ister istemez böyle bir aday ile yeniden canlanmış ve fısıltı halinde nefret söylemi Kürt ve Alevi üzerinden işlenmeye başlamıştır.

 

Bugüne kadar kendilerine 6 masa tanımı yapanların içinden İyi Parti seçmenin öznel bir durumu söz konusudur. İyi Parti seçmeni geleneksel Türk İslam sentezi anlayışına dayalı politika yapıyor. Altılı son toplantısından sonra masayı deviren Akşener noter mi, oyun kurucusu mu olmak arasında kalmıştı, ikisini de bırakıp gitti...

 

Akşener’in bilinçaltında oluşan yargısı gösteriyor ki, Türk İslam sentezi etkisinin ağırlıkta olan yerlerden Kılıçdaroğlu'na oy çıkma olasılığı çok azdır.

 

Kılıçdaroğlu, Akşener'in bu tavrında hiç mi katkısı yok? Akşener'i ortaya çıkaran o, AKP kuruluş sürecinde tıpkı Deniz Baykal’da Erdoğan'ı çıkarmıştı... Tarih, sürekli özneler değişip, benzer şekilde devam etmesinde bireylerin tarih bilgisi eksikliği ile de açıklanamaz, popüler liderlerin zamanın ruhuna uygun olarak seçilmiş “kurnaz aptallar” olduklarını hep düşündüm ve dillendirdim... Seçim kavramı ortaya çıktığı günden bugüne yazdığım her yazının içinde bu vurgu açık veya kapalı olarak sürekli olmuştur... Beklenti 6'lı masayı 5'li masa yaptı, bakalım 5 birden büyük mü?

 

Seçim sürecinde adaylık konusunda kendisini dayatan Kılıçdaroğlu muradına erdi ama kendisinin gerçek bir duruşu olmadığını biliyoruz, rüzgara göre konuşan, rüzgara göre adım atan biri...

 

Erdoğan karşısında bu kötü koşullar altında sokak söyleminde yapılan benzetmeyi devam edersek “kütükte olsa kazanır denir ama şimdi kütük aday oldu ama o kütüğün iki kusuru var, Kürt ve Alevi!”… Ülke ilk defa bilinçaltında oluşturduğu nefret söylemi ile yüzleşme imkanına kavuştu, acaba bunu yapacak cesareti olacak mı?

 

Kürt ve Alevi olmasının dışında benim gözümde Kılıçdaroğlu hiç bir zaman lider olma özelliği göstermedi, bunun kanıtını son yaşanan krizde bir kere daha gördük, çünkü yıllardır birlikte yol aldığı yoldaşı Akşener ile konuşulması gerekenleri konuşmadığı ve sorunu hep ertelediği ortaya çıktı.

 

Sorunu tam ortaya koymazsanız elbette yolda kaza kaçınılmazdır...

 

Cahilliği ortaya çıkaran şey kurnazlıktır...

 

Kurnazca kendisini dayatan biri ile kurnazca “seni değil de senin ile birlikte seçtiğimiz belediye başkanı olacak” kavgasında “kurnaz” olan cahilliğini de ortaya koyarak kazanmıştır...

 

Bana göre muhalefetin seçilebilecek adayı “Erdoğan gitsin!” diyerek seçilebilir ama Erdoğan ile aralarında ne fark var derseniz; anne ve babası dışında düşünsel, davranış, birikim açısından büyük bir fark göremiyorum...

 

Erdoğan gitsin mi, elbette gitsin...

 

Ülke CEO’su değişsin, kötü yönetiyor, krizi yönetemiyor, yüz binlerce insanın ölümünden sorumlu mu, elbette sorumlu! Sadece deprem değil elbette, iktidar koltuğuna oturduğu günden bu yana, kadın cinayetleri, işyeri cinayetleri, hendek, yurt dışı seferleri, maden... aklınıza ne kadar cinayet/ katliam varsa siyasi olarak sorumludur, çünkü yaşatılması mümkün olanlar ölüyorsa orada siyasi bir muhatap vardır...

 

Sonuç belli, Erdoğan gitsin ama yerine de “adam gibi” bir lider gelsin isterdim ama gelmeyecek, sadece özneler değişecek... Kötümser olduğumuz düşünebilirsiniz ama benim kötümser bakış açımın olmadığını tarihin bize söylediğini tekrarlamaktan başka şey yapmadığımı görürsünüz.

 

Kılıçdaroğlu politik tercihi Erdoğan’ı yıllardır koltuğunda oturmasına sebep oldu, adaylıktan sonra somut olarak ne yapacak? Seçimi kaybederse eğer ikinci “Ekmeleddin” vakası olarak tarih yazacaktır. Kazanırsa topluma verilmiş olan beklentinin çok altında somut şeyler yapacak gücü olacaktır, çünkü Erdoğan ile birlikte sorumlu olanlar kurulacak olan iktidar içinde önemli görevleri yapmaya devam edecektir.

 

Her şey kurnazlık, her şeyi ile ekip arkadaşları ile birlikte cahilce olan biri kendisini lider olarak dayadı, bakalım nasıl bir gelecek bizi bekliyor...

 

Seçmen olarak bizim önümüzde fazla bir seçenek bırakmayan sistem ile karşı karşıyayız, çünkü muhalefete muhalefetlik yapmak iktidar koltuğunda kim oturuyorsa o koltukta otursun demektir...

 

Sürecin gelen bu aşamasında iki aday arasındaki seçim ikinci tura kalacak... 28 Mayıs bu ülke ya bu şekilde devam ya da değişim diyecek...

 

HDP bu seçimin gerçek kilididir... Kimi işaret ederse ya da etmezse, etmemesi şu anlama gelir, Erdoğan'ı istemiyoruz ama seçilsin demektir... HDP ilk turda Kılıçdaroğlu'nu desteklerse “kilit” olma özelliğini kaybeder ve yerini masa deviren Akşener alır… İlk tur siyasi partilerin gücünü ispat etme sürecidir, pazarlık masasına oturacak olanlar güçlerini kanıtlamak zorundadır.

 

Siyaset, meydanlarda yapıldığı sanılır ama aslında kapalı alanlarda çıkarların çatışması ve uzlaşması şeklinde devam eder, halk sadece oyları ile bu pazarlığa temsilcilerin elini güçlendirir ya da zayıflatır.

 

Yaşadığımız süreç bir kere daha kanıtlamıştır ki, popülizm var olanı çürütmekten başka işlevi yoktur...

 

İsmail Cem Özkan