Galata Gazete


28 Mart 2014 Cuma

Game Over!

Game Over! 

Olayları kimin başlattığı değil, kimin bitirdiği önemlidir. Tarih elbette kimin başlattığını veya vesile olduğunu yazar ama genelde sonuç ile ilgilenir. Birinci dünya savaşını bir prens* suikastı ile başlar ama parçalanan Osmanlı’yı yazar!
Tarih çizgisi içinde değişik kırılmalar, toplumların yeni biçim aldığı ve yeni rolüne uygun konumlandığı anları işaret eder. Her ülkenin kendisine özgü kırılma tarihleri vardır ama genelde bu kırımlalar ülkenin iç dinamiklerinden daha çok dış etkenlerin basıncı ile olur. Hiçbir ülke kendi kendine yeter ve kapalı ekonomiye sahip değildir, mutlaka birileri ile iletişim içinde olacaktır. İkinci dünya savaşı sonrası oluşturulan ittifaklar ve birlikler dış etkinin iç dinamiklerin üstünde yer  aldığına şahitlik ederiz. NATO ülkelerine özgü Gladio yapılanması bu dış gücün iç savaşa ve dıştan gelecek herhangi bir işgale karşı içte yandaş profesyonel bir gizli teşkilatın öteki adı olarak karşımıza çıkar. Başlangıçta masum gibi gözüken bu yapılanma, zaman içinde ülke içinde yaşanan siyasi değişimlerin motor görevini de görecektir. Gladio ilk olarak İngiltere’de İrlanda ulusal mücadelesine karşı,  Büyük Britanya Krallığının geliştirmiş olduğu bir savunma ve saldırı birliğidir ve yerli işbirlikçilerden oluşturmuştur. NATO içinde bu deney daha da geliştirilmiş ve Amerika ile birlikte tüm NATO ülkelerinde uygulanmıştır. Gladio her ne kadar bulunduğu ülkenin çıkarını savunur gibi gözükmüş olsa da aslında NATO çıkarını korumak amaçlı bir üst yapılandırmadır. Bunun en çıplak halini 12 Eylül 1980 kırılması ya da öteki söylemi ile faşist darbesi ile gördük. Maraş, Çorum, Sivas, Bahçelievler … katliamları bir projenin parçası olarak hayata geçmiş ve darbe için ortam hazırlanmıştır. 12 Eylül darbesi olmasaydı bugün ki gibi Ortadoğu ülkesi olmayacaktık. Ortadoğu için geliştirilen Büyük Ortadoğu projesinde eşbaşkan olabilmemiz için bu kırılmanın yaşanması kaçınılmazdı ve o kaçınılmaz olan NATO ve onun büyük patronun Amerika’nın çıkarına uygundur. 
Projeler sadece küçük ölçekli firmalar için geçerli değildir, ülkeler içinde projeler geliştirilir ve o projeler içinde beklenen sonuca ne kadar ulaşıldığı toplum mühendisleri tarafından kontrol edilir. Projeler ortaya konurken “time management” ve bütçe ortaya konur ve o harcama içinde en iyi sonuç elde edilmeye çalışılır. 
12 Eylül kırılmasından sonra ortaya konan proje için o role uygun lider arayışı sürmüş ve bu işe en uygun kişi Turgut Özal dışında Erdoğan olmuştur. Özal başlangıçta projeye uygun kararları almış ve uygulamıştır ama istenilen verimliliği gösterecek ortamı kaybettiği için yeni bir zemin yaratıldı ve o zemini de yine NATO denetimde olan Somali’de bölük komutanın gayretleri ile hayat bulmuştur. 
Türkiye’ye biçilen Ortadoğu ülkesi rolüne uygun bir siyasi atmosfer için gerekli lider bulunmuş, İstanbul Büyükşehir başkanı yeni rolüne ve statüsüne muhalefet partilerin desteği ile iktidar yolu açılmıştır. 
Erdoğan biçilen rolü en iyi şekilde oynamış ve ülke tarihinde görülen en uzun iktidarda kalma rekorunu kırmıştır. Amerika’dan gelen özel yetkilinin biçimlendirdiği ekonomik politika ile var olan projelere sahip çıkmış ve projeleri bitirmek için elinden geleni yapmıştır. Her iktidar kendi sermaye birikimini yaratan bir iş dünyası yaratır. Erdoğan iktidarın olanaklarını kullanarak yeni rant alanların yaratılması ve özelleştirme ile elde ettiği tecrübeyi kendi dar çevresi için kullandı. Kendisine ait bir medya, kendisine ait geçilmez duvarlar örerken, var olan politikaların üzerine yeni stratejiler geliştirememiştir. BOP eşbaşkanı unvanı aldığında ona uygun bir dışişleri bakanı ile çöl topraklarına sefer yapmaya kalkışmış ama sınırını kısa zamanda öğrenmiştir. Suriye’de iktidar mücadelesine girmiş ve iç savaşta taraf konumunda kendisini bir anda bulmuştur. Bu arada gelişen Arap Baharı adı verilen projede ise dışlanmış, yalnız kalmıştır. Bir koyup üç alma hevesi yarım kalmış, ekonomik beklentileri suya düşmüştür. 
Tarih ile yüzleşelim demiş, ama tarihin karanlık noktaları üzerine gidiyor gibi yapmış ama gerçek anlamda yüzleşme için ortam hazırlamamıştır. Daha önce tanınan Kürt realitesi bir adım daha öteye taşınmış, Kürtler için göreceli olarak daha özgür ortam yaratılmıştır. Gladio ile yüzleşme yerine henüz varlığı kanıtlanamamış Ergenekon Örgütü adı altında dava açılmış ve bir çuval gibi ilişkisi olsun olmasın bir çok yakın tarihin karanlık noktasında yer alanlar bu çuval içine atılmıştır. Bu sayede suçlular ceza alacak beklentisi yaratılmış ama bu konuda gerçek anlamda adım atılamamış, İtalya’da olduğu gibi olayların üzerine gidilememiştir. Her türlü olanağı olmasına rağmen neden üzerine gidemediği soru olarak ortada duracak ama kafalarda kişiden kişiye değişen cevaplar bırakmıştır. 
Çuval içine atılan bunca olay ve kişi birbirine karıştırılarak olayların üstü açılıyor gibi yapılmış, aksine daha da sert bir şekilde kapanmıştır. Bir dönem ülke içinde aktif olarak Kontrgerilla olarak görev alanların suçlarının üstü çizilmiş, faili meçhul cinayetler eskiden olduğu gibi faili belirsiz olarak bırakılmıştır. Erdoğan iktidarının en önemli girişimi, her türlü gücü elinde bulundurduğu süreç içinde gücü; elde ettiği mevzileri kendi çıkarı için kullanmış ve tarihin en önemli yüzleşme için fırsatı elinin tersi ile itmiştir. 
Projelerde görev alanlar gerek görüldüğünde değiştirilir, Erdoğan’ın danışman Cüneyt Zapsu’nun değimi ile delikten aşağıya bırakılacaktır. 
Gezi Direnişi ile aslında açıkça Erdoğan’a “Game Over” denmiş, orada yeni bir toplumun bu çağda da yaratılabileceği fikrinin filizlenmesine sebep olmuştur. Projelerde bazen istenmeyen sonuçlar da ortaya çıkabilir. Tarih önceden planlandığı gibi hareket etmez!
Erdoğan bugüne kadar insanlar ile oynadı, onları gereksiz yere eziyet etti, hasta olanları (elinde olanakları olmasına rağmen) zamanında serbest bırakıp tedavi olmalarını engelledi, çocukların başında gaz fişeklerini patlattı, yaralı, ölü ve travma içinde gerisinde bir çok kişi bıraktı. 
Sadece kasasında biraz daha para olsun diye, çocuklarının geleceği için iş adamlarından fütursuzca para aldı, hediye aldı. Devlet adına gittiği ülkelerde aldığı hediyeleri özel kasasında sakladı, kasasını hangi ülkede saklayacağını şaşırdı... 
Şimdi zamanı geldi, “Game Over” dendi... 
Delikten aşağıya bıraktılar... 
Kısa bir zaman sonra çöp öğütücüsü ile karşılaşacak... 
Tarihe iyi bir iz bırakamadan, arkasında koskoca leke ile gidiyor... 
Erdoğan denildiğinde gelecek kuşak, büyük olasılıkla hırsız, katil, yalancı gibi kelimeleri eşit olarak görecek... Bulmacalarda yalancı denildiğinde büyük olasılıkla karşılığında Erdoğan yazılacak... 
Bir de Erdoğan’ın vazgeçmedi, sürekli yedirmeyeceğim dediği valisi, ajanı, bakanı ve polisleri de sessizce anılacak... 
Büyük Osmanlı rüyası gören bir bakan ile seferlere çıktığı anlatılacak... 
Nasıl yalnız ve zavallı olarak çöl üzerinde terk edildiklerini anlatacak... 
Game Over çok önceden söylendi ama anlamadı, şimdi delikten aşağıya doğru gidiyor, üstelik önce ret edip, sonra kabul ettiği tapeler ile birlikte... Tape su görevini gördü, aşağıya doğru çekiyor, yok ediyor.. Önce öğütücü ile karşılaşacak, sonra tarihin dehlizlerinde yerini alacak... 
Hırs, kibir kulakları sağır eder, yaşayarak gördük... 
Game Over Gezi Direnişi’nde dendi, duymak istemedi... 
Şimdi daha yüksek sesle söylemeye bile gerek yok, artık sonunu yaşıyor!
Peki, proje henüz sona erdi mi?
Tarih bitmiş olayları yazar, fala bakmaz!
Tarih olayları kimin başlattığını değil, kimin bitirdiğini yazar!
İsmail Cem Özkan

------------------------
bu yazıyı yazdım ama yaşadığımız seçim sürecinin sonucu ile bir solcunun öngörülerinin ne kadar hatalı olduğunu yaşam bir kere daha kanıtladı... artık gelecekten beklentileri ve ileriye yönelik yazı yazmama kararı aldım, var olanı değerlendirip, şimdiki zaman ile sınırlı kalacağım. yanıldım, yanıldığımı yaşadığımız seçim bunu gösterdi...
ismail cem özkan 31 mart 2014
---------------------------


*Saraybosna Suikasti, 28 Haziran 1914 saat 01.15'de Arşidük Franz Ferdinand'ın Gavrilo Princip tarafından suikastı yaşandı. Bunun üzerine Avusturya-Macaristan, Sırbistan'a savaş açtı. Olay, I. Dünya Savaş'ının başlamasına neden olarak gösterildi.


21 Mart 2014 Cuma

Ülkede taşlar yeniden yerleştirilirken…

Ülkede taşlar yeniden yerleştirilirken…

Ülkemiz 12 Eylül 1980 yılından bu yana adı konulmamış ama bir çok stratejistlerin ortak tanısı olan düşük yoğunluklu bir savaşı yaşamaktadır. Düşük yoğunluklu savaş olarak kabul edildikten sonra elbette bu savaşın da sonu olması kaçınılmazdır, hiçbir savaş sonsuza kadar sürmez, süremez, çünkü hiçbir ülkenin kaldırabileceği bir durum değildir.
Savaş, ayrışma anlamına gelir. Hiçbir savaş ayrışmadan sonlanmaz. Bir arada yaşayan halkların bir biri ile barışması, hadi geçmişi unutalım yeni bir beyaz sayfa açalım anlamını taşımaz, taşıyamaz, çünkü geçmiş kan ile yazılmıştır ve hesabı sorulmayan toprak altına faili meçhul olarak bırakılan binlerce cinayetin öyküsünü barındırır. Karanlıkta kalan her cinayet, düşmanlık ateşinin daha da kor olarak yanması anlamına gelir ve ayrışmanın temelini oluşturur. Barışmanın birinci koşulu, savaş suçlarının ortaya çıkarılması ve savaş suçu işleyenlerin tarih önünde yargılanmalarıdır. Bu savaş suçu işleyenlerin tarafı olmaz, ben haklıyım kazandım, güçlüyüm yaptıklarımı yok sayın ile olmaz. Savaş güçler dengesinin çatışmasıdır ama güçlü ya da güçsüz fark etmez, suç işleyen tarihin her hangi bir zamanında yargılanır ve mahkum olur. Ne kadar unutturulmaya çalışılırsa çalışılsın mutlaka bir gün unutturulmak istenenler gün yüzüne çıkar ve yüzleşilme kaçınılmazdır.
Düşük yoğunluklu savaşın sonucunda önce yok sayılan bir halk tanınmış, elbette tek bir halkın savaşı olarak yansımış olsa da ülkede tüm hakların gün yüzüne ve günlük yaşama karışması anlamına geldi. Kürt ulusal mücadelesi sadece Kürtlerin kazanımlarını tarih yazmadı, diğer halkların da kazanımını ortaya çıkarmıştır. Tek halktan, halklara, tek dilden değişik dillere, tek dinden değişik dinlerin binlerce yıldır bu toprakta ortak yaşandığı ve bir arada bulunduğu gerçeği ile yeniden bu savaş sonunda yüz yüze geldik. Düşük yoğunluklu yapılan savaşın sonucu var olan statünün ve tarih anlayışının çökmesi ve yerine yeni bir tarih ve bakış açısının oluşması sürecidir. Eski alışkanlık yıkılmış olmasına rağmen, henüz yerine çağdaş, demokrat ve evrensel hukuk kuralları oturmamıştır. Yıkılmış ideolojinin kırpıntıları bugün yaşanan çatışmanın anlamsızlığını ortaya çıkarmasına rağmen, nasıl bir çözüm yolu ve çözümün oluşacağı konusunda bilgi kirliliği devam etmektedir. Gönül ister başka şey ama yaşananlar başka şeylerdir. Müzakere sürecini devam ettiren hükümet, demokratik bir ülke yerine ben dedim oldu, ban yaptım oldu anlayışını daha katı hale sokan yasal düzenlemeler yapmış ve toplum ve halk üzerinde özgürlük yerine baskı ve sansürü genişletmiştir.
Elbette yaşadığımız süreç sadece tek bir olay ve oldu üzerine açıklanamaz. Yaşam çok karmaşık ilişkilerin çatışması ile devam eder ve siyaset bu karmaşık ilişkilerin çıkar çatışmasından oluşur. Siyaset bir anlamda yaşamdan kopuk değildir, yaşama yön verecek olan yürütme kanalları ideolojik yoksunluk ve günlük politikaların peşi sırası koşmasının en temel nedeni, sağlam bir ekonomik ilişkinin olmaması ve ülke ekonomisinin çok kırılgan olmasının da etkisi vardır. Kırılgan ekonomilerde uzun vadeli politikalar hayata geçirilemez, çünkü gerek ülke içinde ki dinamikler, gerek ülke dışında gelişen dinamikler yarını belirlemekte ve acil önlemler ile planlanan politikanın çok dışına düşülebilinmektedir.
İki yıldır üst üste Newroz kutlamalarında savaşın bir tarafı olan PKK adına Diyarbakır’dan halka seslenen Sayın Öcalan vurgusu ile olaya bakarsak elbette farklı sonuçlara ulaşabilirsiniz, çünkü taraf olanın penceresinden bakıldığında tarih net olarak anlaşılmaz, sadece taraf olarak kendi doğrularınızı ortaya koyabilirsiniz. Hükümet adına MİT ile yapılan görüşmelerin tek muhatabı hükümettir. Onun penceresinden de bakarsanız ortak bir sonuca çıkacakmışsınız gibi görebilirsiniz, fakat yaşanan süreç her iki bakış açısının çok dışındadır, umut vadeden açıklamaların sonucunun pek umut vaat etmediği gerçeği ile karşılaşırız.
Evet, görüşüyorlar! Bunu kimse ret etmiyor ama hayat bize diyor ki, eksik bir şeyler var ve bu eksiklik yürütme başının baskıcı, sansürcü ve yasaklayıcı tavrı içinde olmaktadır. Özgürlük olmadan, özgürlük genişlemeden barış olmaz, olamaz!
Savaş ayrışmadır, halklar bir arada yaşamaktalar ama ayrıdırlar. Bir birleri ilişki içindeler ama bir birlerini anlamıyor ve birbirleri hakkında empati dahi kuramıyorlar. Çünkü uzun süren bir savaşın sonucudur bunlar. Savaş cephe savaşı değildir, savaş tek bir bölgede yürütülen savaş değildir, savaşın boyutu sanıldığından daha geniş ve kapsamlıdır. Ülkenin her şehrinden, kasabasından, köyünden, mezrasından birilerinin canı yanmış, birilerin kanı toprak ile buluşmuştur. Kan bazı algıların önünü kapatır, anlayışı daraltır, algıyı ortadan çoğu zaman kaldırır. Ülkenin bir bölgesinden Türkiye’yi temsil eden partilerin olmaması tesadüfi değildir.. bu karşılıklıdır ve her bölgenin kendisine göre hassasiyetleri ve dokunulmaz sembolleri vardır.
Yerel seçimleri yaşadığımız bugünlerde seçim bürolarına sırf bir halkın adı geçiyor ve onun dili ile propaganda müziği çalıyor diye saldırı olabilmektedir. Milliyetçilik dalgasının bu kadar üst sınıra çıkmasının tek sorumlusu vardır, savaşın bir tarafı olan yürütmedir. Yürütme yani hükümet bu savaşı istediği gibi ateşlemekte ve gerek gördüğünde soğutmaya alabilmektedir. Ülkede savaşın bu kadar uzun sürmesinin ve çok akmasının temelinde bu ülkeyi idare eden ve parti farkı gözetmeyen devlet adına yapılan politikadır. Halkların ayrışması ve bir biri ile empati kuramamasının temelinde de bu ulus devlet anlayışının yaratmış olduğu zemindir. Bu zemin bugün itibarı ile yıkılmış ama yerini alacak olan henüz net olarak belirlenmiş bir ortak zemin oluşturulamamıştır. Niyetler ortadadır, ama niyetler ile siyaset hareket edemez. Edemediğini Kürt realitesinin tanındığı günden bugüne yaşanan gerçeklik ile ortadadır…
Newroz günü Amed’te yapılan açıklamayı biraz üstten baktığımız karşılaştığımız gerçek iki kelime ile özetlersek; "Biz direnirken korkmadık, barışırken de korkmayacağız" cümlesinde karşılaşırız. Barış için irademiz var, bu irade ile her türlü ayak oyununa, her türlü süreci bozmaya yeltenen her girişimin karşısında muhatabımızın yanında yer alacağız açıklamasıdır. PKK açısından bu sürecin ilk aşaması bitmiş, ikinci aşaması için yasal zeminin oluşmasını beklemekteler. Elbette bu beklenti odak noktası savaş ve Kürt sorunu olarak belirlediğinizde daha büyük anlam içeriyor. Ülkenin değişen ve kırılgan zeminin en zayıf karnıdır. Bu zayıf noktanın güçlendirilmesi barış isteyenler için hayatidir ve geriye dönüşü engelleyebilecek çözüm için adımdır.
Ülkenin çıkarları açısından olaya baktığınızda ise daha farklı bir gerçeklik ile karşılaşıyoruz, çünkü ülke ekonomisinin en önemli girdi sanayiden değil, kara para ve karanlık noktalarda oluşturulmuş ilişkilerdir. Bugün ülkede göreceli bir refah yaşanıyorsa bu karanlık noktalarda işleyen paranın (kontrollü / kontrolsüz) hareketi ile bağlantılıdır. Ve günlük olayları belirleyende işte bu kara paranın hareket alanıdır. Savaşın başladığı günden bugüne yaşanan günlük siyasi gündeme bakarsak, sürekli gündem değişiklikleri ve gündem değişimleri ile halkın oyalandırılması bu ilişkinin dışa yansımasıdır sadece, çünkü yürütme ne zaman sıkışsa gündem ile oynayarak sanal olarak yaratılan gerçeklikler ile yeni ittifaklar kurulmuş, eskiyen ittifakların dağılması anlamına gelmektedir. Ülkemizde gündemin bu kadar sık değişmesinin temelinde kara paranın hareket alanının genişlemesi olarak okuyabilirsiniz. Her gündem değişikliğinde ya bir yasa çıkmış, ya da yeni rant kapıları açılmıştır.
Türkiye’nin siyasi haritası yeniden biçimlendirildiğine şahitlik ediyoruz... Kırılma süreci elbette yeni biçimlendirmeyle ile sonlanır…
Beklentiler ya da yeni projeleri ortaya koyanlar ve onu finans edenlerin beklentileri ne kadar karşılanacak, bunu da tarih bize kısa sürede öğretecektir...
Şimdi ki zamanın kahramanı, anti kahramanları ortada...
Ülke yeni biçiminde bizler ne kadar özgür olacağız, ne kadarını seslendirebileceğiz... Bunu Gezi Direnişi sonrası yaşanan süreçte gördük. Özgürlük ve birlikte mücadele bu ülkede yaşayan tüm halkların ortak dileğidir, fakat bunu seslendirebilecek şimdiki zaman içinde ne siyasi bir hareket mevcut, ne de bunu organize edebilecek bir örgüt ortadadır. Yeni bir anlayış ile bir arada yaşamanın koşullarını ortaya çıkaracak siyasi irade bu ülke için acildir, aksi halde günlük oyalamalar ile ayrışma gün geçtikçe daha da belirginleşecek ve halklar arasında olması gereken diyaloglar hepten ortadan kalkma tehlikesi ile karşı karşıyayız.
Tarih tek çizgi üzerinden ilerlemez, elbette kendi çözüm yolunu oluşturacaktır ama bu tarih çizgisine müdahil olamazsak akıntıya kapılmış serseri bir mayın gibi bir yerde patlayacak bir sosyal patlamanın da öznesi olabiliriz.
İsmail Cem Özkan


Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş

Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş

Sıradan bir yaşam, kahramanı olmayan ve uzun süre bir arada olmanın getirmiş olduğu sıkıntılar ile her gece yüzleşen ve bir arada olmaktan başka seçenekleri olmayan evli çift. Sıradan bir mahalle, sıradan bir apartman, her hangi bir gün, her hangi bir apartman dairesinde, tuvalet musluğunun damlattığı bir eve göz atarız. O evde yaşanan bir trajedi, yüzleşme ile yaşanan komedi ve çağdaş aile yaşamını sivri dili ile eleştiren yaşlı bir çift. Sadece evliler yalnız değildir bu dünyada, her bire yalnız ölmekten korkar ve korkuların çiftleri bir arada tutan asıl unsur olduğunu görürüz. Trajedidir, çünkü çiftler 30 yıldan fazla birlikte olmanın getirmiş olduğu tek düzenin devamını görürüz, komedidir, iç konuşmalarında eşinin nasıl bir tepki vereceğini bilecek kadar bir birlerini tanımakta ve birbirlerini yönetebilmekteler. Hiciv vardır, çünkü bir arada olmanın sevgi değil, yaşamın sonuna doğru yaklaşırken korkunun bireyin özgürlüğünü yok ettiğini ve toplum denen o bir arada yaşamanın getirmiş olduğu normların inceden eleştirisidir. Çünkü insanları bir arada tutan sadece içgüdüleri ve korkuları değil, toplumun bu ahlak kurallarının bireyin aile olmasını da biçimlendirdiğini görürüz.
Çocukları vardır, evlenip yuvadan gitmişlerdir. Onlar ilk evlilik gününde bir birine teslim olmuşlardır, ilk gecede yaşanan cinsel duyum ve o gece yaşananlar bir ömür boyu ve bu son geceye kadar eşleri bir birini algılamasını da biçimlendirmiştir. Evlilik, iki poponun yani cinsel dürtülerin sevgi denen ama aslında sevgiden daha çok dürtülerin sonucu oluşmuş ve toplum ahlakının bir gereği olarak herkesin bildiği ve eğlenerek yolculadığı  zifaf gecesidir. Gerdek gecesi, o gece yaşananların birlikte yaşamı biçimlendirdiği ve sorunları birikiminin ilk adımıdır. İlk defa o gece saf sevgi ile bir açlığının sonlanması ama o sonlanan açlığın yerini başka bir şeyin doldurduğuna gece yarası banyodan gelen su damlası imgesi ile anlarız. O su damlası aslında sorunların her geçen gün insanın iç benliğine kadar işlediği ama o sorunlardan kurtulmak içinde adım atamadığına yatak odasından yansıyan bir gürültüdür. Su damlası aslında uykumuzu kaçıran yüzleşmediğimiz gerçekliğimizdir, beklide yüzleşiyoruz ama kaçamadığımız baskının ve bir arada olmanın getirmiş olduğu törpülenmenin sesidir. Tükenen ve yok olan kendi sessizliği içinde sıradan insan. Bir insanın yaşaması ve yok olması, sıradan ve kahramanı olmayan aileler içinde, anti kahramanın ya da kahramanların kendileri, toplum ve seyirci ile yüzleştiği bir oyun ile karşı karşıyayız.
Oyunumuzun anti kahramanlarını kısaca tanıtayım, çünkü bugüne kadar hep kahramanları tanıttım, bugünde anti olanını.. Vona ve Leviva 30 yılı aşkın evliler. Çocukları olmuş, evlenmiş ve yine ilk evlendikleri günkü gibi başlaşalar ve bir yatağın içinde tuvaletten gelen su sesini bahane ederek, uykusuz ama beklide sonsuzluk uykusunu başlayacakları gecedeler. Bir de bu çiftin dostu vardır, gece yarısı kendi sesini aramakta ve yankısını bulamayan biri… Gunkel. Gunkel, yalnızlığın sesidir, yalnız olma korkusunu birey olarak yaşayan ve Vona’nın geleceğinin görüntüsüdür. Korkmaktadır ve çaresizdir. Tek başınadır ve sesinin yankılanacağı, seveceği, dokunabileceği, okşayabileceği başka bir ten bile yoktur. Kendi tenin sıcaklığı kendisine yetmemektedir ve çaresizdir. Işık gördüğü eve gelip, sıcaklık arar ama bulamaz, çünkü o evin sıcaklığının, yatak odasında yer alan yatağın ve sevişmenin bırakmış olduğu kokuya yabancıdır, o anti kahramanlar içinde en anti olanıdır. Bir anlamda gelecek korkusunun vicdan üzerinde yüzleşmesidir.
Musa Uzunlar, Ülkü Duru ikilisi bu oyuna hayat verirken anti kahramanları öyle bir şekilde işlemişler ki, seyirci olarak ben birden anti kahraman olmuş ve sıradan yaşamım ile yüzleşirken acı acı kendime gülerken buldum. Epik tiyatro içine sınıflandırabilir miyiz bilemiyorum ama yaşam dediğiniz zaten bir şeyleri sınıflandırmak ve kategorize etmek değil midir? Kısaca bu sayede bizler daha rahat geçmişimize bakacağımızı düşünürüz ama yaşamın ayrıntısını bu sınıflandırmalar arasında oluşan boşluklarında kaybettiğimizi hissetmeyiz bile..
Oyun sade bir dekor içinde, oyuncuların hareket alanını rahatlatan ve bir şekilde düşünülmüş, ışık oyunun akışını rahatlatan ve hangi sahnede e nerede olduğumuz hissini veren sadeliktedir. Gereksiz müzik efektleri yoktur. İnce ince düşünülmüş bir sahne uyarlamasını çok başarılı buldum. Bir tiyatro eserini başarılı kılan şey kadronun uyumlu çalışmasıdır. Bu uyumu bu çalışmada gördüm. Kutlarım emeği geçen her bir çalışanı.
Çok az rolü olmasına rağmen Işıldar Gökseven’den de bahsetmeden bitirmeyeyim yazımı, çünkü o çaresizliği ve Vona’nın olası geleceğini (ayrılık sonrası) yansıtması benim görebildiğim, hissettiğim kadarı ile çok başarılı. Doğaçlama ve doğal davranışlar ile renk kattığını düşündüm, üstelik teksti okumadığım halde, bu izlenimi verebiliyorsa söze gerek yok!
İsmail Cem Özkan

YAŞAMAK DENEN BU ZAHMETLİ İŞ 
Yazan : HANOCH LEVİN
Çeviren : NERMİN SAATÇİOĞLU 
Yöneten : KEREM AYAN

OYUN EKİBİ
DEKOR TASARIMI: IŞIN MUMCU
GİYSİ TASARIMI: MİHRİBAN ORAN
IŞIK TASARIMI: AKIN YILMAZ
MÜZİK: MURAT BALCI
YÖNETMEN YARDIMCISI: ÜLKÜ DURU
ASİSTANLAR:
MÜGE ÇAKIR
GAMZE TANRIVERMİŞ
SAHNE AMİRİ: ERGÜL MUSLU
KONDÜVİT: İSMAİL CEM DAĞLI
IŞIK KUMANDA: HAKAN ÇAĞLI
SUFLÖZ: ŞEYDA PEKTOK

OYUNCULAR
MUSA UZUNLAR
ÜLKÜ DURU
İŞDAR GÖKSEVEN


20 Mart 2014 Perşembe

Gerilimli günlerden geçerken…

Gerilimli günlerden geçerken…

Gerilimli günlerden çıkamadık, yeni bir gerilimli günlere doğru hızlı adımlar ile gidiyoruz… Gerilim politikası ülkenin sorunlarından uzaklaşmak ve sorunların üstünü örtmek anlamına gelir. Gerilim politikası iktidarda kalan ama iktidar olmanın sorumluluğunu yerine getiremeyen hükumetlerin başvurduğu yöntemdir. Eğer hükumet, sorunlar ile baş edecek ve krizi ortamını kontrol edebiliyorsa, gerilimli ortamları ortadan kaldırmak için elinden gelen politikayı ortaya sürer ve olayları kontrol edebilir. 
Gerilim politikası ile beslenen iktidarlar, bir süre sonra gerilim ortamında olayları kontrol edemez ve olayların arkasından kendi çıkarını korumak adına hata üzerine hata yapmaya başlar ve o hatalar onun sonu olur. 
Her son aynı değildir, bazıları geldikleri gibi gider, bazıları ise olayların nasıl bir rüzgar yarattığı ile ilgili olur. 
Hitler seçim ile gelmiş, kendi elinden çıkan bir kurşun ile iktidarını bırakmıştır. 
Mussolini seçim ile gelmiş, kaçarken battaniyeye sarılmış şekilde arabanın arkasında yakalanıp, infaz edileceği yere kadar gitmiş ve orada bir kurşun ile hayata son kere bakmıştır. 
Saddam Hüseyin doğduğu köyde bir çukurda yakandı ve idam sehpasına yürüyerek gitmiştir. 
İdi Amin, sürgünde ölmüştür. 
Örnekler çoğaltılabilinir, hepsinin ortak kaderi krizi yönetememek ve  “Aldatıldık, yine falan grup/ kişiler tarafından aldatıldık” duygusu içinde iktidara veda etmiştir. 
Gerilim politikasından medet umanlar, genelde o iktidar koltuğunu hiç bırakmayacakmış gibi davranmasından olur. İktidarın geçici olduğu ve bu sürecin sonunda halka ve tarihe hesap verebileceğini unutanlar için son pek güzel olmaz. Son kaçınılmazdır, çünkü hiçbir iktidarın ömrü sonsuz olmaz. 
İktidar öyle bir kibir yaratır ki, her şeyi bilen ve gören olduğuna inandığı anda sonu olur. Kibir, iktidarda olanların gerilim politikasının genelde görünen nedenidir. 
Her ülke layık olduğu iktidar tarafından yönetilir. 
Üçüncü dünya ülkelerinde hükumetlerin oluşmasını iç dinamiklerden daha çok dış dinamiklerin etkiler iledir. Ve gelişmiş ülkelerin (emperyalist, kapitalist) çıkar ilişkilerine uygun olarak, güçler dengesinin izin verdiği kadarı ile ülkenin geleceği planlanır. 
Her iktidar bir proje ile hayat bulur. 
Projeyi yönetenler kapitalist ülkelerin çıkarlarına uygun olarak toplum mühendisleridir. Bu toplum mühendisleri ellerine verilen veriler ışığında üçüncü dünya ülkesini kendilerinden beklendiği gibi değişimine ve yönlendirilmesine uygun hükumetler ve ilişkiler yaratırlar. 
12 Eylül 1980 ülkemiz tarihi içinde bir kırılganlık tarihidir. Bu kırılganlık öncesi ülke hedefi ve duruş zemini çağdaş ülkeler yönündeyken, darbeden kısa bir süre önce (24 Ocak 1980) karma ekonomiden liberal ekonomiye geçilmiş ve bu değişimin sonucu olarak ülke zemini Ortadoğu ülkesi konumuna doğru kaymıştır.  Ülke yeni bulunduğu ortama uygun olarak bir lider yaratılmış ve onun politikalarının sonucunu yaşamaktayız. 
Ülke büyüme hızına uygun olarak sanayileşememiş, cari açık gün be gün büyümüştür. Doğal olarak ekonomiye hükmedemeyen bir iktidar, siyasi gelişmelere de ayak uyduramayacak ve sorunu gerilim politikası ve iç/dış düşmanlar ile üstünü örtme yönüne gitmiştir. 
Var olan iktidar ne zaman bir sorun ile karşılaşsa gerilim politikası ile cepheler yaratmış, her gerilim döneminde değişik ittifak güçlerini yanında görmüştür. Bir anlamda başarılı bir politika izlemiş ama sorunları hasır altına atmanın da bir sonu olduğunu bilmemezlikten gelmiş, yarın üzerine politika yapar gibi gözüküp, günü kurtarma söylemleri içinde yer almıştır. Her kriz bir şekilde çözülmüş ama yeni krizlerinde oluşması için yeni ortamlar hazırlamıştır. 
Krizleri yaratan aslında gerilim politikasının bizzat kendisidir. Ülke cephelere bölünmüş, her cephe içinde ittifaklar kurmuş, her ittifak başka sorun geldiğinde dağılmış, yeni ittifakların oluşmasına neden olmuştur. Bu birleşme ve dağılma süreci sanki sorun çözülmüş gibi izlenim bırakmış ama bu geçiş süreçleri hep sorunların hasır altına atma süreçleri olduğunu ve sorunları çözümsüzlüğe ve zamana bıraktığına şahitlik ettik.
Gerilim politikasının başarısızlığı kendisini aldatıldık duygusu ile açığa vurur ve artık kriz yönetilemez hale gelir. Çöküş hızlıdır ve yaratılmış olan tüm iyi şeylerin çöl fırtınası içinde yok olduğuna şahitlik ederiz. 
Siyasi olaylarda olguları kimin başlattığı değil, önemli olan kimin nasıl sonuçlandırdığıdır ve bu son ile tarihte anılır. 
Krizi yönetemeyen iktidarları; tarih ve kuşaklar iyi yönlerini yazmayacak; zulmünü, yalanını, özel kasasına biriktirdiği değerli eşyalarını, çocuklarının servetini, öldürdüğü, zulmettiği ve cephelere bölerek çatıştırdığı insanları yazacaktır. 
Zor ile iktidarda kalanlar, her türlü baskı araçlarını hukuk kurallarına uygun şekilde yapmış olsalar da, uluslar arası hukuk kuralları iç hukuk kurallarının üstündedir ve çağdaş dünyanın dışına düşen her türlü devlet, çıkar ilişkileri içinde değişmeye ve yeni iktidarını yaratmak için ortam hazırlar. Zor kullanan kim olursa olsun, iktidarını bırakmak zorundadır. Sonunu ise yarattığı fırtınanın etkisi ile orantılı olacaktır. 
Tarih notunu yazarken acımasızdır, tıpkı o tarihe konu olan iktidarlar gibi. 
İsmail Cem Özkan


18 Mart 2014 Salı

Bir Delinin Hatıra Defteri

Bir Delinin Hatıra Defteri

Gogol’un çok bilinen ve çok sahnelenen bir oyunu farklı bir yorum ile devlet tiyatrolarının sahnesinde yeniden hayat bulmuş. Farklı diyorum, çünkü sahneye koyan yönetmen Cem Ermüler, teknolojiyi işin içine katmış. İşin içinde teknoloji ise bugünlerde bol bol bayrak asmak için kullanılan vinç! Oyun bir vincin işçilerin durduğu alanda geçiyor. Bir aşağıya, bir yukarıya, sağa, sola, daire çizerek oyun boyunca oyuncu muhteşem bir efor ile oyuna hayat veriyor. Bu arada elbette boyun fıtığı olanlar, boyun ağrısı çekenler için ayrı bir işkence. Oyun girişinde bir uyarı konulabilirdi, oyun hep yukarıda geçiyor, oyuncu bu teknoloji aracın üzerinde bir metrekare içinde oyuna hayat veriyor.
Tiyatroda neden mikrofona karşı olduğumu bu oyun ile daha çıplak olarak anladım, çünkü oyuncu nasıl konuşursa konuşsun ses hep aynı yerden geliyor. Oyuncu yukarıda, sahnenin başka yerinde ama ses hep aynı. Aynı tonda, dijitalleşmiş ses hoparlörden geliyor. Oyuncu bağırıyor, kızıyor, nefes alıyor, iç çekiyor ama salona hoparlörden gelen ses ile olayı izliyoruz. İzlemiyoruz, sanki gözünüzü kapatsanız radyoda arkası yarın dinler gibisiniz. Radyonun hoparlöründen gelen ses ile sahnede oyuncu mikrofon kullandığında aynı etkiyi yakalıyorsunuz. Doğal ses yok! Doğal olmayan ama canlı yayınlanan bir radyo piyesi dinler gibisiniz, çünkü zaman zaman oyuncu sahnenin tavanına doğru gittiğinde, arka sırada oturuyorsanız, önünüze hemen balkonun üst duvarı geliyor ve ister istemez izlemiyor, dinliyorsunuz…  Oyuncu yukarıda senaryoyu oynuyor ya da okuyor gibidir. Bravo diyorsun, adam sesi ile gerçekten canlandırıyor!
Diğer bir olumsuzluk ise, panik atak hastası olanlar bu oyuna gitmeyin, çünkü oyun öncesi salona verilen duman bir anda göz gözü görmez kılıyor ve oyuncu sanki bir bulutun üzerinde bayrak asma vincinin üzerinde görüyorsunuz. Bu sırada panik atak hastası olanın paniği tetikleyebilir, neyse ki bizim izlediğimiz anda olmadı ama açıkça biri yeter diyerek salonu terk etme durumunda olabilirdi. Bu da oyun başlamadan önce yazılı olarak seyirciye bilgi olarak verilebilinirdi.
Şimdi oyuna gelelim; oyun çarlık Rusya’sının son döneminde ki kırılma sürecine gelir. Bir memur, hedefleri var ama hedeflerine ulaşma ihtimali yoktur. Hayal kurar ama hayaline ulaşma ihtimali yoktur. Bir kadını sever, ki müdürünün kızını platonik aşk ile bağlıdır ama onu da bir general ya da üst sınıftan bir erkek alacak korkusunu yaşamaktadır. Parası azdır, para kazanın der yaşadığı çağın pompalanan ideolojisi, ama nasıl para kazanacağı ve nasıl yükseleceği konusunda bilgi vermez. Memur masasına sıkışmıştır,sadece masasına mı, elbette yaşam alanı içinde sıkışıktır ve hareket alanı dardır. Bu dar alanda bir süre sonra paranoyak belirtiler ortaya çıkar ve zaman içinde bu hastalığa dönüşür. Küçük memur bir gün kendisini ispanya Kralı olarak hisseder ve günlük yaşamdan kopar. O artık bir başka dünyadadır ve o dünya günlük dilde söylenen hali ile deliler evidir. O orada kendisini kral gibi karşılamalarını bekler ama orası ne ispanya’dır ne de saraydır. İşkence, dayak deliler evinin olağan davranış biçimidir. Çağdaş dünya bakış açısına terstir ama o çağa özgüdür. Bizde de yakın tarihe kadar sıradan, olağandır. Dayak ile akıllandırmaya çalışırlar, tedavi dayaktır. Toplumu sopa ile hizaya sokmak bugün bile geçerliliğini koruyor, korumasaydı bugün doğum günü kutlaması gereken İsmail Ali Korkmaz aramızda olurdu.
Oyun her çağın toplumunu eleştirir ama yönetmen teknoloji dışında bizim bugün ki halimiz ile ilgili mesaj vermez, sanki özellikle kaçınmış gibidir. Kırılma döneminde toplumlarda davranışlar, bakış açıları bir birine yakındır. Baskı, aşağı görme ve ötekileştirme hep olur ve onu hiciv dili ile eleştirilir. Oyun içinde ülkemize ve bugüne dair bir şey bulamayız, sadece bayrak asma için kullanılan vinç dışında!
Neden vinç? Bilmiyorum. Tanıtım kitapçığında yazmış ama anlam vermedim. Mikrofon, oda tiyatrosunda kullanılması gereken en son şey olması gerek, oyuncunun sesi güçlü ve her yerden rahatlıkla duyulabilinirdi, elbette vinç olmasaydı. Vinç hareket ettikte gürültü çıkarıyor, ilgiyi dağıtıyor. Her seyirci oyunu izleme açısından aynı derecede şanslı değil, tesadüf sonucu benim oturduğum yerde daha fazla bulundu. Mimiklerini gördüm ama ağız hareketleri boş, hoparlörden gelen ses bende plaback hissi uyandırdı. Elbette biliyorum, oyuncu muhteşem bir efor harcıyor ama yabancılaştım bir kere! Ve vinç üzerinde oyuncuya sanki özel işkence yapıyorlar gibidir. Deliler evinde işkence yapan bakıcılar yerinde sanki yönetmen oturmuş gibidir.
Sahne düzenlemesi vince göre yapılmış,zemin kullanılmamış, hep vincin bayrak asma için kullanılan küçük alan kullanılmış. Zaman zaman vincin direkleri üzerinde bir ip cambazına bakar gibi baktım. Elinde şemsiye, denge ile yol alan bir cambaz!
Erdal Beşikçioğlu yönetmenin beklediği performansı göstermiş ve usta bir oyuncu olduğunu aldığı ödül ile de taçlandırmış. Sözüm elbette olamaz, o dar alanda vinci kontrol etmek, metne hayata vermek ve de ip cambazı gibi ince çizgi üzerinde gidip gelmek kolay bir iş değil. Kolay olmadığını oyun sonuna doğru boşalan terden daha rahat görüyoruz. Oyuncu kendisini gerçekten bu oyun için olması gerekenden daha fazla efor sarf etmesine neden oluyor, nedeni ise sahne düzeni ve yönetmenin oyuna teknolojiyi katmasıdır. Oyuncuyu alkışlıyorum ama elbette buna boyun ağrım izin verdiği kadar!
Oyun ortadadır, orta oyunda olduğu gibi, seyirci oyunun içinde ama orta oyun değil. Bir vincin etrafında sahne düzenlenmiş, seyirci bu vincin etrafında oyunu izlemeye çalıştı. Bazıları şansızdı, çünkü benim kadar oyuncunun yüzünü göremedi. Tesadüf sonucu oraya ve ikinci sıraya oturmuştum. Radyo frekanslarının sesi çok yüksekti, karıştırılmış ses bir gürültü yaratıyordu, radyoda kanal aramak gibi bir duyguyu yaşattı, ara geçişler bu ses frekansları ile yapılmıştı ve çok yüksekti, kulak sağlığı için ne kadar uygun onu bilemiyorum.
Oyun hakkında o kadar çok şey yazıp, başarılıydı demek size garip gelebilir, ama yönetmenin istediği şekilde oyun sahneye çıkmış ve başarılıydı. Ben yönetmen değilim, onun koyduğu oyunun bana yansımasını aktardım. Bu oyuna giderken daha önce yazdığım gibi boyun ağrılarını en aza indirmek için boyunluk almanızı öneririm. Panik atak olanlar bu oyuna gelmesin derim, çünkü gereğinden fazla duman içinde kalıyorsunuz. Yüksek ses konusunda ise bir uyarı yapılmış olsaydı keşke dedim kendi kendime… bu yazı yazarken daha başımın içinde gürültü hala vardı…

İsmail Cem Özkan

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ | ANKARA DT
Yazan : NIKOLAY VASILIYEVIÇ GOGOL
Çeviren : COŞKUN TUNÇTAN 
Oyunlaştıran : SYLVIE LUNEAU - ROGER COGGIO 
Yöneten : CEM EMÜLER
OYUN EKİBİ
DEKOR - GİYSİ TASARIMI
SERTEL ÇETİNER
IŞIK TASARIMI
SEYHUN AYAŞ
ZEYNEL IŞIK
MÜZİK - SES - EFEKT
TAYFUN GÜLTUTAN
YÖNETMEN YARDIMCISI
ERDAL BEŞİKÇİOĞLU
SAHNE AMİRİ - KONDÜVİT
YUNUS DAŞTAN
IŞIK KUMANDA
MUSTAFA BAL
DEKOR SORUMLULARI
SEYİT ŞAHİN
DURSUN DİNÇSOY
AKSESUAR SORUMLUSU
SERDAR KIZILIRMAK

OYUNCU
ERDAL BEŞİKÇİOĞLU



9 Mart 2014 Pazar

Türkiye’de sosyal demokrasi faşizmi besliyor!

Türkiye’de sosyal demokrasi faşizmi besliyor!

Faşizm, toplumun çelişkilerinden beslenir, faşizm için düşman yaratılması veya düşmanın olması zorunludur. Düşman olmadan faşizm büyüyemez, gelişmez ve geniş halk kitlesi ile buluşamaz. Öncelikle faşizm için düşman olması şarttır. Faşizm elbette sivil tabanı olması için bazı şartların olgunlaşması gereklidir, bazı şartlar oluşmadan faşizm tabanda kitleselleşemez. Bu ortamı hazırlayan siyasi aktör ülkemizde de olduğu gibi sosyal demokrat düşünce yapısıdır. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden yapılar, partiler faşizm için ortam hazırlar ve faşizmin çizmeleri altında yok olur!
Sosyal demokratlar, çıkarları gereği toplumun çelişkilerinden yararlanır ve devletin gücü tarafında kendilerini konumlandırırlar. Sosyal demokratlar için öncelik devlettir. Toplumun çıkarından önce devletin çıkarı ve var olan statünün devamından yana tavır koyarlar. “Liberalleşen” sosyal demokratlar her ne kadar devleti küçültme adına işlem yapmış olsalar da Almanya ve İngiltere örneğinde olduğu gibi sosyal demokrat iktidarların olduğu bölgelerde faşist hareket yabancı düşmanlığı ya da din düşmanlığı üzerinden tabanda yayılmaya devam etmişlerdir. Sosyal demokrat politikalar bu düşmanlığı önleme yanına, alttan alta sessiz desteklemekte ve düşman olarak ilan edilenlerin şehrin bir yerinde toplanmasına özen gösterirler. Almanya ve İngiltere örneğinde olduğu gibi adı konuşmamış gettolarda yabancılar bir arada yaşamaya devam eder ve bu çok doğalmış gibi algılanır.
Ülkemizde yabancı düşmanlığı yerine Kürt ve azınlıklar üzerine düşmanlık yüzyıllardır vardır. Osmanlı devletinin dağılması Hıristiyan toplumun Kilislerde örgütlenmesine bağlaması yanında, Müslüman olan Kürtlerin ise ulus devleti içinde ayrı bir kültür olarak kendilerini tanımlamaları ve yaşamaları ulus devletin tanımına aykırıdır ve ulus devletin çıkarı bu duruma karşıdır. Sosyal demokrat iktidarlar, ulus devlet kavramı içinde farklı olana karşı hoşgörü sınırını devlet çıkarı temelinde oturtmuş, her ne kadar uygulamada bazı istisnai durumlar olmuş olsa da genel düşünce yapısı azınlıklar ve diğer kültürlerin kendilerini ifade etmelerine kapalıdır ve sinsi bir şekilde faşizmin yaygınlaşması için ortam hazırlarlar. En azından sürekli gündeme gelen faşist söylemden biri, güneydoğu Anadolu bölgesini Yahudiler satın aldı. Öyle bir şey olmadığını tapu kayıtları ortada olmasına rağmen, bu söylenceyi genelde sosyal demokrat olduğunu iddia eden politikacılar seslendirmişlerdir. İktidar da gerek gördüğünde bu yalana sarılmıştır. Türk dilinin kendisine özgü ırkçı kelimeleri günlük yaşam içinde sık kullanılması toplum içinde azınlıklara karşı düşmanlık sürekli beslenmekte ve Malatya veya Dink cinayetinde olduğu gibi kendisini açıktan gösterebilmektedir. Bu dil yapısını elbette sadece sosyal demokratlar kullanmaktadır, toplumun hemen hemen her kemsinden insanın kullandığına şahitlik edebiliriz.
Faşizm, ülkemizde hep varlığını hissettirmiştir, çünkü tarih ile yüzleşilmemiş katliamlar ve cinayetler faşizmin varlık sebebidir.  Bu kanlı ve karanlıkta kalan olaylar, ülke içindeki yaşanan çelişkilerin kökleridir.
Ülkemizde Dikili’de başlayan, Urla’da devam eden ve son olarak Fethiye’de tabela indirmeye kadar varan faşist saldırıların temelinde sosyal demokratların Kürt sorunu karşısında çözümünün olmamasında yatmaktadır. Ülke, Kürt sorununda ve azınlıklar konusunda çelişkilerin olduğu gibi korunması ve var olan statün devamı konusunda tavır belirlemesinde yatmaktadır. Devlet, ulus devlet tanımı içinde varlığını koruması gerektiği fikri ve ideolojisi sosyal demokratların baş çelişkisidir. Çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı bir devlet fikrine hala kapalıdırlar. Her ne kadar uygulamada cem evleri açmaları ve desteklemeleri gibi açılımlar gösteriyor olmuş olsalar da devletin en zayıf karnı olarak ifade edilecek ve bu durum sadece şimdiki zamanı ifade ediyor olsa da sosyal demokrat düşünce yapısı ve politikasının ileri adımları düşünemediği ve günü kurtarma politikasından başka seçeneğinin olmadığını göstermektedir. Her ne kadar Kürt sorunu konusunda teorik çalışmalar yapmış ve ellerinde bu çalışma dosyaların olmuş olması, tabanına bu çalışmaların sonuçları hakkında ikna edici çalışma içinde olmadıkları yaşanan bu saldırlar ile daha da çıplak olarak ortaya çıkmıştır. Sosyal demokratların tabanı bugün için faşist örgütlenmelere olanak yaratırken, tabanın da faşist örgütlenmeler içinde olabileceğini ve faşist saldırlar içinde yer alabileceğini görmekteyiz. Kısaca sosyal demokratlar faşizmin ayak seslerini daha da gür çıkması için ortam hazırlamakta ve içinden faşist çetelerin ve örgütlerin taban yapmasına olanak sunmaktadır.
Elbette ülkedeki çelişkilerden sadece sosyal demokratlar beslenmiyor ve diğer ideolojilerde nefret ve düşmanlık söylemlerine kendilerince katkı sunmaya devam etmekteler. Elbette bu söylemler zaman zaman karşılıklı söylemler şeklinde de devam etmektedir. Devletin yapısında çok kültürlü, çok dilli, çok dinli toplum içinde çözümüne inanmayan kesimler Kürt sorununu düşmanlık temelinde cephelere ayırmada ve çatışmadan beslenmekteler… Faşizm bu ortamdan beslenir ve tabanda ırkçı temelli bir örgütlenme ile kendi cephesini kurar. Çatışma kaçınılmaz olarak ayrışmayı ve toplumun bölümlerini homojenleşmesi için yeniden örgütlenmesini ortaya getirir.  

İsmail Cem Özkan

8 Mart 2014 Cumartesi

Kadın Olmadan Barış Asla!

Kadın Olmadan Barış Asla!

Gülderen Depas, İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde Barış Derneği’nin desteği ile “Kadın Olmadan Barış Asla!” adlı sergiyi açtı. Bu sergiyi özgün kılan sadece kadın hakları ve insan hakları konusunda kendi alanında bir şey yapmış ve mücadele içinde kadının kimliği yanında bilgiyi öne çıkaran aydın kadınların portre çalışmasıdır. Barış Derneği Başkanı Zuhal Okuyan fikri destek verdiği, Gülderen Depas hayata geçirdiği bu sergide yer alan aydın kadınların özlü sözleri de her portrenin altında yazılıdır. Bir anlamda tarihe dip notunu görselleri ile bırakırken, yaşamış olan bu mücadele kadınlarını da yeniden aramıza getirmektedir.
Sergi 17 çalışmadan oluşurken, daha ileride olacak çalışmaların da ön izini taşımaktadır. Fırça darbelerini izlerseniz hangi çalışma hangi çalışmanın arkasından geldiğine şahitlik edebilirsiniz.. Politikadan, sanata, sanattan devrimci kadına geniş bir yelpazeden kadınları portreleri ile bize buluşturan bu Gülderen Depas ve Barış Derneği Başkanı Zuhal Okuyan, sergi açılışında ortak bir açıklama yaptılar. Zuhal Okuyan Reha İsvan ile olan anısını paylaştıktan sonra uzun süre aynı siyasi çizgi altında mücadele eden Behice Boran ile kurmuş olduğu bağlantıyı anlattı. Behice Boran’nın pek gülerken resmi yoktur ama bu tabloda Behice Boran gülmektedir ve gülmek direnmektir sözünü bugüne taşımaktadır. Kadınlar mücadeleleri ile bir çok şey kazanmışlardır ama yeterli mi, elbette değil. O mücadele çizgisi içinde resimlerini gördüğünüz kadınlar kendi alanlarında emeklerini koymuş ve her zorluğa karşı direnmişlerdir. Her direnişin kazanımları vardır, o kazanımlar bu resimleri gördüğünüz kadınların şahsında anlamlanmıştır.
Bu mücadele günü bu sergi ile daha da bir anlam kazanmıştır.

Kadın Olmadan Barış Asla!
Gülderen Depas
08.03 – 20.03 2014
Nazım Hikmet Kültür Merkezi

Bahariye - Kadıköy

Cimri

Cimri

Cimri

Moliére trajikomik olarak adlandırabileceğimiz bir oyunu yıllar sonra Devlet Tiyatroları salonlarında yeniden Kenan Işık yönetiminde hayat buluyor.
Paris’in zengin ve cimriliği ile ün salmış burjuvalarından Harpagon’un evlenme isteği ve altınlarının çalınması, evlilik kararından vazgeçmesini konu alan bir trajikomik bir eser ile karşımıza çıkar. Oyun aslında dönemini acımasızca eleştirmektedir. Çökmüş ahlak yapısı, çürüyen toplumsal ilişkiler ve o ilişkiler içinde para ile her şeyi yapabileceğini düşünen ama hiç para vermeden elde etmeye çalışan cimri bir burjuvanın yaşamına ve çevresine göz atarız.
Zeki ve ince espriler ile toplumun kokuşmuşluğunu gündeme getirirken, aynı zamanda yaşanan dramı da sahneye taşır. Parçalanmış aileler ve o parçalanmış ailenin bir sahnede buluşması. Bir birleri ile alakası olmayan ilişkilerin aslında nasıl iç içe geçtiği ve içinde ne kadar büyük trajediyi barındığına şahitlik ederiz.
Cimri bir babadır Harpagon, cimriliği kadar açgözlüdür. Etrafında gördüğü tüm güzelliklerin kendisini olmasını ister, üstelik karşılık olarak bir şey vermeden. Para ondadır ve para için aç kalan, sürünen ailelerin çocukları elbette bu zenginliğin çekim gücüne kapılacaktır. Annesi ile birlikte zor günler geçiren ve güzelliği ile dikkati çeken Mariane, elbette Harpagon’un da ilgisini çekmiştir. Onun ile evlenmek için çöpçatan Frosine'i devreye sokar. Frosine, kendi küçük çıkarını kollamaktadır. Biraz da olsa bu cimri adamdan para koparmak ve günlük geçimini sağlamayı düşünmektedir. Ama düşündüğü gibi değildir, çünkü Harpagon para dışında her konuda görüşe açıktır ama para istendi mi, olması gereken şeyleri bile ret eder konumdadır. Yeter ki cebinden bir para çıkmasın ama her şeyde olsun istemektedir. Frosine istediğini bulamamıştır ama yinede bu kızın hayatını kurtarması için zengin biri ile evlenmesini de istemektedir, çünkü yaşlı adam çok uzun yaşayacağını düşünülmez bile diye düşünür. En azından ayarladığı bir kıza miras karısa oda bu zenginlikten pay alabilecektir.
Harpagon, iki çocuk babasıdır. Erkek çocuğu Cléante ve kızı Elise. Cléante kumarbazdır, çalışmaz ama kumardan kazandıklarını üstüne başına alır. Bu arada hep kazanacak değildir ya, borçlanmıştır. Paraya ihtiyacı vardır ve bu arada güzel bir kıza vurgundur, annesi hastadır ve onları ziyaret eder birkaç defa. Evlenmesi için paraya ihtiyacı vardır. Para bulma umuduyla tefeciye (Simon Efendi) gider ve tefeciden para ister. Tefeci aslında aracıdır, parası olandan parayı alıp, ihtiyacı olana verir. Bu sefer parayı verecek kişi olarak Simon Efendi Harpagon’u seçmiştir.
Harpagon tefeciler ile işbirliği içindedir. Onlara faiz ile para verir ama para verenin kendisi olduğunu bilmelerini istemez. O her ne kadar dilden dile dolaşan zenginliği biliniyor olsa da o paraları bir kutunun içinde sürekli yerini değiştirdiği yerlerde saklamaktadır. Zengin olduğunu ve paranın yerini bilenler tarafından soyulacağını düşünmektedir, çünkü toplum genel olarak fakirdir ve ancak karınlarını doyuracak kadar günlük yaşamaktalar. Toplum içinde soygun, yağma sıradan bir şeydir. Hırsızlar ortalıktadır…
Harpagon, evleneceği kızı ve kızını evlendireceği zengin bir adamı aynı gün eve çağırır. O gün evlenmek istediği kızı oğlunun da sevdiğini öğrenir, buna şiddetli karşı çıkar ama bu arada parasının çalındığını fark eder. O telaş içinde evden çıkar ve altınların olduğu sandığı gömdüğü yere gider. Soyulmuştur. Polis müfettişini çağırır. Hırsızı aramaktalar, aslında parayı ararlar. Parayı bulduklarında hırsızı da bulmuş olacaklardır. Müfettiş çalışanlardan başlar sorgulamaya ve çalışanların aralarında yaşanan çelişkiler yanlış ifadelerinde ortaya çıkmasına sebep olur. Hem aşçı, hem de seyisi (arabacısı) Jacques Usta, eve sonradan gelen ve yalaka olduğunu düşündüğü, Harpagon kızının aşığı Valere’yi hırsız olarak ilan eder. Valere aslında zengin ve soylu bir ailenin çocuğudur ama aşk yüzünden bu eve uşak olarak girmiştir. Sevdiği kadın Elise ile daha yakın olmaktır tek amacı ve bu amacını bu soruşturmada açıklayacaktır. Yanlış anlamalar içinde sahneye kızına damat olarak düşündüğü Anselme gelmiştir. Yaşlıdır, varlıklıdır. Geçmişin izleri pek yansımamaktadır. Valere o geldiğinde kimlerden geldiğini açıklamaktadır. Bir deniz kazasında nasıl kurtulduğunu ve kimler tarafından büyütüldüğünü anlatırken, Anselme bu hikayenin içinde önemli bir rolde olduğunu anlarız. O aslında Valere’nin babasıdır. Bu arada Mariane bileziklerin benzerliğinden kardeş olduklarını öğrenir. Baba, oğul ve kız yıllar sonra deniz kazasından sonra birleşmiştir. Mariane artık gönlündeki erkek ile evlenme kararını verecek güce erişmiştir, babasından aldığı güç ile Harpagon ile değil, sevdiği ve onun oğlu olan Cléante ile evlenecektir. Bu arada para bulunmuş, Hapagon gerçek sevgilisine kavuşmuştur. Onu başka şey ilgilendirmemektedir. Mutlu sona doğru yol alırız ve sahne Ajda Pekkan sesi ile meşhur olmuş şarkıların para uyarlamaları ile sonlanır.
Bu iki perdelik oyunda, ikinci perde de oyuna interaktif bir bölüm konulmuştur. Oyunun başoyuncusu Harpagon parası çalındığında krize girer ve o kriz sırasında seyirci ile konuşur. Seyirciye sorar, hırsızları tanıyor musunuz?  Seyirci ortak bir ses ile yaşanan gündeme gönderme yapar. Arkasından
 Harpagon seyirciye  “Paraları nereye saklayayım?” diye sorduğunda “Ayakkabı kutusuna!” yanıtını alır. Harpagon, seyirciye “Siz, hırsız kim, iyi bilirsiniz… Bu işte hepinizin parmağı var” diyerek sitemde de bulunur. Yaşadığımız son siyasi kriz ile oyun bir şekilde bağ kurmuştur.
Oyun yönetmenin planında olmayan ama gündeme oturan bu sahne elbette son yaşanan Devlet Tiyatroların kapanması ve son oyunlardan biri olma olasılığı olduğu bir süreç içinde anlamlar yükleniyor. Her ne kadar yönetmen var olan iktidarın yanında yer almış olması ve halen yandaş medya içinde çalışıyor olması, onun hiç beklemediği bir tepki olduğunu düşünebiliriz.
Oyun içinde başarılı oyuncular sayesinde seyirci ile kucaklaşmıştır. Bu başarılı oyunculardan kısaca bahsetmek gereklidir. Öncelikle  Harpagon rolünü canlandıran Mehmet Ali kaptanlar’ın başarısını ortaya çıkaran Frosine  rolünü oynayan Zeynep Erkekli ile ortaya çıkmaktadır. Her ikisi oyunu izlenir hale getirirken, oyunun ruhunu da seyirciye taşımaktalar. Bu arada Jacques Usta rolü ile Ömer Hüsnü Turat, oyunda metin okur gibi konuşmaların dışına çıkarıp, doğal bir ortamda konuşur gibi sahnede yerini alması ile her iki oyuncunun oyununu daha da görünür kılmaktadır. Her ne kadar kısa rolü olsa da usta oyuncular da bu eserin seyirlik ve eğlence yönünü pekiştirmiş olmaları oyunun daha da başarılı olmasını kılmıştır.
Diğer oyuncular ilk perde de daha ağır olarak hissedilen metin okur gibi konuşmaları, burjuva kültürünü üstten dilini seyirciye verme konusunda başarılı olduklarını düşünemiyorum. Zaman zaman ritm düşüklüğü seyirciyi olmazsa dahi en azından beni oyundan bağımı koparmıştır.  Müzik yardımcı rolünü gerektiği kadar öne kendisini çıkarmamış, sahnenin arkasından derinliklerden gelmektedir. Işık sabittir sanki, fazla bir geçiş yoktur. Sahne arkasını daha çok düşünen ışık, oyuncuların kızgınlıkları, hareketli olmaları sırasında iyi bir sınav verdiğini düşünmüyorum. Işık en önemli yardımcı ve vazgeçilmezdir. Ama bu vazgeçilmez daha çok sahne arkası ve sahnenin sabit aydınlanması olarak düşünülmüş. Üzerine çok fazla düşünülmediğini hissettim. Sahne düzenlemesi sabittir, bütün oyun o antrede geçmektedir. Hareketli sahne yerine, sabit bir sahne düşünülmüş, o da oyunun para çalındıktan sonra olan bölümünün ihtiyacını tam karşılayamaz şekildedir. Daha farklı bir çözüm yolu düşünülüp, en azından Harpagon daha rahat hareket alanı sağlanabilinirdi. 
Keyifli, eğlenceli, trajikomik bir oyunu sahneye koyan ve emeği geçen her çalışana teşekkür ederim…
İyi ki Devlet Tiyatroları var ve o sayede klasik tiyatro eserlerin modern yorumlarını izleme olanağına sahibiz. Devlet Tiyatroları eğer ortadan kalkarsa tiyatro kültürümüzün yok olacağı ve yerini tamamı ile ticari amaçlı balon ve popüler oyunlara bırakarak tiyatro anlayışı ve tanımını değiştireceğimizi düşünüyorum.
İsmail Cem Özkan

CİMRİ
Yazar: Moliére
Yönetmen: Kenan Işık
Çevirmen: Sabahattin Eyüboğlu
Dekor Tasarımı: Suzan Erbilgin
Giysi Tasarımı: Gülhan Kırçova
Işık Tasarımı: Önder Arık
Yönetmen Yardımcısı: Ömer Hüsnü Turat
Yönetmen Asistanı: Eylem Server Ünüvar
Oyuncu: İsmail Kırca, Can Kurşunlu, Belma Şahin, Tarkan Koç, Yeliz Şatıroğlu, Gökay Müftüoğlu, Onur Ertaman, Simel Keçecioğlu, Eylem Server Ünüvar, Ferdi Atuner, Enver Necmettin Amaç, Ömer Hüsnü Turat, Zeynep Erkekli, Mehmet Ali Kaptanlar, Çağrı Kodamanoğlu
Piano: Çağrı Kodamanoğlu
Sahne Amiri: Mahsuni Yılmaz
Kondüvit: Ali Yavşan
Işık Kumanda: Kemal Başar




2 Mart 2014 Pazar

Portakal devrimi!

Portakal devrimi!

Reklam dünyası yaptıkları işlere isim vermede ustadırlar. Her çağın, dönemin bir rengi vardır ve o renkler moda olarak kullanılırken, insanların bilinçaltına bir şeyler fısıldar. Sovyet devriminin oluşturmuş olduğu birlik ortadan kalktıktan sonra göreceli bağımsızlaşan devletler, batı tarafına başlarını döndermişti ama batının bunları hemen kabul edebilecek ekonomik, siyasi gücü yoktu. Beklenmeyen bir zamanda dağılma gerçekleşmiş, milliyetçilik tavan yaptığı günlerde, AB’nin motor gücü olan Almanya doğusunu yutmak ve içine almak ile uğraşıyordu.
Polonya, Sovyet sisteminin sönmesinde önemli bir imajdı ve o imajı allayıp, pullayarak AB ve NATO içine alarak ortadan yeni kalkmış doğu blokuna karşı zafer ilan edilmişti, Rusya kendini toplama sürecini beklendiğinden hızlı yapmış / ya da hızlı olması için batı ve Amerika'nın iç güvenlik kaygılarından dolayı bu sürece destek verilmiş ve tek kutuplu ilan edilen dünyada kontrollü bir şekilde silah sanayisini elinde bulunduran Rusya’ya toparlanma imkanı sağlanmıştı. Bu süre içinde Rus halkı ve doğu blokunda yer alan halklar yeteri kadar aşağılanmış, bir anlamda burunları sürtülmüştü!
Rusya eski gücüne kavuşamadı, kavuşmasını da izin verilmeyecek ama göreceli olarak etki alanını geliştirmek zorundaydı, çünkü doğunun hiç batmayan güneşi olan imparatorluğu Rusya'ydı ve büyük bir geleneğin mirasçısıydı. Rusya yer altı zenginliğini bir silah olarak kullanarak çevresinde batıya komşu olan ülkeler üzerinde denetim altına almaya çalışıyordu. Ukrayna bu savaşta tam ortada kalan ve batı ile Rusya'nın çıkar kavgasının açık meydanı özelliğini taşıyor. Topraklarının verimli olması vb. bir ülke için o kadar önemli değildir, önemli olan silahların hareket kolaylığı sağlayan limanlardır. Kırım limanları Rusya için en önemli kapıdır ve o kapıların NATO denetiminde olmasını ülke çıkarlarına ters bir noktada durmaktadır.
Çıkar çatışmasının ortasında bulunan devlet içinde her türlü kargaşa, mücadele iç güçlerden daha çok dış güçlerin kontrolünde iç güçleri maddi desteği ile olmaktadır. Bunun en tipik örneği Ukrayna Merkez Bankası Başkanı Viktor Yuşçenk 2004 yılında başkanlık adayı ile bu çatışma daha görünür oldu.
Yuşçenko’nun ABD ile olan ilişkilerini sağlayan en önemli kişi, Chicago doğumlu bir ABD vatandaşı olan eşiydi. Katerina Yuşçenko, Reagan ve (baba) Bush hükumetlerinde çalışmış ve Ukrayna’ya “US-Ukraine Foundation” temsilcisi olarak gelmişti.
2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve ABD ordusuna danışmanlık yapan “Research and Development Corporation” (RAND) adlı düşünce kuruluşu,  Washington’daki bir reklam şirketiyle birlikte Yuşçenko’nun seçim kampanyasını örgütlediler. RAND, renklerin kitle psikolojisi üzerindeki etkisini araştırmıştı. Böylece Yuşçenko’nun web sayfasından, flama ve posterlere kadar bütün propaganda malzemelerinde portakal rengi kullanılıyor ve Batı basını “Portakal Devrimini” icat ediyordu. Daha sonra aynı yöntem bir çok ülkede de denenecekti. (http://www.ozgur-gundem.com/?haberID=97644&haberBaslik=‘Portakal%20Devrimi’nden’%202013’e%20Ukrayna&action=haber_detay&module=nuce)
Ülkemiz bu portakal renklere yabancı değildi, 12 Eylül sonrası kurulan ANAP bu renkleri taşıyordu! Daha sonra aynı renkleri AKP üzerine alacaktı…
Portakal devrimin en önemli maddi destekçileri arasında borsa simsarı olarak ün yapmış ve kendi adını taşıyan vakıf ile tanınan George Soros’dur.
Soros, 2003 yılında ki Gürcistan’daki “Kadife Devrim” adını verdiği süreci maddi olarak desteklediğini açıklamıştır.
Soros vakıfın yardımın tutarı, çatışmaların olduğu ülkelere Birleşmiş Milletler tarafından yapılan yardım miktarını aşmıştır.
Soros, vakıfları kanalıyla Türkiye'de de 2006 yılı itibariyle son 5 yılda 8 milyon ABD doları harcadıklarını açıkladı. (http://tr.wikipedia.org/wiki/George_Soros) Enstitü Türkiye'de TESEV, Açık Radyo, Açık Site, Bianet, Umut Vakfı, AÇEV, Tarih Vakfı, Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Avrupa Hareketi'ne maddi kaynak aktardığını açıklamıştır. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Açık_Toplum_Enstitüsü)
Bugünde bir çok isim altında projelere para yatırmakta ve toplumun yeniden tasarım eden kültürel çalışmalar içinde bu vakfın parası kullanıldığını düşünmekteyim…
Gelelim konumuza, portakal devrim Ukrayna için kullanılıyor olmuş olsa da Gürcistan gibi ülkede bu devrimin sonucu ülke iki gücün kontrolü altına girmesi ile sonlanmıştır. Ülkenin kuzey ve kuzey doğusu Rus askerleri denetimindeyken, batısı ve güneyi NATO askerlerinin denetimi altındadır.
Ukrayna bu süreçte bir Gürcistan olarak çıkma durumu ile karşı karşıyadır.
Türkiye’de Soros Vakfı adına kimler ne yapıyor dersiniz?
Ukrayna ve Gürcistan’da uygulanan politika neden bir NATO ülkesinde uygulanmasın ya da neden uygulanmaz?
Çünkü ülkemizde Rus tarafı olan halklar yok diyeceksiniz, en azından içimizde Rus yok diye de bilirsiniz... Demek ki bizim ülkemizde portakal devrimi olmaz!
Ukrayna gibi bir ülkede Rusya'nın tarihi çıkarları vardır ve o çıkarlarını kaybetmek istemeyecektir. Türkiye NATO ülkesi olarak Rus çıkarından daha çok Amerika dolaylı olarak NATO çıkarları doğrultusunda yapılandırmış, ona göre kontrgerilla örgütlenmesini kurmuştur. Düşük yoğunluklu uygulanan savaş ile bu örgüt yapısı daha aktif hale getirilmiş, değişen koşularla göre kadrosu yenilenmiştir. Ülkede zaten gözle görünen ama adı konmamış bir portakal devrim süreci yaşanmış, göreceli olarak ekonomik anlamda refah artmış olmasına rağmen, sosyal anlamda özgürlükle hala sorunlu olarak devam etmektedir. Son yaşanan rüşvet skandalları ile kazanılmış ekonomik başarıların da başarısızlığa doğru yöneldiğini görmekteyiz. Buradan şöyle bir çıkarım yapabiliriz; Portakal devrim ülkemizde adı konulmadan Amerikan çıkarları doğrultusunda başarılmış ama süreklilik sağlanamamıştır. İkinci portakal renkli siyasi parti bu yeni düzen altında halka gerekli refahı getirememiş, sadece firmaların ve ülkelerin çıkarları yönünde dünya borsası ile birleşme sağlanmış, ulusal firmalar özelleştirilerek çarkın bir parçası haline getirilmiştir. Kültürel ve siyasi açılım ise henüz başarıya ulaşmamış, proje olarak hala masanın üzerinde durmaktadır.
AKP eli ile getirilen açılımlar sözde kalmış, hukuki alt yapısı oluşturulmamıştır. Açık Toplum Vakfı Türkiye temsilcisinin iktidar partisini savunması ve onun yanında yer alması ve diğer destekçileri direkt ya da dolaylı olarak AKP iktidarının yanında yer alması bu projenin devam ettiğini göstermektedir. Ama bilinmelidir ki, Türkiye Ukrayna, Gürcistan olmayacaktır!
İsmail Cem Özkan


1 Mart 2014 Cumartesi

Che ve Ulrike, ne konuşuyorsunuz öyle?

Che ve Ulrike, ne konuşuyorsunuz öyle?

Devrimcilerin yaşamı farklı zamanlar ve farklı coğrafyalarda olmuş olsa da bir birine benzer. Devrimci, haksızlığa karşı durandır, sınıfların yaratmış olduğu çelişkide mazlumun yanında yer alır, devlet ile her türlü ilişkisini koparır, devlete karşı ve adalet için savaşır. Devrimci hangi ülkede olursa olsun, yaşama bağımlıdır ve yaşamın daha adil olması için savaşır ve daha güzel bir dünya özlemi ile hakların kardeş olduğu dünyanın var olabileceğini kanıtlamaya çalışır.
Devrimci devrim olduktan sonra devrimci olmayı sürdürmek istiyorsa bir iki üç daha Vietnam diyerek başka ülkelerin kurtuluşu için kazanmış olduğu konforu ret edip gidebilendir. Bunu bize Che öğretmiştir. Mahir Çayan istemiş olsaydı Kızıldere’ye gitmez, bir Avrupa ülkesinde hala yaşıyor olabilirdi, o devrimci olduğu için Yoldaşı Deniz Gezmiş ve arkadaşları yaşasın diye kendileri bilerek ölüme gitmiş, direnmiştir. Denizler bilemez miydi, devlet ile işbirliğine gidip hayatta kalmayı, elbette biliyorlardı, üstelik onlara bunlar telkin bile edilmiş olmasına rağmen ellerlinin tersi ile itekleyip bir devrimci gibi yaşamayı seçmişler ve işbirliğini kendi kişisel çıkarı için de olsa ret etmiştir. Che, Bolivya’da öleceğini bilerek gitmiş ve devrimci yolda hayatını kaybetmiştir. Onun mirası devrimcilere örnektir ve o mirası bugün dahi içselleştirmiş dünyanın her hangi bir yerinde devrimciler mücadeleye devam etmekteler.
Che, henüz Che olmadan çıktığı yolculuklar ile halkların ne kadar baskı altında olduğunu gözlemler, bu baskının ortadan kalması için, daha adil bir dünyanın olabileceği gerçeği ile tanıştığı devrimciler ile öğrenir. O bir gezgin olmaktan çıkar, gördüklerini yazmak yanına değiştirmek için yollardadır. Bu deneyimini Başkan Jacobo Arbenz Guzmán'ın önderliğinde Guatemala’nın sosyal devriminde kazanacaktır. Daha sonra artık onun hayat çizgisi kendi belirlediği ve tercih ettiği şekilde gelişecektir. Fidel Castro ile o devrimci eylemlerini kazanmak üzerine kuracak ve Küba devriminde önemli rol oynayacak ve devrimi yapacaktır. Küba devriminden sonra bir çok görevlerde bulunmuş, bakanlıklarda söz hakkı sahibi olmuş, Afrika’da devrimci mücadele içinde yerini almış olmasına rağmen, o devlet adamı olamayacağına karar verir ve CIA ve diğer istihbarat örgütlerinin cirit attığı Bolivya’da devrimci mücadele ederken yakanmış ve öldürülmüştür. Yarattığı birikim, tüm devrimciler için ilham kaynağı olmuş ve dünya devrimci hareketi için önder konumuna gelmiştir. Bugün dünyanın en ücra yerinde bile Che resimleri ve marşları ile karşılaşabilirsiniz. Nerede bir direniş ateşi yanıyorsa Che oradadır ve mücadele alanlarında yaşamaya devam etmektedir.
1968 kuşağının Avrupa’da ki en önemli temsilcisi RAF örgütünün lider kadrosunda yer alan Ulrike Meinhof yaşamı bir noktada Che ile kesişir. Bu kesiştiği nokta Zafer Diper’in yazdığı oyundur. Politik tiyatronun önemli temsilcisi Bizim Tiyatro bu iki efsane lideri aynı sahnede buluştururken devrimcilerin acısı ve duyarlılıklarının nasıl bir birine yakın olduğu ve farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda yaşamış olmalarına rağmen gelenek ve davranış olarak bir birilerini nasıl kucakladığını da kanıtlamaktadır. Devrimciler bir birine benzer, devlete ve faşizme karşı savaşırken, emperyalist tüm düşünceler ile de kavga etmektedirler.
Ulrike Meinhof, Batı Almanya içinde örgütlenmiş anti kapitalist, anti faşist bir örgütün lideri konumundadır. Çıkardığı dergi ile kamuoyunun yakından tanıdığı biri olmuş olmasına rağmen, daha sonra yaşanan süreç ile illegal yaşama geçmiş e şehir gerillası olarak faaliyetlerde bulunmuştur. Yakalandıktan sonra çıkarıldığı mahkeme ile önce 8 yıl hapse, daha sonra ömür boyu mahkum edilmiştir. Bir süre sonra kalmış olduğu hücrede “ölü” bulunmuştur. Bugüne kadar onun ölümü hep tartışma konusu olmuş, devletin eli ile öldürüldüğüne inanılmaktadır. Alman devleti Meinhof ve arkadaşlarının yargılandığı mahkemeye hukuki müdahale etmiş ve onların savunma avukatlarını bizzat kendi avukatlarını atayan yasal düzenleme ile onların savunma hakkına müdahale etmiştir. Meinhof ve arkadaşlarının siyasi olarak vermek istedikleri savunmaya müdahale ederek, sistem tartışmasını önlemeye çalışmışlardır.
68 kuşağının en önemli temsilcilerinden olan Meinhof, öğrenci ve işçi sınıfının gösterilerinde Che posterlerini taşımış, Che’nin yaratmış olduğu devrimci çizgiden gitmiştir. Devrimci olarak ölüme gitmiştir. O hiçbir şekilde sisteme ve işkencecilerine teslim olmamış, kızları içinde olsa zayıflık örneği göstermemiş, direnişi seçmiştir. Açlık grevleri ve hücrede tek başına geçirdiği günlerde çok zayıf düşmesine rağmen, hayatta ve direngen olarak kalmayı bilmiştir. Alman solu içinde önemli bir köşe taşının geleneğini yaratmış ve uluslar arası sınıf dayanışmasını daha da yukarıya taşımıştır. Filistin halkı için Filistin’e gidip İsrail devleti ile savaşarak Almanya’da var olan bir tabuyu da yıkmıştır. Bugün dahi bir çok arkadaşı mazlumların yanında bir çok cephede savaşmaya ve dayanışmaya devam etmesi, onun yaratmış olduğu bir kültürün devamlılığını kanıtlamaktadır.
İki devrimci, aynı zaman dilimine taşındığında ve karşılaştıklarında neler olabileceğini Zafer Diper bize bu oyunu ile anlatmaya çalışmıştır. Oyun her ne kadar iki devrimciyi anlatmış olsa da aslında tüm devrimcileri ve geleneğini de anlatmaya devam eden önemli bir işlevi de yerine getirir.
Oyun dört kişi üzerine kuruldur, iki kolaylaştırıcı ve yönlendirici yanında Ulrike, Che sahnededir. Her oyuncu canlandırdığı rolü o kadar başarılı bir şekilde başarırlar ki, seyirci bilmiş olmasına rağmen Che ve Ulrike’nin aynı zaman diliminde yaşadığını dahi düşünebilir. İki devrimcinin acısı, sevinci, tutkusu, başarısı ve ölümleri aynı zaman diliminde bir birine paralel olarak yerini alır. Nazan Diper’in Ulrike rolü ile başarısını bir kademe daha ileriye taşıdığına şahitlik ederiz. O acıyı ve dramı o şekilde yansıtır ki, seyirci onun ile birlikte acı duyar, işkenceyi içinde hisseder. Sevindiğinde sevinir, hüzünlendiğinde hüzüne kapılır. Dışarıdan gelen her  türlü uyarıcıya karşı kulağını kapatır ve sahneye odaklanır. Sadece o mu, elbette hayır! Sahnede bir oyunun başarılı olması ya da bazı oyuncuların öne çıkması sahnede rol alan diğer oyuncuların başarısı ile orantılıdır. Eğer yan oyuncular başarılı ise dünyanın en yetenekli oyuncusu dahi sahneye çıksa başarısız gözükür. O yüzden Ulrike rolünün öne çıkması Che ve yönlendirici rollerde oynayan Zafer Diper, Ece Erişti ve Kaan Songün’ün çok başarılı bir şekilde olmalarındandır. Kaan Songün o kadar başarılıdır ki, bir çok rolü sahnelemesine rağmen, her rolün ruhuna hemen girebilmekte ve sahneyi seyirciye taşımaktadır. Bu kadar başarılı oyuncular içinde Ece Erişti’den de bahsetmemezlik olmaz! Ece Erişti, rahat ve kendisine güvenen hareketleri ile sahneyi doldurmakta ve üzerine düşen görevi en iyi şekilde yapmaktadır. Gerek meyhane sahibi rolü, gerek anlatıcı ve yönlendirici konumunda olması onu sahnede görünür kılıyor ve başarısını taçlandırıyor.
Her oyuncudan bahsedip, hem yazan, hem oynayan hem de sahneye koyan Zafer Diper’den bahsetmemek olmaz. O yaratmış olduğu bir mirası daha da ileriye taşımıştır. Politik tiyatro tarihimiz içinde yerini sağlam temeller ile koruyan Bizim Tiyatro, bu oyun ile bir adım daha ileriye taşımış, teknolojinin olanaklarında da yararlanmayı bilmiştir. Kuru bir anlatım ve okuma tiyatrosu yapabilirdi ama o, tercihini başka yönde yapmış ve bence doğru bir tercih ile iki büyük devrimciyi yaramış oldukları geleneğe uygun olarak sahneye koymuş, yeniden canlandırmış ve bizim ile kucaklaşmalarını sağlamıştır.  Zafer Diper her zaman gençtir, her oyunu ile bu gençlik iksirini yenilemektedir. Sahne performansı ile hem sahneyi doldurmuş hem de seyircisi gözünde ki yerini daha da büyütmüştür.
Sahne ışık ve ses düzenlemesi ve sahne düzenlemesi ile çok başarılıdır. Özel tiyatroların ellerinde ki imkanları en iyi şekilde nasıl kullanılabileceğini bir kere daha göstermektedir. Turneler de göz önüne alınarak, hem pratik, hem de işlevi olan bir sahne ile bu oyun dünyayı gezeceğine inancım büyüktür.
Ulrike ve Che canlanmıştır, bu oyun sahneye konduğu sürece de birlikte nefes alıp vermeye devam edecektir. İmkanları olanların bu oyunu görmelerini isterim, çünkü her oyun yeniden yaratımdır ve sahne tozuna bir tarih yazılmaktadır. Siz de bu sahne tozuna yazılan tarihe ve imzaya seyirci olarak katkınız olmasını isterim…
İsmail Cem Özkan



Che ve Ulrike ne konuşuyorsunuz öyle?
Nazan Diper, Zafer Diper, Ece Erişti, Kaan Songün
Bizim Tiyatro

http://www.bizimtiyatro.net/