Galata Gazete


29 Ekim 2015 Perşembe

Kötü kötüdür!

Kötü kötüdür!

Ülkemiz uzun süre yaşadığı kırılmalarına yeni bir halka eklemekte ve sürekli kırılma yaşamaktadır, kısaca kaos ve krizden kurtulamadan yeni kaos ve krizlerin kucağına oturmakta ve çözüm yolu bulamadan olayların etkisi ve sarsıntısı eşliğinde savrulmaya devam etmektedir. Çöl fırtınası içinde kalmış kervan gibi günlük ihtiyacını yolda gidermeye çalışmaktadır ve çöl fırtınasının yaratmış olduğu tahrişten kervan içinde kalan her toplumsal katman etkilenmektedir.

Ülkemizin en önemli krizi ekonomiktir, liberal ekonomi karma ekonominin yaratmış olduğu çürük alt yapıyı iğleştirememiş aksine var olan çürük da olsa geri kalmış teknolojisinin üstüne yeni bir şey koyamadan ‘özelleştirme’ adına satarak ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Uluslar üstü sermaye kendi çıkarına uygun olarak evrensel planlarını katı şekilde uygularken, değişik coğrafyalarda montaj sanayisini geliştirerek, her koşulda ulusların bu montaj teknolojisine bağlı kalarak kapitalist sisteme daha uzun bağlanmasını sağlamak için alt yapı oluşturmaktadır. Her hangi bir coğrafyada ‘devrim’ ile sistemden kopma olduğunda montaj sanayisinin teknolojisini elinde bulunduranlar için doğal olarak devrim ile kopanlar sisteme her hangi bir tehdit oluşturmayacaktır.

Devrim ile sistemden çıkanlar teknolojileri elinden alındığında ve sistemin dışına düştüğünde daha ağır kaos ve kriz ortamında kalmasına neden olacak ve ışıklar içinde camekanlı sokakların yerini karanlık hakim olacağı varsayılmaktadır. Bu karanlığa hiçbir yeni toplum dayanamayacak ve Sovyetler gibi geri dönecektir! Montaj sanayisinin değişik coğrafyalara yayılmasının en büyük nedeni uluslara üstü sermayenin bu öngörüsü yatmakta ve korkusunu bu şekilde önlemeye çalışmaktadır.

Uluslar üstü henüz kapitalist sistemin yasaları kağıt üzerinde oluşmamış olmasına rağmen fiili olarak hayatın içindedir ve her firma belirli coğrafyaya bağlı olarak kalmadan paranın sürekli hareket olduğu bir alanda hayatta kalma yarışı vermektedir. Tröstleşme tehlikesine karşı sistem önlem alamadığı için devler arasında mücadele bir çok ülke ekonomisinin çökmesine kriz ortamında çırpınmasına sebep olmaktadır.

Kapitalist sistem ‘by by Lenin’ ve onun yarattığı sistem derken yenisini oluşturamamış, ulus devleti belki de olması gerektiği zamandan önce tarihin çöplüğüne bırakmaya çabalamış ama hiçbir yasası ve öngörüsü olmadan esen rüzgarın eşliğinde! Bu ‘Yeni Dünya Düzeni’ verilen dönemde ulusların ve uluslaşma sürecini henüz tamamlamamış toplumlarda sermaye birikimi komik bir görünüm almış ve her sermaye sahibi aslında var olan sistemin sadece taşeronu ve taşerona verilen kırpıntılar ile ayakta durmaya çalışan konumuna dönmüştür. Teknoloji üretmeyen her ülkenin sermayesi başka sermaye için sadece montaj ürün yapan bir yedek değnek konumundadır ve istenildiğinde hemen vazgeçilebilecek konumundadır.

Bizim gibi geri kalmış ülkelerin sermayesinin el değiştirmesi sadece dış güç olan uluslar üstü sermeyenin ihtiyacına göre olmaktadır. Yeni sermeye grubu ve işverenler dernekleri ancak hizmet sektörünün temsilcilerinden oluşmakta ve her an ortadan kalkacak gücü temsil etmekteler. Kısaca çöl fırtınası içinde çöl kumlarının hareketli olduğu yerde hiçbir zaman istikrar olamayacak ve istikrarsızlık sürekli krizin ana nedeni olacaktır.

Ülkemiz ‘Ortadoğu’ ülkesi olmasını tercih edenler buna uygun siyasi figürleri toplumun üzerine asmış ve onların kaprisleri ve öngörüsüz maceraperest ruhlarına uygun hava vererek tüketim toplumunun her türlü ihtiyacına uygun olarak tüketici, eğitimsiz ve sadece tüketmeye güdülenmiş bir toplumsal düzen inşaat etmiştir. Bu tercihe elbette sadece ekonomiyi ve toplumsal katmanları etkilemedi, toplumsal kademeler arasında ilişkileri de etkilemiştir. Geçmişte belirli bir ideali savunanlar bu dönemde ideal olanın daha fazla para kazanmak ve parası olanın gölgesinde söz söylemek olduğu keşfetmiş ve her türlü hareketin ‘geçmişte kalacağı’ ve ‘sorgulanamayacağı duygusu’ hakim olmuştur. Bu elbette ahlakı ortadan kaldırmıştı. Kendi bacağından asılan koyun gibi kasabını bekleyen birer kurbanlığa dönüştüğünü farkına bile varmayan kişilikler ve bireyler ortaya çıkmıştır. Geçmişin hesabını vermeyen ve gününü gün eden bireyler. Elbette bu işte de gözü açıklar ve saflar olacaktır, ama ‘Yeni Dünya Düzeni’ saflar için kapılarını çoktan kapatmış, onlar olsa olsa kapı kulu olacaktır.

12 Eylül bizim ülkemizin rotasının değiştiği en önemli kırılma tarihidir, o tarih ile liberal ekonomi ve onun ürünü olan liberal düşünce ülkemize sola küfretme ile kendisini tanımlamış ve geçmişin tüm sol değerlerini piyasa koşullarında alınıp satılan ve geçmişin anılarının pazarlandığı ortama dönüştürerek elde viski, piyano sesi eşliğinde yağmalanmış boğaz görüntüsünde ‘günlük’ yaşayan ve geçmişin tüm değerlerini paraya döndüren ve geleceğin de parası olanın parası kadar yaşayacağı bir düzen olduğunu öngörüsüne göre parası olanın yanında ya kapı kulu ya da sözcüsü olarak varlığını konumlandırmıştır.

Sol liberal adı verilen ve bireylerin öne çıktığı bu süreç ile ülkemiz içinde ‘yaşanan’ adı konulmamış ‘savaşın’ sonuçları kısa sürede kendisini göstermiş, homojen gibi görünen toplumun aslında homojen olmadığı ve gözlerimizden kaçırılan bir çok ayaklanmanın ve katliamın yaşandığı geçmişi olan kapalı bir cumhuriyete sahip olduğumuz gerçeğini toplumun tüm katmanları anlamıştır. Resmi tarih ile eğitilenler bu yeni sürecin sert rüzgarından ‘savrulmuş’ uç noktalarda görüşlerini savunurken ve karşılıklı cepheleşmeye gitmiştir. ‘Vesayetten kurutulacağız’ diyerek yeni ‘vesayetler’ yaratılmış ve bu yeni yaratılan ile de çıkarlar çatışmasına göre bireyler farklı konumlarda kendilerini tanımlama ihtiyacı duymuştur.

Sol liberal, geçmişin hesabını her daim kapatan ve bugünü konuşandır. Geçmişin hiçbir zaman hesabını vermemiş ve vermek içinde onu zorlayacak hiçbir yapı olmamıştır. O yüzden sol liberaller buna güvenerek sürekli saf değiştirmiş ve yeni konumuna vicdanı rahat şekilde uyum sağlamıştır. Bir gün küfürler ettiği bir sermeye sahibine, ertesi gün danışman olarak işe girmesi her hangi bir soru oluşturamamış, düzenin şartları bu denilip geçiştirilmiştir. Ahlak ortadan kalkığı için geçmişte yaşanmışlıkları yeri geldiğinde kullanmaktan çekinmemiş, geçmişin liderlerinin anılarının pazarlandığı ortamlar yaratmaktan da çekinmemiştir.

Sol liberaller ahlaksız ve ilkesizdir.

Yeri gelir kolunun arasına dosya alır arabulucu olur, yeri gelir kürsüye çıkar sözcü olur, yeri gelir rakip olarak gösterdiği bir sermeye ve liderin parası ile ona karşıymış gibi yapıp algılar ile oynar, yeri gelir ‘eşinin’ üstüne kendi biriktirdiği kendi bokunu atar ve bunu dahilik belirtisi olarak pazarlar. Yeri gelir yeni keşfettiği aidatlar ve ırklarının temsilcisi olduğunu vurgular ve kendisine gelecek her türlü eleştiriyi o ırka ve etnik yapıya yapıldığı vurgusunun arkasına saklanır.

Yuvarlak kurulan her cümle ile algı kargaşası yaratılır ve her ortamda kürsüye çıkıp konuşur. Liberalsiz ‘artık’ hiçbir medya ve toplantı olmaz. Liberallerin belirlediği entelektüel hava toplumun daha da çürümesine yol açmakta ve olması olasılık olan demokratik kitle örgütlenmenin önünde en büyük engel olarak çıkarlar, çünkü çürümüşlüklerini ve ahlaksızlıklarını her yere saçmaya devam ederler.

Ülkenin lider kadrosunun yaratmış olduğu kan denizinden hem sorumlu hem de sorumsuz gibi davranırlar. Liderlerden nemalandıkları sürece kandan beslendiklerini liderlerinden saklamazlar ama halka masum ve temiz olduklarını gösterirler. Ama çıkar çatışmasına girdiklerini ise savundukları ve gölgesine saklandıkları liderleri mezara koymak için her türlü yolu mubah görürler ve hatta zamanı gelince ‘kandırıldık’ diyerek de günah çıkarma merasimine katılırlar.

Sonuç, sol liberaller kötüdür ve kötüden iyi çıkmaz. Kötü kötüdür. Geçmişin hesabını vermeyen ve geçmiş ile yüzleşmeyen her kötü kötülük yapmaya devam edecektir.


İsmail Cem Özkan

23 Ekim 2015 Cuma

Liberal bir yazı!

Liberal bir yazı!

Liberal düşünce monarşiye karşı özgürlük ve adalet söylemleri ile doğmuş olmasına rağmen, tarihin garip bir cilvesidir ki monarşi ya da diktatörlük isteyenlerin yedek değneği olarak her daim sağ iktidarın yanında yer almış bir şekilde varlığını günümüze kadar taşımış bir düşünce ve hareketi temsil eder.

Liberal düşünce bir çok ülkede siyasi parti olarak varlığını korurken, bizim gibi geri kalmış ülkelerde liberal düşünceye sahip olanlar ve medyada etkisi olanlar siyasi parti içinde örgütlü olmak yerine özgür birey olarak dışarıda ülkenin iktidar partisine daha yakın olmayı seçmiş ve onun etrafına onun otokratik düşüncesi etrafında kenetlenmeyi seçmiştir.

Ülkemizde kendisine özgü tarih akışı sırasında liberaller arasında bölünme (çıkara dayalı ve bireysel tercihe göre) iktidar partisinin içinde çıkar çatışmasına bağlı olarak ayrışma yaşanmış olmasına rağmen, liberal düşüncenin çoğunluğunu temsil eden kesim iktidar ya da muhalefette olmasına bakmaksızın parası olanın ve güçlü olarak gördüğünün arkasında veya gölgesinde yaşamayı seçmiştir. İktidara bağlı hatta embedded konumunda olan liberaller kendi özgü gücü yerine başkasının gölgesinde özgürlük mücadelesi yapmayı seçmiş ve projeler ile kendisini ifade etmeye gayret etmiştir.

 Bilgi en önemli metadır ve bu metayı elde etmek en değerli madeni çıkarmaktan daha pahalı ve risklidir. Bu riski en alt düzeye indirmek için soğuk savaşı sonrası emperyalist ülkeler yeni dünya düzeni verdikleri zaman döneminde proje adı altında yeni bir uygulamayı hayatın her alanında geliştirdiler ve yaygınlaşması için olanak sundular. Proje sayesinde parayı verenler ihtiyaç duydukları istihbarat bilgilere gönüllü ajanlar ile risksiz bir şekilde ulaşacaklar, eğer bu bilgi akışında sorun çıkarsa ülkeler ve parayı verenler sorumlu olmayacak, projeyi hayata geçiren ‘profesyonel’ elemanlar ve dernekler / vakıflar gibi yapılar sorumlu olacaktır. Çünkü proje belirli bir bütçe karşılığında belirli amaçlar doğrultusunda belirli bir zaman dilimi içinde amaca yönelik çalışmak ve sonuçlarını bir rapor olarak para verene sunmaktır. Bu raporun uluslararası denetime açık olması için standart hale getirilmiş ve saydam bir şekilde denetlenebilecek şekilde prosedürlere tabiidir. Her projenin biçimsel olarak aynı olması ve istenilen koşulların belirli bir standart olması bu projeyi ortaya koyanların tecrübeleri ve elde ettikleri başarılar ile ölçülür. Bütün dünyada elektrik prizlerin de bir standardı yakalamayan emperyalist ülkeler projede bir standart içinde olmasını nasıl açıklayabiliriz!

Şimdi her yapının bir projesi var, özgücü yerine başkalarından alacağı yardımı düşünür olmuşlar… Proje ise, para karşılığında belirli bir süre içinde para verenin niyetleri ve isteklerini yerine getirmektir. Kısaca para verene proje adı altında elinde ki ilişkileri sunmak ve onun için bilgi toplayıp onun datenbank (bilgi havuzuna) bilgileri belirli ücret karşılığında bırakmak, yanisi gönüllü ya da küçük bütçeli istihbarat çalışması yapmak ya da istihbarat elemanın bilgi toplaması işini gönüllü para verene sunmaktır... Bu sayede batı ülkeleri ve onlardan etkilenen ‘gelişmekte olan’ ülkeler iç ve dış istihbarat elamanı istihdamından büyük tasarruflar yaparak, bu projeler sayesinde her türlü bilgi akışını sağlamışlardır.

Solcular projeci oldu, sol yerini liberal solun hakimiyetine bıraktı. Ülkemizde 12 Mart (1971) yenilgisinden sol yeni yapılar ile örgütlenmiş ve devamlılığını yeni örgüt anlayışı ile sağlamışken, 12 Eylül (1980) yenilgisinden sonra sol devamlılığını yenilmiş örgütlerin isimlerini ve yöntemlerini büyük oranda koruyarak devam ettirmeye çalıştı, yetmişli yıllarda olduğu gibi yeni arayışlar içine girecek bir ortam oluşturamadı. Bunda elbette ‘merkez komite’ adını verebileceğimiz yapıların ve kişilerin 12 Mart sonrası gibi yok edilmemiş ve yaşıyor olmalarının getirmiş olduğu bir çelişkiyi içinde barındırmasının etkisi olmuştur. Eski liderle rağmen yeni yapılar kurulamamış, özgün hareketler oluşamamıştır. Fakat bu yenilgi sonrası projelerin hayatımıza getirmiş olduğu yeni geçim kaynağı olması ve çevresini bu projeler sayesinde tüketenlerin oluşturmuş olduğu yeni ilişkiler solun derlenip toparlanmasının önünde görünmeyen ve konuşulmayan bent olmasıdır. Solcular var olan ilişkileri kötü kullandığı içinde eskisi gibi güçlü önermeler yapıp hayata geçirecek boyutta değildir.

Projenin bütçesi kısıtlıdır ve bu kısıtlı bütçe ile ancak kişiler kendilerini ve çevresinde yer alan birkaç kişiyi geçindirmeye yetecek kadardır. Proje ile elde edilen para yasaldır ve para kaynağı genelde sorgulanmadan projecilerin bütçesi üzerinden devlet denetimini yapacak kadar bilgi sahibidir. Bu işsizlik istatistiğini düşürdüğü için devletin işine gelmiş ve yeteri kadar kontrol etmek yerine bırakın yapsınlar, bırakın araştırsınlar yeter ki devletin birliğine ve geleceğine zeval gelmesin! Yeni liberal ekonominin yaratmış olduğu atmosfer bu projelere bakışı da etkilemiş ve özgürce bu alanda yaygınlaştırılmasına izin verilmiştir. Bireyselleşen ekonomi, birey özgürlüğü vurgusunu öne almış ve bu sayede toplu ve ortak bir gelecek tasarrufunu büyük bir oranda ortadan kaldırmıştır.

Proje yapmayan az kalan sol ise hala bütün bu olumsuz koşullara rağmen hala ayakta durma mücadelesi vermekte ve öz kaynağını dayanışma ile örmeye çalışmaktadır. Kim ki proje üretiyor, o aslında marjinal olmak yolunda önemli adım atmış ve kendi karnını doyurma telaşında olan birer sol liberal içinde kendisini ifade etmeye çabalıyordur.

Solcuların liberalleşmesi ile birlikte geçmişe yönelik öncelikle “küfür” romanları üretilmiş, o romanları üretenlere ‘kırmızı’ koltuklar verilmiş, o olanaklar içinde popüler olmaları sağlanmıştır. Eski solcular popülerleştikçe, bireysel bakışlarında değişiklikler ile piyano eşliğinde elde viski ile boğazda geçen gemilerin arkasından şiirler okumaya, kız kulesinden bırakılan kelimelerin sahipleri olmaya başlamışlardır. Gerek gördüklerinde meclise ‘baskın’ yapacaklar, gerek gördüklerinde yükselmekte olan İslam için ‘ufuk’ açacaklardır. 12 Eylül askerlerinin üzerine düşen ‘ılımlı’ İslam ve Ortadoğu hedefine bu yeni yükselen liberal solcuların destekleri ile ulaşılacaktır. Asker gitmiştir, vesayette bir değişiklik olmuştur. Geçmişin popüler söylemi ile postaldan takunyaya geçilmiş ama yeni düzende takunya artık çöpe atılmıştır, yerini otokratik düşler görenin vesayeti almıştır. 

Zaman hesapsız ve bildiği yönde akarken liberallerde zaman içinde ikiye bölünmüştür, çünkü destekledikleri iktidar içinde yaşanan çelişkiler ayrışmayı getirmiştir. Askeri vesayeti ortadan kaldıran operasyonlarda işlenen savunma hakkına yönelik haksızlıklar gün yüzüne çıkmış, artık tasfiye olanlara itibarlarını geri verilirken bir ‘suçlu’ gerekiyordu. O suçlu güçlü gibi gözüken ama aslında çatışma sonrasında ortaya çıktığı gibi abartılı görünüm dışında hiç varlıkları olmayan bir yapı ile orantısız güç sonucunda oluşan yeni atmosferde liberallerde tarafını seçmiştir. Bir bölümü eskiden olduğu gibi iktidarı desteklerken, diğer kesim ‘özgürlük’ anlayışına uygun olarak bireysel tercihlerini kullanmışlardır.

Liberaller ana damarından ikiye ayrılmış bir bölümü AKP taraftarı (Erdoğan diye okuyun) diğer tarafı HDP / Gülen cemaati. Her iki taraf yandaş gördükleri medyada desteklerini sunuyor, toplantı yapıyorlar... Her iki taraf özgürlük ve demokrasiden bahsediyor... Her iki ‘taraf’ Taraf Gazetesinde köşelerini doldurmaya devam ediyor. Liberaller iki ayrılmış bir taraf Hacivat’ı oynuyor, diğer taraf Karagöz… Hangisi ne zaman cemaat tarafında olmuş, kim eski halinde kalmış ama Erdoğan eleştirisi yapıyor gibi gözüküp Erdoğan desteğini Kılıçdaroğlu'na (CHP) ve Demirtaş (HDP) vururken gösteriyor... Ülkemiz liberalinden bir şey olmaz deriz ama gidip Nobel ödülü bile kulisler sayesinde alır. Her türlü yayınevinde (popüler ve çok kitap basan) söz sahibi onlar, ekranlarda söz sahibi onlar... Devlette söz sahibi onlar ama bir arkadaşlarını sit alanına ev yaptı diye hapse atanlara karşı sözlerini geçiremediler ya da bilerek ‘bırak gitsin yatsın, bizim özgürlük mücadelemize ‘neden’ olur’ mu dediler...

Şimdi liberal dostu olmayanın kitabı bedava basılmaz, popüler olamaz... Hatta kendisine solcu diyen gazetelerde bile bu liberallerden medet umar ve her türlü görüş ve istişare öncesi onların fikri alınır...

Bugün liberal olmayan her hangi bir yapı var mı? Elimi sallıyorum bir liberale dokunuyorum, kimi Ankara'daki katliamda ölenleri anarken ‘Ortadoğu olduk, normal’ derken, diğer tarafı ‘bu HDP yapılan bir saldırı’ diye okuyor...

Liberallerden bir şey olmaz demeyin, liberaller bir birini tutar, destekler, düşeni elinden kaldırır... Ama hiç biz zaman liberalin zemini olmaz, durduğu yeri kimse bilemez.

Değişir, değişim kaçınılmaz der ve değişir...

Liberallerden dost olmaz ama iyi bir yandaş olur, yeter ki mevki ve para olsun...

İsmail Cem Özkan


18 Ekim 2015 Pazar

Biz öldük!

Biz öldük!

Ankara katliamında biz öldük, öldürüldük. Vahşi bir cinayete kurban gittik. İslam tarihinin en kanı katliamı olarak geçen Kerbala olayının başlangıcına denk gelen günlerde vurulduk. Susuz kalmadık, çölde değildik ama Ortadoğu olan ülkemizin tam göbeğinde havaya uçurulduk, üstelik içimize kadar giren canlı bombalar sayesinde.

Her şeyin bilindiği ve gözler önünde olan olay sonucunda yüzden fazla canımız toprak ile buluştu, bir o kadar canımız hastanelerde şifa bekler konumunda. Bu göz göre göre bir katliamdı, canlı bombaların aramıza katılıp patlamasına olanak sunan ise hepimizin bildiği ve Suriye savaşının başlangıcından sonra ilk katliamda (Suruç) rol oynayanlar olduğunu hepimiz ismimiz gibi biliyoruz.

Cümleleri yuvarlamadan, köşeli vurgular yapmadan somut bir durum var, öldürüldük! Hepimiz kurbanız ölüm karşısında. İçimizde patlayan bombaya karşı savunmasız, tedbirsiz ve o kadar bilgisizdik. Kafamızdan aşağıya doğru giydirilen çuvalın içinde olayların akışına göre tepkiler verir konuma dönüştürüldük. Anlık tepkiler, anlık duygusal yorumlar, anlık bakışlar ve anlık taraf konumun da olmamız bizim tercihimiz değil, bizi yönetenlerin, biçimlendirenlerin oluşturmuş olduğu gündem değişiklikleri arasında algılarımız ile oynayanların başarısı olarak bizler canlı bombanın olduğu yerde duruyorduk. Patlayan bombanın gelişim sürecinde değildik, sonuçtuk!

Bomba ayrım yapmadan bizi öldürmüştü.

Ankara’ya gidenler homojen bir topluluk değildi. Her renkten, her görüşten, her kültürden ve örgütlenmiş cahilliğe karşı tepkili olanların toplandığı bir etkinlikti. Çağrıcıların kim olduğu pek önemi yoktu, önemli olan o tepkinin seslendirilmesiydi. Ankara seslendirilme merkezi olması yaşadığımız çağın ruhuna uygun yerdi. Merkezi hükümetin yaratmış olduğu kaosa ve baskıcı tutumuna karşı biz de varız ve bizim de haklarımız var denilecekti. Henüz Ankara ayazının etkisi ortadan kalkmadan, sabahın ilk saatlerinde Ankara Garı önünde kortejler oluşurken havayı ısıtacak olan bir patlama saat 10:04’de zamanı durduracaktı. Bazı canlarımız için zaman gerçekten donacak, diğerleri için ise akmaya devam edecekti. Akan zaman kandı.

Ankara Garı önü kırmızı ve barutun yaratmış olduğu bir atmosfer ile kaplıyken polis patlamanın olduğu yere gazlar ile müdahale edecek ve kime neden saldırdığını bilmeden gazlar ile oluşmuş olan barut bulutunun daha da ağırlaşmasına sebep olacaktı. Canlı bomba kan gölüne döndürdüğü yerde nefes alacak havayı da atılan bu gazlar yok edecek ve ölümün daha da artmasına sebep olacaktı.

Ölen bizdik, katili hepimiz biliyoruz, saklamaya gerek yok!

Gözümüzün önünde, duygularımızın şelale olarak gözlerimizden döküldüğü yerde yaşandı her şey.

Canlı bomba o gün karar vererek gelmiş ve tesadüfen patlayan bir nesne değildi, planlı, sistemli ve devamlılığı olan bir uygulamanın noktasıydı. Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç ve Ankara ile devam eden ve edecek gibi olacağı varsayılan bir çizginin noktasıydı.

Katil ve tetiği çeken kim olduğunun artık pek önemi yok, ölen canlarımızın kanına karışıp toprağa düşmüştü, önemli olan onun oraya gelmesini sağlayan ve o ortamı yaratanların açığa çıkmasıdır. Kimler canlı bombayı hazırladığı ve bombayı verdiğinin de pek önemi yok, önemli olan o koşulların oluşmasını sağlayan emperyalist ve faşist düşüncenin kök salmasına olanak verenlerin açığa çıkmasıdır ki bu vahşet bir daha yaşanmasın! Ortadoğu’nun kaderi olmaktan çıksın. Çıkar çatışmalarının ortasında bizler öldük, öldürüldük.

Homojen bir şekilde öldük, heterojen yapımızın durumuna bakmadan. O meydanda hepimiz vardık, hepimiz örgütlenmiş cahilliğe karşı sesimizi çıkarıyorduk. Ölen biziz!

Ankara katliamında biz öldük, ama örgütsel çıkarları önüne alanlar heterojen yapımızın yapısal sorunu belki de ölülerimizi kategorize etmeye başladı ve ölenlerde ve "bizden" diyerek ayrı bir şekilde anma yapmakta ve cenaze törenlerinde sanki diğer canlar yokmuş gibi bizim canımız daha çok acıyor gibi davranışlar sergilemekteler. Her parçalanma ve ayrışma aslında örgütlenmiş cahilliğe verilen üstü örtülü bir destektir.

Bunu yapanlar bilmelidir ki, savaştığın sınıfın propagandasına dolaylı olarak destek olmaktadır, savaşmıyor savaşıyor gibi yapanların gölge oyunundan başka bir şey değildir. Ölümden propaganda aracı yapmak ne yazık ki geçmişin bize bıraktığı kötü bir mirastır. Mağdur olana gösterilen hoş görünün kötüye kullanımından başka bir şey olarak görmemekteyim.

‘En iyi biz öldük’ der gibi parti ve kurum ismi ile yapılan bu ayrımcılık ölenlerin anısına bana göre saygısızlıktır...

Ölülerine saygı duymayanlar, kendilerine saygı duymaları ve etik denen kavramdan uzak olması tesadüfi değildir. Her koşul ve ortamda kendi çıkarı için her şeyi propaganda aracı görenlerin ne yazık ki devrim gibi hedefleri olduğunu düşünmüyorum. Küçük çıkarları her şeyin üstünde tutanlar bu ülkede yaşayan halkların arkasından bıçak sapladıklarını düşünüyorum...

Ankara’da, Suruç’ta, Reyhanlı’da, Diyarbakır’da ölen biziz!

Ölüm ayrım gözetmeden bize karşı gelmiş ve katillerimiz bütün katliamlarda ortaktır...

Aynı silah ile ölürken nasıl olur da sen ben ayrımı ya da öteki ayrımı yapabiliriz?


İsmail Cem Özkan

15 Ekim 2015 Perşembe

Profesyonel!

Profesyonel!

2009 yılında devlet tiyatroları sahnesinde seyircisini selamlayarak başlayan Duşan Kovaçevic’in yazdığı oyun bugün dahi salonu doldurarak seyircisini selamlamaya devam ediyor.

Peki, bu oyun neden uzun zamandır sahnelerde ve oyuncular her oyunda aynı performansı gösteriyor? Ben 6. sezonda gidip oyunu izleme şansına sahip oldum, oyuna girerken bu kadar ilgi gören bir oyunun neden ilgi gördüğü konusunda kafamda sorular ve kendimce bulduğum cevaplar içinde girdim. Çünkü oyun hakkında daha önce okuduğum (ki ben hiçbir oyuna önceden hazırlanarak gitmem, bağımsız bir göz ile oyunu izler, sahne düzeni içinde oyuncular ile seyircinin tepkisini gözlemler ve sonra eğitimin bana vermiş olduğu ön yargılar içinde oyunu irdelerim. ) bir çok makalede ‘harika’, ‘mükemmel’, ‘mutlaka izlenmeli’ cümleleri okumuştum. Bu kadar övgü alan ve oyuncuları ödül almış bir oyunu yıllar sonra ‘artık artık yeter, başka oyun oynamak istiyorum!’ ruh hali oturmuşken izleyeyim dedim! Ama beklentimin dışında sanki ilk oyun oynar gibi heyecanlı, hareketli, eğlenceli, zaman zaman hüzünlendiren, kahkahanın eksik olmadığı bir oyun ile karşılaştım. Ön yargılar ile gidilen her yol mutlaka sizi şaşırtan, ön yargıları kıran bir şeyler ile karşılaşırsınız, ki ben oyunun ilk ışığı açılırken duygusal olarak o beklentileri ortadan kaldırdım ve hiçbir şey okumamış, duymamış gibi kendimi oyunun havasına bıraktım. Bu benim bir tercihim, çünkü hangi oyuna gidersem gideyim oyunun bana vermek istediği hava içinde eğlenmek, hüzünlenmek ve anı yaşamak istiyorum, dışarıda başka hayat akarken birkaç saatimizi belki dakikalarımızı kendimiz için kullanma hürriyetini kullanalım! Bir küçük ya da büyük salonda orada yaşayanların ve sahnede olanların oluşturmuş olduğu dünyada dakikalar içinde yaşamak bile insanı yaşadığı coğrafyadan, siyasi gerginliklerden ve birikmiş öfkeden uzaklaştırıp başka bir duruş noktasına çekip, bir de buradan bak diyen bir mesajı bilin altına, üstüne atıyoruz / alıyoruz.

Oyunun konusuna gelmeden sahne, ses, ışık ve benzeri teknik konulara kısaca değineyim, çünkü oyunu bütün yapan bu teknik alt yapıdır. Alt yapı kötü olursa oyuncunun sahnede yeteneğini ortaya koyması sanıldığı kadar kolay değildir. Elbette bazı oyuncular en kötü dekor önünde de devleşip, sahnedeki bütün olumsuzlukların üstünü örtebilir ama bu genelde tek kişilik oyunlar için geçerlidir diye düşünüyorum. Sahne; iki masa, bir üç kişilik deri koltuk bir kitaplık, ki oyun içinde sadece görüntü olarak yerini almıştır, işlevi görselliktir. Bir mini bar. Karşı oteli gören bir pencere. Daktilo, kağıtlar, kitaplar… Seyirciye göre sola açılan bir kapı. Büro olarak tasarlanmış. Oyun ile hiçbir bilgisi olmayan için sahne ilk sözünü söyler. Burası bir dergi ya da yayınevi editör odasıdır. Işık oyunun girişinde daktilo sesi ile birlikte açılır, Teodor Teya Kray olduğunu öğreneceğimiz bir kişi daktilo ile bir şeyler yazmaktadır. Yan odada eski halk türküleri çalmaktadır. Daha doğrusu Sırp yerel türküleri ve kulağımızın aşina olduğu Roman türküleri… Köylülerin türküleri olduğunu oyun içinde Teodor (Teya) seslendirecek. Çünkü geldiğin yeri unutma, burada sen buraya ait değilsin, döneceksin mesajı verilmek istendiği vurgusu özellikle oyunda belirtilecektir. Teya yayınevine editör olarak atanmış ve yüzellisekiz kişiden sorumludur. Batmakta olan bir yayınevin de önemli bir görevdedir, oranın düze çıkması için canla başla çalışmaktadır… Müzik seyirciyi rahatsız etmeden arka fonda izleyiciye mesajını vermeye devam eder. Zaman zaman oyunun akışına göre kulağımıza gelen ses, oyun içinde akışa uygun olarak hepten ortadan kalkmaktadır.

Teya 40. yaş gününü kutlayacaktır. Sekreteri olan Marta ile çıkıp o günü birlikte kutlayacak ve eğleneceklerdir. Ama olaylar öyle bir şekilde akar ki beklenti ve istemlerin hepsi oyunun havası içinde buharlaşacak ve birer beklenti olarak kalmasına sebep olacaktır. Oyunun konusu anlatırken bu noktaya değineceğim. Marta aynı zamanda onun eli kolu gibidir, zor anlarında sığınacağı bir liman işlevi görür, rahatsız olduklarını kendisinden uzakta tutan küçük sırlarını paylaştığı bir roldedir. Marta kocası ölmüştür. Çocuğu vardır. Teya eşi ile ilişkisi bilinmez ama ayrılmıştır ve emniyette çalışan biri ile evlidir. Eski eşinden bir çocuğu vardır.

Luka Laban, 30 yıl devlete polis ve ajan olarak görev yapmış, iki sene önce emekli olmuş ve şimdi taksi şoförü olarak hayatını kazanmaya çalışan eski rejimin sadık adamı. Olayları tecrübesine ve devlet bilgisine göre yorumlayan ve somut çıkarımları olan biri konumundadır. Bir oğlu vardır ve rejim karşıtı olduğu için yurt dışında yayıncılık yapmaktadır.

Didaskalik (Fransızcada “talimat” anlamında didascalıe sözcüğü için eleştirmenler birçok terimde olduğu gibi farklı karşılıkları tercih etmektedirler: didascalie, didaskalik metinler, sahne açıklamaları, sahne bilgileri, sahne yönlendirmeleri veya ayraç içleri, yan metin gibi.) oyun içinde kullanılarak seyirciyi oyuna yabancılaştırarak bir anlamda oyunda verilmek istenen mesaja dışarıdan bakmak için olanak sunan nefes alma konumunda kullanılmış. Oyunun temposu içinde aslında yazar bakın bunun altını çiziyorum, buraya bakın der ama her alt çizgisi ya da parantez içinde ki kelimeler mesaj vermez, seyirciyi hazırlar, o hazırlık içinde seyirci gelmekte olan mesaja doğru algısını açmakta kullanılır. Rejim eleştirisi aynı zamanda yaşanan çağın eleştirisidir. Değişim, değişim sonrası yaşadığımız anın kara mizah yöntem ile eleştirisini yaparken eğlenceli boyutunu öne çıkararak bir anlamda yaşadığımız trajediye parmak basmaktadır.

Oyunun konusu aslında yaşadığımız çağın bir sahneye uyarlanmış komik ama trajediyi içine iyi harmanlanmış halidir. Emekli bir polis, yayınevinin yöneticisi ile randevusuz görüşmeye gelmiştir. Annesinin hitabesini kullanarak Teya ile görüşmeyi başarır. Elinde iki çanta vardır, biri çok büyük, diğeri ise kitaplar içine sığacak şekilde olan bir çantadır. Önceleri kim olduğunu araştırır Teya, her davranışı önceden yan metin olarak okur. Sonuçta ne asker arkadaşıdır ne de çocukluk arkadaşı ama hayatının en ayrıntılı şeylerini bilmektedir.  Luka, kendisini polis olduğunu ve onsekiz yıl boyunca izlediğini belirtir. Devlet adına devlet düşmanını izler. O dönemlerde yazarlar lokaline takılan şair ve öykü yazarı bir genci takip etmektedir. İdealist, özgürlük isteyen ve var olan rejim ile barışmayan biridir. Her sözünü kayıt altına alır polis. O artık özel ilgi alanındadır. Polis teşkilatı bireyleri tek tek o dönemin olanakları içinde izlemekte ve izlediği kişinin karşısına değişik mesleklerde çıkmaktadır. Çevresini iyi gözlemlemeyen biri bu kimlik değiştiren kişiyi fark etmez. Yakın takiptedir ve konuşulanları kayıt altına alabilecek kadar da yan yanadır… Rejim kendisini korumak adına bireyleri izlemekte ve raporlaştırmaktadır yani fişlemek. Fişlenen dosyanın kabarık olduğunu oyun içinde cilt cilt çıkan kitap şeklinde hazırlanmış dosyalar ile öğreniyoruz.
Luka, polis teşkilatının kendisine verdiği görevi devletin çıkarı yönünden yerine getirirken, bir süre sonra kurbanından etkilenmeye ve bu etkinin sonucunda oğlunun teşviki ile fişleri birer edebi dile döndürmeye başlamış. Yıllar içinde biriktirdiği fişler (raporlar) birer öyküye dönüşmüştür. Konulara göre ayıran Luka yıllar sonra ameliyat öncesi kendi gerçekliği ile yüzleşmek adına kurbanı ile yüzleşme ve onun da olurunu alarak son yolculuğuna çıkmak istemektedir.

Oyun bir polis ve kurbanın yüzleşmesi olarak kurgulanmış ama kim kurban, kim avcı olduğu konusu iç içe geçmiştir. Devlet mekanizmasının rejimin adı ne olursa olsun aynı işlediği ve yeni geleninde aynı şekilde devam ettiği bilgisi vardır. Hangi rejim ismi ne olursa olsun devlet denen mekanizmasının olduğu yerde kurban, avcı ve de bu işi düzenleyen bir teşkilatın olduğu ve olacağı vurgusu oyunun tüm sahnelerine işlenmiştir. Olay her ne kadar Belgrad’ta geçiyor olsa da, Tito rejiminden bugüne doğru yönelmiş olsa da aslında adlarını değiştirin her ülkeye ve her rejime uyarlayabilirsiniz.

Bugün ülkemizde kendisini halktın tek temsilcisi gören birini koruyan yasal düzenlemelerin olduğu ve onu eleştirmenin aslında terör örgütü saldırı olarak algılandığı ve cezai yaptırımlar olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalırız. En ufak bir eleştiri bile ceza almayı ve sorgulanmayı ve savcı ve hakimlerin inisiyatifi dışında düzenlenen maddeler ile zorunlu ceza veren kuruma dönüştüğü gerçeği ile karşılaşırız.

Teya, şairdir. Eski düzenden yeni düzene geçişte kendisine bir yayınevinde şef redaktör olma görevi verilmiş, yayınevinden çıkacak kitapların yayınlanıp yayınlanması konusunda tek karar vericidir. O oraya tırnakları ve mücadeleleri ile geldiğini düşünmektedir ama Luka bu gerçek olmadığını seçilerek ve rejimin ihtiyacına cevap verdiği için o göreve getirildiği gerçeğini haykırır. Ve oğlu sürgündedir ve oğluna gönderdiği mesaj adresini devletten sakla, sağlığına bak demektir. O da eski rejimin savunucudur ve yeni rejim ile çatışmalı özgürlük istemektedir. Tıpkı yıllar önce Teya istediği gibi. Rejim değişmiş, muhalefette özneler değişmiş ama tema (konu) aynıdır.

Profesyonel iki insan, yani maaş ile çalışan emeğini para karşılığında değerlendiren iki profesyonel insanın anına, geçmişine ve geleceğe bıraktığı mesaj dolu ve her konuşmanın kayıt edildiği ve o kayıttan iyi bir tiyatro eseri çıkacağı gerçeğini oyunun sonunda daktilonun başına oturup kayıt makinesinden gelen sesleri çözümlerken ile karşılaşırız. İzlediğimiz oyun (eser) aslında yaşanırken yazılandır, izlenirken tekrar yazılandır…

Oyunculuklara gelirsek, Bülent Emin Yarar, oyunun karakteri olan polis Luka  Laban içine girmiş gibidir. Onun küfürleri ağzın içinde mırıldanması, mimikleri, özgüveni, düştüğü hayal kırıklığı ve kayıt altına alırken duyduğu heyecanı ve öfkesini muhteşem şekilde canlandırmış, bir anlamda seyirciye bakın ben bunu oynuyorum ama yaşatıyorum derken oyun sahnesine seyircisi davet etmektedir. O küçük büro bir salon olmuştur, kullandığı mimiklere seyirci katkı sunmakla kalmıyor destek dahi veriyor.

Yetkin Dikinciler canlandırdığı rol Teodor Teya Kray. Bir şair, öykü yazarı. İki kitabı çıkmış ve öğrenci gençlik içinde yıllar önce aktif olmuş, daha sonra aydınlar arasında yerini korumuş bir lider konumunda kişidir. Ailesinden uzakta ülkenin metropolu dediğimiz Belgrad’ta yaşamaktadır. Eski rejim altında sürekli ev değiştirmek zorunda kalmış, o rejim içinde devletten uzakta ve genelde maddi sorunlar içinde yaşamıştır. Yeni rejim içinde bir yayınevinde editördür. Ailesinden uzakta ve baba sevgisine kavuşamamış, annesine bağlı ve onun hastalığı sırasında yanında olamamanın getirmiş olduğu bir kırgınlık içindedir, şimdi de oğlundan uzaktadır ve özlem ile resmine sarılmıştır. Duygusaldır. Oyun içinde didaskalik metni seslendirmiş ve oyunun içine seyirciyi davet ederken aslında seyircisiniz demektedir. Seyirci ile zaman zaman kurulan iletişim ve sponten gelişen sohbetlerde muhteşem bir performans sergilemektedir. Şair, yazar ve de editör olan Teya rolünü olması gerektiği gibi yerine getirirken sanırım bir de Yarar gibi ödül sahibi de olmuş.

Usta oyuncuların oyunculuklarına bir şey denilemez, sadece övülür. İki büyük ustayı sahnede yan yana görmek ayrıcalıktır, her iki oyuncuyu büyüten aslında karşılıklı dayanışma ve oyunun gerçek rolünü iyi benimsemiş olmalarıdır. Fakat arkada iki ayrı rol daha vardır ki, işte bu iki rol aslında sahnede olan iki karaktere daha fazla anlam ve ayrıntılarını çıkmasına olanak vermektedir. Marta her ne kadar çok pasif gibi duruyor olsa da özellikle Teya rolüne dışarından sunduğu destek ve yardım etmesi hem oyuncuyu rahatlatmakta hem de akıcı ve hızla devam eden sahneler arasında seyirciye konular arasında geçişte nefes almasına olanak sunmaktadır. Bu karakteri Gülen Çehreli hayat vermiş ve hak ettiği alkışı final sahnesinden sonra selamlama anında almıştır.

Oyunun içinde tek bir sahnede sahneye gelen ve en pasif rol olan kaçık olarak adlandırılmış ama kitap bastırmak için tüm enerjisini veren ve hatta kavga etmekten kaçınmayan bir yazar adayı daha vardır. Süre kısıtlıdır ama bu kısıtlı zaman içinde dışarından gelen sesin sahnede hayat bulmasıdır aslında. Cenap Oğuz canlandırmış ama benim izlediğim oyun içinde (diğer zamanlarda ki performansını bilemiyorum) o kaçık rolüne belki de sürenin çok az olmasından kaynaklanan tam kendisini vermediğini düşündüm. Sanki oraya kolajlanmış gibidir. Biraz aykırı durmakta, sahnede olup olmaması gerektiği konusu bile düşünülecek kadar zamanı kısadır..

Bütün bunların bilgisi dahilinde oyunu, sahne düzenlenmesini ve sahneyi kullanma açısından başarılı buldum. Işık ve ses konusunda belki Küçük Sahne’nin (Beyoğlu) getirmiş olduğu düşük tavandan kaynaklanan birkaç rahatsız etmeyen sorun olmayan şeyler gördüm ama ellerine ve de yüreklerine sağlık. Tüm emekçiler, kostümünden, sahne düzenlenmesine yer alanlara kadar hepsinin ortak emeği olarak hayat bulmuş. Oyunun yönetmeni oyuna hayat vermiş ve başka projeler peşinde, onun getirmiş olduğu bu birliktelik uzun süre sahnelerde kalmasını dilerim..

Oyunun çevirisi işin püf noktası, tiyatrodan anlayan, Türkçeyi iyi kullananlar tarafından dilimize aktarılan bu oyun artık bizdendir, sadece oyucuların isimleri yabancıdır bize!

İyi ki gidip izledim, iyi ki yazdım. Fırsatı olanlar izlesin derim… hayattan bir çok şeyi kaçırdık ama en azından sahnelerde yaşananın bir bölümünü kaçırmayın..

İsmail Cem Özkan
15.10.2015


12 Ekim 2015 Pazartesi

Acıyı kelimeler tarif edebilir mi?

Acıyı kelimeler tarif edebilir mi?

Benim bildiğim kadarı ile hiçbir kelime acıyı tam olarak anlatamaz, hiçbir ses acının gerçek sesi değildir. Derinlerden gelen bir kırılmanın sesi başlangıçtaki gibi sade değildir, yıkarken ulaştığı ses artık farklıdır.

Yıkıntılar içinde duygularım, yüreğim kanıyor, kanın acısını hissediyorum. Ankara sabah serinliğinde kan deryasına büründü, iki ayrı patlama sonunda. Katil kim, kurban kim diye soramadan, henüz soru sormak için saniyeler bile geçmeden üzerimize düşen tazyikli su ve gaz bombası. Ankara kan deryasına dönerken kanın üstünü örtmeye çabalayanların çabalarına şahitlik ettik.

Gözlerimin su kanallarını hiçbir baraj tutamadı, içten ve derinden gelen gözyaşlarım önüne ne geldiyse dışarıya akıttı, önüne geleni parçaladı, kattı, önüne alıp sürükledi. Gözyaşım acımı tarif edebilir mi, sanmıyorum. Acının tarifi olmaz, olamaz. Yaşanır. Binlerce yıldır, insan ilk defa ehlileştikten sonra acıyı yaşadı ve acının ne olduğunu öğrendi ki, acı çektirerek toplumu düzenledi, korkuyu yaydı, büyüttü. İlk defa insan kendisini ehlileştirdi, sonra otu ve bazı hayvanları. Ehlileşen hayvanlar ve otlar bizi değiştirdi. Onlar ile birlikte değiştik, acı ile büyüdük, acı ile geldik bu günlere.

İnsan ilk defa hayvanı ehlileştirdi, ehlileştirdiği hayvanlar sayesinde günlerce otaklarda sürüler peşinde koşmadı. Onlar için çitler oluşturdu, korudu. O hayvanları ehlileştirirken kendisini ehlileştirdiğinin farkında bile olmadı. Farkına varanlar zengin oldu ve diğerlerini yanında karın tokluğuna çalışan işçi yaptı.

İnsan ilk defa otu ehlileştirdi, buğdayı buldu. Buğdaydan kışlık ekmek üretebileceğini öğrendi. Kışın zorlu coğrafyasında avlanmadan barındığı yerde karın acısına dayanacak ateşi buldu. Ateş ile birlikte ehlileştirdiklerini pişirmesini öğrendi, kendisine benzer olan hemcinslerden kendisini ayırdı. Öğrendiğini gelecek kuşağa aktardı.

İnsan ehlileşti, ticareti buldu.

İnsan ehlileştikçe birlikte yaşamının kurallarını buldu, şehri yarattı ticaret sayesinde.

İnsan şehri yarattı ve korku ile insanları ehlileştirilebileceğini buldu. Uğruna ölebilecekleri bir de bayrak keşfetti.

Bayrak hakimiyeti sembolize etti, bazı hayvanlar hakim oldukları yerlere çişlerini bırakırken, insan bayrağını ve çitlerini bıraktı. Kendisi için ürün verecek hayvanları ve insanları bu çitlerin içine hapsetti ve çitleri savunmaları için bayrak dikti. O bayrak için milyarlarca insan öldü, sırf kendilerine bakan daha rahat yaşasın ve kendilerine daha çok ekmek ve aş versin diye…

İnsan evrimleşti. Aslında birilerin çıkarlarına göre daha fazla ehlileşti, ehlileştirdi. İnsan yediği yiyeceğe benzemeye başladı, yiyecek insanı biçimlendirdi, insan; doğayı ve dünyayı!

İnsan toplumu oluşturdu, sonra o toplumu homojen yapma savaşına girdi, tıpkı doğayı homojenleştirip üzerinden para kazanma hırsı ile saldırması gibi…

İnsan kendi katili oldu, tıpkı doğa katili ve diğer canlıların katili olduğu gibi.

İnsan diğer canlıların yaşadığı yerlere beton dikti, adına ev dedi, kasaba dedi, şehir dedi, metropol dedi ve diğer hayvanların yuvasına dikilen evden o diğerleri kimyasal savaş aletleri ile kovuldu. İnsan diğer gördüğü insanları yaşadığı yerden kovması ve katletmesi gibi…

Ankara, 10 Ekim 2015 saat: 10:00 civarında patlayan bomba gibi, kendisi gibi düşünmeyenleri toplu öldürdü. Öldürttü. Öldürmeye de devam ediyor, her birimizi…

Bizler ötekiyiz, öldükçe suçlanan, öldükçe katillerimiz kahraman ilan ediliyor…

İnsan ehlileşti, acıyı tarif edemez oldu.

İnsanın acısını hiçbir kelime açıklayamaz, tarif edemez.

Acı yıkar, acı yeniden oluşturur. Acı toplumları yeniden yaratır…


İsmail Cem Özkan

8 Ekim 2015 Perşembe

Muhalefet olmak!

Muhalefet olmak!

Muhalefet olmak kaderimiz midir, yoksa bizim de gizliden gizliye istediğimiz bir durum mu?

Soru ancak bizim gibi bir ülke içinde anlamı olur, aksi halde başka ülkelerde sol iktidar yürüyüşü içinde ve zaman zaman da olsa iktidara gelip tarihin gidişine etki etmektedir. Ülkemizde sol ne zaman iktidara gelse kontrgerilla onun iktidarı döneminde toplu katliama yol açan eylemlere imza atmış ve iktidarı aciz göstermiştir. Kanları yerde kalmayacak sözü her daim söz olarak kalmış, sorunun arkasına ve cinayetin senaryosunu yazanlara kadar ulaşamamıştır. Bugün dahi bir çok faili meçhul cinayetin arkasında bu takipsizlik ve kanıt eksikliğini görmekteyiz. Eğer birkaç cinayetin gerçek failleri ortaya çıkarılmış olsaydı bugün dahi işlenen cinayetler bu kadar pervasız ve göz göre yapılabilinir miydi?

Sol, bu cinayetlerde aslında mazlumdur, fakat öyle bir algı operasyonu içinde ve propaganda sonunda ölen suçlu katiller kahraman olarak anılır olmuştur, algılanmıştır. Tarih yazıcılar bugünleri anlatırken resmi söylemin dışında söz söylemediği, bulvar gazetesinin oluşturmuş olduğu algılar ile doğruları ve gerçekleri olduğu gibi değiştirdiğini ancak olayları bire bir yaşayanlar bilebilir, büyük çoğunluk yalana yalan diyecek ne bilgi birikimi ne de kırpıntısına sahiptir.

Ülkemizde solun genel bir duruşu var, sürekli muhalefet olmak!

Her toplumsal kırılış sürecinde solun konumu muhalefette iktidarı eleştirmek şeklinde olmuş gelmekte olana karşı tutum sergileyemeden olayların içine düşmüştür. Aslında Bülent Ecevit’in yıllar öncesinden söylediği ve yargılandığı sözde ki gibi bizler sadece seyirciyiz ve sahada oynanan oyuna müdahil olamamaktayız.

Sol, salonlarda geleceğini tartışmakta, meydanlarda ise saldırı olduğunda savunma konumunda kalarak mazlumun yanında yerini almış ve mazlumların haklarını savunurken ideal olan perspektifinden uzaklaşmıştır. Sol, adaletli, özgür bir gelecek için mücadele eder ve bu hedef yönünde örgütlenir denmiş olsa da bu sözler sadece sol tanımlanırken kullanılan ama içinde adaleti, özgürlüğü sağlayamamıştır. Parti disiplini adı altında sağ örgütlenmeden pek farkı olmayan şekilde iç işlerini yürütmekte ama mazlum yanında kavgasında her daim muhalefette kaldığı ve azınlık olduğu için azınlıkların gözünden özgürlüğü tanımlamakta ve onu istemektedir.

Solun pratikte işlevi, var olan toplumsal muhalefete destek ve oluşmakta olan toplumsal dinamikler için (sol fikrinin çok dışında ılımlı İslam / etnik siyaset içinde olabilen veya başka oluşmakta olan gelişmelere) karşılıksız alt yapı oluşturmak ve onlara stratejik destek vermek! Peki, bu durumda solun iktidar olmak ve iktidar yolunda gidilecek bir örgütsel yapı için ne yapılabilinir sorusu havada kalıyor... Çünkü var olan somut durum her daim muhalefet rolünü kabul et ve ona göre davran!

Örgüt üç temelden oluşur, en önemli temel para, strateji/ istihbarat, lojistik! En sonunda ideoloji vs gelir, çünkü üç saç ayağı olmadan istediğin kadar doğru şeyler konuş, değersizsiniz, çünkü tarihe müdahale etme şansın sadece tesadüflere kalmıştır...

Ülkemizde ki solun günlük yaşama etkisi ne yazık ki tesadüf ve kendiliğinden oluşan olayların peşine düşüp, oradan sonuç çıkarmak şeklinde biçilen rolü oynamak!

Liderlik kabiliyeti ve örgütsel yapısı olmayanlar ancak üstlerine düşen tarihi olması gerektiği gibi yerine getirmek şeklindedir...

Doğru şeyler konuşup, doğru sonuçlar çıkarmak sizi ne yazık ki tarihin öznesi yapmıyor, başarısız olduğunuz içinde sizin doğrularınız gerçekleşmiş olsa dahi kimse anımsamayacaktır...

Yazının başında sorduğum sorunun yanıtına dönersem, evet, sol bugün için muhalefet olmayı kendisine biçtiği bir roldür ve ne yazık ki iktidar hedefinden uzakta bu rolü içselleştirmiştir. Muhalefette kalmak aynı zamanda her dönem popüler olmak ve belirli bir muhalefeti içinde barındırmak anlamına geldiği için gizliden gizliye solu yönlendirenlerin istediği bir durumdur, çünkü bu durumda elini taşın altına sürüyormuş gibi yapıp aslında hiçbir risk almadan sürekli muhalefet olmanın getirmiş olduğu koltuğunu korumak anlamına gelir.

Sol, iktidara geldiğinde sağın yaratmış olduğu tahribatı ortadan kaldıracak bir yeni bir strateji konusunda bilgi birikiminden eksik değildir, aranırsa solun tartışmaları içinde bu stratejik yollar bulunabilinir, hatta en geçerli ve en insanı stratejiler bile bu geçmiş tartışmalar içinde durmaktadır. Ama ülkenin içinde düşürüldüğü Ortadoğu bataklığında solun aslında üstüne düşen pek uluslar arası bir rol yoktur. Ülkemiz içinde toplumsal değişimler her ne kadar iç dinamiklerin etkisi ile oluyormuş gibi olsa da kısa tarihimiz içinde bunun iç dinamiklerden daha çok dış dinamiklerin etkisi ile olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Dış dinamiklerin verdiği roller içinde solu güvensiz görmekte ve solun başarı ile çıktığı bir onların belirlediği bir operasyonel durum söz konusu değildir. Sol iktidara gelecekse ve iktidar hedefinde yürümek istiyorsa işte bu dış dinamiklere rağmen yürümek ve onların çıkardığı her türlü engeli aşmak ile yükümlüdür. Bunu göze alacak ve buna karşı direnecek iç işleyişe ve demokratik işleve sahip bir örgütsel yapı ile yol alabilir ve iktidar yürüyüşüne çıkabilir.

Sol, bugün yaşanan sorunlara tek yanıt verebilecek tek güçtür, bu gücü siyasi başarıya çıkarabilecek tek şeyde örgütsel duruşu ve tercihidir. Yerel önem veren ve yerel siyasetçileri merkezi siyasetin içine taşırken yerelin aslında ülke olduğu ve yerel sorunu yerel dinamikler ile çözeceğini ve yerele özgü siyasi yönlendirmelerini günlük stratejilere göre değil, genel ideal olarak belirlediği hedeflere göre yapabilirse sol iktidar yürüyüşüne başlayabilir ve başarıya ulaşabilir…

Sol iktidar içinde özgürce sorunları tartışıp çözüm yolları konusunda konuşacağımız günler özlemi ile…

İsmail Cem Özkan

1 Ekim 2015 Perşembe

Kan iştah açıyor!

Kan iştah açıyor!

Ortadoğu ülkesi bataklığında yaşanan / yaşanması muhtemel olaylar çevre ülkelerde yaşanıyor ve yaşanmaya da devam edecek, çünkü Ortadoğu için birileri tarafından biçilen rol yaşananlara uygun şekildedir. Orada yaşayanlar bu biçilen kaderi bilinçsiz bir şekilde yaşamak zorundadır, çünkü onlar özgür dünyanın yaşadıklarını ancak ekranlara yansıyan ışık süzmesi kadar bilebilmekteler.

Ortadoğu kan ile tarihini ve geleceğini şehir devletlerin kurulduğu günden bu güne kadar yazıyor. Kan Ortadoğu ülkelerinin günlük olarak solumak zorunda olduğu bir koku konumundadır, kanın kokusu sokakları, meydanları ve pusuya yatmış bir geçitte sürekli kokmakta ve çevreye yayılmaya devam ediyor.

Ortadoğu’dan uzaklaşmamız (1923) tarihimiz içinde çok yenidir, aynı alana bugünlerde hızla yakınlaşmaktayız (1980).

Ortadoğu ülkeleri gibi gözükmeye başladık uzaktan bakan biri için. İçinde yaşadığımız ülkenin nasıl göründüğünü uzaklaşmadığımız sürece pek farkına varamıyoruz, sanki batıya aitmişiz gibi davranmaya, batının normlarının ülkemiz içinde olması gerektiğini düşünmeye devam ediyoruz, fakat yaşadığımız son otuz yıl içinde batıdan çok uzakta, ılımlı İslam politikasının sonuçlarını yaşar konumuna geldik.

Suriye konusunda iktidarın tutumu, tipik Ortadoğu ülkesinin liderlerinin tepkisi olduğunu düşünemiyoruz, bize iktidar erkinin kafasının karışık, yeni Osmanlı rüyaları görüyor hezeyanı içinde olayları yorumlamaya çalışıyoruz. Aslında bizler coğrafyamızın büyük parçasına uygun bir tercihin içinde yaşadığımızın pek farkında değiliz. İktidarın niyetleri ve amaçlarını yorumlamaya çalışırken, aslında hangi iktidar gelirse gelsin tercihleri bizlerin belirlemediği, Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçası olduğu gözden kaçırıyoruz. O projeye uygun bir iktidarı yaratanlar, onun zeminin çok önceden hazırlamışlardı, bizler yavaş yavaş o hazırlanan zemine uyum sağladık…

Ortadoğu ülkelerinde kalabalık alanlar ve caddeler; suikast ve toplumu çatışma ortamına çekmek isteyenlerin iştahını kabartır, beklenmedik bir anda bir patlama ile ülke kan gölüne dönmesi içten bile değildir. Bunun en tipik örneğini Lübnan iç savaşında yaşadık, onu izleyen yıllar içinde Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor.

İstanbul’da ki İstiklal Caddesi ve benzerleri her gün milyonlarca, yüz binlerce insanın aynı anda bir cadde üzerinde olduğu unutulmamalıdır. Tipik Ortadoğu ülkesi konumuna doğru hızlı adımlar attığımız günlerde en dikkat edilmesi gereken yerler (kalabalık alanlar) olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Fakat ne kadar dikkat edersek edelim orada yaşanacak her hangi bir patlama ülkenin geleceğini kan ile yazmak isteyenlerin ekmeğini kana bulaması anlamına gelir ve kan ile beslenenler bu iştah açıcı yerden beslenmek isteyeceklerdir.

Kan iştah açar, toplumu biçimlendirmek isteyenler nezdinde. Çünkü kan ile olayların akışına setler çekilir ve kan ile yapılan propagandalar ile toplumun duyarlılıkları artırır ve duygusal tepkiler verilmesi sağlanır. Duygusal tepkilerin olduğu zamanlarda linç ve toplu cinayetlerin normal karşılandığı süreç olur. Toplu kıyımlar ve saldırıları gerçekleştirenler zaman içinde örtülü ödenek ile beslenen yapılar olduğu ve saldırıya katılan duygusal insanlar olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalır. O saldırıya katılanlar gerçekleri öğrendiklerinde kimin piyonu olduklarını da hiçbir zaman öğrenemeyecekler, çünkü sis perdesi gerçeklerin üstünü her daim örtecek ve gerçek yönlendiriciler Gladio örgütünün şemsiyesi altında kalacaktır. Ülkemizde yapılan her türlü toplu cinayet tesadüfler ile oluşmaz, önceden planlı ve örgütlü ve sistemli bir düşüncenin ürünüdür. Önemli olan bunların yaratmış olduğu duygusal ortamda tahriklere kapılmadan soğuk kanlı bir şekilde olaya bakmak ve komşunun katili olmamaktır.

Unutulmamalıdır ki bizler batı gibi gözüken ama tipik Ortadoğu ülkesi gibi olmak üzere olan bir ülke konumundayız, çünkü ülkenin geleceği 12 Eylül 1980 yılı ile çizilmiş ve bu geleceğe uygun şekilde yapılanmaya devam ediyoruz.

Her şehirde bir cadde ve sokak bilinçli bir şekilde kalabalıklaştırılmakta ve o caddeler ve sokaklar da ticari hayat çekici kılınmaktadır, kalabalık olan yerde siyasi iradenin propagandası da olur. Açıktan çığırtkanlıklar ile yapılmaz bu propaganda, yaşam alışkanlıklarına küçük dokunuşlar ile moda teşvik edilir ve bilinç dışı o yeni yaşam profiline insanlar uyum sağlar. Tipik Ortadoğu ülkesi olan ülkemizde kalabalık alanlarda yürüyen insanların profili ile Lübnan’da yürüyen insan profili arasındaki benzerliği kimse araştırmaz ve bu geçişin doğal ve olması gerektiği gibi olduğu düşüncesi hakim olur. Bizler kendi kuyumuzdan dünyaya bakarken, ekranlar ve ışıklı caddelerin camekanından yansıyan bir yalan rüzgarı eşliğinde bir yaprak gibi savrulmaya ve yeni konumuzu bu savrulmanın getirmiş olduğu zemin üzerinde yapmaya çalışıyoruz.

Kan iştah açıyor!

Bir toplum bugünlerde yeniden kan ile cepheleştirilmekte ve bu cephede duygusal tepkiler vermemiz beklenmektedir. Düşman ve dost kavramları sürekli değişirken komşumuz, binlerce yıl birlikte yaşamış hakları bir birine kırdırmayı ve bu kırımdan iktidar erkinin beklediği bir farazi şeklin devletin şeklinin alması beklenmektedir. Bunu durduracak şey duygu aklının yerini aklın almasıdır.

Bizler, her ne kadar üzerimize uygulanan propaganda ve eğitim sistemi ile aptallaştırılmış olsak da her daim duygusal tepkilerimiz yerine aklımızı kullanacağımız bilinci ile bakmamız, her olayda bayrak alarak sokaklara koşmak yerine dur bakalım bu işten kimin ne çıkarı ve bu olaylardan kimler ne kazanıyor diye sormamız gerekmektedir. Birilerin piyonu ve kuru kalabalığı olmak istemiyorsak, duygusal geçişler yaşadığımız anda derin bir nefes alıp, gerçekleri görebilmek için karşılaştırmalı olaylara bakmak zorundayız. Bizim her ne kadar kahramanımız varsa, karşı tarafında kahramanı vardır. Ama bizleri kahramanlar değil, biz idare etmek ve kendi geleceğimize kendimiz sahip çıkmak zorundayız. Önce akıl, sonra duygularımız ile bakmak zorundayız.

Milyonlarca insan bir caddede amaçsızca dolanması Victor Hugo’nun şu sözünü çağrıştırıyor;“Kalabalıklar her zaman tehlikelidir. İçinde ruhlarını ucuza satan alçaklar barındırır.”


İsmail Cem Özkan