Galata Gazete


28 Haziran 2022 Salı

Giden gidiyor ya bıraktıkları…

Giden gidiyor ya bıraktıkları…


Cüneyt Arkın, siyaset üstünde kalmayı çok istedi ama hep siyasetin ve sistemin ihtiyaç duyduğu yerin ortasında durdu.

Bir sanatçı bu dünyadan ayrılınca yaptıklarından daha çok yaşadığı ilişkileri ile gündeme gelir, dedikodu mahiyetinde yapılan bu anekdotlar aslında tercihleri de belirler. Şimdi sistemin en çok kullandığı, en çok da ciddiye almadı, gerek gördüğünde öne çıkarıp, gerek gördüğünde unuttuğu bir sinema aşığının hayatı aslında ibretlik bir hikayedir ve kimse onun hayatını gerektiği gibi işleyemeyecek, çünkü ya kahraman vardır ya da öteki mahallenin çocuğu, yani unut gitsin!

Bir sinema aşığı mesleğini bertaraf edip, beyaz perdenin tılsımı içinde hayatını kazanmaya çalışması ve o tercihi ile hayatına biçim vermesi anlaşılır bir şeydir, çünkü sinema bir tutkudur. Zamanın ruhu sinemeden geçer, artist olmak için İstanbul’un Yeşilçam denen yerine gelip, orada kaybolanlar, bir film uğuruna kızlığını, oğlanlığını artist yolunda feda etmeler. Tutunanlar ve tutunamayanlar..

Bir dönem yapılan yarışmalar ile belirlenirdi kimin artist olacağı, çünkü yarışma artistlerin bir anlamda ilk tanıtımı, ilk podyumu olarak da görebiliriz, çünkü orada başlayan yürüyüş, dört yoncanın biri ile film karesinde yer almak anlamına gelirdi. Yakışıklı, vücudu yerinde olan, dişleri düzgün, güzel bakan, hani köyde kızın yüreğini hoplatacak bir erkek! Çünkü sinema sektörü ki henüz tam oluşmamıştı ama başlangıcında bile sinemanın para işi olduğu, yatırılan paranın mutlaka dönmesi gerektiği bilinirdi... Para nasıl dönecek, izleyicinin açık hava sinemalarını doldurması ile... Ülke değişiyordu, yollar yapılıyor, batı medeniyeti diye sunulan tüketim alışkanlıkları henüz ülkemizin sınırlarından yeni yeni giriyordu. Ulus devleti yaratılmıştı ama halk bundan ne kadar haberi vardı? Sinema bir propaganda aracı olduğu ve halka söylemek istediğini beyaz perde aracılığı ile ister direkt ister dolaylı söyleme aracıydı. Bir propaganda aracının sanat haine dönüşmesi iç içe geçmiştir. Birini diğerinden ayırmak çok zordur, çünkü sonuçta sermayenin istediği ve sermayenin çıkarına uygun bir araçtı ve o aracı devlet istediği gibi kontrol ediyor ve istediği gibi yönlendirecekti, parayı veren istediğini yaptırdığı bir beyaz perde efsanesi…

Artistlerin niyetleri, duruşları, hayallerinin dışında yaşanır beyaz perdenin üzerinde gösterilen öyküler… Her senaryo sonuçta bir öyküdür, öyküsü iyi olmayanın da alıcısı vardır, çünkü her gösterilen mesaj vermeden de sisteme uygun bir insanın yetiştirilmesi için eğitim aracıdır... Sinemayı bir propaganda ve eğitim aracı görünce, her ulus devletinde bir sinema sanayisi olması kaçınılmazdır. Çünkü sinema küresel bir dili içinde barındırır… Sessiz filmin ilk kahramanı Charlie Chaplin’dir, onun başarısı aslında sinemanın kaderini de belirlemiştir… Ondan sonra sinemanın dili öyle bir değişmiştir ki, başlangıcından bugüne kadar muhteşem bir teknoloji ilerlemeyi izleyebiliriz, fakat teknoloji her ne kadar ilerlerde ilerlesin öykü üzerine oturur sinema ve öykülerde sistemin ihtiyacına cevap veren bir dil ile yazılmıştır. Karşı gibi yapılan filmlerde içeriği iyi incelenirse sisteme hizmet ettiğini yakalayabiliriz, propagandanın karşı hali de propagandaya hizmet etmektedir…



Cüneyt Arkın bir çizgi kahramanın beyaz perdeye uyarlaması ile sinema içinde bir kimliğe bürünmüştür. Ulus devletin ihtiyacı olan kahramanlar çizgi romanda yaratılmış, popüler bir hal alınca kaçınılmaz olarak beyaz perdeye uyarlanmıştır… Teknik aksilikler, yetersiz ekipmanlar Cüneyt arkın efsanesinin oluşumunda fazla bir etkisi olmamıştır, çünkü seyirci görmek istediğini beyaz perde de görüyor ve onun yarattığı bir hayal dünyası içinde günlük konuşmasını belirler konuma gelmiştir. Çocuklar beyaz perde de gördüğü artist olmak için oyunlarını bile değiştirmiştir, çocuk çeteleri için yaratılan kahraman paylaşımı anlamına gelmiştir, döven, uçan, haksızlığa uğrayana yardım eden, tecavüze uğrayanı kurtarıp, evlenen kahramanlar! Uluslaşma sürecimizin en geniş kesime ulaşan aracıdır sineme, o kadar ki eşek, katır sırtında yolu olmayan köylere kadar gider ve beyaz perde kurulur... Tiyatro bile olmayan yere beyaz perde asılır ve korsan gösterimler, çöpe giden filmlerden oluşmuş yeni filmler bile gösterilir! Yeter ki çocuğun, yetişkinin hayalindeki artistin görüntüsü perdede olsun, öyküye bile ihtiyaç yoktur!

Cüneyt Arkın bir tarih çizgi içinde beyaz perdede buluşmuştur. Tıp eğitimi almış ama gönlü perdedir. Bir yönetmen ile tanıştı hayatı değişti, her ne kadar artist dergisinin artist adayı olarak duyurulmuş olsa da yönetmendir belirleyici. Beyaz perde atılan adım, jöndür, kendisine uygun film mutlaka bulunacaktır. Zaman geçer ve bulunur da, her artistin bir rolü vardır ve o rolü bir gün oynayacak ve para getirirse eğer o rol üzerine yapışır ve devam eder! “Türkün Gücü” sembolü olur! Bir çizgiden kahraman dünyaya bedeldir, kara lakabı takılır, siyasetin Karaoğlan efsanesi birden sinemada oluşturulur. Siyasetten, günlük çekişmeden uzak değildir sinema, çünkü devletin ihtiyaç duyduğu siyaset insanı gibi, sinemada artistler devletin ihtiyacı varır ve ihtiyaca cevap veren bir gecekondu görünümlü bir sanayisi vardır… Artistler arasında rekabeti varmış gibi haberler yaptırılır, artistlerin yaşamı magazin dünyasının vazgeçilmezi olmuştur. Evlilikler, ayrılıklar, ayağa düşen dedikodular…

Cüneyt Arkın denilince ister istemez Kahramanmaraş katliamı konusuna geliniyor. Artist her seyirciye ulaşan filmler yaparken, bazen yaptıkları amacının dışına düşer, propaganda aracının parçası olur… Hem sağa, hem sola seslenen filmler kimin kullanacağına bağlı olarak anlamlar değişir. Faşist saldırıların arttığı süreçte devrimcilerin savunmada olduğu anlarda yeşil çam her iki tarafa seslenen filmler yapmıştır, üstelik her iki tarafından seveceği artist olması gereklidir. Çünkü hiçbir seyircisini kaybetmek istemez… Hem işçi sınıfını anlatan filmde oynar, hem de faşistlerin ruhuna hitap eden filmde… Maraş katliamı bir sinemadan Alevilerin yerleşim yerine doğru akan bir faşist saldırının ilk adımı olur... Gerçi daha önceden hazırlanmış bir ortamın, ateşi bir söylenti ile verilir. Katliam ile sinemada gösterilen filmin direkt bir ilişkisi yoktur ama toplu gösterimi yapan dönemin ülkü ocakları adı altında örgütlenen kontrgerillanın 12 Eylül’e gidiş için kıvılcımın çaktığı yerdir. Cinayetler katliam boyutunu alacaktır, cepheleşmede taraflar netlik kazanması ve solun yükselişi önlenecektir… Amaç ve hedef yönünde kontrgerilla istediğini alacaktır, sinema bir araç olarak kullanılmıştır…

Cüneyt Arkın oyuncu gözü ile değerlendirilirse iyi bir oyuncu mudur? Elbette değildir, piyasa içinde pişmiş, yönetmenin istediği görüntüyü vermiştir ama oyuncu olarak kabul edebilir miyiz? Elbette kabul edeceğiz, çünkü oynamış, ekmeğini ondan kazanmıştır, fakat göreceli olan kavram ortaya gelir, her ne kadar göreceli olsa da bazı kriterleri göz önüne alırsanız nitelik kavramı içinde “iyi” bir oyuncu olmadığını söyleyebiliriz, ama istenileni vermiş değerli bir oyuncudur… Sinema tarihimiz içinde önemli bir yeri vardır, her ne kadar çekildiği dönemde görülmeyen aksilikler bugün mizah dünyamızın vazgeçilmez kaynağı olmayı sürdürür…

Bu dünyadan bir doktor eğitimi almış ama artist olmayı seçmiş bir oyuncu geçti, iyisi, kötüsü ile ve de anıları ile birlikte… Onu en son sahnede görmüştüm, sahneye / beyaz perdeye bırakıp gitti görüntüsünü…

İsmail Cem Özkan

21 Haziran 2022 Salı

İndirim, bindirim!

İndirim, bindirim!

 

Bir kadını varile koyup, kesiyor, yakıyor, üstüne de beton döküyor ve ceza indirimi alıyor. İyi niyetinden sanırım varile koymuş, etrafı kirletmediği için ya da toprağı ateş yakarak öldürmediği için bir indirim yapılıyor...

 

Şimdi bu indirimi eleştirenler hakkında dava açılabilinir, çünkü yeni çıkan yasa gereği halkı diye başlayan cümlelerden biri uygulanabilir... Aynı şey cumhurbaşkanına hakaret kavramı da girebilir, çünkü adalet demek devlet demek, devlet demek cumhurbaşkanı, tek temsilci yani... Kısaca korku imparatorluğu içinde her şey birden her şeye doğru süner ve nedeni olabilir, çünkü adı üzerinde imparatorluk!

 

Peki, cinayetler neden mahkemelerce dolaylı destek buluyor?

 

Bunun siyasi yorumu yapılamadan yani "her kadın cinayeti siyasi" deniliyor ya o "siyasi" ayrıntıya bakılmadan anlaşılamaz.

 

İktidarın bir ideolojisi var, o ideolojiye göre devleti ve onun organlarını amacına uygun çalıştırıyor...

 

Devletten bağımsız değildir yargı, devletin çıkarı ne ise o karar alınır. Tıpkı futbol maçları gibi, milli maçlarda her zaman haklı olan milli takımızdır, onu eleştirmek demek devletimizi eleştirmek demektir, o yüzden milli maçlarda her zaman yenileceğini bile bile maçta takımını tutmak ve savunmak, aşırıya kaça seyirci taşkınlıklarını görmemek, görürse de haklı bulmak ile yükümlüdür bir futbol yorumcusu...

 

Milli olan her şey siyasidir...

 

Kadınların çalışma ve özgür yaşam alanlarından çıkıp, erkeğin gölgesinde, erkeğine biat eden konuma gelmesi gereklidir, çünkü ideoloji "kutsal kitap" öyle emrediyor! Her ideolojinin bir “kutsal kitabı” vardır, oradan alıntı yapılır ve alınan kararlar o “kutsal” olandan referans ile halka anlatılır. Bu ideolojik açıklamanın sağı, solu, dincisi, dinsizi yoktur, her ideoloji kutsalından beslenir...

 

Şimdi iktidarın amacı bellidir, 1400'lü yıllarda Arap yarımadasında kadının konumu ne ise bugün ülkemizde ki kadının da rolü o olmalıdır, söz hakkı yoktur, itaat edecek, biat etmeyenin ise sırtından sopayı, karnından bebeği eksik etmeyeceksin ki o seni terk edip gitme cesareti olmasın... Kısaca kadının cesaretini yok ettin mi, her şey yoluna girecektir... Cinayetler, sokakta kadına dayak, cami avlusunda kadının yüksek ses ile konulmasına müdahale işte bu bakış açısının ürünüdür. Üsküdar'da bir ilahiyat fakültesi mezuna kadına cami avlusunda erkeklerin müdahalesi ve kadının ona tepkisini belki duymuşsunuzdur, sonuçta erkek diyor ki “sen ikinci sınıfsın, ben konuştuğumda sen susman gerek”...

 

Kadın susması gerek, susturmanın yolu; kazanılmış hakların ellerinden alınması...

 

İdeoloji böyle buyurunca, iktidarın devletinde o şekilde dönüşüme uğradığında elbette hukukta üst yapının belirlediği siyasi çizgiye uymak ile yükümlüdür... Aynı mahkeme 12 Eylül’de farklı karar alır, 60 darbesinde ayrı, bugün ayrı karar alır, çünkü zamanın değişimi öncelik ve bakış açısını da değiştirmiştir.

 

Devletin değişimi hukuk ve yorumlamasını da değiştirir...

 

Sonuçta mahkeme heyeti bir katile iyi hal indirimi yapılıyorsa, orada devletin çıkarı ve ideolojisi söz konusudur... Kutsal olanda yazana kim itiraz edebilir ki?

 

Hukuk zamana uydurulan lastik gibidir, çekenin niyetine bağlıdır... Her indirilen cezai hüküm, başkasının sırtına bindirim olarak dönmektedir.

 

İsmail Cem Özkan

17 Haziran 2022 Cuma

Eski sloganlar bugüne hitap etmiyor…

Eski sloganlar bugüne hitap etmiyor…

 

Eski sloganlar atılıyor, eskisi gibi heyecanlı değil, çünkü ortam ve zaman değişmişti, eski sloganların ruhu da çoktan bizi terk etmişti... İnat ile eskiden kalan sloganlar atılıyordu ama o sloganlar bugünün sorununa yanıt vermiyor, sadece eski arkadaşlara "biz ayaktayız, yok olmadık, gelin bir arada olalım!" çağrısıydı. Fakat çoktan ayrılmıştık, ruhen bir arada ama eskinin yaratılmış öyküleri de abartılarak anlatılırken gerçeklikten uzaklaşş ve eskinin yeniden yaşayacağı iyimserlik dışında bir arada olacağımıza dair her hangi bir şey söz konusu değildi...

 

Kimi eskinin anılarını paraya döndürmüş, kimi hala saf ama "kanmadım fakat farkındayım" diye dikkatlice izler konumdaydı... Eski yol arkadaşlarının sosyal medyadaki paylaşımlarını beğeniyor ya da paylaşıyordu… Eskiye ait aidiyet duygusu ancak bu kadara indirgenmişti. Ortak arkadaşları anmak ve son nefesleri verenlerin arkasından “toprağı bol olsun”, “ışıklar içinde kalsın” demek için orada bir birini izliyor…

 

Eski sloganlar atılıyordu, taşınan afiş, döviz eskiyi çağştırıyordu ama her şey yabancılaşştı... Ne bugünü kucaklıyordu ne de dünü...

 

Bir hayalin peşinde küçük bir azınlık bağırıyor, büyük çoğunluk sosyal medya hesabında “tik tok” esprilere bakıp gülmeye çalışıyordu. Farkındalık, farkında olmak ile olur ama çoğunluk farkında bile değildi atılan sloganlar ve o bir kaç insanın var olma mücadelesi.

 

Aslında hepimiz bir delikten aşağıya bırakılmış kanalizasyona doğru gidiyorduk... Belki denize çıkacağız belki de yolda balçığın ağırlığı içinde bir süre debelenip bataklığın parçası olacağız...

 

Sosyal medyada “tik toklara” bakan ile sokakta yürüyen aynı kaderi paylaşıyordu, umursamazlık ve yalnızlık! Gerçi sokakta afişin arkasında yürüyenler bir kaç kişi olsa da yalnız olmadıklarını düşünüyorlar ama milyonlarca nüfusu olan bir şehirde bir kaç kişi aslında birey bile değildi...

 

Hepimiz zamanın girdabında savruluyorduk, birçoğumuz yaşlandığımızın bile farkında değildik, beynimiz hala genç, vücudumuz yaşlanmıştı...

 

Yol uzundu ama bize ayrılan zaman içinde o yolun ancak bir arpa boy kadar gitmiş olduğumuzun farkında mıydık? Ancak dışarından bakan söyleyebilir, içinde yaşayan fakında değildir...

 

Sloganlar atan bir guruba baktım, “bizden değil” dedim, bizim sloganları atan olsa da kalbim şöyle hızlı hızlı biraz çarpsa, tansiyonum yükselirse yükselsin!

 

Bir avuç kalmıştık ama bizden ve ötekiler ayrımı yapmaya devam ediyorduk, olmayan bir hareketin neferleri gibi hala savunmaya ve yaşatmaya çalışıyoruz...

 

En azından eskisinin üzerinden yeniden yapılanmak, fakat o üzerinde durduğumuz nokta çoktan yer değiştirmiş, “vallahi de billahi de ben durduğum noktada duruyorum ama o nokta çoktan başka yere gitmişti bile”...

 

Her şey hareket ediyor, ben duruyorum...

 

Slogan atanların videosuna baktım, birileri ekmek derdinde, birileri eskinin nostaljik sloganı atma derdinde... Ne ekmek için mücadele eden onu tanıyor ne de slogan atan ekmek için mücadele edeni... Hayat savuruyor, savrulmadım diyen bile zamanın rüzgarından etkileniyor...

 

Her birimizin içinde atmadığı bir sloganı vardır ama hangisi bugüne ait onu iyi tespit etmek gerekli, çünkü olduk olmadık yerde atılan eski sloganlar ancak atanı mutlu ederken onları izleyenlerde sorular oluşmasına sebep oluyor, ne kadar normaldik?

 

Şehrin sokaklarında kendi kendine konuşan insanlar yeniden gözükmeye başladı, eskiden her köyün bir delisi vardı ama o deliler birden görünmez olmuştu ama ekonomik krizi kendi kendine konuşan insanları görünür kıldı. Diyeceksiniz aslında kendi kendine değil telefon ile konuşuyor ama üstüne başına bakıyorum, eline bakıyorum, kulağına bakıyorum, krizi en derinden yaşayan bireyi görüyorum. Yok olmuş bir gelecek perspektifi ve belirsizliğin içinde krizi en derinden yaşayan bireylerin kendi kendine konuşması ve bireysel isyanını görmekteyim, ne konuşan farkında ne de kalabalık şehir…

 

Bir yere ait olma ihtiyacı ve yalnızlık korkusu…

 

Hepimiz yalnızlaştık ama yalnız olduğumuzu kedimize dahi fısıldayamıyoruz, sosyal medya duvarında kalabalığın içinde yaşıyormuş gibi yapıyoruz...

 

İsmail Cem Özkan

12 Haziran 2022 Pazar

Her şey dünde mi kaldı?

Her şey dünde mi kaldı?

 

Sıcak çatışmanın yaşandığı yerde sıkışık alanda yaşam olur ve dünyada yaşananları ve gelişmeleri göremez...

 

12 Eylül öncesi bizi o kadar sıcak noktalarda çatışma halinde bıraktılar ki, gelmekte olan belliydi ama ona karşı yapacak ne ortam ne de sakince durup düşünülecek zaman vardı. Bir çatışmadan öteki çatışmaya, sürekli çatışma yormuştu...

 

Birden gelen bir darbe ve birden ne olduğunu anlayamadan işkence tezgahlarında yaşanan çözülmeler ve birden operasyonlar… Operasyonlara karşı da meğer önceden hazırlık yapılmamış, yeni duruma uygun kamufle olamadan gelen Nazilerin "yıldırım baskın" dedikleri operasyon...

 

Çözülme, illüzyon, dağılma, yalnızlaşma, yoldaşlardan daha çok akrabalar arasında kalan sıkışık zamanlarda başını sokacağı alanlar...

 

Biraz nefes almaya ihtiyaç duyanların başlarından damlayan su damlası ve işkencenin en ağırından son nefesini bırakanlar, ser verip sır vermeyenler, sır verip her şeyi anlatanlar, faili bulunmayana fail olarak suçlananlar, mahkum olanlar, çatışmada dahi olmayanların idam edilişi, adalet hızlı işletiliyordu, aceleleri vardı, suçlu suçsuz karıştırılıp aynı kotada ya da çuval içinde eritme!

 

Yaşananlardan aslında çoğunun haberi yoktu, haber bültenlerine bakıyorlardı ama haber yerine yaratılmış gerçeklik dinliyorlardı... Sakindi her şey, her şey işkence merkezlerinin altına iteklenmişti...

 

Duyulmuyordu ses dışarıya, duyulması gerekeni zaten haber bültenleri duyuruyordu. Asker ne isterse onu okuyordu spikerler...

 

Emir komuta zincirinde planlandığı gibi diyordu birileri için, birileri için ise hayatta kalma mücadelesine dönüşmüştü...

 

Hayatta kalmak için tek tip elbise giyildi bazı yerlerde, kafalar tıraşlandı, çünkü saç demek bit demekti asker bit ile uğraşamazdı, zaten askerin de saçı tıraşlıydı, mahkumu askere benzettiler, "selam dur", "istiklal marşını oku!", "Türkçe konuş, bilmiyorsan öğren!" "görüşemeye gelen Türkçe bilmiyorsa konuşmasın, gözler ile konuşun! Konuşacaksa askerin anlayacağı şekilde Türkçe!".. Ezmek için her yol mubahtı, her türlü acıyı yaşattılar dama düşenlere... Bir çığlık duyuluyordu mahkeme salonlarında, azarlıyordu hakim, "otur, yoksa başına ne geleceğini bilirsin! Arkaya dönme, eller önde, ayak ayaküstüne sakın atma, hakaret, cezası hücre! Hepiniz biliyorsunuz" diye bağırıyordu hakim, savunmaları alırken!

 

Önceden verilmiş kararı açıklayacaklardı ama usulden diyerek savunma alıyorlardı, siyasi, kişisel savunmanın önemi yoktu, usuldendi her şey, en kısa sürede, en keskin sonuçtu önemli olan...

 

Birde dam dışında yaşayanlar vardı, acıların en büyüğünü onlar yaşadı, çünkü belirsizliğin içinde yaşadılar, damda olanlar biliyorlardı başlarına ne gelebileceğini, en fazla hücre, kemik kırılması...

 

Ya dışarıdakiler?...

 

Açlık ile yüzleşmişlerdi, işten atılanlar, fişlenenler, yakınlarından dolayı sürgüne gönderilenler, arada karakola çağırıp gözdağı vermeler... Belirsizlik daha fazla acı verir, acıların büyüğü dışarıdaydı, damda yaşananlara acı bile denmezdi dışarıda yaşananlara bakarak...

 

Her acıdan para kazananlarda türemişti, her zamanın paraya döndürülecek bir ortamı olurdu, acılardan para kazanan yeni mafya türemişti, iltica için ortam vardı ve sadece aranıyor diye bir hikaye uydurulması gerekliydi. Aranmanın belgesi mi olurdu, olmazdı diyerek acı yaşayanların öyküleri paraya döndürüldü, yurt dışına iltica akımı oldu... Elbette buna izin veren devlet oldu, bu sayede yurt dışında bir Türk lobisi için nüfus transferini yerine getirdi... Arada gerçekten mücadele içinde olanlar da oldu ama çoğunluk yaşanmış olayların öyküsünü kendilerine uyarladılar, gurbetçiliğin yeni adı ilticacılık oldu... Devlet biliyordu ama göz yumuyordu, gerekli olanları ülke içinde tut, gereksiz gördüklerini izin ver! Gurbetçinin parası ülkede oluşan ekonomik krize yama oldu, kötünün iyisiydi zaten... Askerlerde dışarıda eleştirileri yok etmek için taviz üzerine taviz veriyordu, yurt dışında kazanılmış Türk işçilerin hakları eleştiri olmasın diye devletçe geri alınıyordu. Gurbetçi kaderi ile baş başaydı ve sadece para gönderen makineydi devlet için onlar. Para gönderen makine! Makinenin dişlisine ilticacının katılması devlet için sorun teşkil etmezdi...

 

12 Eylül’ün ilk dört yılında kitlesel mitingler yapılırdı, zaman içinde azaldı o kitle, çünkü para kazananlar paraları ile ülkede yatırım yapmışlardı ve ilticasını oturum aldıktan sonra geri çekenler ülkelerine tatile "Mercedes" marka arabaları ile geldiler, yatırım yaptılar... En yakınlarını nasıl mülteci yapacaklarını planı yaptılar, çevrelerinde onları da yurt dışına götürüp onların emeği üzerinden para kazanmasını öğrendiler... Kısaca acıları sermayeye dönüştürenler de oldu... Devlet ile çatışmanın ikinci karlı yönü oldu iltica... Ülke içinde yaşanan her toplumsal olay mülteci organizatörleri için yeni bahane demektir... Her olayı sadece devlet kayıt etmez, mülteci işleri uğraşanlarda kayıta alır ve para karşılığında götürdüklerine o yaşanan olayın öyküsü giydirilir...

 

12 Eylül sürecinin ezilenler açısından tarih yazımı aslında türkülerde, şiirlerde gizlidir ama anılar diye yazılan kitaplarda aslında nasıl iyi direndik, iyi dayak yedik ama diye geçen birer travmanın tedavi süreci gibi okunur hale geldi...

 

Gerçekten neler yaşanmıştı, gerçekten her kemik kırılmış mıydı?

 

Zafer kazanan asker, zaferini erlere istediğin gibi döv emrini verendir... Çökert diyordu astsubay, üst subaydan aldığı emir ile, itaatsiz olanı çökertip kemiklerini kırıp, iyileşmesi için hücrede yalnız bırakmak.. İradeyi kırmak için kemik kırdılar...

 

Şimdilerde o kırılan kemiklerin acısı sızlar, hastalıklar, kronikleşen sorunlar o dönemden kalmadır...

 

Dönemin tanıkları romantik bir şey yaşamışlar gibi anlatır, acılar, trajediler zaman geçince komediye dönüşür derler ya, bilerek ve isteyerek bu anıların komediye dönüşmesini anı kitaplarında yerine getiriyorlar...

 

Aklında kaldığı kadar yazılan anılar, olaylar az gelirse eğer komşunun yaptığını ödünç al kendin yaşamış gibi anlat!

 

Tarih, anı kitaplarının iyice süzülmesi ile oluşacak bir kaç damladır, zaten rakıda damıtılarak ortaya çıkmıyor muydu? Çıkan damladan belki gerçeğe en yakın söylemdir...

 

Sıcak çatışmanın yaşandığı yerde ne dünya önemlidir ne de gelecek, çünkü o an vardır ve belki o an birileri için son nefes, birileri için zafer, birileri içinde kaçma anıdır...

 

Anın olduğu yerde zaman ağır akar ama birden hızlanınca nasıl geçti seneler diyesi gelir. Güvencesi olmayan, emekli olacağını düşünmeyenler birden emekli maaşı derdi sarar, çünkü yaşlı insanın geliri olmazsa yoldaşları ona bakmaz, kimsesizler mezarlığına girmeden kimsesizlerin kaldığı bir yurtta sonunu bekler...

 

Kimsesiz, sessiz bir evde sonu bekleyenler yok mu bu yaşadığımız zamanda, dünün kahramanı, arkasından binler giden gençten yaşlıya dönüşmek...

 

Ne çabuk geçti zaman, ne zaman yaşlandık?

 

İsmail Cem Özkan