Galata Gazete


28 Mart 2024 Perşembe

Kardeşlerimi Arıyorum

Kardeşlerimi Arıyorum

Bir gün bir şehirde bir bomba patlar, o patlayan bombanın faili bir Ortadoğulu olarak gösterilir. Medya ve polis anonsları ile gözler o şehirde yaşayan Ortadoğu görümlülere çevrilir. O şehirde yaşayanlardan biri de Tunuslu öğrencidir.

Tunuslu öğrencinin adı Amor’dur. O olayın olduğu zamanda diskotekten evine dönerken sarhoştur ve çocukluk arkadaşının sürekli telefon etmesine rağmen kayıtsızdır. O kayıtsızlık anından itibaren Amor’un geçmişine doğru bir yolculuk başlar, çünkü onun çocukluğu o andaki duruşunun sebebidir.

Eğitiminde hep çalışkandır, kendisine göre ezberleme yöntemleri bulmuştur, örneğin kimya dersi için; ezberlenmesi gereken elementleri arkadaşlarına uyarlayarak bir anlamda yansıtmıştır. Her bir arkadaşının özelliğine göre elementlerden isimler seçmiştir. Arkadaşları onu “inek” olarak tanımlar…

Birbirinden bağımsız ama bir biri ile ilişkisi öyküler bütündür “kardeşimi arıyorum” oyunu…

Her bölümde bağımsız bir anlatım söz konusudur, başlangıç, gelişme ve sonuç. Her sonuç diğerinin başlangıcıdır ve diğer bölüme hip hop müzik ile geçiş olur. Müzik sözleri bizi ne beklediği konusunda ipuçları verir. Söz ve müzik uyumu başlangıcından itibaren kendisini gösterir. Batı ve doğunun harmanlanmış halidir bir anlamda…

Çocukluk ile başlayan öyküler okumak için gidilen Stockholm ve orada yaşamının ülkesi olan Tunus ile bağlantısının devamı seyirciye verilir. İsveç'te bir öğrencidir, yalnızdır. İsveç insanın kendisine bakışı, duruşu ve onun İsveçlilere karşı önyargısı ve bu yargının oluşturmuş olduğu içsel çatışmaya şahitlik ederiz.

Azınlık olmak, öteki olmak yalnız olmak gibi kavramlarının birey üzerine etkisi öyle bir çıplak şekilde verilir ki, okuyucu/ seyirci bu gerçeklik ile yüzleşmesini olanak verir.

Farklı bakışlar aynı metin içindedir.

Bir İsveçli olayı algılayışı ile bir yabancının aynı olaya bakışı ve algısı farklıdır. Farklı yerden bakanın elbette tepkisi de farklı olacaktır…  Çoğu zaman görünmez olan bu insanların penceresinden kendilerine karşı gelişen tepkinin öznesi olmanın yaratmış olduğu baskı ve o baskının geldiği ülkede yaşayan yakınlarının endişeleri ve korkuları bu oyunun içinde ironik bir anlatım ile seyirciye verilir.

Seyirci kara mizahın dilini sahne ışıkları içinde yakalanmaktadır.

Bir bomba patlar ve o şehirde yaşayan bir Ortadoğulu öğrencin tüm hayatı değişir.

Değişim fiziki değildir, ruhsaldır. Gerçek hayatta veremediği tepkiyi düşüncesinde, hayalinde vermektedir. Büyük bir çelişki yaşamaktadır. Tepkilerini bastırmak zorundadır ve oluşan atmosferin bir kurbanı olduğu içinde sinmiş, kaçak ve her an suç üzerinde kalacak korkusu içindedir. Bir diskoteğe girmek isteyen bir Ortadoğulu öğrencinin hayatını karartan polisiye bir olay aklının bir köşesinde saklıdır ve o saklı olan açığa çıkar, çünkü o Ortadoğulu, ayrımcılığa karşı durduğu için ömür boyu taşıyacağı suçlu olarak kaydetmiş fişi hep önüne çıkacaktır…

Bir yabancının üzerine atılan her unsur onun suç hanesine kaydedilir, polis bu konuda araştırma ihtiyacı dahi duymaz, çünkü oluşan önyargı gerçek olarak algılanır ve ona göre raporlanır… Küçük bir yaratılmış suç yabancının üzerinde ömür boyu sürecek bir lekedir…

Ön yargı öyle bir şeydir ki, normal yol tarifi için polisle konuşan vatandaşı bile kahramanımız polis şiddeti gören olarak algılar ve polislere saldırmayı planlar, çünkü o kendi gibi bir mazluma suç atıldığını düşünür…

Önyargı karşılıklıdır, çünkü öyle bir atmosfer içinde yaşamaya zorlanan yabancı ve aynı zamanda Müslüman biri batı dünyası içinde potansiyel cihatçıdır, kelle kesen, araba patlatan, uyuşturucu satan, toplumun düzenini bozan, çocuklarını zehirleyen olarak algılanır… Kişinin öznel durumu göz önünde değildir, o toptan bakışın içinde “kurunun yanında yanan yaştır”… Elbette bu önyargı karşılıklıdır, o da aynı şekilde tüm İsveç vatandaşı ırkçıdır, polisi suç yaratıp yabancıya işkence yapan, devlet memuru her zaman en kötü olasılığı yabancıya layık görendir ve ölümü ve şiddeti hak etmiştir!…

Şehirde bir araç patlamıştır, okumak için İsveç'e gelen zeki bir öğrencinin hayatı iç çatışması ile birlikte değişmiştir.

“Kardeşlerimi Arıyorum”, toplumu her açıdan eleştiren bir öyküler toplamıdır…

Her bölüm bir biri ile ilgilidir, birbirinden bağımsızdır… Her olayın örgüsü sizi diğer olayın içine çekmektedir. Telefon konuşmaları çok iyi düşünülmüş bir bağlantıdır. Bizi Amor’u zaman zaman şizofren olup olmadığını sorgulatır, zaman zaman paranoyak olarak karşımızda buluruz. Çocukluk arkadaşı Shavi vicdanıdır, aynı zamanda onu merak eden, olayları önceden haber vermek isteyen bir iç sesidir…

Oyunun konusu bu olunca, oyuncuların işi zordur, çünkü iç içe geçmiş hayal ile gerçek sahnede seyirciye verilmelidir. Her şey sahnede olması gerek, öncelikle telefon konuşmaları. Telefon konuşmaları arasında iç konuşmalara geçişler olur, her geçiş ışık ile seyirciye verilir…

 Amor rolü ile Uğur Uzunel müthiş bir performans sergiler. Sahneden hiç ayrılmadan her bölümde yönetmenin kendisine vermiş olduğu tüm görevleri yerine getirmiştir. Özellikle efor çok kullanılan sahnelerde sesini çok iyi kontrol etmekte ve seyirciye anlaşılır bir dil ile rolünü oynamaya devam etmektedir…

Shavi rolü ile Metehan Kaya’yı izliyoruz. Uğur Uzunel’in sahnedeki başarısına katkı yaparken, aynı zamanda kendisine verilen rolü -diğer oyuncular gibi-  yerine getirirken sahnede hareket alanı yaratarak Uğur Uzunel’i daha görünür kılmaktadır… Endişeli, neşeli, çocuk gibi saf halini hem mimikleri hem de vücut dili seyirciye rolünü başarılı bir şekilde ulaştırır…  

Can Sertaç Adalıer, kuzen rolündedir ama şivesi ile dikkati çeker, öykünün o bölümünde din ve toplumsal algılayış konusunda Tunus toplumu ile yüzleşmemizi sağlar. Tunus’ta muhalefetin iki net ayrımın olduğu ama o, o ayrımın ortasında kendisine ait bir buda yaşamını seçmiştir. Farklıdır ve farklı olduğunu da özellikle konuşması ve şivesi ile gösterir…

Buse Külekci, Gülün Bakkaloğlu hafiye, büyükanne, hayvan hakları derneğinde telefonda pazarlamacı rolü ile oyunun ayrılmaz parçasıdır. Adını andığımız oyuncular oyuna diğer oyuncuların yapmış oldukları katkılar kadar katkı yaparken, her biri canlandırdıkları roller ile hem eğlenceli anların yaşanmasını sağlamışlar, hemde oyunun daha anlaşılır olmasına katkı sunuyorlar. Oyun onlarsız olmazdı, eğer onları çıkarırsınız sahnede ne Uğur Uzunel ne Metehan Kaya gözükür olur…

İzlediğim yerden sahneyi tam olarak göremedim, o yüzden mimikleri ve köşelere doğru hareket alanları benim için karanlık noktaydı… Elimden geldiğince arkamda oturanları rahatsız edecek şekilde vücudumu eğip bükerek oyuncuları takip etmeye çalıştım. (Balkonda köşe bir yerde oturuyordum.)

Ülkemizde Arap kültüründen gelen bir yazarın sahneye uyarlanmış öykülerini seyretmek büyük bir keyif verirken, bizi batı dünyası içinde yaşanmakta olan günlük hayata her iki açıdan büyüteçle bakmaya davet etmektedir…  Oyun sonunda sizde çok önemli izler bırakacağını düşünüyorum, en azından ülkemizde mülteci olarak gelenlere karşı yaratılan önyargılardan biraz da olsa sıyrılmamızı sağlar…  Oyun üzerine daha fazla söz söylenir elbette, ben sadece bir köşe yazısı boyutu içinde izlenmesi gereken bir oyundan bahsetmek istedim... Konusu ve oyuncuları ile müzik, sözleri, ışık, sahne tasarımı, sahneye arka fonunda kullanılan perde, oyuncular rol dışında orada sahneyi izlemesi akıllıca düşünülmüş olduğunu gördüm. Sahnede bir halı, bir plastik sandalye, birkaç poşunun olması oyunda oyuncuların çok rahat hareket etmesini sağlamış… Bir bütün olarak baktığımızda yönetmen çok iyi değerlendirmiş metni ve metne uygun bir oyunu sahneye taşımış... Oyunda her emeği geçen üzerine düşeni en iyi şekilde yapmış.  İzleyin derim, kaybetmezsiniz kazanırsınız… Bir araç patlar birinin hayatı değişir, seyredin sizin de hayata bakışınız değişiminde küçük de olsa katkısı olsun…

 

İsmail Cem Özkan

 

Kardeşlerimi Arıyorum

Yazan: Jonas Hassen Khemiri

Çeviren: Eylül Aktürk

Yöneten: Barış Gönenen

Yardımcı Yönetmen: Aslı Menaz

Metin Düzenleme & Dramaturji: Kayra Babalık

Dekor ve Kostüm Tasarım: Bengü Şener

Dekor ve Kostüm Uygulama: Ferhat Kaya

Müzik: Utku Güçoğlu

Şarkı Sözleri: Kayra Babalık

Hareket Tasarım: Orçun Okurgan

Işık Tasarım: Ra Yavuz

Işık Kumanda: Deniz Kayas

Müzik Kumanda: Ergün Metin

Afiş Tasarım: Açelya Kırmalı

Fotoğraflar: Gökhan Polat

Yürütücü Yapımcı: Aylin Pınar Aydemir

Asistan: Aylin Akın

Yapım: Ara Sahne

Oynayanlar: Buse Külekci, Can Sertaç Adalıer, Gülin Bakkaloğlu, Metehan Kaya, Uğur Uzunel

 

25 Mart 2024 Pazartesi

Bize sunulanlar bizi kendi gerçekliğimizden uzaklaştırıyor…

Bize sunulanlar bizi kendi gerçekliğimizden uzaklaştırıyor…

Son yıllarda yapılan seçimlerde seçmeni motive edenlere bir baktım, AKP seçmenini CHP, CHP seçmenini de AKP motive ediyor. Karagöz ve Hacivat oyununda hep dayak yiyen bellidir. Seçimlerde hep ayak yiyen bugüne kadar CHP oldu...

Peki, bu oyuna seçmen neden gelir?

Çaresiz ve alternatifi olmadığı için...

 İki sağ parti Türkiye'de yaşayan tüm seçmenlerin akıl tutulması yaşamasına sebep oldu, peki bu akıl tutulması politikası nasıl uygulandı?

Amerika'da iki parti dışında yüzlerce parti olduğunu biliyor musunuz? Olması kadar doğal bir şey yoktur ama kapitalist Amerika’da seçimi kazanabilecek her daim iki parti vardır, diğerlerinin varlık sebebi sosyal hizmet! Bu durum nasıl yaratıldı?

Kapitalizm, kendi kalesinde işçi sınıfının yok eden bir seçim sistemini nasıl hayat verdi, çünkü kapitalist sistemde işçi sınıfının güçlü olması demek sistemin tartışılması anlamına gelir. Seçimler, sistemi tartışmayan ve sistemi hiç söz etmeden savunan iki partinin devir törenidir, başka bir anlatımla yorgun lideri değiştirme törenidir…

Bir ülkede sistemi tartışma dışına çıkardığınız an; sermaye her durumda kazanır, kısaca buna "kazan kazan" modeli derler...

“Kazan - kazan” modeli kapitalizm tanımıdır!

Ülkemizde bu süreç 12 Eylül öncesi 24 Ocak kararları ile başladı...

Liberalizm, revizyonist bir toplumu yarattı…

Kapitalist sistemde yer alan sistemi sorgulamayan sağ sol, ayrımı yapmadan tüm siyasi partiler ve halk revizyonistir...

Amerikan modelini kendine model olarak alan ülkelerde, sistem içinde sistemin sorunu sistemin büyük olarak ortaya koyduğu iki sağcı parti içinde aramak... Sol güçsüzleştirilir, çünkü sol işçi sınıfı demektedir, işçi hakları filan, onlar sermaye sahiplerini rahatsız eder, işçiye verilecek hakları da patronlar belirlemelidir...

 Her şey sistem içindir.

Her şey kapitalizm için işler...

Ülkemizde revizyonist olduğunun “farkında” olmayan sol mevcuttur, devrim hedefi yerine yeniden yaratılacak "cumhuriyet" için mücadele eder… Önüne hangi sıfatı koyduğunuzun önemi yoktur, çünkü sistem ile çatışmaya girmeden sistemin belirlediği sınırlar içinde riske girmeyen politika ve söylem üretmektir... Analiz eder ama analize uygun bir siyasi mücadele partisi yaratmaz, seçimden seçime seçim adaylarını belirleyip analiz etmeye devam eder… Kısaca, 11. Tez sadece geçmişte kalmış bir cümle yığını olarak unutturulur!

Bugün AKP bakanları ile sahaya çıkması tesadüfi mi, değil... Kibirli liderin kaybettiği ortada ama o kibri saklamak için devletin parası, yani halkın parası ile halka propaganda yapılıyor...

Peki, alternatif?

AKP politikası dışında bir politika ortaya koyamayan diğer siyasetçi...

 İmamoğlu sağcıdır. Sağ politika savunur tıpkı öncesi Kılıçdaroğlu ve Baykal gibi... Onların birincil görevi AKP seçmenini sandığa gitmesi için motive etmesi...

Söylemler, bağırmalar, kavgalar, dalga geçer gibi konuşmalar ve hareketler...

Bu sistem içinde tüm liderler kibirlidir.

Üstten bakış söz konusudur ve halkın sorunu yerine ortaya serilen bakanların propagandası, satın alınan bina filan... kısaca halkın gündemi dışında halkın parasını harcayanların suç teşkil etmeyecek ya da hafif ceza alacağı işlerdir...

Tüm bakanlar, tüm vekiller, tüm bürokratlar, memurlar hepsi halkın parasını harcayan asalak konumdadır, başka söylem ile kene konumundadır... Kene yapışmış ama kimse o keneyi çıkaracak ne gücü ne de politikası vardır... Üretmeyen ama denetim görevini de yerine getirmeyenler sadece maaşlarını düşünür ve maaş artışı için ara ara ülkenin liderinden ricada bulunurlar… Lider ne tasavvur ederse –uygun görürse- o maaş onların hakkıdır, kimse bunu tartışmaz, itiraz bile edemez, sadece sendika başkanları görevleri gereği itiraz eder gibi yapıp, üyelerini ikna eder…

Kapitalist sistem içinde kalarak kapitalist sistemi yok edecek bir güç oluşturulamaz, Amerika’nın sırrı burada yatmaktadır...

İşçi sınıfını ve sınıf mücadelesini modası geçmiş bir söylem olarak görenler sistemin gerçek savunucuları ve bekçileridir...

İsmail Cem Özkan

 

14 Mart 2024 Perşembe

Bir gün bir ziyaretçi gelir ve tüm hayatın değişir.

Bir gün bir ziyaretçi gelir ve tüm hayatın değişir.

Ankara Devlet Tiyatrosu İstanbul turnesine gelmiş, turneye gelen tiyatroların eserini izlemek bende farklı duyguların oluşması yanında farklı düşünce kapılarını da aralıyor.

Farklılık, hayatın tek düzenine karşı sessizce bir isyandır…

Her farklı olan şey bizi farklı bir hayata taşıyabilir, zaten hayatımıza giren her teknolojik ürün bizi geleneksel hayatımızı bilensizce terk etmemizi, yeni olana kısa sürede alışmamızı sağlamadı mı? Yok olanın yerini yenileri alırken, ister istemez bireyi kendisine ve çevresine yabancılaştırır. Yabancılaşan insan bir anlamda içten içe bir kriz yaşar ve onu yönetebilirse başarılı olur, aksi halde izleyici olarak kalmaya mahkumdur. Hayatı izleyen ve müdahil olmayan çoğunluk ise otorite kimse onun gölgesine sığınıp çaresizliğini yaşamaya devam eder…

Oyunumuzun kahramanını Ruth Steiner’in hayatı bir ziyaret ile değişecektir.  

Peki, Ruth Steiner kim?

Ruth Steiner bir şairdir, Amerika’da ünlüdür, aynı zamanda üniversitede profesördür. Uzun yıllar boyunca öğrenci yetiştirmiş, öğrencilerini izlemeyi, onlar hakkında kendi içinde yorum yapmayı sevmektedir… Okul dışında ise yazı yazma konusunda danışmanlık ya da günümüz içinde popüler olan “yazarlık dersi” vermektedir ama yazarlık, ders verilerek olacak şey değildir. Günümüzde para kazanma yönetimlerinden sadece biridir, olmayacak şeyi olmuş gösteren yeni meslek dallarındandır…

Hayatını değişecek o ziyareti bir öğrencisi yapacaktır, özel ders almak için kapısını çalacak…

Kapı açılmıştır ve beklenen konuk kafasında yaratmış olduğu imaja uygun değildir. Kısa süreli beklentiler ve onun yaratmış olduğu durum ortamı germiş olsa da sonuçta para karşılığında zaman ayırmaktadır ve masanın başına geçilir ve çalışmaya başlanır.

Oyunun kurgusu diyalogların içindedir. İzleyiciyi o diyaloglar ile sonuca doğru hazırlanır…

“Konuşmak yerine yaz, çünkü konuşmak/anlatmak yazma dürtüsünü ortadan kaldırır!”

Öğrenci hem de konuk olan Lisa Morrison yazar ile daha fazla yakınlaşmak için her yolu denemektedir, girişkendir, canlıdır, öğrenme açlığı içindedir… Ruth Steiner bir asistan aradığını öğrenir öğrenmez talip olur. Hemen kabul etmez yazar, çünkü prosedürü vardır ve o prosedüre uymak zorundadır.

Kurallar belirleyicidir.

Her bölüm daktilo sesi ile başlar, çünkü üst yazıda yıllar ve yeri yazmaktadır… Daktilo aynı zamanda yazarların kullandığı araçtır… Sahnede daktilo hiç görmedim, gözüm aradı. Sahnede her şeyin bir matematik hesaba göre konduğunu bölüm arasında oluşan karanlıkta yapılan düzenlemelerden çıkarıyorum.  

Her bölüm öykünün bir parçasıdır…

Donald Margulies öyle bir oyun yazmış ki, sizi diyaloglar arasında tutuyor, her bölümde sona doğru taşımaktadır… Her sahne aslında sonuçta toplu olarak sonucun bir parçasıdır… Oyun sizi başta biraz sıkabilir, çünkü sonuçta diyaloglar yer almakta ve ağırlıkta Lissa Morrison’un mimikleri, ses tonu, davranışları seyirciyi kucaklamaya çalışmakta, Ruth Steiner daha otorite, sesi tok, davranışlarında sürpriz yoktur… Oyunun karakterleri davranış ve ses tonu ile yaşananları seyirciye ulaştırırken Lisa Morrison rolüne hayat veren Elif Kaman ilk sahnede çok başarılı bir çizgi çizmektedir, fakat Ruth Steiner rolündeki Sükun Işıtan ise sesi ile bir otoriteyi çok başarılı bir şekilde canlandırmaktadır. Kelimeler, oyuncuların sesi ve davranışı ile hayat bulmuş sahnede seyircisini konunun içine davet etmektedir…

İkinci bölümde ise ilk sahnede yaşadığımız roller arasındaki ilişki değişecektir, çünkü başarılı bir öykü yazarı aynı zamanda roman yazma adayı bir meslektaş konuma dönüşmüştür. İkisi arasında ki ilişki bir işveren işçi ilişkisinden çıkmış sırlarını paylaşan dostlardır… Bu bölümde ses, mimiklerden ve davranışlardan daha öne çıkmaktadır. Sesler ile yapılan vurgular yaşanan dramın aslında bir trajedi olduğu, geçmişin sırları bir romanın konusu olduğu gerçeği vardır…

Lisa Morisson “konuşma yaz” öğüdünü hayata geçirmiştir, o hayata geçen eylem aslında “etik” kavramını da tartışmaya açmaktadır…

Birinin hayatını onun izni olmadan, onun hayatının içine girip deşifre etmek!

 Popüler kültür öyle bir atmosfer yaratmıştır ki sizin mahreminiz bir metaya dönüşebilir, saklı bir şey kalmasına gerek yok, çünkü okuyucu bunu talep ediyorsa, o talep yerine getirmelidir, hayatı, özel anları elinden alınan için ise sadece sesini yükseltip itiraz etmesi kalıyor…

Bu bölümde Sükun Işıtan sahnede devleşiyor… Artık yaşlanmıştır, yürüme zorlu çekmektedir. Yetiştirdiği yazar popülerdir, okuma günlerine gidip kendi eserini tanıtmak da, onu satışında yer almaktadır… El, ayak, ve vücudu her sesini yükselttiğinde biraz daha titremekte, gençliğinde olduğu gibi vücuduna ve sesine hakim değildir, bir kriz anını yaşamaktadır, aynı zamanda hayal kırıklığı, ve kandırıldığı hissini.

Bir roman için gözlemlenen bir öznedir.

Onun özeli artık onun özeli olmaktan çıkmış, asistanı, hayat arkadaşı tarafından çalınıp başarılı bir romanın öyküsü olmuştur… Bu duyguyu seyirciye öyle bir aktarmaktadır ki, seyirci masadan atılan kitaplar, kağıtların etkisi ile irkilmektedir, sanki kitap salonun içine gelecek gibidir… Çaresizlik, güveninin yok edilmesi ile oluşan hayal kırıklığı, öyle bir sunuluyor ki, ister istemez kurgunun içinde kurguyu yaşan oluyor seyirci…

Elif Kaman ise bu sahnede her ne kadar ilk sahneye göre geriye düşmüş gibi gözükmüş olsa da üstüne düşen görevi çok iyi yerine getiriyor… Sonuç olarak her iki oyuncu diyaloglara öyle bir hayat veriyorlar ki, oyun diyaloglar arası sıkıcı olmasından çıkarıyor, seyirciyi o diyaloglar arasına alıyor… Bu diyalogları ışık, dekor tasarımı ile yaşanır kılınıyor, kıyafetler her bölüm için ayrı ayrı hesaplanmış…

Yönetmen Jason Hale, Donald Margulies’in oyununu Murat Somay çevirisi ile istediği gibi sahneye taşımış olduğunu düşünüyorum… yazmaya hevesli olanların en azından bu oyunu bir kere dahi olsa görmelerini öneririm, çünkü yazmak ve etik kavramını seyircisinin kafasının içinde tartışmaya açıyor, sonucu seyircinin duruşuna bırakıyor, kim nasıl bir sonuç çıkarırsa çıkarabilecek şekilde kesin kanaat belirtmiyor…

İsmail Cem Özkan

 Yazan:  Donald Margulies
Çeviren: Murat Somay
Yöneten: Jason Hale

OYUNCULAR:

Ruth Steiner: Sükun Işıtan
Lisa Morrison: Elif Kaman

Dekor Tasarımı: Selim Cinisli
Kostüm Tasarımı: Fatma Sarıkurt
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Asistanlar: M. Burçak Kaya, Ege Tolga
Sahne Amiri: Pınar Güldü
Kondüvit: Safa Yetişen
Işık Kumanda: Mustafa Bal
Suflöz: Filiz Yılmaz
Dekor Sorumlusu: Ali Şimşek
Aksesuar Sorumlusu: Umut Polat
Terzi: Rabia İpek
Perukacı & Makyöz: Murat Akgün
Sinevizyon Sorumlusu: Deniz Çağlar Yakar

 

10 Mart 2024 Pazar

Önce diplomatlar savaşır, sonra askerler…

Önce diplomatlar savaşır, sonra askerler…

Birinci dünya savaşı öncesidir. Masa üzerinde bloklar oluşmuş, savaş senaryoları oynanıyor…

Dostlar ve düşmanlar…  

Savaş öncesi savaş masa başında ve diplomaside devam etmektedir.

Diplomasi savaşları her savaş öncesi kızışır, sonra sıcak savaşta güçler ortaya serilir ve anlaşma ile sonuçlanır...

Diplomasi masa başında yapılan savaş planına uygun şekilde uygulanır. Dostluk gösterileri yapılır savaşta güç gösteri yapanlar arasında, ikiyüzlülerdir ama olsun düşmanına gülen yüzler ile küfretme dönemidir... Diplomasi gülerek karşındakine küfür edip onu kızdırma ve hata yapmasını sağlamak gösterisidir bir anlamda. Hata yapan kaybedecektir kendi halkının gözünde. Savaşan taraflar için haklı olmak başlangıçta önemlidir, ölecek askerleri motive etmek için…  

Birinci dünya savaşı öncesi savaşa girecek ülkeler ve cepheler bellidir. Güçler karşılıklı olarak ayrılmış, müttefikler ortadadır. Savaşı belirleyecek büyük güç İngiltere ve Almanya’dır, diğerleri o büyük yanında yer alan güçlerdir. İngiltere deniz savaşında üstündür, savaşı kısa sürede biteceğini hesaplamaktadır, savaşın uzaması demek tüm güçlerin zayıflaması anlamına geleceği baştan bellidir...

İngiltere için iki devlet çok zayıftır ve iki zayıf devletten birini yanına almak zorundadır, tercihini Rusya tarafına yapmıştır, çünkü Rusya Prusya’nın ebedi düşmanıdır. Rusya yüzölçümü ve zayıfta olsa güçlü bir insan yığını ordusu vardır. Almanya için o sınırların genişliği gücünün zayıflaması anlamına gelmektedir. Bir de direkt Almanya ile sınırı vardır... İkinci seçenek Osmanlıdır... Ama Osmanlı Rusya’dan daha zayıftır, müttefik olan ülkeye bağımlı olacağı için güç zayıflatacaktır... Savaş sırasında müttefikler için bir anlamda sırtta taşınan bir “hasta” olarak algılanmaktadır. O yüzden İngiltere baştan itibaren Osmanlı Devletini Almanya'ya doğru iteklemektedir... Rusya’da hastadır ama Osmanlı Devletine göre yürüyecek konumdadır, fakat Rusya yardım almazsa iflas edecektir. Bu baştan beri bellidir, o yüzden iflas etmeden İngiltere güçlerini Rusya sınırına taşımak zorundadır...

Churchill Çanakkale’ye doğru gemilerini götürmesinin en büyük sebebi Osmanlı’yı savaş dışına tutmak değildir, Rusya'ya yardım koridorunu açmaktır... Fakat o hayali kısa sürede bitecektir, aceleci kararsı sonucu iktidar koltuğundan da olacaktır... Masa başında yapılan senaryolardaki ilk çatlak lider değişimi ile henüz savaşın başında oluşacaktır.

Almanya ise ona karşı kendi savaş stratejisini masa başında yapmıştır, komutanlarının ve askerlerin nasıl ve nerede ne yapacağı önceden bellidir, sürpriz olmaması gereklidir...

2. Wilhelm Osmanlı devletini üç defa ziyaret edecektir Bağdat Demiryolu hattı çok önemlidir. Lojistik ve enerji yoludur... Fransa etkisinde olan Osmanlı bürokrasi yapısı ve düşüncesine karşı Alman ekolünün yerleşmesi ve Alman askeri stratejisine göre yeniden yapılanması için kapı arkasında görüşmeler ve reformlar yapılması için baskı uygulamaktadır...

2. Wilhelm Osmanlı topraklarının genişliği ve enerji kaynakları açısından Almanya stratejisi için önemlidir. İkinci önemli şey ise halifelik kurumudur. Osmanlı devleti çok zayıftır ve her açıdan Almanya yardımına muhtaçtır ama elinde bir kozu daha vardır: halifelik.

Almanlar dini savaş için bir silah olarak kullanacağını baştan hesaplamıştır. Cihat çağrısı yapması için halifeliği zorlayacak ve o isteklerine ulaşacaktır...

Osmanlı padişahları ilk defa halifeliği bir güç olarak kullanacak ve tarihinde ilk cihat çağrısını bu savaşta yapacaktır... Fakat cihat çağrısının yankısı sınırlı olacaktır, İngiltere ve Fransa yanında savaşan Müslümanlar için cihat çağrısını etkisi çok olmaz. Almanya masa başındaki hesaplarında ilk yanılgısını bu çağrı ile alacaktır.

Almanya, Balkan savaşından çıkmış yorgun Osmanlı toplumunu savaş için hazırlamak zorundadır. Osmanlı devletinin Almanya yanında savaşa girmesinin en önemli sebeplerinden birinin şark cephesinde Rusya’nın insan gücünün parçalanmasıdır, çünkü Almanya için önemli cephe Fransa sınırıdır, Fransa'nın savaş dışına düşmesi demek İngiltere'nin Avrupa içinde hareket alanın yok olması anlamına gelmektedir... Almanya için İngilizlerin Rusya kartına karşı Osmanlı kartı elinde kalmıştır ve tek seçenektir... Almanya direkt Türkiye sınırına ulaşması için Bulgaristan’ı da yanına almak zorunda olduğunu bilmektedir ve savaşan iki tarafı aynı çatı altında savaşmaya ikna edecektir...

Masa başında yapılan hesaplar savaşın çok uzun sürmeyeceği ve kısa sürede Avrupa’da yeni güç dengesi kurulacağı hesaplanmaktadır, fakat masa işi cephelere pek uymaz...

Çanakkale'yi geçemeyen İngiltere Rusya devrimini engelleyemeyecektir...

Rusya'da yeni bir rejimin kurulması başta Almanya’nın işine gelmiş ama kapitalist ve emperyalist politikasına terstir...

Almanya, Rus devrimi ile rövanşını ileriye bırakacaktır...

Almanya için önemli olan sıcak savaştır ve o savaşta ne kadar cephe daralırsa, lojistik stratejisi uygularsa o kadar başarılı olacağını bilmektedir.

Birinci dünya savaşı emperyalistlerin dünyayı yeniden biçimlendirdiği ve sömürdükleri devletlerin bir bölümüne bağımsızlık vermeleri ile sonuçlanmıştır...

Masa başında yapılan plana uygun olarak (kimin ne yaptığının önemi yoktur, kim kazanırsa kazansın) Osmanlı devleti parçalanmış ve oluşan yeni güçlü devletler arasında yeni “uydu/tampon” devletleri kurulmuştur...

Savaşlar masa başında öncelikle başlar ve sonra meydanlara çıkılır… Savaş güçlüler arasında yapılır ve öncelikle kanlı çatışmalar kendi toprakları dışında gerçekleşir…

İsmail Cem Özkan

 

7 Mart 2024 Perşembe

Cevapsız soruları düşünürüm…

Cevapsız soruları düşünürüm…

Yakın geçmişe dair bir çok şeyi düşünürüm ama bir türlü cevabını da bulamam.

Onlardan biri ve belki de en önemlisi bugünler için atılan adımların başlangıcı olarak 1. Dünya savaşı öncesi ve sonrası karanlıktır benim için. O dönemin o kadar çok belirsiz ve üstü kapatılan olayları vardır ki, bizi el yordamı ile arayışa itekliyor. Küreselleşme ve yabancı kaynaklara ulaşma olanağı olunca karşılaştırmalı tarih yaşadığımız ana dair bakışımızı da belirlemeye başladı.

İzmir işgali ve süreci karanlıklar ile doludur, resmi tarih hep kahramanlık hikayelerini anlatır, bir anlamda destanlar ile tarih yazılır. Gerçekler yazılanlar ve bize anlatılanlar gibi midir?

İşgal bir devletin doğuşu için ilk kıvılcımdır.

Birinci Dünya Savaşını yenilgi ile atlatmış Osmanlı İmparatorluğu dağılmaktadır ve yeni devlet İzmir işgali ile bir anlamda kurulması garantilenmiştir. İzmir işgali olmasaydı Samsun'a çıkan İttihat ve Terakki Partisinin kadrolarının önü açık olur muydu?

Halkı yenilgi sonrası savaşa ikna edebilirler miydi?

Büyük olasılıkla savaş yorgunu bir halkı yeniden cephede savaşmak için edemezdi. Kurtuluş ya da kuruluş elde kalanlarla idare eden bir devlet olurdu ama sorunlar çözülemeyeceği için bir "Türk Sorunu" Avrupa politikası içinde hep varlığını koruyacaktır...

 Avrupa için Balkanlarda ve orta Avrupa içine yayılmış bir “Türk Sorunu” vardır. Balkanlarda oluşturulan devletçikler ile Türklerin (Müslümanların) Avrupa’dan Anadolu’ya göçü çete savaşları ile “zor” ile olmuştur...

Zor ile kovulanların bir devleti olacak mıydı?

Anadolu’ya zor ile gönderilenlerin bir devlet geleneği ve kültürü vardır, Anadolu ise o döneme göre unutulmuş topraklardır ve orada da "eşkıya" kol gezmektedir... Peki, eşkıya kime diyorlardı? Hıristiyan ya da gayr-i Müslimlerin hepsine genelde resmi kayıtlarda ve halk arasında Ermeni diyorlardı. Onlara yakın zamanda ilk dersi Abdülhamit Hamidiye Alayları ile vermişti ama onları bu katliamlar ve gözdağları durduramamıştı...

Eşkıya tıpkı Balkanlardan gelen Türkler gibi göçe zorlanacaktı…

Balkanlardan tehcir edilenleri temsil eden siyasi güç, Anadolu’daki yaşayanların büyük bir bölümünü de tehcir edecekti…

Birinci dünya savaşı yenilgi ile bitmiş, İzmir Yunan Krallığı tarafından işgal edilmişti...

Yoksul, köylü Yunan halkının ordusu başarılı olma ihtimali azda olsa vardı ama tüm lojistik, silahlar İngilizlerin elindeydi, onları verdiği mermi kadar mermileri, onların izin verdiği kadar gidebileceklerdi... İşgal edilen bir nokta değildi, her ilerleyiş kontrolü imkansız kılıyor ve zafere diye gidilen yol yenilgiye doğru koşu oluyordu...

Yunanlılar yenilecekti, çünkü geniş toprakları kontrol edecek ne güçleri ne de imkanları vardı...

Çete savaşları, düzensiz oluşturulan cepheler, vur kaç taktikleri ile zayıf olan daha da zayıflıyordu...

İngilizler için ise bir daha kendileri için “ayak bağı” olmayacağı bir yeni devlet oluşturma projeleri arasındaydı...

Mudanya'da mütarekesinde Yunan generali dışarıda bırakarak bir anlaşma yapılır.. Savaşsız, çatışmasız bir geri çekilme karara bağlanır...

Devletin merkezi artık Ankara’dır, kabul edilmiştir, muhatap alınmıştır...

Bursa'dan, Balıkesir’den, Çanakkale’den, Tekirdağ’dan, Kırklareli’nden çekilme sorunsuz olacak, çekilen yerler yaklaşık bir hafta sonra Türk askerleri tarafından doldurulacak, boşlukta oluşan yerelde yaşanan katliamlar, linçlerin önü alınacaktı....

Güç sahibi olanlar birden mazlum olmuştur, güçler değişince olan orada yaşayan "ötekileştirenler" olacaktır.

 Yunan işgalinde öteki olan Türkler, Yunanlılar gidince "öteki" bu sefer Rumlar olacaktır...

Roller değişimi birden ve ani değildir ama linç, paylaşım, işgal artık öteki olanın toprağındadır... Malına, mülküne, savaş ganimeti görülen çocuklarına doğru yapılacaktı...

Dereler, mağaralar birer infaz merkezi olacaktır, gözden uzakta ama sesler ile neler yaşandığından herkesin haberi olacaktır... Kiliseler camiye, çanlar eritilmeye gidecektir... Önce isimler değişecek, sonra tarihi unutturulması için geçmişten gelen yapılar ya yıkılacak ya da değiştirecektir...

Peki, kafamda oluşan soru şu; neden İzmir işgali öncesinde İstanbul bir Yunan şehri yapılmasına izin verilmedi?

İzmir Yunanlılar için çok öncelikli olduğu yer değildir, daha öncelik patrikhanenin olduğu yerdir, fakat nedense ikinci öncelikli olarak uydurulmuş "büyük Yunanistan" masalı ile krallık yel değirmenine saldıran Donkişot gibi Çeşme'de yer alan yel değirmenlerine saldırmasına izin verildi?

O zamanın ruhunda demografik yapı değiştirmek olağandır...

Sürekli ve dinamik değişimler "tehcir" ile olmakta, tehcir yolu ise katliamlar ile doludur...

İstanbul yeni devletin başkenti olmasına da izin verilmedi...

Ankara yeni devletin başkenti oldu ama neden Yunanlılar ilk etapta İstanbul'dan ayrılmaları için politika geliştirmedi de zamana yayıldı? İstanbul'daki “ötekilerin” nüfusu cumhuriyet tarihi içinde sürekli azalmaya devam edecektir.

İstanbul, Lozan Antlaşması ile "azınlık" kavramı ile Hıristiyan Ermeni, Rumlar ve Yahudiler güvence altına alınırken, örneğin Yezidiler, Süryaniler, Aleviler gibi bu toprakların köklü inancını taşıyanlar yok sayıldı?

Doğu Roma devletinin İstanbul’da Yunanlılar tarafından canlandırılması fikrine İngilizler neden karşı çıktı ve orayı bir çatışma alanı olmaktan çıkarıp, siyasi pazarlık alanı yaptılar?

Mudanya antlaşması Lozan’ın kapısını açmıştır ve orada siyasi sınırlar belirlenmiştir...

Mudanya olmasaydı Lozan olamazdı...

Tarih resmi yazıldığı gibi değildir ama resmi tarih neden hep satır aralarında gizlediği gerçekleri soru olarak sorulmasına dahi izin vermez?

İngilizler yaparken gizlidir her şey, ama zaman gelince gizli olanlar açıklanır, fakat hepsi yine de açıklanmaz, gizli kalan hep gizli kalınır, çıkarlar izin verildiği kadar açıklanır...

İzmir işgali yerine Yunanlılar İstanbul'u işgal etmiş olsalardı, Atina yerine İstanbul’u başkent ilan edebilirler miydi?

İzmir işgali kontrol edilemeyecek topraklara yayılmak anlamına geldiği gerçekken, Marmara’dan gelen bir işgalin daha az alanda daha stratejik alanı kontrol etmek anlamına gelmiyor muydu?

İstanbul işgal altındaydı, fakat izin verilen etkinlikler oluyordu, zor ile bastırma yerine kontrollü şekilde hareket etmelerine göz yumuluyordu... İşgal altında grevler, mitingler, yeni siyasi partiler kurulurken, işgalciler ile yurtseverler arasında büyük çaplı çatışma olmuyordu...

İngiliz’in odunu sonra çıkar mı oyunu?

Tarihin o kadar çok bilinmeyeni var ki, nereden bakarsanız bakın hep karanlık ve anlaşılması zor ama hissedileni bol olan bir alandır…

Yakın tarihimizde cevapsız soruları düşünürüm… bugünü anlamak için geçmişi bilmek gerek ama geçmiş çok muğlak ve karanlık noktalar ile dolu…

İsmail Cem Özkan