Galata Gazete


27 Şubat 2018 Salı

Solu soldan vurdular!

Solu soldan vurdular!

Türkiye sol tarihi solcuların bir araya gelememe tarihi gibidir. Sol içinde rekabet ve karşında yer aldığına inandığı tüm solcuları küçük görme, öteki olarak kabul ettiği veya kendisine rakip gördüğünü düşman gören anlayış 12 Eylül yenilgisini göz göre göre hazırladı ve darbecilerin eline büyük bir koz olarak sundu...

Bugün 12 Eylül’den ders alamamış, hala kendisini büyük gören ve geçmiş birikiminin asıl savunucusu “ben” diyen lider kaprisi ve onun yönlendirdiği grupçuklar ne yazık ki mevcut.

Yan yana gelmekten itina ile kaçınan, başkasının acısını kendi sevinci olarak gören, aynı kökten geldikleri halde yan yana gelmeyi liberalizme verilen büyük destek olarak gören bir sol ne yazık ki mevcut.

Lice'nin acısını, hendek savaşının mağdurları ile dayanışmayı kendisine uygun görmeyen, mazlumların sesi yerine kendi üyesinin sesi olmayı dert edinenlerin sol muhalefetinin geldiği yer ortada.

Bugün sol, bilerek ve arzu ederek ne yazık ki iktidarın yan değneğidir, iktidara mücadele verdiğini söylediği ve sokakları doldurduğu halde...

Sol, neden yan yana gelemez, nedenleri nedir acaba?

Sorunun yanıtını binlerce küçük kurulan cümleler ile açıklanabilinir, binlerce mazerette bulunabilinir ama sorunun yanıtı yaşam içinde ortaya koyduğumuz ilişkilerdir.

Bugün yaşadığımız ilişki ve örgütsel duruş geçmişin açıkça eleştirisi olmak zorundadır.

Hayatta kurduğumuz ilişkilere bakıyorum, sessizlik içinde fısıltı ile konuşmaları dinliyorum, ne yazık ki geçmişi henüz aşmış değiliz.

Açık ve vicdanın sesi ile konuşmak yerine küçük grupçuk çıkarını gözeterek yapılan konuşmalar... “Tarih bizi örgüt olamadığımız için yargılayacak” diyenlerin 12 Eylül yenilgisi hala ortada...

O günlerde yaptıkları tespitler doğruluğunu bugün dahi korumaktadır ama ne yazık ki aynı sorunu aşmış bile değiller.

Tarih solu ciddiye alıp eleştirecekse, yan yana gelememenin nedenlerini açıkça ortaya koyması gereklidir.

Sözde söylenmeyen ama fısıltı halinde dillendirilen bir kaç kişinin kaprisi, geçmiş ile açık yüreklilikle olaylardan etkilenenlerin hesaplılaşamaması bugünün tıkanan noktasıysa, onu aşacak yöntemler önümüzde durmasına rağmen görmezden gelinip kendi dünyası içine hapsolmuş hareketler ve bireyler; kendisine çok yakın ama farklı kulvarlarda örgütlenenler ile birlikte yan yana gözükmemek için her türlü parantez atmaları bu kadar insanın acı çekmesini ortadan kaldırmaz...

Kendisine solcu diyenler ne yazık ki tartışma kültüründen de yoksun, hemen tartışmayı kavgaya dönüştürme eğiliminde ve her tartışmadan bir düşmanlık üretme gayreti içindedir, çünkü öyle bir geleneğin devamcısı oldukları ve öyle bir kültür içinde oldukları için. Peki, bu hastalık değil de nedir?

Sol hastalık; krizi yönetememe, kriz koşullarından sol siyaset adına verimli olarak çıkmayı dert edinme yerine, solu daha küçülten ve kitleden koparan bir anlayış söz konusudur.

Sol içi çatışmalar, 12 Eylül öncesi solun kitlesel büyümesini durdurmuş, durdurmak ile kalmamış kitle içinde var olan desteğini de kaybetmiştir.

12 Eylül yenilgisinin nedenleri tartışılırken sol içinde yaşanan krizi yönetemediğini de ortaya konmalıdır. Bugün dahi kendisini (lider, kadro, abi, dayı…) üste gören ve kendisine yapılan her eleştiriyi kişiselleştirip, kamuoyuna ‘eleştireni’ düşman olarak gösteren açıklamalar ne yazık ki hala varlığını koruyor...

Bu acılar bir an önce sonlanması isteniyorsa, yapılması gereken bellidir. Bunun için 12 Eylül yenilgisine bakmak yeterlidir, oradan ders alınacak çok olay tarih sayfasında ve mahkeme tutanaklarında durmaktadır…

İşkence tezgahlarında ölen her gencin ölümünden sorumludur, yenilginin koşullarını hazırlayanlar...

Sol bugün zayıfsa nedenini dışarıda aramaktan önce kendi içinde aramalıdır, yapması gerekenlerin kaçını yapabildiler?

Sol hastalık olarak sürekli önümüze çıkan bir davranış ile yüzleşiriz ama bir türlü ortadan kaldıramayız. Solun ya da her hangi bir grubun zayıf karnına dokunan bir yazı buldular mı bunu el altından çoğaltıp hadi tartışın, hadi yiyin birbirinizi diyerek sadistçe paylaşımların varlığını sürekli korumaktadır... Yararı olmayan bu gruplaşma ve birini karalama anlayışı aslında gizliden gizliye rekabetin ve hala o eski hastalıkları üzerinden atamadığının göstergesidir. Oturup o olaydan nasıl ders çıkarırız, bir daha böyle hatalar olmaması için ne yapmamız gerekli diye düşünmek yerine, var olan yarayı kanatmak artık bir sol kültür olmaktan çıkarılmalıdır...

Bir suçun günahını tek bir kişiye veya gruba yıkmak insafsızlıktır, ne geldiyse başımıza bir arada olmamızdan gelmiştir...

12 Eylül olmuş Eminönü’nde yapılan konuşma/toplantı birçok anıda söz edilmektedir. O konuşmanın muhatapları bugün hala yaşamaktadır... Sorunun kendisi geneldir, çünkü yenilgiyi tatmayan sol yoktur. İşkence tezgahından geçmeyen solcu kalmamış gibidir... Bir arada olmanın koşulu her zaman mevcuttur, yeter ki o konuda bilerek ve grup çıkarından taviz vererek yapılmalıdır. Sol kendi örgütsel varlığını korumak adına değil halk (işçi sınıfı) adına siyaset yapar.

12 Eylül generalleri başarılı olmadı, onlara direnecek örgütlü gücü kuramayanlar onlara başarıyı altın tepsi içinde Fatsa Nokta Operasyonu ve Kemal Türkler cinayeti sonrası ortak tavır ve direnç göstermemekte aramalılar...

Sol demek acı çekmek midir?

Sol yaşama dört elle sarılandır. En ağır koşulda dahi onun görevi yaşamak ve yaşatmak için mücadele etmektir... Bir mazlum gözyaşı döküyorsa onun gözyaşına derman olmaktır. Boşuna mı gitmiş 68 Dev Genç liderleri Anadolu’ya, boşuna mı toprak için kavga eden köylünün yanında kalmaya, boşuna mı yaptılar Dev Genç köprüsünü Hakkari’ye...

Ölüm üzerine sol politika üretmez, zaten üretenler ortada...

Ölüm üzerine politika üretenlere karşı gelmektir solun görevi...

Artık bırakın kaprislerinizi, geçmiş takıntılarınızı var olan örgütlü yapınız ne ise yan yana gelin, umut olun gözyaşlarını durduramayan insanlara... Tarih sizi hiç değilse direnen kuşaklar içinde ansın!...

Geçmişte sol içi mücadele diyerek solu sol içinden vurdular ve zayıflattılar. Bugün bu iç çatışmalardan der çıkarıp bir arada olmak ve ortak bir şey yapmanın ve ortak düşünmenin koşullarını oluşturmak zorundayız.


İsmail Cem Özkan

25 Şubat 2018 Pazar

Özgürlüğün Bedeli

Özgürlüğün Bedeli

1800'lü yılların başında İspanya'nın sömürgesindeki Venezuela'da Simon Bolivar (1783-1830)'ın özgürlük mücadelesinin henüz başındadır. Simon Bolivar, krala ve iktidara karşı çıkarak bir halk hareketi başlatmış ama henüz gerçek anlamda da örgütlenememiştir. Bir muhbirin onun saklandığı yeri ihbar etmesi ve yaralı olduğunu bildirmiştir. Bunun üzerine toplanan dokuz subay krala nasıl yakalanması gerektiği konusunda bilgi vermiştir. Kralın sadık subayı İzquierdo henüz harekete geçmeden o toplantısının hemen sonrasında bu 9 subay içinde bir subay gece karanlığına aldırış etmeden Bolivar’ın saklandığı yere gitmiş ve Bolivar’ın kaçmasına yardım etmiş.

Ertesi gün bu durum anlaşılmıştır. Kralın sadık subayı İzquierdo kısa sürede bu olayı çözecektir, içlerinde ki o ‘ihanet’ yapan subay aslında bellidir ama İzquierdo onu yakalamak için hemen hareket etmez. Bir toplantı anını bekler ve papaz ve subaylar ile toplantı halindeyken o yardım eden subayı açıklar ve hemen gözaltına aldırır.

O subay Montserrat’tır.  Montserrat halka yapılan zulmü gördüğü için Venezuelalı devrimcilerin yanında yer almıştır. Bolivar’ın halkın umudu olduğuna, onun belki de içinde bulunduğu toplum için son şansı olduğuna inanmıştır.

Montserrat artık İspanyollar için “haindir”.

İzquierdo Montserrat’ı çok yakından tanımaktadır, hatta hayatını kurtardığı için ona bir anlamda da borçludur. Özgürlük için ayaklananlara karşı yapılan bir operasyonda İzquierdo Bolivar’ın adamları tarafından çölde yakalamış ve çöl kumuna gömülmüştür, onu bir İspanyol subayı olduğu için aşağılamışlardır. Onu, o kum içinden Montserrat kurtarmıştır.

İzquierdo, Montserrat’ı işkence altında bile asla konuşmayacağını bildiği için ona manevi bir şantaj/işkence yapmaya karar verir. Yoldan geçen ilk altı insanı rastgele yakalayıp odaya getirmelerini emreder askerlerine. Montserrat bir saat içinde Bolivar’ın yerini söylemezse bu suçsuz insanlar birer birer kurşuna dizilecektir. Montserrat trajik bir ikilemde kalmıştır. Ya susacak ve bu yüzden altı suçsuz rehine öldürülecektir; ya da konuşacak, rehinelerin hayatı kurtulacak ama bu kez de inandığı Bolivar ve devrim tehlikeye düşecektir…

Tek suçları “suçsuzluk” olan altı insanı büyük bir trajedi beklemektedir. Hiç bir şeyden haberi olmayan altı insan yaşam ile ölüm arasında bir başkasının tercihine bağlı olarak kalacaktır. Fiziki işkence yerine manevi işkence uygulanmaktadır. Altı insanın bir saat sonra ki hayatta kalıp kalmamaları Montserrat’ı ikna etmeye bağlıdır. Altı insan ve Montserrat bir odada kalmıştır…

Emmanuel Robles bu oyunda hem toplumsal hem de bireysel boyutta tartışıyor özgürlüğü. Sömürülen halk toplu kıyımlarla yok edilirken, baş kaldıran vicdanına hapsediliyor.

Özgürlüğünüzün bedeli, hayatınızla ödenecek kadar ağır olabilir, peki birilerinin hayatı diğerlerine bedel olabilir mi? Üstelik buna karar vermek sizin işkenceniz ise; doğru kararı vermek daha da zorlaşmaz mı? Emmanuel Robles böylesi bir kıskacın içine sokuyor bizleri.

Olaylar kendi öyküsü içinde gelişir, peki bu konu sahnede nasıl hayat bulmuştur? Oyunu Baba Sahne’de izleme şansına sahip oldum.

Bir oyun prova yaptığı ve sürekli oyun oynadığı salon dışına çıktığında elbette bazı aksaklıklar olabilir, o da doğaldır, çünkü her salonun boyutu eni aynı değildir. Oyuncular her gittikleri salonda yeniden sahneyi keşfeder ve kısa zamanda uyum göstermek zorundadırlar, çünkü her salon değişiminde uzun uzun o sahnede prova yapma olanakları yoktur, özel tiyatrolar bir yerden başka yere giderken maliyeti hesaplamak zorundalar. Salonun kirası, oyuncuların ücreti yapımcı için sorun teşkil ederken bundan oyuncuların ve profesyonel çalışan sahne arkası teknik kadronun etkilenmemesi ihtimal dışıdır.

Oyunu sahne dekoru ve tasarımı sadedir. Sahne ortasına denk gelecek İsa çarmıha gerilmiş hali vardır (sanki İsa bana göre ters çivilenmiş gibi geldi)... Tabureler oyuncuların olması gerektiği yerlere bırakılmıştır. Mutfak ve içki tezgahı bir köşededir. Sahne bize oyunun içeriği hakkında ilk anda bir şey dememektedir. Olayın geçtiği zaman, kültür ve İspanyol kültürünü çağrıştıracak bir şey yoktur. Bu bir tercih olduğunu kısa zamanda anlayacağız. Sahnede hiçbir fazla nesne yoktur.

Video gösterimi oyunun atardamarlarından biri şeklindedir. Pablo Picasso’nun ünlü tablosu Guernica’ın üç boyutlu görüntüsü içinde savaş ve katliamların bir özet görüntüsü sunulmuştur. Konun evrensel olduğu özellikle vurgulanmaktadır. Seçilen müzik konuyla ilgilidir, sözleri video görünümü ile paralel akmaktadır.

Işık sahnede sabittir, oyunun son sahnesi haricine kadar ışık sahneyi dengeli aydınlatmaktadır. Oyuncuların performanslarını daha iyi göstermek ve seyirciyi daha kucaklamak adına belki ışık üzerine biraz daha düşünülmesi diye içimden geçirdim.

İzquierdo rolünda Ümit Çırak performansı ile oyunu sırtlamıştır. Ses tonu ve vücudunu kullanımı birikimini ortaya sermektedir. Anne rolünde ki Itır Karabulut ise gözyaşları ile bir annenin dramını ortaya koymaktadır. Oyunun arka fonunda kalmış gibi durmasına rağmen Ümit Çırak’ın oyununa ve oyunculuğuna katkısı büyük olmuş… Montserrat rolünde Can Sertaç Adalıer İzquierdo rolünde ki Ümit Çırak’ın gölgesinde kalmış ve zayıf konumlanmış, aksine oyunun atardamarıdır, onun başarısı oyuna daha fazla katkı sunacağını düşünmekteyim. Ses tonu mimikleri ile sanki bağımsız gibidir, saç ve kıyafeti rolü sanki kucaklamamış gibi geldi bana… Özellikle boğazlanma sahnesinde ki performansı göz doldururken sesini iyi kullanamadığını düşündüm.

Kostümler konusuna gelince askeri kıyafetler İspanyol askerini bende çağrıştırmadı, çünkü Bolivya sömürgesi olan İspanyol askerini daha renkli ve süslü kıyafetler içinde diye anımsıyorum, ama en azından İspanyol sömürgesini ihtişamını ve zenginliğini vurgulayan renkli bir kıyafet seçilmiş olsaydı diye düşündüm. Askeri kıyafetler bugüne de çağrışım yapmadığı için sanırım başlarda oyunun içine girmedim, sesler bana metin okur gibi geldi… Tüccar rolünde ki İlkay Eren biraz daha kendisini verebilse oyunun akışına büyük katkı sunacak kadar yetenekli olduğunu düşündüm. Elbette başka bir sahnede yer almanın yeteri kadar o sahnede prova yapmamanın getirmiş olduğu aksaklıklar olarak gördüm.

Oyun genel olarak başarılı, izleyiciye yaşanan olayın ve vicdan muhasebesinin gerilimini yansıtıyor… On dakika ara verildiğinde dahi seyirciler (ben dahil) oyunun bir parçası olarak görüp yerimizde birkaç dakika oturduk. Arada dışarında oyun bir şekilde farklı görsel şeklinde devam ediyordu. Merdiven altına sıkıştırılmış, işkence görmüş ve acılar içinde ki insanlar ile oyundan seyirci koparılmamış. Oyun aslında arada bile oynanmaya devam etti… Çok zekice düşünülmüş olduğunu ve hayata geçirildiğini gördüm… Fotoğraf çekmek de üstelik serbestti, izin istedim ve fotoğraf çektim… 

Emeği geçen tüm çalışanlara ve oyunculara teşekkür ediyorum… Zamanımızın geçtiği karanlık süreçte umarım hiçbir kimse bu ikilem ile karşı karşıya gelmez…

Her çağın zalimi benzer uygulamalar ile kendi iktidarını sonsuza kadar süreceğini düşünür, tüm istilacılar istila ettikleri yerdeki her zenginliği çalmayı doğal görürler, elbette onların doğallarına karşı direnmek de doğaldır ve her zaman zalimin içinde de olsa vicdanlı insanlar çıkar ve direnir.

İçimizde yaşattığımız umudu hiçbir zalim yok edemez…

İsmail Cem Özkan


Özgürlüğün Bedeli
Yazan: Emmanuel Robles
Çeviren: Kaya Öztaş
Yönetmen: Ümit Çırak
Yardımcı Yönetmenler:
Tolga Çıklaçiftçi - Çağatay Çatal
Reji Asistanları:Itır Karabulut – Zarife Nur Şen – Burcu Peşinci
Dekor Tasarım/Uygulama: Ceren Evgen Çırak
Kostüm Tasarım/Uygulama: Levon Kordonciyan
Işık Tasarım/Uygulama: Serdal Ece
Müzik Tasarım/Uygulama: Kutsal Kaan Bilgin
Afiş Tasarım: Burcu Peşinci
Video Prodüksiyon: Tamtam – Ozan Can – Umut Kahya
Performans: Nadide Deniz Korkmaz
– Saruhan Tolga – Eray Uygun

Oyuncular:
İzquierdo- Ümit Çırak
Peder Coronil- Çağatay Çatal
Montserrat- Can Sertaç Adalıer
Komedyen- Özenç Eren Yelçi
Çömlekçi- Bertan Çalışkan
Tüccar- İlkay Eren
Ricardo- Baran Bayraktar
Anne- Itır Karabulut
Elena- Öyküsu Özyürek
Morales- Erdi Yaşar
Zuazola- Emirhan Bayramoğlu
Askerler- Ozan Can, Buğra Akyüz

24 Şubat 2018 Cumartesi

Alyoşa

Alyoşa

Aliye Berger’in yaşamı salonun ortasında, ışıkların altında… her ışık değişimi ayrı bir ses tonu eşlik ediyor. Heyecanlı, meraklı, renklere düşkün birinin alışılmış yaşamın içindeki mücadelesi. Zaman içinde akan ve gel gitleri ile hızlı bir ömrün dramatik öyküsünü izledim.

Alyoşa rolündeki Seray Gözler Yeniay sahnede üzerine aldığı rolü öyle içten ve duyarak oynuyor ki, zamanın içinde sahnenin büyüsü altında olayın içinde birden oluveriyorsunuz. Büyükada’nın eski köşkü içinde aile trajedisi içinde tokat yiyen birisi olurken,  birden o ödül almış içinde ki başkası gibi yaşama yerine kendisi gibi yaşayan oluveriyorsunuz.  Elbette Seray Gözler Yeniay için içinde diğer oyuncuların, ışığın, sahne düzenlemesinin, kostümler ve kostümlerde renk seçiminin de çok önemli etkisi var. Işığın oyuncuya doğru akışını, kucaklamasını izleyebiliyorsunuz. Sesler, eklenen müzik sahnede duyulan ayak sesleri zaman içinde geçişler ve geçişleri seslerin değişiminin izlemesi işte diyeceksiniz oyunculuk bu!

Sahneye bir ressamın hayatını konmuş, olaylar süzgeci her ne kadar dışarıda ki gelişmelerden bağımsız iç dünyanın iç çatışması gibi sunulmuş olsa da dönemin gazete başlıkları ile bu gerçek hayattan alınmış ve yeniden yaratılmış hayat olduğunu ve yaşanmış bir şeylerin izdüşümü olduğunu hissediyorsunuz. Zamanın çevresel gelişmeleri yoktur oyunda, iç dünyanın iç çatışmasının bize yansıması ve bize yansırken acının, öfkenin, sevincin, aşkın, tutkunun mimikler ile birlikte sahnede yaşanan bir bütün olarak yüzümüze vurması var. Büyükada’da oluşan dalga bizi içine alacak şekildedir. Küçük bir dalgadır başlangıçta, başkasının hayatını yaşamak isterken kendi hayatını yaşayan ünlü bir ressam olarak İstanbul Beyoğlu Narmanlı Han’ın bir odasında hayatının son dönemecine büyük dalgalar eşliğinde girerken buluruz. İntihar etmek istemesi, hastalanıp bir sanatoryuma gidişi ve elveda sahnesi oyunun çok iyi düşünüldüğü ve bir dantel gibi işlendiğini gösteriyor. Bir ileri bir geri geçişler ile bizi zamanın ve mekandan bağımsız olarak olayın örgüsü içinde taşıdı…

Aliye Berger, sanatçı olmamış, sanatçı doğmuştur. Doğduğu andan itibaren sıradanlığa meydan okumuş, kural tanımayan çılgın bir kadındır. Fakat bu özelliğine kardeşinin eline verdiği bir tutam kağıt ve kalem ile farkına varacaktır. Eline verilen şeyler aslında onun için aralanan yeni bir kapıdır, o kapının eşiğinden kaybettiği eşinin anısını yaşatmak için adım atacaktır ve düştüğü acı dolu girdaptan kurtulacaktır.  Ömrünün son dönemecinde “Aşkla yaşadım. Ölümler bile öldüremedi bendeki aşkı. Coşkuyla, aşkla ve sevgiyle yarattım ne yarattımsa!” demiştir yaşamının özetini verir gibidir.

“Aliye Berger, insan kılığında bir kelebekti. Girdiği, gezdiği, gördüğü her yerde, güllerden güllere, güzelliklerden güzelliklere konarak dolaşırdı. Görmek yetmezdi ona; iyiyi ve güzeli özümseyerek ruhuna sindirirdi. Bununla yetinmez, sonra zarif ve narin çizgilerle, büyüleyici renklerle yeniden yaratırdı onları. Kelebekler kadar masumdu her yaratısı... Aliye Berger gözü, gönlü, ruhu okşardı. Cana can katardı, kelebekler gibi.” Talat Hamlan böyle anlatmış, onun sözü üzerine tek cümle kurmak istemedim.

Seçilen her adımın bir amacı var ve her ayrıntı bir şeyleri hissetmek için kullanılmış, çok iyi bir ekip çalışması olarak karşımızda bu güzel oyun. Vakti olanlar ve fırsatı olanlar bu oyunu mutlaka görmeleri gerek diye düşünüyorum… videolar ve sahneye yansıması beni etkilemedi desem yalan olur, emeği geçen tüm çalışanlarına, bu görselliği sahneye taşıyan ve baş başa vererek ortak üretenlerin emeğine çok teşekkür ediyorum…

İsmail Cem Özkan






Alyoşa
Yazan: Hayati Çitaklar
Yöneten: Ahmet Somers
Dekor Tasarımı: Behlüldane Tor
Kostüm Tasarımı: Medina Yavuz Almaç
Işık Tasarımı: Kerem Çetinel
Müzik: Fırat Akarcalı
Dijital Animasyon Tasarım Ve Uygulama: Şirin Dağtekin Yenen, Erkan Cerit
Yönetmen Yardımcısı: Seray Gözler
Asistanlar: Şebnem Bilgeer, Melike Durak Aras
Sahne Amiri: Cengiz Aydoğan
Kondüvit: Ersin Sönmez
Işık Kumanda: Tolga Korucuoğlu
Suflöz: Şeyda Pektok
Dekor Sorumluları: Salim Kabadayı, Murat Kubal
Aksesuar Sorumlusu: İsmail Kırca
Kadın Terzi: Melek Akyüz
Erkek Terzi: Ünal Şatır
Perukacı: Hayati Turan
Projeksiyon Kumanda: Korhan Boduroğlu, Abdullah Basık
Oyuncular: Seray Gözler, Asuman Çakır, Erhan Tuna, M. Coşkun Ülgen, Melike Durak Aras, Gözde Yıldırım, Onur Somay, Şebnem Bilgeer

21 Şubat 2018 Çarşamba

Kadınlar...

Kadınlar...

Kadınlar zayıflamak için ya da formunu korumak için güzellik salonların pahalı atmosferinde kendilerine mutluluk aramaya devam ediyor, neden?

Erkeklere güzel gözüküp onların arzularını yatıştıracak en iyi seks partneri olmak için mi?

Var olan eşini korumak adına eşinin başka kadınlarına ilgisini söndürmek ve kendi cazibesini sürekli dinamik tutmak için mi?

Bekar olanlar kendilerine tercihlerine uygun eş bulmak için mi?

Neden kadınlar güzellik için bu kadar zahmete katlanır, neden erkek gözünde olduğu gibi olmaya çalışır?

Hindistan'dan ya da dünyanın her hangi bir yerinden gelen öğretilerin peşi sıra koşarlar?

Neden kendi iç dünyalarını bulmak adına başka evrenden gelecek işaretlere kendilerini bağlarlar?

Kadınlar erkeklere göre daha fazla sömürülüyor, ama kadınların bir bölümü de anlamlandıramadığım ama hissettiğim bir yola giriyorlar? Neden bu eziyet ve sosyalleşme adına yaşanan bu kadar diyet?

Kapitalizm kadını, kadın olmaktan çıkarıp birer tüketici yaparken, kadın acaba gerçek duygularını yaşamak adına; sadece AVM (alışveriş merkezi) içinde camekanlara bakıp gezmek ve içinde sergileneni almak için parası olana daha fazla mı ilgi gösteriyor?

Nedir kadını buna zorlayan?

Kadın haklarını almalıdır, AVM içinde alışveriş yapma hakkı da onların ama ne karşılığında?

Mutluluk pahalı atmosferler içinde parıldayan ve boyanın arkasına gizlenmiş bir yürek midir?

Güzellik nedir?

Bu kadar eziyeti çekici hale getirmek adına paylaşılan videoları görüyorum, kendi güzellikleri için harcadıkları zamanın binde birini kadın ve emek mücadelesi yapanların mücadelelerine destek vermek için kullansalardı, belki dünya çok daha farklı olabilirdi...

Erkek her zaman prensese aşıktır, sarayın hizmetçisini veya aşçısını işi olmadığı sürece görmez... Erkeğin bu bakışı, belki kadınlar arasında prensese benzemek için mücadeleyi başlattı?

Güç sahibi ve güzel olan...

Masallardan çıkardığım aslında güzel olması onun güçlü olmasından kaynaklı...

Bugüne kadar Cleopatra çok güzel diyorlardı, hamamlar filan vardı ama o dönemin “sıradan” görünümlü bir kadın olduğunu 3D teknolojisinin gelişimi ile çıkardılar, ne kadar sağlıklı bilemem...

Roma’da güç sahibi olan ona aşkını ilan eden Sezar, aslında Cleopatra’ya güzelliğine değil gücüne aşkını ilan etmiştir… Aşk güç sahibine duyulan bir duygu mudur, yoksa kendi gücünün artmasına duyulan sevinç çığlığı mıdır? O dönemin tarihçileri bunları sorgulamadı, onların aşkı üzerine methiyeler dizdiler şairler. Güç, görünendir, onu görünmez kılan destanlaştırılmış hikayelerdir.  

Güçlü olanlar ancak Ortaçağ'da tedbiri kıyafet ile halk arasına karışır...

Büyükler işine geldiğini okuyor, çünkü onların hayal dünyası biçimlenmiştir.

Eğitim sisteminden geçenlerden özgür bir şeyler beklemek bu düzen altında imkansız gibidir, çünkü eğitim denen bir biçimlendirmeden geçenlerin sistem dışında bir şeyleri hayal etmesi imkansız gibidir. Çocukların aklı ise verilen eğitim ile biçimlenirken hayal dünyaları da yeniden düzenleniyor ve ne yazık ki prens ve prenses hikayeleri ile büyüyorlar, keşke seçme hakları olsa, genelin ne yazık ki yok... İstisnalarında etki gücü yok...

Elimizin altında binlerce masal kitabı bulunmaktadır, onların içinden farklı olanı bulma oranı gerçekten çok zor... Öne çıkarmazlar, çünkü tüketimi körükleyen olması gerek... Piyasa için üretilen masal kitabı okuyan çocukların tüketim çılgınlığının bir parçası olmak zorundadır, kitap artık sadece kitap değildir, kitap kahramanlarına uygun oyuncakların, görsel malzemelerin ve oyunların satıldığı koskoca bir sanayidir.  Bir kitap piyasa için çıkıyorsa kitap ile birlikte yan ürünlerde tezgahlarda yerini almak zorundadır. Çocuklar kendilerine sunulan bu hayal ürünlerine ve yaratılan masal kahramanlarına benzemek istemesi yeni bir pazarın açılması anlamına gelmektedir. Çocuk kendisine sunulanı almak zorundadır...

Her gencin yüreğinde bir prenses/prens yatar, her ana kızını prenses görür...

Eğer piyasada iş yapmak istiyorsanız iki tüketici kesimine seslenmek zorundasınız derlerdi eskiden. Kadınlar ve çocuklar. Şimdilerde onlara ek olarak üçüncü cinsiyet ve erkekler de dahil oldu. Tüketim çılgınlığını körükleyen sürekli tüketin diyen bir sistemin çocuklarının aklına artık özgün ve elinde ki malzeme ile oyuncak üretmek akıllarına bile gelmiyor, çünkü onların eline hazır ve önceden düşünülmüş, sağlıklı oyun oynamaları için ürünler test merkezleri kontrolünde verilmiş bulunmaktadır. Çocuklar daha hijyenik, daha kontrollü ortamda kendi hayal dünyalarını başkalarının izin verdiği alanlarda kurmaya devam ediyor. Kadınlarımız da tıpkı çocuklar gibi kendilerine sunulan ihtiyaç listesini yerine getirmek ile yükümlüdür.

Kadınlar özgür olmadığı sürece özgür olamayacak insanlık.

Kapitalist sistem kendi kurgusunu kurarken, tüketim toplumunu oluştururken özgür bireyi ortadan kaldırıp sürekli kendisine bağımlı hale getirmeyi seçmiştir. Başarılı da olmuştur. Kadınlar kapitalist sistem altında haklarını almak için mücadele etmiş ve almışlardır. Bugün dünyada var olan her özgürlük kadın mücadelesinin sonucunda elde edilmiştir. Kadınların kazandığı haklar bizlerin daha refah ve daha özgür ortamda yaşamamız anlamına gelmektedir.

Kadınlar tüketimin bir parçası ve camekan faktörü olmaktan çıktığı an özgürlük için büyük bir adım atmışlardır. Seçme ve seçilme hakkı, eşit işe eşit ücret, eşit haklar… Kadınların kılık kıyafet alanında özgürlük mücadelesi lütuf edilmemiş onların tırnakları ile kazandıkları haktır… bugün ortaçağ karanlığına doğru sürüklendiğimiz zaman diliminde kadınların elde ettikleri hakları geri almak için her türlü hileye başvurulmaktadır. Kadınlara özgürlük adı altında kılık kıyafetine, toplum içinde davranışına, taciz ve tecavüz ile kadını daha dar ve kapalı alanda yaşamaya zorlamalar var olan hakların yerinden sökülmesi anlamını taşımaktadır. Kadınlar hakları için direndiği ve kazanımlarını koruduğu sürece orta çağ karanlığına mahkum olmayacağız…

Kadınlar kendileri için mücadele ediyorlar…

Kadınlara sürekli “çocuğun için yaşa, onun geleceği için bugününü yok et” diye gizli bir baskı uygulandı. Bugün kadınlar geçmişe göre daha tecrübeli ve bilgi birikimi ile doludur. Onun bilicinde olan sermaye yeni tüketici gruplarına yönelmiş olması şaşırtıcı değildir.

Birileri kadınların iyiliğini düşünüyorsa aslında kadınları yok etmek istiyor demektir.

Kadınların iyiliği ve daha rahat yaşasın diye sürekli tüketime yöneltenler aslında kadını erkek ile aynı düzlemde görmeyenlerdir. Onları erkeğin bakış açısı içinde erkek için yaşayan ve erkeğe hoş görünmek isteyen birer canlıya döndürüyorlar. Var olan tüm devletler ve dinler erkek hakimiyeti içinde olmasının arkasında kadını birer metaya dönüştürme ve zevk aracı haline getirme düşüncesi yatar…

Kadınlar üzerine çok şey yazıldı, yazılacak...

Emeğin sembolüdür kadın...

Fransız devriminin sembolü kadın olmasının anlamı vardır. Bugün daha fazla özgürleşmeye, tüketim çılgınlığının dışına çıkmaya ihtiyacımız vardır.

Yaşadığımız karanlık zamanı, baskıyı bertaraf etmek için kadın mücadelesini ve onların kazanımlarına bir kere daha dönüp bakmak ve onlardan ders almak zorundayız.

Kadınsız devrim olmaz.

Dans edemediğim devrim, devrim değildir.

“kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden
ya hep beraber ya da hiç birimiz” B. Brecht


İsmail Cem Özkan

11 Şubat 2018 Pazar

“Benim Adım Feuerbach”

“Benim Adım Feuerbach”

Oyun Goethe’ye bir gönderme yaparak başlar "Biraz ışık!". Karanlıktan gelen ses, sahnenin zifiri karanlığı içinde salonda yankılanır. Biraz ışık!

Işık karanlığın yok olmasıdır ama karanlık içinde yaşayanlar için ışık ne anlama gelir? Yeni bir hayat, yeni bir başlangıç… Işık bir anlamda “Bu yaşamda ben de varım” demektir. Işık yaşamdır.

Feuerbach sahnenin ortasındadır, yalnızdır. Yıllar sonra adım attığı sahnede heyecanlıdır, heyecanı sesinde, mimiklerindedir. Heyecanlıdır ve belirsizlik onu germektedir. Gerginliğini konuşarak aşmaya çalışmaktadır. Karanlığın içinden sahnenin kenarına kadar gelen yönetmenin asistanı ile heyecanını yenmek için konuşur. Sahne, geçmiş, o an ve ışığın altında sahnede yalnızdır.

Oyuncudur, eskiden hatta ünlü bile sayılır, onu tanırlar, Goethe’nin bir oyunu sırasında sahneye veda etmiştir. Tasso onun son oyunu ve şu anda oynamak için başvurduğu oyundur. Eğer oyuna kabul edilirse hayata yeniden merhaba diyecektir, ışık altında kendisini tekrar bulacaktır.

Korkuyordu, güvensizdi, ne kadar saklamaya çalışsa da. Bir iş görüşmesine gelmişti… Umudunu, heyecanını saklayamayacak kadar gergindir.

Yönetmen henüz salona gelmemiştir, onun yerine salonda asistanı bulunmaktadır. Asistan karar verici değildir, tesadüf sonucu asistan olmuş ve tiyatro tarihini ve emekçilerini de o kadar çok iyi bilmemektedir. Karşısında ki oyuncuyu değerlendirecek kadar tecrübesi ve bilgi birikimi yoktur.

Kelimeler ağızda dolanırken sesin baskınlığı altında yok oluyor...

Kimdir bu Feuerbach? Kendisi, “Ben hiç kimseyim”, diyor, “Sıfır. Ben sıfır adam.” Sıfır, henüz adım atmamıştır, uzun süren tedaviden sonra kendisini sıfır olarak görmektedir. Yönetmene bir tirad ile kendisini göstermek istemektedir. O tirad ile yönetmen hangi rolü oyunu uygun görürse onu oynayacaktır.

“İnsanın yaşamında boşluklar olamaz mı? Beklenmedik sıçramalar, düzensizlikler? Doğal olarak bir tiyatro oyununda olmaması gereken her şey.”

Uzun bir boşluk vardır sahnelerden uzaklaşması ve başvurusu arasında. Yedi yıl! Yedi kayıp yıl. O yıllarda tedavi altında kalmıştır. Yedi yıl boyunca beyaz önlüklülerin arasında kalmıştır, sahnede beyaz önlüklüleri görünce yerinin sahne olmadığını anlamıştır. Çünkü sahneye elinden ne geleni atarken yakalanmıştır.

Oyunun yazarı kahramanın ismini seçerken felsefeden almamış, kelimenin anlamını kullanmıştır.
Feuerbach
Feuerbach adı üstüne:
Feuer: ateş; yangın
Bach: akarsu; dere

7 yıl uzak kaldığı sahnelere yeniden dönmek "Ben Feuerbach'ım..
Daha ölmedim" demek istiyor. Akarsu akmaya devam eder, ateşi taşıyarak… İçinde ki oyuncu olma ateşini… Sahnelere adım atarsa eğer eskisi gibi olacaktır…

Asistanın önündedir, içerlemektedir. Karşısında ki asistanın tesadüfen orada olmasını ve yetenekten yoksun olduğunu düşünüyor. Onun görünümüne ve mimiklerine bakarak karar veriyor…

Feuerbach kızıyor. "Ben çoluk çocuğun önünde deneme yapmam" diyor. Sonra hesaplaşmaya başlıyor.
Asistanla değil, kendisiyle aslında…
Oyuncu Feuerbach ile, insan Feuerbach'ın hesaplaşması…

Bu kırılma noktasından sonra kendini var olmayan seyircilerine sunma ve onlar tarafından “kutsanma” amacına adar. Kendi iç yaşamı ve dışsal davranışlarındaki uyumsuzluk aslında bir bütünlüğün göstergesi olur.

Feuerbach, sıradan bir oyuncudur, oyunun içindedir aslında.

Kendisini kanıtlama telaşındadır, son umududur orası. Bir çok tiyatroya başvuru yapmıştır ama hepsinden de kapıdan geri dönmüştür. Uzak kaldığı yedi yıl içinde çok şey değişmiştir, artık onu anımsayanda yoktur.

Salona bir ara yönetmen gelir, tamam kendisini ispatlama anıdır ama o zamanı iyi değerlendiremez, yönetmen o sahnede seçtiği tiradı canlandırırken gitmiştir. Karanlık içindedir. Karanlığın içinde zirvede!

Oyunu Kadıköy Halk Eğitim Salonunda izledim. Belki salonun olanakları belki de o gün ışık kumandasının başında çalışanın sahneye tam hakim olmamasından kaynaklı oyunu izleyemediğini düşündüm. Feuerbach sahnede hareket alanındadır, ışık içinde kalması gerekirken zaman zaman gölgede kalmıştır, sahnenin diğer alanları ise ışık içinde… İster istemez göz ile izlerken oyuncudan uzaklaşıyoruz. Belki o an mimikleri ile bir şeyleri anlatıyordur. Ses her anın durumuna göre inip çıkmaktadır, ışık ses ile uyumlu hareket edememektedir. Seçilen müzik parçaları ve piyanoda çalınan parçalar Feuerbach’ın durumuna uygun seçilmiş diye düşündüm. Bölümler arası geçişler, diğer oyuncuların (dekor düzenleyen işçiler, köpek sahibesi ve asistan) oyuna dahil olmaları ve sahnede yerlerini alması aslında bizlere bir şeyleri anlatması gerekli ama sanki bir bağlantı kopukluğu yaşar gibi oldum… Neden dekorcular geldi, sahnede düzenleme yaptılar, çünkü o gün sahneye oyuncular davet edilmiş ve oyun için seçmeler var… Seçmelerde sahne düzenlemek için çalışanların sessizce gelmesi ve ayrılması… Köpek sahibesi köpeğini oyun için kiralamak istemektedir ve her şeye onay verir ama köpek salonun her hangi bir yerine kaçmıştır. Yoktur ortada… Çaresizliği ve oyuna katılmasını tam yakalayamadım… Sahnede yer alan merdivenler ve zirveye çıkan yol olmasını kısaca soyut olan anlatımın somut tanımı olması diye düşünürken son sahnede zirveye çıkıp karanlıkta kalması ile anlamlaşıyor...

Usta bir oyuncu, 6 yıl sonra sahnelerde, usta bir tiyatro insanı oyunu yıllar sonra yeniden sahneye koymuş… Elbette tiyatroda her şey hesaplanır… Sahneye taşıyan firmada sanırım seyirci ilgisini hesaplayarak bu oyunu yeniden sahneye taşırken başarıyı hedeflemiştir. Amacına ulaşmış mı sorusuna yanıtım benim gördüğüm kadarı ile başarıya ulaşmışlar…

İsmail Cem Özkan

“Benim Adım Feuerbach”
Yazan: Tankred Dorst 
Çeviren: Sema Engin
Yöneten: Ayşenil Şamlıoğlu 
Yönetmen Yardımcısı: Gizem Aldemir
Dekor Tasarımı: Gül Emre
Işık tasarım: Yakup Çartık
Oyuncular: Selçuk Yöntem, Toprak Can Adıgüzel ve Gülçin Kültür Şahin

8 Şubat 2018 Perşembe

Kurtuluş Kendini Anlatıyor…

Kurtuluş Kendini Anlatıyor…

“Yıkmaya çalıştığınız şeye benzerseniz, ortaya çıkan felaketin telafisi olmaz.”

Bu sıralar 12 Eylül öncesi ve kısa sonrası anıları okuyorum. Anılarda Devrimci Yolcular Kurtuluşçulara KSD demeye itina ettiklerini belirtiyorlar ama kaderin bir cilvesine bakın ki Dev-Yol ana davası savunmasında kendilerini bir “dergi çevresi” olarak tanımladılar...

Kime niyet, kime kısmet...

Dergi çevreleri, dergi çevresi olarak elbette kalmadılar ama gerçek anlamda da örgüt olamadılar, örgütlenme yolunda adım atmışlar ama günün acil sorunlarına yanıt aramaktan, gelmekte olan “freni boşalmış kamyonun” nereye vuracağını da fark etmiş olmalarına rağmen acil sorunların peşinden ayrılamamışlar... Bu durumun kendilerince belki yüzlerce açıklamasını bulmuş olabilirler ama sonuç ortada. Yenilmiş bir sol!

Miras, yenilgi ile devredilmişti…

“THKP-C örgütlenmesi silahlı eylemlere henüz hazır değildi, bir anlık ihtiyaçtan doğan ilişkiler üzerinden giden bir süreç vardı. THKO silahlı mücadeleyi başlatması THKP-C önderliğini düşünülenden erkenden silahlı mücadeleye sevk etti. Rekabet ve onlar yaparsa ben de yaparım hırsı ölüme giden yolu açıyordu.”

“Tarihte ne olduysa öyle olması gerektiği, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur". Marx

Erken ve hazırlıksız girilen kavga THKP-C önderliği için Kızıdere’nin yolunu açıyordu…

Kızıdere bir dönemin kapandığını ilan ediyordu.

1974 yılından sonra ki solun yükselme dönemi, o güne kadar olan örgütlenme şamasında sol örgütlerin yenilgisi üzerine oldu.

Kızıldere sonrası Türkiye yeni bir yol ayrımına doğru ilk adımını atıyordu. O dönemde yenilgi ile çıkan THKP-C taraftarları ne yapmalı, nasıl bir arada olunmalı konularında kendi aralarında tartışmaya veya görüş alış verişine başlamışlardı. 

Cezaevinden çıkan kadroların bir araya gelerek yol haritasını çizme süreci daha çok geçmiş arkadaşlıklar üzerinden kuruludur. Yol, yol ayrımı ile kendisine kulvar açacaktır.

Ankara’da birkaç noktada buluşmalar gerçekleşmeye başlamıştır. O noktalarda tartışma içinde yer alanlar “doğal” merkez olacaklardı. THKP-C yeni yoluna bu doğal merkezin etrafında kendi kulvarını açacaktır.

Kurtuluş Kendini Anlatıyor – Kurucular I ve II bu süreci ilk elden Kurtuluş Hareketi penceresinden okumuştuk. Elimizde tuttuğumuz iki kitap ise; (Kurtuluş Kendini Anlatıyor -3, Fırtınalı Bir Denizdir İçimiz, Kurtuluş Kendini Anlatıyor -4, Daha Dinmiş Değil Fırtına) daha ağırlıkta ikinci halka olarak kabul edilen Merkez Komitesi dışında kalan kurucuların döneme ilişkin görüşleri, anıları ve eleştirileri ile önümüze başka bir tarihi perspektif sunuyor.

Kitapta yer alan bütün devrimcilerin kendi geçmişlerine belli bir mesafeden ve soğukkanlı baktıklarını söylemek gereklidir. Ama hikayenin bütününe baktığımızda anlatanların kendi geçmişleri, aslında salt kendi geçmişleri olmadığı, Türkiye Sosyalist hareketinin 1960’lardan bugüne kadar ki politik süreci olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız Yani Kurtuluş salt kendini anlatmıyor.

“12Eylül gelinceye kadar hep faşistlerle kavga halindeydik. Bizi ayakta tutan, diri tutan şey buydu.”

Elimizde tuttuğumuz iki cilt olarak yayınlanan ‘Kurtuluş Kendisini Anlatıyor’ kitabında Kurtuluş’un oluşmasında hayatlarını ortaya koymuş, inançlı, hiçbir karşılık beklemeden tüm benlikleri ile kavganın içinde bulmuş insanların anıları ve döneme yönelik eleştirilen bakışlarını okumaktayız. Onların anıları ve eleştirel yaklaşımları aslında dünün eleştirisi gibi gelebilir ama aslında bugünü eleştirmektedir. Bugün dahi yan yana gelemeyişimizin temelinde ki sorunlar, geçmişimizden kaynaklanan kibirli, “her şeyi bilen” anlayışımız ve davranışlarımızın bütünüdür.

“Farklılıklar, ayrılıkta rol almış olan insanların düşünsel dünyasında embriyonal olarak mevcutmuş.”

12 Mart yenilgisi sonrası olan tartışmalarda ayrılıklar ideolojik değil, kişisel tutumlardan kaynaklandığını ve “doğal” liderlerin kendilerini farklı bir şekilde tanımlamaları ve konumlandırmaları, onları tanımlayanların duygu ve düşüncelerinden farklılık arz ettiğini yaşanan sürecin eleştirel bakışında ortaya çıkmaktadır
.
“Nasuh; “Bizim ilişkimiz güvene dayalı bir birliktelikti, Kaçaroğlu bu güveni yıktı, o nedenle ayrıldım.” dedi.  Bu sırada Mahir Sayın ile Oğuzhan Müftüoğlu “Kesintisizler” eleştirel bakış açısı ile incelemeye devam ediyordu. Sonuçta iki örgütün doğal kurucular olarak kabul edilenler arasında bir “güven” sorunu çıkmış ve ayrılığın temeli belki de daha önce atılmıştı. Yol ayrımı kaçınılmazdı ve o kaçınılmaz gerçekleşmişti.  Bu belki de ilk kırılmaydı, ayrılıklar daha önce de olmuştu ama bu kırılmanın travması örgütler ayakta kaldığı sürece devam etti.”

“O koşullarda devrimin milimetrik çıkarını düşünen insanların ayrılmaması gerekirdi.”

Ankara Şehir Derneği (Şeh-Der) siyasi kopuş ve ayrılığın temellerini atarken başka açıdan da rekabetin ve kim daha fazla THKP-C geleneğine sahip çıkacağı yarışının da fitilini ateşliyordu. Devrimci Yol kurucu kadrosu Mahir Çayan’ın tezlerini “olduğu gibi” savunduğunu iddia ederek kendisini tanımlarken, daha sonra Kurtuluş olarak kendisini ifade edecekler eleştirel olarak yaklaştıklarını ama olduğu gibi geçmişe sahip çıktıklarını iddia edeceklerdi.

Bu toplantıda taraflar birbirlerine bakarak kendilerini tanımlamışlardı ve 12 Eylül yenilgisine kadar olan süreçte çatışmalar, kavgalar, ölümler bu rekabetin birer yansıması olarak sürekli kendisini anımsatacaktır. Aynı çevreye, aynı kitleye, birbirine yakın örgütlenme modeli ile yenilgi kaçınılmaz olarak her iki tarafı farklı tarihi süreçler içinde yakalayacaktı.

“1970’li yıllarda inanılmaz bir cesaret, atılganlık ve enerji ile sürülmüş olduğu çalışmaların yarattığı sonuçtur.”

Devrimci Gençlik dergisi ayrılık sonrası çıkmış ve daha sonra Devrimci Yol’a doğru eğilecekti. Kitleselleşme ve ülke sathında kadroların hareketi Kurtuluş çevresinde bir an önce bizde başlayalım algısını güçlendirmiş ve “Yol Ayrımı” ile örgütlenme yolunda somut ilk adımı atmışlar.

“Politik faaliyet gösteren bir örgüt, kendi varlığını gizlemez, bağlantı ve ilişkilerini gizler.”

Haziran 1976 yılında Kurtuluş Sosyalist Dergi (KSD) yayın hayatına başlamış ve örgütlü çalışmalarına merkezi bir şekil vermişler. Kurtuluş THKP-C mirasına eleştirel sahip çıkan ama aynı zamanda tarihsel olarak sahiplenme olarak kendisini ifade etmiştir. Geçici Merkez Organı Ocak 1977 yılında oluşturarak örgütsel inşasına devam etti, Büyük illerde yerel komiteler kurdu.

Elbette oluşan her yapı gibi topluma müdahil olmak ve kedi gücünü görmek için kampanyalar düzenledi. Kitleselleşen bir hareket elbette devletin de ilgi odağı olması kaçınılmazdır.

29 Ekim 1978 yılında Ankara’da Kurtuluş hareketinin merkezinde yer alan kişilere yönelik “ak operasyon” olmuş. O gün sivil kıyafetler ile bir grup kendisini illegal gören ve ona göre örgütlü gören kişilerin evlerine akşam saatlerinde 19 – 20.00 gibi saatlerde eş zamanlı baskın yapılmış ve hiç konuşmadan ayrılmışlar. Yalnız Mahir Sayın o gün gözaltına alınmış. Ertesi gün öğlen saatlerinde Mahir gelmiş... Olayın aslı ne olduğunun aslında pek bir önemi yok, “bal kabağı gibi hepimiz açıktaymışız, güya biz gizli örgütüz.”

Örgüt o operasyondan sonra kendisince önlem almış ve lider kadrosunun bir bölümünü Ankara’dan İstanbul’a almıştır. Bu arada yayın hayatına yeni çıkardığı dergiler ile devam etmektedir.

“Temelsiz ajitasyon ve propagandanın aşırı kullanımı, giderek, beklenen sonuçların tersini doğurur. Propaganda, ajitasyon çok önemli bir sanattır. Çizgi ötesine geçtin mi tersini üretirsin. Biz de çizgi ötesine geçen şeyler yapmaya başlayınca, sokak çatışmalarının hızla artması ve yaygınlaşmasının da etkisiyle bir süre sonra kitlesel hareketlerde daralmalar görmeye başladık.

“Memleketin en kral devrimcileri ve 1971’in esas mirasçıları biziz! Tabii böyle hissedersen herkesle ilişkine bu durum şekilde yansıyor… Bu his bir kibir gibi geldi oturdu bizim üstümüze ve ondan sonraki bütün hayatımız boyunca bir virüs gibi içimizde durdu.”

Rekabet ve sekterlik…

Sol içi çatışma gündemdedir. O gün kimse çatışmanın sonuçları hakkında uzun vadeli düşünmez, amacına ulaşınca çatışma sonlandırma görüşmeleri başlar ve sonlanır. Kısa vadeli çıkarlar uzun vadeli solun toplumdan kopmasına yol açacaktı. 12 Eylül’e giden süreçte devlet, sol iç çatışmayı sadece izliyor ve olayların arasına girmemeye özen gösteriyordu.

“Kurtuluş Devrimci Yol çatışmasında sanki polis şehri terk etmiş, meydanı çatışanlara bırakmış gibiydi, kısaca “çatış çatışabildiğin kadar” diyordu.”

Sol içi çatışmalar da daha ağırlıkta “bende varım, beni dikkate alın” boyutunda kendisine alan açma mücadelesi şeklinde oluyordu ve genelde bir fraksiyonun hakim olduğu yerde diğer fraksiyonların yaşama ve propaganda hakkı genelde tanınmazdı...

“Kendini orada kanıtlamak isteyen, icabında ‘Biz faşistler karşısında gerilemiyoruz, devlet karşısında gerilemiyoruz da sizin karşınızda mı gerileyeceğiz?’ dilini de kullanan bir örgüttük. Çatışmayı yatıştırıp gündemden çıkarmak yerine, ancak belli bir güç dengesi oluşturup, ondan sonra problemin çözümünü sağlamaya dönük tutum alıyorduk.”

“Gazetelerimizde, dergilerimizde, bunlar yanlış şeyler, bizim temel şiarımız ‘İlkelerde savaş, devrimci kardeşlik’ filan desek de o çatışmalarda, tabiri caizse ‘Biz de sizin kadar delikanlıyız’ tarzı bir duruşumuz vardı.

Çatışmalar biri bitiyor öteki başlıyordu. Sol bir yandan kendi içi ile kavga ederken faşistler ile parçalanmış ülkede kurtarılmış bölgelerin sınırında çatışmaya devam ediyordu. Ülke bir kaosun içindeydi ve toplu katliamların da artık hayatımızın içine girmesi söz konusu olmaya başlamıştı. Maraş, Çorum, Sivas olayları o güne kadar yapılan direniş hattının farklılaşması anlamına geliyordu. Sıkıyönetim altında ülke 12 Eylül’e doğru göz göre göre adımını atıyordu.

“Kibirli insanlar kendi haklılığını kanıtlayabilmek için düşmanlığı beslerler ve uzlaşmaz çatışmaları körüklerler.”

Maraş katliamından sonra…

“Maraş katliamından sonraki süreçte sosyalistler arasındaki dayanışmanın artması gerekirken azalması, birbiriyle daha çok boğuşur hale gelmeleri, toplumsal mücadelenin yeniden yükselmesini, canlanmasını ilerletecek kanalları yapabilmemizi engelledi.”

Sol artık yükseliş döneminde değildi, durağan hatta birçok bölgede gerileme sürecine girmişti, çünkü devrimci devrimciyi öldürmesi toplum içinde hoş karşılanmıyor ve halk o öldürenlerin yanından uzaklaşıyordu.

“Burjuvaziye karşı çok yönlü mücadelede, aynı tarafta olduğumuzu birbirimize anlatamadık.”

12 Eylül darbe marşları okunduğu gün faşistler sokaklardan çekilmeyip devrimcilerin olduğu tarafa doğru saldırılarını devam ettirmiş olsalardı acaba 12 Eylül başarılı olur muydu? Darbenin en büyük başarısı bence faşistlerin sokaktan çekilmiş olması ve sonra darbecilerin oyuna gelmiş olmasıdır... Çünkü devrimciler o zamana kadar antifaşist bir mücadele yapıyordu ve savunmada kendisini öyle konumlandırmıştı. Örgütsel yapıları ve kurumlaşamamış ilişkileri yenilgiye açılan kapının anahtarını darbecilerin eline vermiştir.  

Hırs ve kibir yok edicidir...

Darbeciler solun gücünü test eden birçok olaya imza atmış ve o operasyonlardan elde ettikleri veriler ile kendi stratejilerini çoktan çizmiş olduklarını 12 Eylül sonrası başlayan operasyonlardan anlıyoruz. 

“İçimizde küçük devletçikler ya da küçük diktatörlükler yaratarak sınıflı toplumdan kurtulamayız.”

12 Eylül darbesinin ardından ortalıkta kalmışlık hissi…

“Birçok insan kelle koltukta dolaşıyor ve yaptığı her eylemin örgüt için yaptığını düşünüyor ama o örgüt üyesi bile değil, böyle şey olur mu?”

12 Eylül aslında bizim yüzümüze başka gerçekleri de vuruyordu. Örgütler gelmekte olanı biliyordu ama ona göre kendilerini hazırlamamışlardı. Örgütler arasında yapılan görüşmelerde boşa düşmüştü. Kadrolar o güne kadar “profesyonel” olduklarını düşünüyorlardı ve örgütlerin kendilerine bakacağını içselleştirmişlerdi belki de ama örgütün maddi gücü ve lojistiği bu beklentiye uygun değildi. Çözülmeler hayal kırıkları ile başlamıştı. Bazıları itirafçı olmuş, bazıları direnmişti ama örgütün küçülmesi ve gittikçe yok olmasını engelleyecek yeni bir örgütsel önlemler çare olmamıştı. O güne kadar görünmeyen tüzük ve teknik tartışmalar gündeme gelmişti. Yakalanınca mahkemede örgüt savunulup savunulmayacağı dahi belirsizliğini koruyordu. Kendileri bir dergi çevresi olarak mı tanıtacaklardı kadroları? Direnişte ve mahkemede neyi gündem yapacaktı kadrolar ve kadro gibi görenler… Belirsizliklerin aslında ne kadar çok olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştı darbe… Varmış gibi kabul edilenlerin aslında yok olduğu, gözlerde büyütülen birçok şeyin aslında var olmadığı gerçeği ile karşı karşıya geliniyordu.

“Tezgaha getirilen gençlik, ölümün ucundan dönen ve kendi sesini düne bırakanların hikayesinde bir çok ayrıntı bugün gözükmüyorsa elbette yenilginin üzerimize bıraktığı etkisi olduğunu düşünüyorum…”

Olayların etkisi ile o güne kadar gözükmeyen birçok olgu gözükür ve göze batar olmuştu.

“Sosyalizm ve dünya devrimine ilişkin yazılmış olan şeyleri, tüm detaylarıyla araştıramadık. Pratik faaliyet ve tek yanlı okumalarımızdan bunlara sıra gelmedi. Sanki bir şeyi kaçıracakmışız gibi, dar pratikçiliğe hapsolurken enerjimizi entelektüel derinleşmemize aktaramadık.”

Belki baştan birileri de kendilerini daha alçak gönüllü görmüş olsaydı ve “her şeyi yaparız, bize bir şey olmaz” anlayışı içinde olmadan, geçmiş yenilgilerin tecrübeleri ile örgütlü bir yapı için adım atılmış olsaydı... Günün acil sorunlarına yanıt verelim derken, örgütlü ve kalıcı olmak gözden kaçmış, olaylar öyle bir savurmuş ki, bir çok insan bedelini işkence tezgahlarına son nefesini bırakarak verdi.

Kadrolar eziliyordu. İşkenceler sadece DAL ile sınırlı kalmamış, cezaevleri birer işkence merkezine döndürülmüştür. İnsan onurunu postalların altına alanlar ülkenin yeni rotasını ılımlı İslam’a ve liberal ekonomiye döndürmüştü ve bunun ilk işaretini Maraş katliamı ile açıkça ülkemizde ilan etmişlerdi. Dünya küreselleşme politikalarına doğru adım atarken ülkemizde de yeni rotasını oturtmaya çalışıyorlardı.

“Önder kadrosunda yer alan arkadaşlarında yeterli kadar okumaya vakit ayırmadıklarını düşünüyorum, eğer onlar yeteri kadar okuyabilse ve araştırabilselerdi bizlere sağlıklı yol gösterebilirlerdi.”

“78 kuşağının fedakar ve adanmış insanları, kapalı bütün kapıları açmak üzere, arkasına bile bakmadan ileri atlıyordu. Çok iyi mühendisler, doktorlar, avukatlar, eğitimciler de olabilirlerdi. Herkes eğitimini tamamlayabilirdi. Ama olmadı…”

Vicdan, bir solcunun çantasında, kalbinde, göğsünde taşıması gereken ve hiçbir zaman vazgeçmemesi gereken en önemli unsurdur. Eğer bir başkasının hayatını etkileyecek bir eylemliliğin içerisinde bulunuyorsanız vicdanlı olmak bir zorunluluktur. Sizin onu anlama, değerlendirme, onun koşullarını gözetme zorunluluğunuz vardır. Siz bir insanın hayatına mal olacak bir süreci sadece kararla, kuralla, kaba direktif yansıtarak geçiştiremezsiniz, geçiştirmemelisiniz.”

Hikayeleri aslında hepimizin hikayesidir, şöyle ya da böyle benzer süreçlerden geçtik, ortak bir kavganın ortak yenilgisini farklı farklı yaşadık ve geçmişin bizim üzerimizde bıraktığı etki bugün dostluklar içinde hala varlığını koruyor.

“Hepimiz özür dilemeyiz. Çünkü arkadaşlarımızdan herhangi birinin yapmış olduğu yanlışlık, hepimizi bağlar. Bunlar bize ait yanlışlıklardır, ortak ürünümüzdür.”

Yazıda birçok alıntı yaptım ama isimleri bilerek kullanmadım, geçmişin dergilerine bir çağrışım yaparak… İsimsiz yazılar ile çıkan dergiler ile hayatı anlamaya çalıştık… İsimsiz yazılara bakarak birbirimizi eleştirdik, kavga ettik… Sonuç, yenildik… Bir ders değil binlerce ders çıkarılmalıdır. Tek yönlü okumanın hakim olduğu süreç bizi yenilgilere götürdü, gelmekte olanları daha önceden anlayıp ona göre tedbir alamadık… bugün dahi bir çok anıları okurken “bizden” olan arkadaşlarımızın anılarını okumaya özen gösteriyoruz, diğerleri hala yok… Var olan siyasi partiler, dergi çevreleri sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi geçmişin ilişkilerini devam ettiriyor… Bizim dergimiz, gazetemiz, bizim örgütümüz, bizim derken acılar ile yoğrulmuş kuşağın alın terlerini, acı ile işkence duvarlarına bıraktıkları sesleri, vicdanlarında mahkum ettikleri hataları yok saymak yeniden yeniden yanı süreci yaşamak anlamına gelmektedir…

Hepimiz hala geçmişin hatalarını aynen tekrar ediyorsak özür dilemeye bile gerek yok demektir… Geçmişin eleştirisi hatalardan ders çıkarılmışsa olur… bugün aynı geçmişten gelenlerin bir birini ötekileştirdiği ve yok saydığı süreci ne yazık ki yaşıyoruz, ortak ne yaparız yerine hala benim şemsiyemin altında bana uysun beklentisi ile kibir ile hayata bakmaya devam ediyoruz… Kibir ne yazık ki başarı getirmiyor, acıdan başka…

İsmail Cem Özkan

Kurtuluş Kendini Anlatıyor -3
Fırtınalı Bir Denizdir İçimiz
İsmail Metin Ayçiçeği, İzzet Köylüoğlu, Mustafa Öztürk, Saim Koç, Seyfi Öngider, Ziya Sümer
Dipnot yayınları, Ankara 2016
ISBN: 978-605-4878-92-5


Kurtuluş Kendini Anlatıyor -4
Daha Dinmiş Değil Fırtına
Burhan Tanrıverdi, Celal Polat, Doğan Fırtına, Haşim Barış, Süleyman Toklu
Dipnot yayınları, Ankara 2017
ISBN: 978-605-4878-92-5

2 Şubat 2018 Cuma

Karmakarışık

Karmakarışık

Ray Cooney, öyküleri genellikle, yanlış anlamalara ve bunun sonucunda ortaya çıkan, içinden çıkılması güç, karışık durumlara dayanan bu tür. Ray Cooney oyunlarında çağımız İngiliz toplumunun toplumsal ve siyasal düzenine ve yerleşik ahlak anlayışına temelinden sarsıcı olmayan, daha çok iğneleyici ve rahatsız edici bir eleştirel bakışını buluruz. Aslında oyunun geçtiği dönem İngiliz toplumunun alışkanlıklarının yıkıldığı, ulus devletinin değişime uğradığı bir kırılma dönemine işaret etmektedir. Bu dönemde geçmişin eleştirileri bilerek öne çıkarılmıştır. Geçmişin eleştirisi, alışkanlıkların ve o alışkanlıkların yaratmış olduğu yanlış anlamalarında temelidir. Yeni bir topluma ve devlete ihtiyaç vardır ama bu devlet küresel sermayenin ihtiyacını karşılayan ve sermaye önünde olan tüm sınırların kalması gerektiğini belirten bir istem söz konusudur.

Geçmişin eleştirisi mizahın bir parçasıdır, iğneleyici bakış açısını kullanırken, rahatsız toplumu da rahatsız edici bir eleştirisi söz konusudur. Otel odasında iktidarda ki Muhafazakar Partinin bir bakanı ve muhalefette olan İşçi Partisinde çalışan bir sekreterin kaçamağı söz konusudur. İkisi de evlidir. İkisi de yanı şekilde riski göze almıştır. İkisi de dışarıdan bakıldığında İngiliz toplumun örnek kişileridir. İngiliz ahlakı bu kaçamağı hoş görmez, bugün dahi Avrupa’da bu tür ilişkilerde yakalananların istifa kurumu ile karşı karşıya gelir. Gerçi Teacher döneminden sonra bu ahlaki yapıda değişmiştir. Otel odasında önce bahşiş ile başlayan trafik, sonra rüşvete döner. Bir bakan rüşvet vermektedir, bakanın Özel Kalem Müdürü bu rüşvet çarkının içinde oluşan kaos ile birlikte bir parçası olacaktır. Sekreterin kocası ve onun tuttuğu özel dedektif, otel müdürü, Rus bir otel çalışanı, ki burada aslında Avrupa iş dünyasına da bir gönderme yapmaktadır, Özel Kalem Müdürü ve onun annesine bakan sağlık çalışanı… sahne komedisi, tempolu, beklenmeyen tepkiler ve kara mizahı ortaya çıkaran ortamların yaratılması ve söndürülmesi…

80'li yıllarda, Teacher döneminin bir bakanını otele yerleştirmiştir. (İzlediğimiz oyunda zaman ve ülke bilerek yok sayılmış, bu sayede evrensel bir komedi izlenimi veriyor ilk anda) İşçi Partisi'nin sekreterlerinden biriyle bir gecelik bir kaçamak yapmak üzere, bir otel odası tutan bakan, bu odada bir cesetle karşılaşınca içinden çıkılmaz duruma gelecek olay örgüsü de işlemeye başlar. Bakan ve sekreter, kaçamaklarının ortaya çıkmaması için cesedi yetkililere bildirmezler. Bakan, en güvenilir adamı olan, özel kalem müdüründen yardım ister ve ikisi birlikte bu cesedi, kimseye görünmeden ortadan kaldırmaya çalışırlar. Zamanla bu cesedin, sekreterin kocası tarafından tutulmuş bir özel dedektif olduğu ortaya çıkar. Üstelik kadının kocası da otelde, onların peşindedir. Daha sonra bakanın karısının da otele gelmesiyle işler iyice karışır. Dahası ceset aslında ölmemiş, yalnızca bayılmıştır ve bir süre sonra ayılarak, o da oyun içindeki yerini alır.

Bakan ve özel kalem müdürü birdenbire kendilerini ortasında buldukları bu beladan kurtulmaya çalışırken, bir yandan da otelin müdürüne, meraklı bir garsona, sekreterin kocasına, bakanın karısına ve en sonunda da dirilen cesede türlü açıklamalar yapmak zorunda kalırlar ve bu sırada söylenen yalanlar, oyun ilerledikçe karışıklığın dozunu giderek arttırır…

Oyunun sahne düzeni bir odadır ve odaya açılan kapılardan oluşmaktadır. Kapılardan biri dolaba açılır ki, oyunun odak noktası gibidir. Pencere yan odaya geçilen balkondur. Odanın ortasında bir koltuk vardır, koltuk aynı zamanda oyuncuların en çok kullanacağı bir alandır. Yeri geldiğinde bir psikiyatrisin koltuğu, yeri geldiğinde içli koltuk işlevini görür. Oyun boyunca sahne sabittir. Dekor gibi ışık da oyun boyunca sabittir. Oyunun akışı diyaloglardadır, diyaloglar olayın akışını hızlandırmakta ya da yeri geldiğinde sakinleştirmektedir. Oyuncular arasında ses uyumu sahne komedisinde önemlidir, çünkü her oyuncunun sesi karakterini belirleyen konumundadır. Oyuncuların en büyük destekçisi mimiklerdir. Ses, hareket ve mimikler seyirciye bir şeyleri hissettirmektedir, kısaca anlatılmayanı hissedin demektedir.

Haldun Dormen yönetiminde sahnelere tekrar kazandırılan oyunda henüz isimlendiremediğim bir sorunun varlığını hissettim, nedense oyun boyunca oyunun içinde bol bol kahkaha atmam gereken yerde bir şey beni bu isteminden alıkoydu. Bir şeyin eksik olduğunu oyun boyunca hissettim…  

Usta (Haldun Dormen) bugün dahi sahnelere çıkarken, aynı zaman diliminde bir oyunu da yönetmen olarak sahneye taşımıştır. Usta bir tiyatro emekçisinin bu oyununu eğlenmek için izleyin… Eğlenmekten başka biraz İngiliz toplumunun ahlak anlayışına yapılmış eleştiriyi görürsünüz. Bize dair bir şey ararsanız, kendinizi çok zorlamanız gerekmektedir… Belki bazı esprileri bize yontabilirsiniz… Karmakarışık olan toplumumuzun mizaha ihtiyacı vardır ve ne yazık ki bizde mizah, mizah yapanı sadece içeriye göndermek için bir araca döndürüldü. Hoşgörünün sıfırlandığı bir zamanda, zamanın ruhu tarifini yapan ve yapmaya çalışan sanatın dili mutlaka oluşacak ve yeşerecektir. Her kırılmanın ve değişim döneminde toplumun ruhu ve beklentisini mizah dillendirebilir, mizahın olmadığı yerde biat ve güçlü olanın arzusuna boyun eğmek vardır…

Bizim de mizahımız bir gün sahne için oyun üretecek kadar özgür alan bulacaktır… Şimdilik dünya yazarlarının dili ile kendimizin söyleyemediği sorunları duyma umudunu koruyoruz… 

İsmail Cem Özkan



Karmakarışık
Yazar: Ray Cooney
Çevirmen: Haldun Dormen, Kemal Uzun
Yönetmen: Haldun Dormen
Dekor Tasarımı: Savaş Çevirel
Kostüm Tasarımı: Mihriban Oran
Işık Tasarımı: Serhat Akın
Koreografi: Yeşim Alıç
Yönetmen Yardımcısı: Erkan Taşdöğen
Yönetmen Asistanı: Osman Tunca Soysal
Oyuncular: Erkan Taşdöğen, Fatih Kahraman, Rüyam Dirin, Özden Çiftçi, Ali Ersin Yenar, Ebru Demirdöven, Aral Seskir, Sinan Cem Çabuk, Cem Şahin, Suzan Sabancı
Sahne Amiri: Oktay Uçar
Kondüvit: Zeynep Reha Dağarslan
Işık Kumanda: Atakan Talaş
Dekor Sorumlusu: Murat Kubal, Selçuk Oltuözer
Aksesuar Sorumlusu: Barış Akbaş
Erkek Terzi: Ali Egeli
Kadın Terzi: Zeliha Özduran
Perukacı: Ramazan Akbaş

Komik-İ Şehir Naşit Bey

Komik-İ Şehir Naşit Bey


1886'da İstanbul Şehzadebaşı'nda doğdu. Beyazıt Rüştiyesi’nden sonra eğitimini Mızıka-ı Hümayun’da tamamladı. Leman Hanımla evlendi, evli olduğu sırada Kantocu Amelya Hanım'a aşık oldu, bir süre sonra Leman Hanım'dan boşanıp, Emel adını alan Amelya Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten olan çocukları Adile Naşit ve Selim Naşit Özcan da tiyatrocu olmuşlardır. Sanatçı, büyüdüğü ve tiyatro eğitimini aldığı aynı yerde 26 Nisan 1943'te hayata gözlerini yumdu.

Kısaca hayat hikayesi yukarıda ki gibidir ama o hayatın içinde yaşanmış, komik durumlar, trajediler, dramlar, gözyaşları ve yoksulluk ve yoksulluğun içinde zenginlik! Hayat çizgisini sahnelerin üzerine bırakılan tozların üzerine yazılanlar… Salonlar yıkılır, salonlar ile birlikte şehir değişir, eskiye ait ne varsa yerle bir olur ve yerlerine beton binalar dikerler. Kimse o şehri geçmişi ile birlikte anımsayamaz bile. Bizlerin yaşadığı tüm şehirler, evler anıları ile birlikte yağmalanmıştır, yağmalanan hayatların iz düşümleri, belki bir dönem birilerin hafızasına nakşedilen anılar yazıya dökülür ve gelecek kuşaklara aktarılır… Geçmişin büyük ustaları, büyük olan yanları, onların izinden gidenlerin onların gölgesinde geçmişin güzelliklerini gelecek kuşağa taşıyanlar, bu toprakların, bu şehirlerin mirası olanlar bir gün hayat bulur, yeniden yaratılır gerçekliği, yeniden acılara, mutluluklara, sahnenin tozuna bırakılan ses salonu doldurur… İşte Komik-İ Şehir Naşit Bey oyunu öyle bir şey! Yeniden kurgulanan bir hayatın gerçek yönleri bizi salonunun içinde bulur ve acı ile, hüzün karışık neşe ile izleriz…

Sahne ikiye ayrılmıştır, bir yanda yaşlı Naşit Bey, öte yanda henüz ustasının yanında olan Naşit ve sonra ki süreci. Ustasının öğüdünü hiçbir zaman kulak arkası etmeden sahnede nefes almaya devam eder, zor günler ne yazık ki insan yaşamının ayrılmaz parçasıdır, şaşalı, güzel günler kısa sürede geçer ama insana en çok dersi o zor yıllarda aldıklarıdır. Zor yıllarda bakılır gençliğe, hayata… Zor yılların eksik olan alkışı, aynı zamanda ekonomik dar boğaz demektir. Biriktirilenlerin satılmasıdır. Sahne sanatı ve geleneksel tiyatromuzun en zor yılları yeni gelişen teknoloji ve o teknolojinin ucuz bir şekilde şehirlerde kendisine mekan bulması ile olur. Geleneksel tiyatroyu sinema yok eder, onu da televizyon. Televizyon hala hakimiyetini koruyorsa iktidarın o işten hala nemalandığı ve halkı bir şekilde kategorize etmede aracı olmasıdır. Hakim sınıfların ihtiyacı meslekleri ortaya çıkarır veya yok eder. Hayatın içinde olanlar bu ihtiyaca cevap verecek atılımı ve değişimi zamanında yaratamazsa yok olmaya ve geçmişin anılarında yaşamaya mahkumdur…

İkinci dünya savaşının Avrupayı kasıp savurduğu yıllar, ülkemizde ekmeğin karne ile alındığı dönemdir. Orada ölümler bombalar ile olurken, ülkemizde ölümler ve göçler açlık ile olmaktadır… yakın tarihimizin bu acılı dönemi siyasi iktidarların bakın ha o günlere dönersiniz korkutmasının bir aracı olarak uzun yıllar işlevini gördü. Açlık ile toplumun yeniden biçimlendiği günlerde elbette zamanın ihtiyacına cevap verenler bolluk içinde yaşarken, ihtiyaç veremeyenlerin bir kenara atıldığı dönemdir. Her insan kendi bacağından asıldığı günler… Patron olanlar paranın kokusunu takip eder, onlar için geçmiş, gelenek, yaşanmışlıklar hiç önemli değildir, çünkü zor günlerin içinden birileri zoru para döndürecek, paraya döndüremeyenlerin elinde ise sadece geçmişin alkışlı günleri kalacaktır.

Komik-İ Şehir Naşit Bey oyunu adında geçen komik ibaresine aldanıp her sahnede güleceğiz diye düşünmeyin, her sahnesinde acı bir gülümseme mevcut… Büyük bir sanatçıyı bizler tanımadık, bu oyunlar, romanlar, öyküler ile tanımaya çalışıyoruz. Tarih olayları yazar, kişilerin gerçek hayatını es geçer. Hayat ayrı, olaylar ayrı gibidir. Oyunun sahne düzenlemesi oyunculara büyük imkan tanımaktadır, onları zora sokacak hiç ayrıntı yoktur. Işık oyun içinde çok iyi kurgulanmış, ışığı yönetenin marifetine kalmıştır. Çünkü oyunu çok dikkatli izlediğinde muhteşem bir şölen çıkaracaktır.  Oyun içinde kullanılan ve geçişleri bir birine bağlayan müzik başarılıdır ve o başarısı seyircilerde alkış olarak karşılığını bulmaktadır. Oyuncular kendilerine verilen role iyi çalışmışlar ve kaprisleri yoktur, hangi role uygun görülmüşlerse gönülden oynadıkları sahnedeki performansından görülmektedir. Oyun bir ustaya yakışır, geleneksel tiyatro ile modern tiyatronun bulunmasına şahitlik etmekteyiz.

Fırsatı olanları mutlaka izlemesi ve eğlenmesini istediğim bir sahne şöleni olmuş, gidin, görün ve siz de kendi görüşlerinizi ve bir ustana adanmış tiyatronun dili ile yapılmış şiiri okuyun.

İsmail Cem Özkan



Komik-İ Şehir Naşit Bey
Yazan : Gökhan Erarslan
Yöneten : Ali Yaylı
Dramaturgi : Hilmi Zafer Şahin
Sahne Tasarımı : Mehmet Emin Kaplan
Kostüm Tasarımı : Zuhal Soy
Işık Tasarımı : Cengiz Özdemir
Müzik        : Emrah Can Yaylı
Koreografi  : Özge Midilli
Efekt : Metin Taşkıran
Yönetmen Yardımcısı   : Musa Arslanali – Özgür Dağ – Ada Alize Ertem
Oyuncular:
Ada Alize Ertem, Ayberk Atilla, Bora Seçkin, Can Tarakçı, Emrah Can Yaylı, Erkan Akkoyunlu, Fahri Kıncır, Göksel Arslan, Kutay Kırşehirlioğlu, Mehmet Avdan, Metin Çoban, Naşit Özcan, Özgür Dağ, Rahmi Elhan, Semah Tuğsel, Sinan Bengier, Şeyda Arslan
Süre  : 110 Dakika / 2 Perde