Galata Gazete


22 Mayıs 2022 Pazar

Karşı mahallede de yaşam vardır…

Karşı mahallede de yaşam vardır…

 

19 Mayıs Türk ulusal devleti için önemli adımlardan / günlerden biridir. Resmi söylem ile ilk atılan adım, İzmir’de atılan ilk kurşundan sonra gelmiştir...  19 Mayıs hem sevinç karşı mahalle için de hüzün demektir. Tarih karşısı ile birlikte yol alır, sadece ezenlerin tarihi diye bakarsanız yanılırsınız, ezilenlerinde tarihidir. Bugün tarih yazıcılar hep güçlülerin ve kananların tarihini yazmıştır ama zaman içinde güçsüz olanlarda güçlü olduklarında bu güçlülerin tarihini tersine döndürüp yazmaya başlarlar. Her ülke geçmişten bir kaynak bulur ve oradan kendisini konumlandırır.

 

Bir dönemin tarihi incelenirken bir de karşı mahalleden bakmak gereklidir, çünkü karşı mahallenin yenilgisi anlaşılmadan bugün yaşadığımız sorunların öznelerini kavramamız çok zor olur. Nasıl oldu da bir arada yaşayanlar birbirini boğazlayıp, boğazlayanları kahraman gören bir anlayış ortaya çıktı. Normal cinayet vakası incelendiğinde insan öldüreni katil diye yargılarken, işin içine devlet olmuş ve kazanmış bir taraf çıkınca “katil” olur bir ulusun “kahraman”ı. Normal olan olarak sunulan kazananların tarihi, aslında doğal ve akması gereken bir zaman çizgisi miydi?

 

Ulus devleti tarihimiz içinde 19 Mayıs hem simgesel hem de üzerine yüklenen anlamlar ile birden fazla anlamı içinde barındırmaktadır. Aynı şekilde her simgesel gün karşı mahallede anma ve cinayetlerin, katliamların, soykırımların da başlangıcı sayılır. Samsun’a çıkışın karşı mahallesi olarak kabul edilen “Pontus Sorunu”n katmerleşmesi ya da sorunun ulus devleti anlayışı içinde çözümü olarak sunulan yasal / yasadışı cinayetler bir anda başka bir konuma ve anlayışa bürünür. Yıllar sonra o günler anlatılırken ya yok sayılır ya da kazananın gözünden anlatılır ve okullarda eğitim adı altında genç beyinlere şırınga edilir.

 

Hiçbir sosyal çatışma birden başlamaz, onun öncesi ve uzun yılları içine alan bir süreç içine alınır. Tarihte olmuş her olay aslında başka olayları tetikler ve bu olaylar bir şekilde devam eder gider. Hakların beynine bu devam eden süreçler destanlar, öyküler, şiirler, ozanların sesinden kayıta girer. Hakim olanlar kaybedenlerin söylemlerini yok etmek ve bir daha söylenmemesi, yazılmaması için her türlü baskı aracını mubah görür ve uygular. Kimse atalarının katil olduğunu söylenmesini istemez elbette, kahramanların oluşturduğu tarih her zaman onur ve gurur vermelidir!

 

Samsun’a çıkış ve sonrası gelişen olaylar yakın zamanda gerçekleşmiş bir travmanın başka özenler ile dışa vurumudur. Cephe gerisi olarak bahane uydurulup şark cephesi gerisinde yer alan Ermenilerin çöl topraklarına “tehcir” edilmesi elbette onların komşuları üzerinde de etkisi büyüktür. Hıristiyan Ermenileri yok eden, Hıristiyan Rumları da yok edecektir! Çünkü savaşta muhatap olarak kabul edilirse bir halk, ona karşı savaşın her türlü kanlı yüzü uygulanacaktır.

 

İzmir işgali ile başlayan bir süreç, elbette iktidarını kaybetmiş olan İttihat Ve Terakki Partisi’nin yeniden doğuşu anlamına gelmektedir. Kaybedilen topraklar direnilerek ve savaşılarak alınmalı ve Çanakkale zaferinde olduğu gibi zafer ilan edilmelidir! İstanbul’da başlayan bir örgütlenme ve yol haritası Samsun’da ilk adım ile yeniden bir başlangıç anlamındadır.

 

Karşı mahallede tarih elbette farklı yazılır.

 

Yukarında anlatılanların bilgisi dahilinde Samsun'a çıkış cephe gerisi görülen yerde yaşayan haklar için bir anlamda katliam, hatta soykırım demektir...

 

Karşı mahallede o tarihlerde ve cephe gerisi gözüken yerlerde kimler vardı?

 

Rumların Karadeniz’deki akrabaları, Pontuslar, her ne kadar onlardan kalan ve İslamlaşan kesim bugün keskin bir Türk milliyetçisi olsa da o tarihlerde kendilerini konuştukları dil ve kültürden dolayı Pontus hissediyorlardı, o günlerden bugüne yansıyan günlük dilde kalmış birkaç kelime geçmiş ile bağını kurarak yaşıyorlar...

 

Sadece Karadeniz Rumları mı, biraz aşağıya doğru inin Kürtler var. Koçgiri bölgesi Kürtleri... Orası da cephe gerisi kabul edilir, her ne kadar dağılan ülkede kendilerine ait bir devlet istemleri olmuş olsa da onların katliamı da isyan kabul edilen süreçten sonra iz sürme bahanesi ile yapılan süreçte olmuştur... İz sürerken Topal Osman ve çetesinin akıl almaz uygulaması, Sakallı Nurettin Paşanın öfkesi Kürtlere katliam olarak dönmüş... Dağılan ülkede, elbette topraklarda yaşayanlar kendilerine ait devlet kurma ve isteme hakkına sahiptir, eğer tarihi çizgi onlara o fırsatı verecek örgütlü yapıları varsa.

 

Balkanların bir anlamda öcü alınıyor gibidir öteki olarak kabul edilenlere karşı yapılan katliamlar, derelerin kan rengine dönmesine sebep olacak toplu cinayetler...

 

Yakılan onların tarihidir...

 

Peki, o dönemde uygulamanın geçmişi nereye dayanıyor? Elbette İttihat Ve Terakki Partisinin cephe gerisinde Ermenileri “Tehcir” etme kararına... Kısaca geçmişten kalan içtihadın zamana uyarlaması...

 

Karşı mahallenin duygularına empati kurulmadan yapılan her etkinlik aslında bir arada yaşamanın gerekliliklerin ortadan kalması anlamına gelmektedir…

 

Bir arada, birlikte yaşamanın birincil koşulu tarihi ile yüzleşmek ama onu yapacak ne anlayış ne de ortam mevcuttur... Bugün karşı mahallede beslenen, ulus devletin sahipleri tarafından körüklenen bir nefret söylemi devam etmektedir...

 

Nefret söylemi var olduğu yerde ortak yaşam ancak sindirilmiş şekilde olur ve hiç bir zaman da sağlıklı olmayacaktır, çünkü güçlü olanın zayıf anı aslında onun yok edilmesi anlamına gelen korkuyu besler ve büyütür.

 

Sol düşüncenin ve hoşgörünün olmadığı yerlere bir bakın orada yaşayanların en büyük korkusu Ermenilerin ve yok ettikleri diğerlerinin geri gelmesidir... O yüzden o şehirlerde sol düşünce ve bir arada yaşama kültürü bir türlü kök salamaz...

 

Bugün hep tek taraflı resmi tarih söylemi içindeyiz, sosyal medyanın hayatımıza girmesi ile birlikte karşı mahalleden ve sürgüne gönderilmişlerin torunlarının da söylemleri ile yeni bir tarih anlayışı ve kafalarda oluşan sorular da çoğalmaktadır. Çünkü bilgi kirliliği içinde oluşturulan her tarihi söylem nefret söylemini beslemekte ve halkları bir birine düşman kılacak kadar üst sesten söylenen söylemler de mevcuttur. Ya o ya bu anlayışı içinde siyah ve beyaz ayrımı gibi kavramlar ile tarihi yazımı yapmak geçmişin ulus devleti mantığının değiştirilmiş halini karşı mahallede de olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Resmi tarihinin karşısı anti resmi tarih yazımı değildir.

 

Tarihi bir kırılma sürecinden geçmekteyiz, bugüne kadar tarih hep kazanların tarihi olmuştur, ezilenlerinde tarihi vardır ve yazılmaya devam ediyor.

 

İsmail Cem Özkan

 

19 Mayıs 2022 Perşembe

Hepimiz biraz Süleyman mıyız?

Hepimiz biraz Süleyman mıyız?

 

Dün dündür bugün ise bugündür... Hepimiz biraz Süleyman Demirel’iz... Dün İbo, bugün Samsun...

 

Neşe doluyor bugün, dünün hüznün yerine...

 

Çelişkileri, tarihin kronolojik akışı hepsi sadece bir yalan, işimize geldiği gibi hayata bakıyoruz. Tıpkı mezarlıklarımız gibi her şey, katil ve kurban aynı mezarlıkta yatıyor, yargılamıyoruz, sorgulamıyoruz... Sonsuzluk uykusu dediğimiz hayatta yapılanların hepsinin unutulması değil mi? Dün onur ile anılan İbrahim Kaypakkaya, bugün onur ile kutlanan bir Samsun çıkarması...

 

Her şey gençlik için, gençlik umuttur...

 

Sahi Samsun'a çıkan son ittihat ve terakki üyeleri, icraatları ne oldu? Rumlar, biraz aşağıda Koçgri... Biraz zaman geçerken Karadeniz’de boğazlanan komünistler... Düzenli ordu denilerek düşman saflarına iteklenen Çerkes Ethem'ler... Tamam, bir ulus kendi devleti kurdu ama birde ulus devletin ret ettiği Kürtlerin yeni devletin oluşumu sırasında 12 isyanı var...

 

Tamam, ulus devlet başarılı oldu diyelim ama Kürtler hala varlar ve var olmaya devam ediyor, bugün en kritik seçimin son taşı konumunda...

 

Dün dündür, bugün ise bugün!

 

“Yollar yürümek ile aşınmaz”, protesto edenler ile kutlayanlar aynı alanlarda toplanıp halaya duracak bir gelecek kurulacak gibi kutlama ve taziye mesajları aynı yerden aynı şekilde yansıyor... Gelecek bir arada yaşam üzerine kurulacak, bundan hiç kuşkum yok ama ulus devlet ve onun işlediği cinayetler bir daha kutlama merasimi içinde olmayacağını da biliyorum...

 

Kurtuluş savaşının bedeli olacaktı, o bedel toprakların renklerinin, (renk dediğim halklar, alışkanlıkları, dilleri, kültürleri) yok edilmesidir... Renkli bir bahçeden tek rengin, ve cinsin hakim olduğu sanayi için üretilen bahçeye dönüşümdür ulus devlet... Ben hala yaylalarda kalan renk cümbüşünü seviyorum, doğal ama biraz da bugünlerde naylon/plastik karışmış doğal renkler... O naylonları yani plastikleri yok edebilecek bir güce erişsek, işte o zaman kapitalizmde yok olur...

 

Ulus devletin nimetlerinden yararlananlar elbette kutlasın bugünü, elbette kutlayacak… Ama dün İbo'yu an, bugün coşkulu meşale yürüyüşü yap, işte burada bir çelişki var, nasıl bir gelecek düşünüyorsunuz, geçmişin üzerine sünger çekip kafamıza göre anma, kafamıza göre kutlama günleri mi.?.. Kurucu olduğunu iddia edenler, neden kurdukları devletin işlediklerini cinayetleri anar? Yüzleşmek için mi, hesaplaşmak için mi? Hepsi faili meçhul olarak duruyor...

 

Bugün Galatasaray meydanında oğullarını arayan anneler yok, bir heykelin etrafını çeviren bir demir yığını ve içinde nöbet bekleyen polis duruyor... Yüzleşmenin birincil koşulu cumartesi annelerin istemlerini gerçekleştirmek değil midir? Çocuklarını arayanların acılarını dindirmek devletin görevidir, fakat devlet o görevi yaparsa kendisi ile çelişkiye düşmez mi? Cinayetler devlet adına, millet adına işlendi, bir görünen mahkeme bir de görünmeyen mahkeme vardır, karar verilmiş, işlenmiştir cinayet. Görünenler hepsi zaman aşımından düştü, peki görünmeyenlerin aldığı karar?

 

Hepimiz biraz Süleyman Demirel’iz... İşimize geldiği gibi günü yaşayan, günün ihtiyacı neyse ona göre davrananız...

 

Ana dili kaybolmuş biri, bugün ana dilinin kaybedene sonsuz bağımlı, bayraklı tişörtleri ile meydanlarda halaya zeybek'e dururken hiç aklına gelmez ulus devletin koşuluydu ana dilini yok edip, tek dil, tek bayrak, tek vatan şiarını hayata geçirmek... Hepimiz Türküz; Arnavut, Çerkes, Gürcü, Laz, Kürt, Süryani… karışımında oluşan... Türklüğü oluşturanların (şimdilerde kabul edilen, pota içinde erimiş olanlar) ana dilleri geçmişte kaldı, geçmişin kayıtlarında, o kayıtları okuyacak insan sayısı da bir parmak kadar...

 

İslamcı siyasiler iki de bir fırlayıp derler ki Arapça harfleri kaldırıp yerine Latin harflerini koydular, geçmişimiz yok oldu, mezar taşlarını okuyamıyoruz! Biraz Arap harfini öğrenen rahatlıkla aslında mezar taşını okur ama örneğin ana dili Arnavutça olanı bir ailenin çocuğu Türkçe ve İngilizce ya da başka batı dili dışında dil bilmiyorsa, o aileye hala Arnavut denir mi? Dil değil midir kültürü ve düşünce yöntemini ileri kuşaklara aktaran?

 

Hepimiz gerçekten birer Süleyman mıyız?

 

İsmail Cem Özkan