Galata Gazete


29 Haziran 2017 Perşembe

Toprak rengini çiçeğe verir!

Toprak rengini çiçeğe verir!
Hayat bir döngüdür, döngüyü yaratan doğumdur. Doğum olan yerde ölüm kaçınılmazdır. Kaçınılmaz olan yaşantımızın içinde kırılma noktalarını oluşturur. Toprak üzerine düşenin rengini yine içinden yeşerttiği çiçeklere verir. Her çiçek kendisine ait rengi olması yanında bazı çiçekler toprağın yapısına göre renk alırlar. Ölümün hakim olduğu yerlerde çiçekler kan rengidir, kan çürürken rengini çiçeğe bırakır. Topraklarımızın üzerinde o kadar ölüm oldu ki, ölümlerin rengini kırmızı rengini bozkıra, ormanların kuytuluk yerlerine, çölde açan bir çiçeğe kadar vermiştir. Kan coğrafyamızın belirleyici rengi olmuştur.
Savaşların diyarında barış ancak kısa dönemli olmuştur. Her savaş barışı getirir diye bir kural yoktur, örneğin birinci dünya savaşı barışı değil savaşı getirmiştir. İnsanlık savaşlar ile doğayı ve kendisini kitlesel olarak yok ederken yerine yeni bir şey koyamamıştır. Emperyalizm ulus devletinin oluşumu ile sömürgeciliğin yerini almıştır. Şimdi yaşanmakta olan hibrit savaşlar neyin yerini doldurmaktadır?
Ortadoğu’yu proje olarak yeniden ele alanlar sonuç olarak nasıl bir Ortadoğu planlamışlardır?
İstihbarat; ulus devleti olduğu süreç içinde bilgi almak üzerine kuruluydu, liberal ekonominin hakim olduğu süreçte ise istihbartat işlevini değiştirmiştir, istihbaratın yaptığı işleri proje adı verilen uygulamalar almıştır. Proje, planlanmış bir süreçte istenilen bir gelecek için hazırlanmaktır. Bilgi toplama işi, proje yapan ama istihbaratta görevli olmayan gönüllü profesyoneller üzerine yıkılırken, istihbartat teşkilatlarında boşta kalan elemanlar ise denetim ve istenilen sonuç yaratmak için ortam hazırlamak ile yükümlü kılınmışlardır.
Hibrit savaşlar projelerin yaratmış olduğu ortamlarda ortaya çıkmış olması tesadüfi değildir. Hibrit savaşlarda birilerin adı adına başka topraklar altında savaşan profesyonel askerlerin/cihat oluşturmuş olduğu birliklerdir.
Hibrit savaşlar dünyanın değişik topraklarında aynı hedef yönünde savaşan ideal savaşçılar olarak sunulmaktadır. (parası olan kapitalistlerin çıkarlarını korumak ve yeni pazarlar oluşturmak adına)
Farkındalık, algılar üzerinde yeni düşünme yöntemi yaratmak için kullanılan yeni bir terim olarak ortaya çıkmıştır. Son yıllarda sıkça duyduğumuz birçok kelimenin yeni üretilen terim olduğunun farkında bile değiliz, peki hangi terimler ortadan kaldırılmıştır ki bunlar yerine monte edildi?
Geçmiş ulus devleti algısı ile bugünü yorumlamaya kalktığımızda birçok konuda açmaza girmemiz kaçınılmazdır, açmazlarımız geçmişi yeninden yorumlamak ve yeniden yaratım ile sonuçlanmıştır. Yaşadıklarımız geçmişte idealize edilirken aslında yeninden yaratılan resmi tarih sürecine eşit denkleme gelmektedir. Özeleştiri ortadan kalkmış, yerini kibir almıştır, çünkü geçmişimiz o kadar doğru ki yenilgilerimiz bile bizim dürüst olmamıza kadar götürebilmektedir…
Açlığa mahkum olmak istemeyenler bilinçli ve iradi olarak ölüm oruçları ile ölüme mahkum olmasını hala anlayamadım ama tercihlerine saygı duyuyorum... Saygı duymuş olmam destekliyorum bu yöntemi anlamı çıkmasın...
Ölümler olmasın!
Açlık grevi ne yazık ki ölümlerin olduğu bir süreç oldu yargısız infazlar gerçekleşti hayatının baharında fidanlar toprak ile buluştu. Keşke hiç biri olmasaydı. Yaşadığımız süreçte devam eden ölüm oruçlarında hayatın baharında toprağa düşmeye yakın olanların yeniden filiz vermesini sağlamak için hala geç değil, daha fazla ölüm olmadan sonlansın bu grev...
Hepimiz biliyoruz ki grevi sonlandıracak olan siyasi iradedir açlık grevinde olanlar değil.
Haksız işten atmalara son verilsin insanlar açlığa mahkum edilmesin...
Görünürde masum olan bu isteği ideolojik zırh giydirip algılayan siyasi iktidar ölümü çağırmaktadır. Çünkü onların bakış açısı içinde geri adım olarak algılanmaktadır. Özgürlük bireylerin değil, iktidarın baskı yapma özgürlüğü olarak algılanmaktadır.
Kapitalizm sadece paranın özgürlüğünü savunur...
Günlük yaşantımızın koşturmaları arasında gözden uzakta bir yerde birileri için yaşamın son noktası olabilir...
Yüz günün üstünde gözlerimizin önünde yaşanan bir trajedinin son sahnesine doğru gidiyoruz. perde inecek...
Birileri oh diyecek, birileri üzülecek, birileri de bundan ders çıkarmak gerek diyecek ama ders çıkarılmayacak, çünkü ders çıkarılacak o kadar çok olay oldu ki hangisi neyi anlatıyordu gerçekten?...
Unutulan derslerimiz var tarih sayfaları arasında...
İki insan ölümü kucaklamadan bu işin çözüm yolunu bulabilirdi, belki de bulamazdı... bunu hiç bilemeyeceğiz... Çünkü duyarsız bir iktidar, duyarsız işsizler yığını, duyarsız benzer sorunu yaşayanlar, hepsi Allaha şükredip bugün de yaşadık diyecekler…
Bir çorba verene dua edecekler...
İki insan anılar ile kalacak, bir de günlük çekilen fotoğraflar, tutuklandıktan sonra fotoğrafsız günleri... Birileri tanıdıkları için gurur duyacak, kimileri üzülecek, kimileri anıları yolumuzu aydınlatıyor diyecek...
İki insanın ekmek ve onur mücadelesi ve açlık grevine giden yol gözlerimizin önünde döşendi... Konuşulanları duymadılar bildikleri yolda ilerlediler... Bir avuç insan onlara ses oldu, çoğu insan ise seyretti, kızdı, emir verenlere ve uygulayanlara lanet okudu...
İki insan henüz ölmedi, umarım ölmez ve yukarıda yazdığım hiç biri gerçekleşmez...
Aç olanlar, ekmeği elinden alınanlar, sizin gibi olanlardan sadece iki insan onuru ve ekmeği için bildikleri yoldan dönmediler...
Bireylerin sahiplenmesi yerine kurumlar sahiplenemedi... İçselleştiremediler... Bizden değil diyerek görmezden gelindi...
Yüksel Caddesi ayrı bir eylem alanı oldu, belirli insanlar belirli saatlerde geldi, plastik merminin, dayağın, gazın hedefi oldu, bir bölümü fotoğraf çekti, bir bölümü slogan attı, bir bölümü sessizce izledi... Bir bölümü nedir bu ya dedi, işimizden ekmeğimizden olduk dedi... Biri adalet yürüyüşüne başladı, adalet yürüyüşüne en fazla Yüksel Caddesinde olanların katılmasını beklerdim, katılmadılar...
Sosyal medya sürekli fotoğraf paylaşım alanı oldu, biri yürüdü, biri gaz yedi... Her şeyden sorumlu sorumsuzlar emir komuta içinde görevlerini yaptı...
Ülkemizin trajedisini dramalar belirler oldu..
Toprak çiçeklere kendi rengini verir, yaşadığımız coğrafyada bir renk hakimdir…
İsmail Cem Özkan


22 Haziran 2017 Perşembe

Projelerin dayanılmaz hafifliği!

Projelerin dayanılmaz hafifliği!

Projeler konusu çok yeni bir kavram olmasına rağmen sanki kırk yıldır varmış gibi algılanıyor ama kırk yıl önce proje bizim ülkemizde yoktu ama başka yerlerde ilk denemeleri oluyordu, bilgiler toplanıyordu. İlk projeler masum gibi gözüküyordu, fakat sonrası G. Soros gibi liberal ekonominin fikir ve finans babalarının elinde bir silaha dönüşüyordu.

Ulus devleti artık var olan gerçekliği taşıyamıyor, gelişmekte olan piyasaların ve şirketlerin önünde sistemin çarkına engel oluyordu. Kapitalist sistem bir sıçrama yapmak zorundaydı, çünkü ulus devletin oluşturmuş olduğu sosyal devlet kavramı sistemin içinde sorun oluşturmaya, küreselleşen piyasanın önünde ki en büyük engel olmaya başlamıştı. Gümrük duvarları yıkılmalıydı, ilk büyük deneyim sömürge devleri birliğinin dışında Avrupa’da Ekonomi Birliği adı altında Fransa ve Almanya arasında ilk çekirdeği atılmıştı. Daha sonra Avrupa Birliğine dönüşecek olan ekonomik birlik ilk olarak ulus devletinin olanakları içinde reform hareketi gibi başlamıştı, önemli deneyimler bu ilk oluşumdan çıkarılmıştı. ‘Yeni Dünya Düzeni’ için ideal birlik bu düşüncenin altında filiz vermiş ve AB olarak olgunlaşmıştı.  Avrupa birliği ihtiyaca cevap olarak sistemin üretmiş olduğu çözüm yollarından biriydi ve kapitalist sistem için önemli bir sıçrama alnıydı. Daha sonra AB deneyiminden çıkılarak kıtalar içinde ülkeler arasında gümrük birlikleri kuruldu ve halen de kurulmaya ve ayrışmaya devam ediyor…

Liberallerin en büyük zaferi Reagan - Thatcher ikilisinin iktidarı döneminde olacaktı. Onları zafere taşıyan ve doruk noktasına çıkaran Sovyetler Birliğinin tarihte ki yerini almasıdır. Peki, nasıl olmuştu da bu ikiliyi zafere götüren şey aynı zamanda ulus devletini de ortadan kaldırdı? Projeler işte bu dönemin ürünü olarak ortaya çıkmış ve doktrinlerin yerini almıştır. Eskiden ABD başkanlarının doktrinleri olurdu ve yayınlanırdı. Bunlar aynı zamanda sistemin ihtiyaç duyduğu çözüm yollarının da haritasını çizerdi. Nasıl bir dünya arzuladıkları ve ne gibi eylemler yapacaklarını tahmini olarak ortaya koyardı. İstihbarat bu belirlenen haritaya göre çalışır, gerek gördüğünde kamuoyu oluşturmak için eylemlerin içinde yer alırdı. İran’da Şahı iktidar taşıyan darbe CIA’nın ilk uluslararası başarısı olarak artık bugün genel kabul gören bir gerçekliktir. Deneyimler sistem için ileride atılacak adımları belirliyordu. Fakat Reagan – Thatcher ikilisinin neoliberal politikaları ve devletin ulusal alışkanlıklarının dışına çıkan devleti küçülten eylemler projelerin hayata geçirilmesi için artık fırsattır. Devlet istihbarata için eskisi gibi büyük paralar harcamayacaktır, daha ucuza ve gönüllü istihbarat elemanlarını projelerde çalışanlar sayesinde elde edecektir… vakıflar değişik fonlar adı altında her ülkede birden projeler yapılmaya başlandı. Sovyetler ve doğu blokunu ortadan kaldıracak olan ve sonra renkli devrimlere adını veren projelerdir. Portakal, orange, kadife devrim diye anılan geriye dönüşler ve aynı zamanda büyük bir insanlık dramını anlatan süreç projelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Üstelik o güne kadar projelerden bir haber yaşayan toplumlar artık proje ile yatıp proje ile kalkar olmuştur. Proje yazma kursları, proje takibi ayrı bir sektör olarak ortaya çıkacaktır. İhtiyaca uygun yöntemleri anlatan her şey piyasada alınır satılır ve gelir getiri konuma dönüşecekti.

Projeler bu kadar yeni bir olgu olmasına rağmen o kadar kanıksandı ki sanki yüzyıldır varmış gibi algılanıyor… projeye karşı olduğumu söylediğimde eski sol tepkisi diyerek küçümsenmeye çalışılıyor ki, yetmişlerin olduğu dönemde proje yoktu. Bugün proje var ve ne için kullanıldığını bilecek kadar deneyim sahibi oldum, çünkü ilk proje çalışmasını Almanya’da kullananların kimlere nasıl bilgi taşıdığını pratikte görmüştüm. Doğu Almanya tarihe karıştığında proje yapanalrın emeğinin yadsınamayacağını yıllar sonra bu işe para yatıran Soros açıklayacaktı.

Şu anda Ortadoğu’daki siyasi yaşamı, savaşları ortaya çıkaran proje Büyük Ortadoğu Projesidir. Uluslararası ölçekte projeler, projeye para veren, yönlendiren şirketler ve devletlerin çıkarına hizmet etmektedir. Projeyi veren düdüğünü çalar ve çaldırır…

Projelere neden karşı olduğunu tarihi çizgisine bakarak zaten anlaşılmıştır ama yine de başlıklar altında değineyim;

Projeler ve taşeron işçilik örgütlü olmayı ortadan kaldırır. Siyasi talep yerine ekonomik talep üzerine konuşurlar...

Taşeron çalışma ile proje yapmak arasında hiç fark yoktur... Her ikisi de çalışma hayatına sermaye lehine duruş demektir.

Projeyi iş gibi gören ya da yaşam biçimi haline getirenler aslında çalışma hayatından kaçan işçi olmaktan utanan bireylerdir.

Proje yaptığı için övünenleri görünce ben onlar adına utanıyorum... Ne yaptığının bilincinde ama çıkarı görme diyor…

Proje yapanlar genelde kendilerini pazarlar...

Proje yapanlar genelde kibirli olurlar…

Liberalizmin nimetlerinden yararlananlar ya da proje yapan solcular ister istemez sistemin kirine bulanmıştır.

Proje çalışanları mevsimlik işçi gibidir. Proje devam ettiği sürece harcayacağı parası olur. Aslında onlar gizli işsizdir. Beyaz yakalı mevsimlik işçi, tıpkı özel üniversitelerde çalışan dönemsel akademisyen gibi.

Proje yapanlar bir anlamda taşeron istihbaratçıdır, çünkü parayı verenin amacına uygun bilgi toplar, analiz yapar parayı verene rapor olarak tüm aşamaları ayrıntılı olarak verir. Ucuz istihbarattır ve yasaldır.

Son olarak  mekansal alana dokunayım dedim, çünkü her proje sunumu nedense lükse toplantı salonlarında olur, acaba otel sahibi olanlar bir anlamda kendilerini kayırmış oldular! ABD başkanı bir otel sahibi olduğunu düşününce…

Projeler verimlilik esaslarına uygun olarak “time management”  olarak planlanır ve ona göre tasarruf yapılması istenir. En kısa zamanda, en az masrafla en çok verimlilik projelerin finansı için istenen ön koşuldur… Buna en çok gönüllü olanlarda nedense solcular oluyor, işte bunu anlamakta zorlanıyorum! Geçici bir iş için bu kadar yüksek performans, başka iş ile uğraşsalar daha verimli olur kendi anlayışları yönünde… Demek ki öyle bir dayanılmaz çekiciliği var ki, solcular proje yapmak için birbirini bile çiğner konuma gelmiş!


İsmail Cem Özkan  

13 Haziran 2017 Salı

Politikanın olduğu yerde adalet güçlünün lehine işler.

Politikanın olduğu yerde adalet güçlünün lehine işler.
Adalet kavramı son yıllarda sürekli gündeme gelmekte, fakat adalet kavramının kendisi sübjektif olduğunu yaşayarak öğrendik, çünkü nerede durduğunuza bağlı olarak adalet kavramı da değişmektedir. Kime göre, nereye göre, hangi çıkarlara göre adalet?

Politika sistemin devamı için olmazsa olmazdır, çünkü sistemler politik tercihler üzerine devam etmektedir. Devlet kavramında son yıllarda değişim, politik arenada da değişimi işaret etmektedir, çünkü klasik ve değişmesi imkansız gibi gözüken bir çok siyasi parti politik arenada artık yoktur. Değişim kendisine göre yeni siyasi partileri oluştururken, her siyasi partinin duruş da var olan ihtiyaca göre biçimlenmektedir... Klasik anlamda siyasi tercihleri belirten sağ sol ayrımı ortadan kalmış, sağ politikacılar sol partilerden rahatlıkla aday olabilmekte ve kendilerini ifade edebilmektedir. Aynı şekilde sol kulvardan gelen bir politikacı sağ partiden devlet başkanlığına Fransa’da olduğu gibi aday olup meclis çoğunluğunu ilk seçimde ele geçirebilmekte. Aynı görünüm daha önce Yunanistan seçimlerinde de kendisini göstermişti, üstelik parti içinde ayrılmalarına rağmen meclisi çoğunluğunu korumakta ve sol politikaların dışında solcu kimliği ile ayakta durabilmektedir. Ülke de sol köklü değişim yerine reformları göze almış ve varlık sebebini de reformlarda ki başarılara bağlamıştır. Sol reformist bir çizgide kitlesel konumda gösterebilmektedir.  Devrim hayaldir, Avrupa’nın üzerinde dolaşan hayalet korku verecek kadar güçlü değildir.

Tek bildiğimiz şey kendi doğrularımızı başkasına dayatmak.

Siyaset ve sistem değişen koşullara göre biçim değişirken, birçok kavramın da anlamını ve algısını da değişme uğratmıştır. Geçmiş ulus devleti kavramları ile ve duruşu ile artık bugünün yorumlanamaz ve de anlaşılamaz, çünkü tepkiler ve algılar değişmiştir, küresel çapta oluşmuş olan algıların ve sermayenin en ücra köşedeki bir bireyin tüketim hakkına da müdahil olabilmektedir... Tüketici olan toplumların sosyolojisi incelemek için artık anket firmaların sonuçlarına bakar olduk, çünkü tüketim artıkça mal üretimi artacağını kabul etmemize rağmen son yıllarda üretim düşerken cirolarda artıştan söz etmekteyiz. Kısaca alım gücü azalırken şirketler karlılık oranında artış ile bağlı bulundukları ülkelerin refah düzeyini kağıt üzerinde yükseltmekteler. Halk fakir ama ülke refah! Almanya son yıllarda gösterdiği performans genel tabanın HartzIV denen sosyal sigorta ile homojenleştirilen fakirlik ile kendisini ifade edebilmektedir. Homojen fakirlik yanında heterojen zenginlik. Alman kimya devleri dünya tekeli firmaları ile birleşimleri dünyada ki üretilen gıda sanayisini de biçimlendirmektedir. Kısaca zenginleşen firmalar sağlıklı olanları ortadan kaldırmakla kalmıyor, toplumların da nasıl bir şekilde besleneceği ve hangi hastalıklara yakalanacağını da biçimlendirmektedir. Parası olana sağlıklı gıda, parası olmayana ise var olan somut gerçeklerine uygun yaşam. Kısaca çöpte yaşamı doğal görenlerin olduğu yerde beton içinde kalan bir birine benzer şehirler içinde ölüler ayakta kalma mücadelesi vermeye devam edecektir.

Parası olanın her daim güçlü olduğu anlamına gelmemektedir, çünkü para kontrol dışında olunca sistemin ihtiyaç duyduğu düşmanı kontrol dışında hareket etmesine olanak sunar. . son yıllarda kontrol dışına çıkmış kara paranın etkisi ile “global” anlamda cihat grupları terör hareket merkezi konumuna getirildi. Elbette kontrollü bir şekilde yaratılan bu yeşil kuşak silahlı grupları silahları ve hareket alanları olduğu sürece varlıklarını koruyacaktır, bunların hareket alanı para, lojistik ile sınırlıdır. Somali’deki korsanların birden korku yaymalarının sonunu getiren orada ki para hareketi ve parayı kontrol eden güçlerin özel güvenlik önlemleridir. Özel güvenlik paranın kontrol dışı silah alımını engellemesidir. İç savaş korsanları yok etmiştir, çünkü silahlar yük taşıyan gemilerden daha çok açlık ile mücadele eden halkın iktidar mücadelesine dönderilmesidir.

Dünya ulus devletini yıktı, uzun zamandır yerine koyabileceği bir liberal devleti yaratamadı. ABD seçimlerinde iktidara olan Trump dünyada ki yıkılan ulus devletlerin cilasının dökülmesine de sebep oldu, çünkü geçmişin özlemini içinde barındıran ve liberal ekonominin yıkıntısı altında kalan işçi sınıfı artık işsizdir ve tepkisini gelişmekte olan faşizmin yedek değneği ve potansiyel askeri konumuna itmiştir. Faşizmin oy depoları geçmiş işçi sınıfı hareketinin örgütlü olduğu ve güçlü olarak direndiği noktalarda oluşmaktadır… Sosyal demokrasinin ve kazanılmış haklar ile mutlu yaşayan geniş orta sınıf artık batının varoşlarıdır… O varoşları yok edenler ise liberaller sosyal demokrat politikacılar eli ile yapılmıştır.

Bizim doğrularımız geçmişin ulus devletinin doğrularıdır, bugünün doğruları ise yaratılan gerçekliklerin doğrularıdır ve gerçeklik ile yüzleşmemekteyiz… Politika artık sığındığımız bir alan olmaktan çıkmış, politikacılar ise sadece parası olanın çıkarını savunan parlamentonun birer maaşlı elemanı konumuna gelmiştir…

İsmail Cem Özkan


7 Haziran 2017 Çarşamba

Delphinus Bilgeliği’nden mesajlar…

Delphinus Bilgeliği’nden mesajlar…

Uzayın derinliklerinde bize dalgaları ile ulaşan bir yıldızlar topluluğu vardır ve o topluluk evrenin dengesi için mücadele etmektedir. Evrenin dengesini bozan neresi varsa oraya ulaşıp sorun olan dalgaların düzenlenmesi için o gezegende yaşayanlara mesajlar iletir.

Dünya savaşlar ile yıkılırken, savaşların yaratmış olduğu nefret söylemlerinin ve doğanın güzelliklerinin tek tek olması evrene bizden giden kötü dalgaların kaynaklarından sadece biridir. Evren gün geçtikçe genişlerken genişleyen duvarlarına bizim gibi evren içinde küçük bir nokta olan yerden yayılan dalgaların kötü etkileri olduğunu bu kitap sayesinde öğrenmiş olmaktayız. Peki, biz insanlara ne önermektedir uzayın derinliklerinden gelen dalgalar?

Elbette her insan duyar ama her duyduğunu anlamlar yükleyemez, çünkü birikim gereklidir. Dalgalar insanları seçer, istediğine istediği mesajı verir ama uzaydan gelen dalgalar sadece iyi niyetli dalgalar değildir, kötü niyetli olan dalgalar da vardır, bencilliği körükleyen, nefret söylemlerine katkı sunanlar da… Ama Delphinus’dan gelenler bize sevgiyi öğütler. İnsanlar çevrelerine ve kendilerine saygılı olurlarsa endişelenecekleri bir şey yoktur, çünkü sevgi ile bakan çevresine de sevgi ile dolu dalgalar yayar ki, o yaşamın daha bir anlamlı ve çekilir olmasına sebep olur…

Sevgi dünyayı değiştirir, sadece kötülerin değiştirdiği dünyada her şey endişe vericidir ve korkuyu besler. Sevginin değiştirdiği dünyada ise korku ve endişeye yer yoktur. Bugün yaşadığımız sorunların temelinde endişeler yer almaktadır, endişeli olan insanın nefes alış verişi, kalp çırpıntısı bile düzensizdir. Düzensiz olan ise ister istemez bizi endişelere yer açacak ortam hazırlar. Her korku kişiliğimiz yok eden ve korkuyu yayanlara teslim olmak anlamındadır.

Dünyamızın çeşitli sorunlarına, tarihte evrene olumlu dalga gönderen insanların anlatıldığı bölümler ile bize denmektedir ki, sen de olumlu dalga yayan insan olabilirsin. Üstelik bu öğrenilebilir bir süreçtir… tarihimizin yeniden başka bir göz ile yazıldığı sürece tanıklık ederiz kitapta. Yukarıdan aşağıya doru bakmaktadır, bireyi sevgi ile yoğururken bireyin çevresini bir homojen gibi algılamakta ve değişen kültürler ve coğrafyaları önemsemeden birey bazlı ama her bireyin de özgün olduğu gerçeği ile yaklaşılmış… Kısaca yaşadığımız çağın sınıflar çağı olduğu gerçeği bu kitapta yerini almaz. Sınıf ayrımından kaynaklı sorunları bu kitap içinde bulamazsınız onların yerini bireyin kişisel korkusu ve endişesi, endişesinin kaynağının çevre olduğu vurgusu ile karşılaşırsınız…

Kitap sizi bilgi bombardımanına tutar, bu sayede en azından insanlığın birikiminden haber olmanızı sağlar. Son gelişen teoriler ve o teorilerin bizim üzerimize yansımasını bulabilirsiniz… sosyal, fizik, biyoloji bilimlerinde gelişimlerin ve bize yansımasını ve olumlu şekilde nasıl kullanabileceğimizi bulacağınız kitap size okuma şöleni sunmaktadır. Elbette meditasyonun teknik ve hangi yöntemin nelere yardım edeceği konular kitabın ana teması içinde serpiştirilmiştir.

Her insanın duruşu farklıdır, farklı bakar yaşadığı ana ve zamana. Bu farklılık zenginlik olarak görürüm. Katılıp katılmamak sisin elinizdedir ama en azından bilgilenmek ve fikir sahibi olmak için bu yapı taşı kalınlığında ki kitabı okuyabilir ve isterseniz yararlanabilirsiniz. Ben istemeden birçok konuda yararlandım, çünkü okumak istemden ve ama gizli olarak isteyerek yararlanmaktır… Olumlu yararlandığımı açıkça söyleyebilirim… her sayfası sizi konuşmalar arasında başka alanlara kapı açmak için fırsat veriyor, isteyen istediği gibi kapıyı aralar ya da kapatır…

Son yıllarda popüler olan bir alanın bilgi birikimi bir kitap aracılığı ile tanımaktan memnuniyet duydum… Kendisini yetiştirmiş ve dünyaya olumlu bakanların penceresinden bakmak sizi zenginleştirecektir…

Kitabın ana sözü bana göre araştırın kelimesinde yatmaktadır… bilinçli, bilgili olun ve araştırın demekte… Kendi dünyanızın içi ve dışını bilmeden nasıl önünüzü görebilir ve kendinizi tanıyabilirsiniz ki? Kendinizi tanımanız için açılan kapılardan sadece biri, isteyen yararlanır…

İsmail Cem Özkan




Delphinus Bilgeliği’nden Mesajlar
Ülker Uzun Polat & Özhan Baki
Delphinus Yayıncılık, İstanbul
448 sayfa


6 Haziran 2017 Salı

Domino taşları yıkılırken…

Domino taşları yıkılırken…

Domino taşlarının yerleştirilmesi uzun ve yorucu bir iştir ama yıkılması birkaç saniyelik zamandır. Muhteşem görsel bir şölen sunar domino taşlarının yıkımı. İçinden sürprizler bile çıkar. Elbette yerleştiren bilir ama izleyici gördükleri karşısında şaşkınlığa düşer, anlayamaz…

Domino taşları tarihi inceleyenler genelde devletlerin yıkımında görür… Devletler arka arkaya yıkılırken ayakta kalanlar birkaç tanesi aslında domino taşı kurucusu olduğu bilgisine ulaşılır. Üzerinden güneşin hiç eksik olmadığı imparatorlukları yok eden teknolojidir. Fakat teknolojiyi de en çok kullanan bu güneşin hiç eksilmediği imparatorluk topraklarında yaşayanlardır... Kullanmak ile yaratmak arasında ki ince bir çizgi gibi duran fark domino taşında nerede durduğunu ortaya çıkarır…

Devletlerin yıkımı her zaman üste üste gelir, her dönem bir yıkımın ve yeniden oluşumu anlamındadır. Her oluşum yıkımdır, her yıkım başka bir oluşumdur.

Domino taşı düzmeye meraklı olanlar her zaman daha güzel bir sunum için yeninde yeniden domino taşlarını sabır ile dizerler. Sonra yarattıkları eser karşısında onur duyarlar. Binlerce taş, birbirine değecek şekilde aralıklar ile dizilir ve sonra onların bir birini itekleyerek yıkılması… Birden fazla yola ayrılıp, tekrar buluşmaları, çıkmaz sokaklarda bazıların kısa sürede sonlanması, en üst noktaya, zirveye ulaşması beklenen taşın yıkılması için nefesler tutulur ve o taşı itekleyecek taşa sıranın gelmesi beklenir.

Devletlerin yıkımı büyük savaşlar sonrasında oluşan istikrarsızlık ortamında olur. Büyük fethe gidenler aslında kendi sonları için hazırlanmış o ilk nefesin verilmesi gibidir.

Yıkılan taş mutlaka başka bir taşı da yıkacak, aksi halde ortada devlet kalmaz...

Devletlerin ömrü domino taşının iteklemesi kadardır… Bazıları ilk sarsıntı da yıkılır bazıları kurucusu eli ile iteklemesi ile.

Yaşadığımız zaman diliminde domino taşları oyununu kapitalist sistem kurmuştur ve şimdi kendi ihtiyacına uygun yeninden oluşturmaktadır. İki büyük savaş sonrasında kurduğu oyunu yeniden kurmuştur. Bu sefer oyunun birincil kuralı çıkış noktası olan ulus devletini hepten yok etmek üzerinedir. Belki şehir devletler bu ulus devletinin yıkıntıları üzerine kurmak için bir çözüm olarak önümüze koyacaklar… Eskiden konulan taşlar bir bir yıkılması kaçınılmazdır, çünkü yıkım başka yıkımları tetikler. Deprem insan öldürmez, insanı ve diğer canlıları insanın yaratmış olduğu binalardır…

Domino taşlarının yıkımı ne zaman ve hangi olay ile başlamıştır sorusuna yıllar sonra belki yanıt vereceğiz, ama Yugoslavya’nın parçalanması bu sürecin görünür olmasını sağlamıştır. Demir perdenin ortadan kalkması ve Berlin duvarı yerle bir olurken Berlin duvarından kopan her parça para dönüştürülüyordu. Kapitalizm kendi gölgesinden para kazanacağını bile onu da satacaktır, yeter ki alıcısı olsun…

Son domino taşları Arap Baharı ile başka coğrafya üzerinde düşmeye başladı… Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Irak, Suriye ve bütün bunların dışında sermaye sahibi olarak kalan Katar.

Katar, sadece Amerika’nın Arap Baharı projesinde sermeye ve medya gücü olarak yer aldı ama devir birden değişti ve o dönemin suçu birine yıkılması gerekliydi, çünkü milyonların kanı dökülüş, milyonlar mülteci konuma düşmüştü.

Suçlu bulundu!

ABD ve İngiltere için tüm varlığını ortaya koyan Katar... Elbette sadece Katar ile domino taşı geleneği sürmez... Bakalım Katar kimi devirecek???? Sınırlar Ortadoğu’da yeniden çizilecek derken sınır çizimi başka yerden başladı!

Parası olanlar kişisel zaafları olanları istediği gibi kullanır ve atar...


İsmail Cem Özkan

3 Haziran 2017 Cumartesi

“The Turn of the Screw” (Kötülüğün Döngüsü)

 “The Turn of the Screw” (Kötülüğün Döngüsü)

Henry James'in 13 Ekim 1898 yılında yazdığı roman Operaya 1954 Venedik Biennale tarafından verilen siparişe göre uyarlanmış ve prömiyeri 14 Ekim 1954'de Teatro La Fenice, Venedik'te sahnelenmiştir. Bu operanın ilk orijinal ses kayıtı da aynı yıl yapılmıştır. Prömiyer de ve ilk ses kayıtları için orkestra şefliğini eserin bestecisi Benjamin Britten yapmıştır. 

19. yüzyılın herhangi bir yılında Londra’da bir parkta kızıl yaprakların yeryüzünü kapladığı zaman diliminde bir bankta bir kadın oturmaktadır. Sessizdir park. Sislerin hakim olduğu kasvetli bir sabah saati gibidir. Bir anlatıcı olayı anlatmaktadır. Parkta bir adam gelmiş ve kadın ile bir anlaşma yapmaktadır. Kadının mesleğini mürebbiye olduğunu söyler anlatıcı, çünkü onu tanımaktadır ve onun hikayesini izleyeceğiz sahnede… 

Mürebbiye tecrübelidir, işini iyi yapan ve bilendir. Bir anlaşmaya varırlar. Londra’dan ayrılıp Bly adlı malikaneye gidecektir. Şehrin dışında varlıklı ailelerin oturduğu bir ortaçağ malikanesidir. Orada yaşayan annesi ve babasını kaybetmiş iki çocuktan sorumlu olacaktır. İki öksüz çocuk. İyi eğitim almış oldukları aşikardır. Fakat mürebbiye’den bazı istekleri vardır anlaşma yapanın. “Çocuklarla ilgili herhangi bir haberi bir mektupla amcalarına göndermeyecektir; Bly Malikanesi'nin geçmişi ile hiç ilgilenmeyecektir ve çocukları hiçbir şekilde bırakıp işini terk etmeyecektir.”

Mürebbiye bu şartları kabul ederek yola çıkmıştır. Endişeleri ile yola çıkmıştır ama malikaneye vardığında kurduğu bütün endişelerin boş olduğunu karşılamada yaşadığı sıcak anlar ile kafasından atar. Korku yerini sevince, endişenin yerini güven almıştır.

Kahya kadın Mrs. Grosse çocuklar ile ilgilenen ve görevini tam yapan biridir, gelen mürebbiye ile ilk temasta sıcak ve dostane bir ilişki içine girer. İlk görüşme sanki ona uzun yıllardır görüşemediği dostunu buluşturur gibidir.

Mürebbiye korkularının ve endişelerinin yok olduğunu bu sıcak karşılama sonunda Mrs. Grosse’a açıklar. Artık işinin başındadır.

“Bazı şeyler asla saklı kalmaz...”

Miles'in gittiği yatılı okuldan bir mektup gelmiştir ve bu mektupta hiçbir belirtilen neden gösterilmeden Miles'in diğer öğrencilere tehdit oluşturduğu için onun okuldan atıldığı ifade edilmiştir. Mürebbiye Miles'in, ve kızkardeşi Flora'nın, masum çocuklar olduklarına ve hiçbir kötülük yapmalarının mizaçlarına uymadığına inanmıştır ve Mrs. Grosse ile konuştuktan sonra Miles'in okuldan ihraç edilme mektubunu ciddiye almamaya karar verir.

Her şey yolundadır ama bir gece yarısı pencerenin önünde bir siluet oluşur ve kaybolur. Korkar, çünkü çalışanların dışında başka bir siluettir. Farklıdı

r. Kafasında sorular oluşmaya başlar, çünkü geçmişin bir yansıması mıdır, yoksa kafalarda yaratılmış bir geleneğin hayat bulması mıdır? Hayaletler, kötülükler kasveti ortamın oluşturmuş olduğu bir masal mıdır yoksa gerçek midir?

Kısa sürede olay ile yüzleşir ve masallarda olanın gerçek olduğunu görür. İlk tepkisi yüzleşmektir. Çocukları her şeye rağmen koruyacaktır. Mücadeleci biridir ve kavgaya hazırdır. Çünkü hayaletler Çocukları İstismar etmekteler. İki çift ruh: Peter Quint ve Miss Jessel. İki şeytani ruh, huzura kavuşamamış ve öldükleri yere geri dönen iki huzursuz ruh! İki ruh çocukların ruhlarına sahip olmak isterler… Bu çatışmada çocuklar ruhlar ve mürebbiye arasında kalmıştır.

Çocuklar gizlice ve sürekli hayaletler ile irtibata geçmeye başlarlar. İroniktir ki burada "tecrübeli" olan Miles ve Flora , "Masum" olan mürebbiyedir. Oyun ilerledikçe mürebbiye "tecrübe" kazanmaya başlar ve içinde bulunduğu durumu daha iyi kavrar. Bunu şu sözlerinden de daha iyi anlayabiliriz

Mürebbiye; “Kendi labirentimde kayboldum
Gerçeği göremiyorum
Sadece kötülüğün üzerime ittiği sisli duvarlarla sarıldım
Kendi labirentimde kayboldum
Gerçeği göremiyorum
Masumiyet beni çökerttin
Hangi yöne dönmeliyim
Kötülük hakkında hiçbir şey bilmiyorum, ama korkuyorum
Onu hissediyorum, daha kötü hayal ediyorum.”

Mürebbiye odasında hayaletlerin malikaneyi ellerine geçirmelerinden endişe etmeye başlamıştır. Endişelidir ve endişesini dağıtacak olan şeyde mücadeledir. Çocukları yalnız bırakmayacak ve onlar ile birlikte bu şeytani ruhlardan kurtulacaktır.

Hayaletlerin her şeyi kontrol alamadıkları inancında olan Mürebbiye çocukların amcasına o akşam bir mektup yazarak durumu ayrıntıları ile anlatır. Fakat mektup yerine hiçbir zaman gitmeyecektir. Peter Quint Miles’i etkisi altına alacak ve mektubu yok etmesini sağlayacaktır. Ruhlar çocuklar üzerinde ki baskısını artırmıştır. Baskıya karşı direnç ve inançta artmıştır.

Mürebbiye, kahya Mrs. Grosse ile artık birlikte davranmaktadır. Mektubun alınmasını itiraf etmesi ruhların yok olması anlamına geldiğini anlarlar.

Yüzleşme kaçınılmazdır…

Miles bu yüzleşmede artık kilit noktadır. Çünkü mektubu alan ve ruhun verdiği görevi yerine getiren odur. Kasvetli bir sabah günü bu yüzleşme kaçınılmaz olarak gerçekleşir.

Miles, 'Peter Quint, seni şeytan!' diye çığlık atıp suçunu itiraf eder. Kendi ismini duyan hayalet ortadan kaybolur ve Miles da mürebbiyenin kucağında can verir. Ölü çocuğu kucağında tutan mürebbiye yasını anlatan bir ağıt söyler. Kendi davranışının da doğru bir iş olup olmadığını kendi kendine soruşturmaya başlar.

"Söylenmesi, çalınması ve dinlenmesi zor, alışkanlıklarımızı zorlayan"  bir operayı seyrederken sahnenin üç boyutlu olarak derinliğine değişimi, kasvetli havanın ve yüzleşme sahnelerinin o mükemmel görüntüsü karşısında birden olayın içinde ve sahnede yaşananlar ile bütünleşmiş halde hissedebilirsiniz, çünkü görüntü ve müzik sizi ister istemez olayın içine alıp farklı bir yolculuğa çıkarmaktadır…

Çocuk istismarının birçok yönü bulunmaktadır ama bu yönlerden bir tanesi ile yaratılan masalımsı dünyanın içinde ki imgeler ile yapmaktayız. Dekor tasarımı, kostüm ile iç içe geçmiş bir bütünlük olarak karşımızda dururken, ışığın rolünü hemen fark ediyorsunuz, çünkü dekoru daha da büyük ve ihtişamlı gösteren ışıktır, ışığa müzik eşlik eder. Çünkü o dünyanın görkemli şölenine sizi ruhen kanatlandırıp götüren müziktir. Oyuncular bu bütünün içinde sesleri, mimikleri ve hareketleri ile seyirciyi koltuğundan alıp farklı bir dünyaya taşımaktadır. Üç duvarlı sahnenin duvarsız olan yerinde yer alan seyirci o evrenin kopuk parçasını tamamlamaktadır. Evrenin sınırı yoktur, bir bütündür ve o bütünü her bir parçası olması gereken yerde olması gereken görevini yapmaktadır. Kusursuz, pürüzsüz ve sadedir. Elbette operada olması gerekenler hayat bulmaktadır, insanlığın ne kadar muhteşem bir varlık olduğunu ve birikimini nasıl bir şekilde estetik olarak sunabileceği ve kültürünü taşıyabileceğine şahitlik etmekteyiz. Sokaklardaki karanlık ve basık havanın birkaç saatlikte olsa dağılmasına ve geleceğe umut taşımasına bu muhteşem şölenin de payı vardır. Çünkü karanlığı ancak güzellikler yok edecektir, her ne kadar trajedi içinde ki dram ile bize umutlu bir son vermemiş olsa da. Miles son nefesini ruhlardan kurtulduğu an vermiştir ama yaşam devam etmektedir ve o malikane artık ruhlardan kurtulmuş ve özgürdür…

Kavga kendi çocuğunu ilk önce toprağa düşürmüştür…

İsmail Cem Özkan


 “The Turn of the Screw” (Kötülüğün Döngüsü)
Henry James
Operaya uyarlayan: B.Britten
Orkestra şefli: Can OKAN
Dekor tasarım: Efter TUNÇ
Kostüm tasarım: Ayşegül ALEV
Işık tasarım: Cem YILMAZER
Anlatıcı / Peter Quint rolünü Ahmet BAYKARA,
The Governess (Mürebbiye) rolünü Ayten TELEK,
Miss Jessel rolünü Özgecan GENÇER,
Mrs.Grose rolünü Elif T. TEKIŞIK,
Miles rolünü Ali AYAZ,

Flora rolünü Sevim ZERENAOĞLU canlandırıyor.

2 Haziran 2017 Cuma

Genç Karl Marks (Le jeune Karl Marx)

Genç Karl Marks (Le jeune Karl Marx)


1844 yılında havanın ağır, kasvetli olduğu zaman diliminde Prusya İmparatorluğu içinde yer alan Köln şehrinde bir gazete bürosunda (Die Neue Rheinische Zeitung) gazete çalışanları tartışma halindedir. Bu tartışma aslında bir kişinin yol haritasını daha net ve somut ifade etme yol ayrımıdır.

Dışarında polis gazete bürosuna baskın yapmak için hazırlık yapmaktadır. İçeride hararetli bir tartışma söz konusudur. Marks gazetenin politikasını eleştirirken Hegel’ci bakışın gazetenin sayfalarına hakim olduğunu belirtmektedir. İdealist bakış açısı var olan düzenin devam ettirmek anlamına geldiğini ama materyalist ve diyalektik bakış açısı içinde değiştirmek olduğunu vurgulamaktadır.

Değişim kaçınılmazdır ve bunu yeni oluşmuş olan işçi sınıfı yapacaktır.

Ormanda sahipsiz ağaç parçalarını (dallarını) toplayan köylü ve emekçilere her yerin sahibi olduğunu iddia eden güç sahipleri adına yasa dışı dalları almak yani çalmak suçundan eziyet etmektedir. Bu yaşanan somut durumun somut tahlili Marks’ın yeni yol haritasını da biçimlendirmektedir. Değiştirmesi gereken bir durum söz konusudur, var olanı artık iyileştirecek her hangi bir yorum güç sahipleri lehine çalışmak anlamındadır…

Polis baskını gazetenin kapanması anlamına gelmektedir. Her biri bu durumu bilmektedir ve bundan sonra ne yapacaklarını konuşmaktalar… Marks artık yeni bir kapı açmak adına büronun kapısını açacak ve teslim olacaktır. Gazetenin sahibi de tutuklanır ve karakola giderken yeni rotlarını da birbirine açıklarlar, daha cesur bir gazete çıkarmaktır tutuklanmaya cevap. Ama sürgüne gönderililer birlikte… Paris sürgün yeridir onların ve kavgalarını oradan sürdüreceklerdir. Gazete çıkar. Marks geçimini gazetelere yazdığı yazılardan sağlanmaktadır… Fakirdir ve evlidir. İkinci çocuğunun haberini almadan önce gazete bürosunda Engels ile karşılaşır ve ilk temas değildir, daha önce Berlin’de karşılaşmışlar ama birbirlerine uzak durmuşlar.. Şimdi birbirlerini uzaktan da olsa daha iyi tanımaktalar, çünkü her iki tarafta birbirinin yazdıklarını okumuş ve ilgi ile karşılamıştır. Marks’ın teorisine cevap aslında Engels’in İngiltere’de işçi sınıfı üzerine yazmış olduğu kitap kapatmaktadır… Engels’in teori açığını da Marks karşılamaktadır… İki ayrı dünya, biri burjuva yaşamın içinden gelmiş ve hala babasının burjuva kültürü içinde yaşadığı birden fazla şehirde fabrika sahibi bir kapitalist. Engels babasının yanında çalışmaktadır. Sanayi devrimin değiştirdiği İngiltere Manchester şehrinde işçilerin durumunu gözlemlemiş, araştırmış ve “İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı kitapta toplamıştır.
Engels doğal gözlemi güçlü ve rahatlıkla ilişki kurabilen biridir. Babasının fabrikasında çalışanların nasıl bir arada olamadıkları, haklı olsalar da haklarını ekmek kaygısı yüzünden sessizce kabul ettiklerini gözlemlemiş ve bir gün fabrikada yaşanan işçi cinayeti sonrası İrlandalı bir işçinin (Mary Burns) itirazına şahitlik etmiş ve dik duruşu ona ilgisini çekmiştir. İşten ayrılan İrlandalı işçi kadını izler ve onların toplu bulunduğu kahveye gitmiştir. Bu takip onda Marks ile yolculuğuna ilk adımıdır aslında... Bilmeden iki Alman vatandaşı başka coğrafyalarda tercihleri yolarlını kesiştirecektir…

İki insan biri sürgün Paris sokaklarındadır… Ortak imza kullanacakları bir çalışmanın da ilk adımdır. Paris o zaman diliminde anarşistler, sosyalistlerin da tartışma ve propaganda alanıdır… sokaklar bir şenlik havasındadır, işçiler kendilerine açılan kapılara ilgilidir. İzlemekte ve tartışmalara taraf olmaktadır…

Mark bir sokak etkinliğinde Proudhon ile tanışır… Onun soyut kavramlarına somut sorular sorarak ilgisini çeker be kısa sürede “samimi” bir iletişim içinde olurlar…

Karl Marx, görüşlerinin biçimlendiği 1844'lü yıllardan başlayarak materyalistti ve yaşamının sonuna kadar felsefeyi bilimsel temelleri üzerine oturtma mücadelesi verdi, oturttu ve geliştirdi. Bu görüşlerini Paris’te karşılaştığı Proudhon ile tartışması, görüşlerinin aynı zamanda test edilmesi anlamındadır ve belirleyici olacaktır…

Proudhon eleştirisi “Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi” olarak ilk anda düşünülse de daha sonra Mark tarafından “Kutsal Aile” olarak yayınlanacaktır. Elbette bu eleştirel tutuma giden yol Mark ve Engels’in İngiltere merkezli uluslar arası işçi örgütü içinde çalışmasıdır. Üyelikleri için kendilerine referans olarak gösterdikleri Lyon’da örgütlü olan Proudhon’u bu örgütlü yapı içine davet etmeleri gerekmektedir… Fakat Belçika’da yapılan bir toplantı sırasında Proudhon katılamayacağını belirtir ve en son çıkan kitabını hediye eder. Kutsal Aile bu karşılaşmanın sonucunda ortaya çıkar, bir anlamda bir kopuşu da temsil eder… Marks ve Engels artık örgütçü yönlerini ortaya çıkarır. Marks, bugüne kadar filozofların dünyayı yalnızca farklı biçimlerde yorumladıklarını, artık dünyanın değiştirilmesi gerektiğini belirtir.

Londra’da yapılan örgütün ikinci kongresinde Engels salona hakim bir konuşma yaparak örgütün adının Komünist Birliği olduğunu ilen eder. İlan etmek ile kalmaz Manifesto yazımı işini de Marks, Engels ve Marks’ın eşi Jenny Marx üstelenmiştir. Merkez komite gibidir Mark’ın evi… Engels’in eşi (hayat arkadaşı) Mary Burns evlilik kurumuna karşı keskin ve radikal eleştirisi filmin odak noktalarından biridir.

Bütün insanlar kardeş değildir; bütün işçiler kardeştir ve burjuvaziye karşı birleşmelidir…

“Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur… Komünizme özgü olan, bütünüyle mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır… Komünizm, kimsenin toplumsal ürünleri mülk edinme gücünü elinden almıyor, yalnızca o mülkiyet yoluyla başkasının emeğini boyunduruğa sokma gücünü alıyor… İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil. Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır... Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeyi reddederler. Amaçlarına ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça bildirirler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları.

Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”

Marks’ın ve Engels’in 1844-1848 yılları arasındaki hayatını konu eden film kendi içinde kurgusu ile bana göre başarılı bir çalışmadır. Her ne kadar kurgu içinde gerçeklikten kopan yazım olmuş olsa da o da son yıllarda sinemada popüler olan çok dilli bir görselin uzanımı gibidir. Çok dili kült olacak filmlerden birisi olmaya adaydır. Sahnelerin geçişleri, görüntü ve kamera hareketleri, arka görüntülerin çok tizi bir çalışma ile oyunun akışı içinde sunulması, özellikle ışık ve çevre seçimi yönetmenin ne kadar titiz çalıştığını gösteriyor. Elbette oyuncular filme doğallık katmış olsalar da çok kısa sürede çekilen bu filmde yüz ifadeleri ve sakal uzaması gibi olgular göz ardı edilmiş. Dört sene insanı yıpratan bir süreçtir ama filmde o yıpranmayı göremiyoruz. Marks sürgün hayatı ve sürekli yer değiştirmesi, gelen her yeni çocuk ve sorumluluk onun omuzunda ki yükü ağırlaştırmasını pek hissedemiyoruz. Marks’ın çocukları ile ilişkisi de film içinde yoktur… sanki ideal bir yaşam yaşıyorlar ve her şey onlara hizmetine sunulmuş kırımız halı üzerinde yürür gibiler… Engels’in “hayat arkadaşı” ile ilişkisi farklı bir boyutta olmasına rağmen radikal düşünce yapısı ve hayat tercihi Engels üzerine etkisi yokmuş gibi sunulmuş…

Film her şeye rağmen izlenmesi gereken, içinde ince ince sunduğu ironiyi ve kara mizahı seyirciye yediren bir film… Emeği geçenlerin emeklerine sağlık, önemli bir açığı sanki kapatmışlar gibi… Marks ve Engels’in hayatını belirleyen ortamın (çevrenin) kronolojik olmasa da seçkin de olsa sunulması önemli diye düşünüyorum… Masasının başında oturmuş ve kitap yazan filozoflar olmadığını ve işçiler arasında işçilerin önünde konuşan bir filozofların çağından bahsediyoruz…  Film onu göstermiş olması en azından evinden, masasından devrim yapma hayal kuranlara inceden bir mesaj vermiştir diye düşünüyorum. Başkalarının çocukları üzerinden hayatı planlayanlar öncelikle kendi ve en yakınları üzerinden hayatlarını değiştirsinler… Bunu bile söylemesi önemlidir…

İsmail Cem Özkan



Genç Karl Marx..
Yönetmen: Raoul Peck
Yapımcı: Nicolas Blanc, Rémi Grellety, Robert Guédiguian, Raoul Peck
Senarist: Pascal Bonitzer, Raoul Peck
Oyuncular: August Diehl, Stefan Konarske, Vicky Krieps, Olivier Gourmet, Hannah Steele
Müzik: Alexei Aigui
Görüntü yönetmeni: Kolja Brandt
Sanat yönetmeni: Merlin Ortner
Kurgu: Frédérique Broos