Galata Gazete


30 Mart 2017 Perşembe

Gerçeklik!

Gerçeklik!

Milattan önce, efsanelerin hüküm sürdüğü Anadolu topraklarında her şehrin bir devlet olduğu zamanlarda her devletin kendisine ait bir dili varmış. O dönemde gelecekten haber veren rahipler varmış. Her kesilen kurbanın kanından gelecek ile ilgili bir şeyler söylerlermiş…

Rahipler efendilerin hizmetinde olduğu kadar efendileri de koltuklardan alıp yerine istediklerini getirdikleri bir güce erişirmiş, çünkü gelecekten haber verenler bugüne komuta edebilirler…

Rahiplerin bu gücü karşısında hangi kral, hangi lider durabilir ki, o yüzden liderler rahipleri satın almayı öğrenmişler… Rahiplere hükmeden geleceğe ve yönettiği topluma da hükmedebilir, onları gerek gördüğünde birer silaha dönüştürebilirmiş… Efsaneler o zaman topluma hükmetmeye başlamış. Uydurulan, yaratılan efsaneler ile toplum bir hizaya sokulur olmuş…

Binlerce yıldan fazla efsaneler ya da yaratılan gerçeklikler ile toplumlar yönetilir olmuş. Şehir devletler ortadan kalkmış, imparatorluklar kurulmuş. İmparatorlukların yerini cumhuriyetler almış ama efsanelerin gücü hiç eksik olmamış… Çünkü yaratılan gerçeklik var olan gerçekliğin üstünde hala hüküm sürermiş…

Hırsı olmayan bireyin fiyatı olmaz, o yüzden her bireye bir hırs verin demiş kahinin biri... O zaman ömür boyu sorunsuz koltuğunda oturursun… Bu öğüt kutsalmış, çünkü şehir devletlerde verilen her öğüt sonunda öğüt verene kutsadın beni denirmiş…

Milattan önce toplumdan bugüne bırakılan birçok öğüt destanların, efsanelerin içinde yerini korurken, bugün ki insan sosyal medyada uydurulmuş öğütleri gerçek sanarak paylaşmaya devam edermiş. Çünkü gerçek öğüt ancak gerçekler üzerinde kurgulanabilir…

Rüzgarla yol alıp zorbalığa boyun eğenlerin coğrafyasında bir çok zenginlik bu boyun eğme sırasında yok oldu, zenginlik yerini kısır bir döngüye bıraktı… İktidar mücadelesi ve güç gösterileri binlerce yıldır devam eder ve her güçlü tarihin çöplüğünde elinde kanlı ile yer almıştır.

Tarih bize tek kişinin iradesinin toplumları değiştirdiğini yaratılmış gerçeklik içinde anlatır… Tek kişinin iradesine bağlı her yapı tarikattır... Tarikatlar duruş noktalarına göre gerçeği yeniden yaratır ve inanmanızı ister... Hayat tarikatların penceresinden daha büyüktür, evren sonsuzdur...

Efsanelerin hüküm sürdüğü coğrafyamızda gerçeklik hala yaratılan olarak karşımızda durmaktadır…

Acıları gülüşümüzden bir türlü uzaklaştıramadık...


İsmail Cem Özkan

27 Mart 2017 Pazartesi

Kürselleşme ya da yok olmak…

Kürselleşme ya da yok olmak…

Evimin önünde pazar var, acaba diyorum pazarda ülkeme özgü bir şeyler bulabilir miyim? Küreselleşme pazarımızı da teslim aldı, ülkemiz diye satılan ürünlerin çoğunun tohumu yurt dışından geliyor... Bizim olarak kabul ettiklerimiz, bizim vazgeçilmezlerimiz ise Amerika’nın keşfinden sonra kıtamıza gelen yiyecekler olduğunu çoğumuz bilmemekteyiz.

Dünyanın ufalmasıdır küreselleşme… At sırtında gidilen yerlere aylarca süren yolculukların yerini saatler aldı…

Her değişimin olumlu yanı olduğu gibi olumsuz yanları da vardır, çünkü değişim geçmişin parçalanmasıdır… Yeniden yaratılan sürecin elbette sancılı ve kanlı geçmesi kadar doğan ne olabilir ki?! Hangi değişim kansız gerçekleşti ki?

Kürselleşme yerel olanın yok edilmesidir...

Anadolu toprağından İ.Ö. tarihlerde her şehir kendi dilini konuşur, şehir devletlerden oluşurdu, ne zaman imparatorluklar kuruldu yerel olanlar ağır ağır yok edildi... İmparatorluklar ilk kürselleşme hamlesidir. Sömürge devletlerde gücü elinde bulunduranın dilini öğrenen yerel kültürler ve halklar kendi zenginliğini yok etti... Gerçek yıkım emperyalizm yani kapitalist sistemin kurumu ile gerçekleşti, o tarihe kadar görülmemiş vahşilik ile her şeyi yağmalamaya giriştiler… En önemlisi yerel olanları markalı malları satın almaya zorlanan tüketici yaptı… Sömürge dönemi ile bugün ki emperyalizm arasında en önemli fark üretimin yerini tüketimin almasıdır.

Küreselleşme lojistik kavramını sermaye lehine çözdü...

Daha hızlı ve güçlü bir şekilde sermeyenin yaratmış olduğu ‘embedded’ gerçekler altında eziliyoruz... Yaratılan gerçekler altında gerçekliğimizi kaybediyoruz...

Hepimizin standart kimliği ve IBAN numarası var...

Bütün dünyada elektrik prizlerine standart gelmedi ama kimliklerde standart bir görünüme kavuştular ve belirli bir merkezden verilen kimlik numaraları ile hepimiz şifrelendik. Aynı şekilde tüm banka hesapları tek bir merkezden verilen numaralar ile kodlandı, para transferleri de o koda uygun İBAN numaraları aracılığı ile yapılır hale getirildi. Kürselleşmeyi en çok isteyenler büyük sermayedir ve bunu projelendiren ve uygulatan ise David Rockefeller denen adam olmuştur. Küreselleşme için dünyada renkli devrimleri organize eden ise ülkemizde de birçok projeyi finans eden George Soros olmuştur... Peki, bu iki aile ferdi neden bizleri tek tip hale getirdi? Neden ülkeleri parçalarken kimlikler ve banka kartları tek tipleştirildi? Neden yerel olan yok edildi ve markalar geldi üzerine? Neden bizler birer tüketen canavara dönüştük? Neden yerel olan doğanın hazineleri yağmalandı? Elektrik prizi standart hale getirmeyenler neden bizleri tek tip alışkanlıkları olan varlıklara dönüştürüyor? Bu iki adamın temsil ettiği kesimin rüyasını gerçekleştirmek için neden canı gönülden sol- sağ partiler ülke farkı olmaksızın yarışıyorlar?

Emperyalizm özgün olan, yerel olanı yok ederken, göstermelik kültürleri yaşatalım demek ancak akıl ile alay etmekten başka şey değildir...

Bütün sermaye sahiplerinin yerel işbirlikçiler küreselleşmenin taşeronudur... Küreselleşme olumlu yönü ulus denen salakça ideolojiyi yok etmesidir ama yıkıcı tarafı daha fazladır, çünkü insan olmayı ve insan gibi yaşamayı ortadan kaldırıyor. Hepimizi kulaklarına küpe takılmış entegre tesisinde yaşamaya çalışan ineklere döndürdüler...

Her şeyin borsası yaratıldı, yaratılan borsalar kürselleşmenin kalbidir... Orada satılan, değer biçilen her üründe küresel sermayeye hizmet eden bir maldır... Enerji, sanat, altın, döviz, ... Neyin borsası varsa emek göz ardı edilerek birileri fiyat belirler ve o yaratılan fiyat üzerinden mal alınır ve satılır... Burada üretimden daha çok tüketim karar verir... Mal sonuçta rakamsal olarak ortaya çıkmıştır, artık olup olmamasının pek önemi yoktur... Alınır ve satılır... Hollanda’da çiftçilerin borsasının çökmesi ve lale fiyatları üzerine oynanan oyun tarihte yerini almıştır. sanmayın bir lale borsası bize vurmayacak!...

Tüm dünyada ki medya sermayenin eline geçti, gazeteciler gazete çıkaramaz hale geldi, tüm ajanslar bir sermaye grubunun güdümünde onun sansüründen geçmekte... Eskiden yapılabilen karşılaştırmalı haber analizleri de tarihe karışıyor... Sermeye çıkarına göre yaratılan gerçekler haberi ortadan, gerçekliği sanal birer düş haline döndürdüler...

Küreselleşme, medya üzerinden yaratılan gerçekliğin evrensel olarak dolaşımına olanak sundu ve artık hiç bir gümrük bu yaratılan gerçekliğin önünde bent oluşturamaz hale geldi...

Dünya karanlık dönemi her açıdan yaşıyor...

Yalakalık küresel kültürün vazgeçilmezidir, kim daha fazla yalaka olursa arkadaşının ya da iş arkadaşının üstüne basarak kariyer sahibi olur...

Gücü elinde bulunduran daha fazla kontrol etme hastalığına yakalanır, yeter ki gücü yok olmasın diye her türlü kendisince önlem alır... O yüzden şiddet çoğalır… Siyasi şiddet parlamentoda hayat bulur. Parlamentoya girebilen tüm siyasetçiler temsil ettikleri sermaye grubunun kapı kuludur...

Üretilen tüm teknoloji halk için değil sermaye içindir...

Bütün üniversiteler küreselleşme ile birlikte sermaye için çalışan tekno- parkı konumuna dönüşmüştür...

Küreselleşme, şirketlerin tarihinin ulusların tarihinden daha önemli hale gelmesidir... O yüzden son yıllarda şirket sahibi zenginlerin hayatını konu alan filmler çoğaldı...

Her insanın fiyatı aldığı maaşta bellidir. Dünyanın değişik yerlerinde insanlar maaşları ile fiyatlarını ortaya konmuş iktisadi bir mal konumuna kürselleşme ile hayat bulmuştur. Az maaş alıp halka hizmet artık yoktur, aldığı maaş küresel firmalara hizmettir. Onlarda en düşük ücretli en fazla verim aldığı yerlerdeki insanları kendilerine bağımlı köle yapıyorlar. Köle olan ya da kapı kulu olan ise devletinden önce şirketine gönül bağı ile bağımlı hale gelir ve küreselleşme ile aidiyet duygusu yok olan bireyin her türlü zalimlik karşısında kahkaha atan vicdanı yok olmuş bir canavarı destekleyen kamuoyu rakamına dönüşür... Bugün dünyadaki savaşları macera olarak gören bireylerin artmasının arkasında bu yatar... IŞİD saflarında savaşan Hıristiyan vatandaşları ancak bu vicdan körelmesi ile açıklayabilirsiniz... Avrupa’ya dönen bu katil sürüsü Avrupa’da yapacağı katliamların ya da ülkemizde yapacağı katliamların önlenmez olmasının arkasında en büyük neden vicdanı yok olmuş, aidiyet duygusu ortadan kalkmış sadece para için adam öldüren ve bunu iş olarak görenlerin küresel kültüründen başka bir şey değildir...

Ülkemizde ki referandum küresel sorun hale gelmesi acaba tesadüfi mi?


İsmail Cem Özkan  

23 Mart 2017 Perşembe

Karıncalar – Bir Savaş Vardı

Karıncalar – Bir Savaş Vardı

Dünyanın merkezi neresidir derseniz, canınızın acıdığı yerdir. O yüzden dünyanın merkezi kişiden kişiye değişir, üstelik bilmem kaç milyon mayının döşeli olduğu dünyamızda, savaşların bu kadar çılgınca yaygınlaştığı, ölümlerin sıradanlaştığı zaman diliminde dünyanın merkezi her saniye değişmektedir. Çünkü her an bir yerde savaş nedeni ile ya da savaştan dolayı bir insan ölmektedir ve bu ölümler hiç durmadan yaşanmaktadır.

Barışın bu kadar yok sayıldığı başka zamanlar olmuş mudur bilemiyorum ama kürselleşen dünyamızda ölümlerde küreselleşmiştir. Çünkü çıkarlar küreseldir ve çatışan çıkarların sonucu olarak savaşlar yaşam kalitesi düşen kapitalist ülkelerin vatandaşlarına daha iyi yaşam, burjuvazisine daha lüks yaşam sunmak adına üçüncü dünya ülkeleri birer birer savaş alanına döndürüldü. Barış, Ortadoğu liderlerinin hükmettiği ülkelerde yasaklanması gereken bir kelimedir…

Savaş içine düşmüş ülkelerin insanları bilmedikleri çıkarlar için, kim adına savaştıklarının öneminin kalktığı bir kaosun içinde girdaba kapılmış bir yaprak gibi savrulmaktadır. Gelecek kaygısının yerini yaşama kaygısı aldığı bir ülkenin insanı için ne gelişme, ne uzaydaki yeni keşfedilen gezegenler veya sistemlerinin hiçbir önemi yoktur. Savaşın olduğu yerde yaşayanlar için gökyüzünde kaç milyon yıldızın göz kırptığını düşünecek ve görecek ne gözleri vardır ne de beyinleri. Onları sarmalayan duyguların içinde akıldan yoksun yaşama mücadelesini içgüdülerine dayanarak yapmaktadır.

Boris Vian’ın ‘Karıncalar’ öyküsü ile John Steinbeck’in ‘Bir Savaş Vardı’ romanından Gökhan Aktemur’un uyarladığı bir oyun Karıncalar – Bir Savaş Vardı adı altında sahnelerde yaşam buldu. Mert Turak’ın hayat verdiği oyun savaşın en acımasız yüzünü seyircinin yüzüne tokat gibi vurmaktadır. Karamizah dilinin o keskin imgeleri altında seyirci soğuk bir salonda daha da üşümektedir, çünkü oyunun trajedisi oyuncunun sesinde hayat bulurken, sahnenin dekoru sesin daha keskin olarak seyirciye ulaşmasına olanak sunmaktadır.

Bir gemidedir, yalnızdır. Sevgilisinden uzakta bir bilinmeze doğru gitmektedir. Sevgilisinin adı Jakyln’dir. Ona yazdığı mektup ve günlük… Her anını duygusu ile sevgilinse seslenmektedir. Birde birlikte omuz omuza askerlik yaptığı arkadaşları vardır, onlar sahnede yerlerini almazlar, çünkü oyun bir anlamda günlüğün okunmasıdır. Günlüğü okuyan onları ses tonlarını değiştirerek canlandırır. Omuz omuza askerlik yaptığı iki arkadaşı bize savaşın yaratmış olduğu çirkinlik içinde nasıl bir birleri ile dayanışma içinde oldukları ve ortak kaderlerin getirmiş olduğu seçimsiz koşulları altında birlikte zora karşı direnişine şahitlik ederiz. En kötü koşullar altında insan gülmek ister ve onun için ortam yaratır. Azman ve Çapkın adında iki arkadaşı ile yaşadıkları trajik komiktir. Ölüm onları ayırana kadar ortak düş göreceklerdir, savaşsız ve sevgilileri ile sevdikleri ile birlikte yaşamak… ve esir düşmüş askerlerin arasına katılıp firar etmeye çalışan bir er, esir sayılarak limandan ayrılan gemi, kısa bir süre sonra boş olarak dönmesi. İçinde arkadaşları yoktur, çünkü esirler ile birlikte denizin ortasında vurulup balıklara yem olarak sunulmuştur. Kitle katliamının hiçbir kural tanımadığı bir alandır savaş… Birçok ülkede savaş sırasında işlene suçları suç olmaktan çıkarmıştır. Sahnede yaratılan gerçeklik yaşanan gerçekliğe bir göndermedir, göndermenin ötesindedir aslında…

Savaşın insan üzerine yarattığı tahribatı zaman ilerledikçe daha iyi idrak ederiz, çünkü yaşanan ile kitaplarda anlatılan destanlar arasında büyük fark vardır. Savaşı en iyi tutulan günlükler anlatır, elbette yeniden cümleler yaratılmadığı sürece...

Bu korkunç gelişmelerin içinde bir gün kahramanımıza gizli bir görev verilir, günün ilk ışıkları içinde hareket eden grup bilinmeze doğru cephenin ön tarafına doğru gider… Tanımadığı ama omuz omuza çarpışacağı erler ile birlikte bir jeep’in içinde… Korkulan olur, her yerden ateş açılır ve dumanlar içinde kalır, uçan kollar, ayaklar… Altında kan yağmurunun ve barut kokusunun altında… Kaçmak, uzaklaşmak, sevgilisine kavuşmak… Hayata geçirir, kargaşanın içinde firar eder, özgürlüğe doğru!

Firar eder ama bir mayın tarlası içinde olduğunun farkında bile değildir, en yakın köye ulaşmak için çıktığı yolculuk bir mayının üstüne basması ile son bulur… Bir ses gelir, durur... Ona öğretilen mayının üstündedir ve hareket etmesi patlaması anlamına gelir… Sabit kalacaktır…

“Burada ne kadar kalırım, bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa, artık ben seni bekliyorum!…” diye haykırır, çaresizdir çünkü… kımıldamadan yanında yaşamın akışını izler. Düşman uçağı üzerinden alçaktan uçar, arkadaşı gelir… Ona fasulye filizini verir… Elinde bir filiz ile yaşamı simgeler… Bir de kendisi üzerine doğru çıkan karıncalar… Karıncalar onun her yerini sarar ama o orada yaşama, anına ve geleceğe bakışını ironiler içinde anlatır… yağmur yağar altında ki toprak kayara, ama o mayının üstünde kımıldamadan durmak zorundadır…

Acıya mizah katılmış, kurgulanan gerçeklik sahnede bize ulaştı…

Tek kişilik oyunlar şüphesiz ciddi bir cesaret işi… Her aksilik karşısında tek başınıza olmanız, hızla karar verip durumu kotarmanız, aynı zamanda belirli bir uyumu ve tempoyu tek başınıza oyun boyunca kontrol etmeniz şüphesiz gerekli… Üstelik sahnede yalnızlığınız karşısında çok fazla sığınacak bir yeriniz de yoktur… Sadece kendi aklınız ve yüreğiniz vardır… Turak’ın oyun boyunca yakaladığı ve başarıyla sürdürdüğü temposu metnin hızının ve geriliminin altında kalmayarak, seyirciyi de ayakta tutan bir serüvene dönüşüyor…

Sahne tasarımı, kullanılan müzik, ışık Mert Turak’ın başarısına büyük katkıları olmuş… Sahnede ki performansı, anlatılmak istenen mesajı iyi benimsemiş ve sahneden onu seyirciye ulaştırması açısından çok başarılı buldu. Video görüntüleri kullanılmış olsaydı daha da vurucu olur diye düşünüyorum, çünkü arkaya yansıya ışık ve tek görüntü çıkarma gemisi, sahil sadece söz ile anlatımda kalmış. Günümüzde bir çok teknik iç içe kullanılıyor, görsel efektler ile video görüntüsü zaman zaman arka perdeye zaman zaman öne kurulacak saydam bir perdeye yansıtılabilinirdi diye içimden geçirdim… Işık tasarım ve hayat veren gerçekten işini iyi yaptığını bu oyun sırasında gördüm, gerekli olan yerlere ışık verdi, sadece çatışma sahnesinde ışık özellikle yandan gelen led ışık benim gibi salonun köşesinde oturanın tam gözüne dokunması anlık olarak oyundan uzaklaştırdı beni… Ama her şeye rağmen başarılı bir ekip işi olarak karşımızda duruyor... Sahnede yaşananları ayakta alkışlayarak selam gönderdim tüm emeği geçenlere…

Oyundan bana kalan duygu, belki de yıllardır televizyonda haberlerde izlediğimiz, gazetede okuduğumuz “kahraman” askerlerin bizde yarattığı masalımsı etkisini sorgulamak ve “kahraman” olmak ya da “yaşamak” arasında seçme şansı verilse, bir askerin yapacağı seçimi, ikilemleri ve kendi içindeki savaşı görmemiz için uyarlanmıştır bu oyun.

Bu oyunu izleyin, savaşın insanoğluna neler yapabileceğini görmek ve anlamak için...

İsmail Cem Özkan


Karıncalar – Bir Savaş Vardı
Yazan: Borıs Vıan – John Steinbeck
Çeviren: Işıl Yüce – Ülkü Tamer
Yöneten: Ergun Üğlü
Uyarlayan: Gökhan Aktemur
Dramaturgi: Gökhan Aktemur
Oyuncu: Mert Turak
Sahne Tasarımı: Eylül Gürcan
Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan
Işık Tasarım: Mahmut Özdemir
Müzik: Tolga Çebi
Efekt: Erhan Aşar
Yönetmen Yardımcısı: Nazif Uğur Tan – Gözde İpek Köse – Gökhan Aktemur


22 Mart 2017 Çarşamba

Gündem değişirken…

Gündem değişirken…


Gündem değişirken neyi yazacağımızı ya da yazmayacağımızı hesaplar olduk, çünkü hem gündemin dışında hem de gündem yapıcılara hizmet etme korkusu var. Gündemi yapanlar belirli siyasi çıkarlar amaçlı algılar ile oynarlar, gerçek yaşanan gündemin dışında yaratılmış bir gündem vardır. Yaratılmış gündemler ise halkın iyiliğini düşünmez daha çok küçük bir çıkar grubunun daha fazla baskı yapma özgürlüğü hakkı içindir…

Ülkemizde özgürlükler her daim negatif anlamda gelişmiştir, tırnak ile kazılarak elde delen özgürlükler ise yaratılan gündemler içinde yok olmuştur. Şu anda ortaçağ da yaşayan bir insandan daha az özgürlüğe sahip konumundayız. Onlara göre daha fazla seyahat etme hakkına sahibiz ama seyahatlerimizde tamamı ile birilerin istediği gibi tüketim üzerinedir, o yüzden son yüzyıl içinde gerçek anlamda seyyah çıkmamış ama bol bol istihbaratçı ve bize sunulan bir seyyah öyküleri içinde önyargılarımızın oluşumuna katkı ya da güçlendirme adına yapılmıştır.

Ölüm her yerde insanları teslim alırken, özgürlükten, yaşamdan, doğadan yana olanların mücadeleleri her daim bize anarşist ve terörist kavramları ile birlikte sunulmuştur. Marjinal olmak demek küreselleşmeye karşı gelmek anlamında kullanılmıştır. Kürselleşme her daim bize daha fazla özgürlük alanı açacağı olarak sunulurken geçmişte yaşayan bireylerden daha az özgür ve birey hakkına sahip olduk.

Seyahat özgürlüğü sadece paranın el değiştirmesi olarak algılanmış ve yapılan tüm geziler birer hiçbir zaman bakılmayacak fotoğraf albümü olarak önümüze gelmiştir. Hem gidilen yer hem de gidenin daha fazla tükettiği, geleneksel olanın yok edilerek ne olduğu belli olmayan bir küresel kültürün parçalayıcı özelliği ile karşılaştık. Şu anda dünyanın hangi büyük şehrine giderseniz gidin bir birine benzer reklam panoları ve alışveriş merkezlerinde aynı logolar ile karşılaşırsınız. İşte küreselleşme denen garip durum budur.

Komşular ile sıfır sorun için iktidara gelenler uzak komşularımız ile de sorunlu hale geldik... Nereden nereye diye bakarken ne kadar gerilere doğru düştüğümüzü, gündemimiz daha fazla özgürlük derken daha fazla özgürlükten beklentiler farklılıklar ortaya çıktı, çünkü iktidarı elinde bulunduranın özgürlüğü artarken ülkede yaşayanların özgürlükleri bir bir yok oldu.

Yıllar yılı acaba diyorum, dünyayı cahil liderler danışmanları aracılığı ile iktidar koltuğuna mı oturtuldular, bizler liderler ile kavga ederken aslında tüm sorumlular üzerilerinde ki örtü sayesinde parayı verenin çıkarına uygun mu yönlendirdiler bizleri? Kennedy suikastı ve sonrası gelen tüm dünya liderlerinin arkasında danışmanları bir çıkar kesimini temsil ettikleri ve emekli olunca lobi firması kurdukları düşünülürse... Parayı verene hizmette sınır olmayan yerde ne gerçekler ne de insanlık onuru söz konusu olur...

Demokrasinin olmazsa olmazı olarak gösterilen seçim sandıklarına hangi eğilimlerin girdiği ortada olmasına rağmen neyin çıkacağı konusu bu sistem altında her daim kuşkuları içinde barındırmıştır. Seçim sandıkları sihirbazların kutuları gibidir, giren kayboluyor, yerine başka şey çıkıyor...

Rezil insanları rezil etmek için boşuna uğraşmayın, onlar rezil olmazlar...

Fransız devrimini yapanlar henüz kapitalizm başlangıcındayken öngörüleri ve tespitleri bugüne de ışık tutmaktadır, çünkü onların başlangıçtaki tutumları katlanarak bugüne ulaşmıştır. Onlar; "Bugüne kadar imparatorluk, krallık veya parlamentarizm tarafından bize dayatılmış olan birlik akılsız, keyfi veya zahmetli bir merkeziyetçilikten başka bir şey değildir.
Paris’in istediği siyasal birlik, tüm yerel inisiyatiflerin gönüllü birliğiyle tüm bireysel enerjilerin mutluluk, özgürlük ve güvenlik gibi ortak amaçları göz önünde bulundurarak kendiliğinden ve özgür bir biçimde bir araya gelmesidir." 19 Nisan 1871, Paris Komünü

Paris kelimesini kaldırın biz olarak okuyun, bugün de bizim istemlerimiz ile örtüştüğünü görüyorsunuz. Yüz küsur yıldır istemlerimiz aynı kalmasını nasıl açıklayabiliriz? Kazanımlarımızı liberal ekonomi ile ulus devletini yok etmesi arasında ilişkiyi göz ardı etmememiz gereklidir, çünkü liberalizm bugün yaşadığımız tüm sorunların temelini oluşturan bir duruştan başka şey değildir.

İnsanlar duymak istediklerini duymak için toplantılara katılıyor... Panelistler de katılımcıları kırmıyor ve onların duymak istediklerini söylüyorlar... Toplantı sonucu aydınlanıp çıkan insanlar kafalarında var olan doğru ya da gerçeğin vermiş olduğu huzur ile kendilerine kanıt sunan orada sergilenen kitapları alıyorlar... Bu şekilde resmi gerçek yaygınlaşmış oluyor... Yalan, resmi ya da gayrı resmi olarak tüm toplumlarda yaratılan gerçek olarak varlığını doğru olarak sürdürüyor… Mikrofondan çıkan sesler gülük hayatımızı belirlemeye devam ediyor…

Kuş sesleri kaplamalı ülkemi, mikrofondan çıkan sesler değil...

İsmail Cem Özkan

18 Mart 2017 Cumartesi

Yeraltından notlar

Yeraltından notlar

St. Petersburg şehrini kenar mahallesinde bir oda, oda bodrum katındadır, miras olarak kalmış bir küçük yaşam alanı. Orada içimizden her hangi biri oturmaktadır. Memurluk yaparken yaşamın tek düzeyli akışından sıkılan biri yakın akrabasının ölmesi üzerine aldığı miras ile hemen memurluktan istifa edip bu köhne bodrum katına gelmiştir. Sıkıldığı tek tip yaşamdan başka bir tek tip yaşama düşmüştür, o düşüşün getirmiş olduğu yıkıntı ve kendisi ile hesaplaşmasını yeraltında ki bu odadan bizim ile yapmaktadır.

Gerçek dünyadan kendini soyutlamış veya buna zorunlu kalmış bir kişinin iç çatışmalarını ve hezeyanlarını ana eksen olarak işlendiği bir oyun var sahnede. Kırmızı bir bez parçası yüzüne örtük, bir masa, masanın üzerinde birkaç kitap, mum… Nemli, soğuk ve karanlık… kölesi olan yanında çalışan bir aile… aile çok fakir ve açtır. Zorunludur onun yanında bulunmaya… o ise para ile yönetmektedir o aileyi… Bencildir, istekleri bitmez… şaşalı ve güzel yaşam hayali içindedir… huysuzdur.. hayal dünyası içindedir… aynı şekilde de tembeldir… kendisini bu odaya öteleyen topluma da öfkelidir. Öfkesi sesinin içinde saklıdır. Her an öfkeli cümlelerini yüksek ses ile salonda bulunan seyirciye ulaştırmaktadır. İlişki kurmak için ayağa kalktığında kendine olan güvensizliği onun ayağına çelme takmaktadır.

Trajik komiktir ama trajedisi daha ağır basan karamizah eseridir. Sözler salonda uçar, her biri bir yaşanabilecek şeyi anlatır ama seyircinin beyninin içinde bu kelimeler cümleye dönüşürken sarsar. Sarsmasın etkisini artıracak olan sahnede ki performanstır. Murat Çıdamlı muhteşem performans göstermektedir. Kendinse verilen rolü yaşamaktadır bir anlamda… Onun oyunculuğunu öne çıkaran sahnedeki diğer oyunculardır ama hepsinin oyunculuğunu bir anlamda özellikle ilk bölümde düşüren ise ışık ve sahne arkasında ki renk seçimidir. Işık yeteri kadar ve canlılıkta değildir. Oyuncu hareket halindedir ama salonun her yeri homojen ışık altında olduğunda ne kadar iyi performans gösterse de o mimiklere insan hemen yoğunlaşamıyor, kopuyor. Oyuncunun mimiklerini, hareketlerini abartacak şekilde gölgelerin oluşması gerekli, çünkü oyunun kurgusu ve sahneye uyarlanışı mantığında abartı, psikolojik çözümleme, kişinin kendisi ile çatışması, seyirciye dönerek yaptığı iç konuşmaları ve yeniden oyunun içine dahil olması… bu geçişleri ortaya koyacak olan renkler ve ışıktır… bu esas yönlendiricisi ışık oyunları ev sahnedeki renklerdir… Çünkü oyunun başında vurgulanan kırımızı örtü, ki yüze örtülmüştür ve mum… “ışık yoksa hayatta yoktur” vurgusu… Ama oyun genelinde özellikle ilk bölümde ışık daha çok üzerine düşünülmesi gerekendir… İkinci bölüm daha akıcı ve hızlı bir şekilde seyirciye ulaşmasında ki başarıyı ışık ve renk seçiminin başarısını gösterir…

İroni mizahın olmazsa olmazları arasındadır, üstelik bu sahnede yaşam buluyorsa. Kuklalar ve sahneye uyarlamasını çok başarılı buldum. Özellikle karakterlerin abartılmış halleri orada olması muhteşem dedim… Suat Karausta özellikle kukla ile olan sahnelerinde seyirciye direkt ulaşma imkanına kavuşur ve oyunculuğunu ve ses kullanımını gösterir. Berk Baykurt ise yüksek rütbeli subay canlandırdığı sahnede kendisini gerçek anlamda mimikleri ile ortaya koyar…

Yeraltı Adamı" olarak tanınan karakterin itirafları, serzenişleri, hakaretleri, hayıflanmaları kısaca iç dünyası üzerine bir monologdur. Çevresindeki insanlardan tiksinen, nefretle insanları anan, insanları belki de hiç sevmemiş gibi görünen kapalı bir karakterin fazlasıyla açık ifadeleridir. İkinci bölümde ise Yeraltı Adamı'nın yeraltından bir anlık çıkışı ve daha önceden arkadaşı olduğu anlaşılan kişilerle bir hesap görmeye çabalamasını izleriz. Kerhane sahnesinde kahramanımız kendisini olduğundan farklı gördüğünü ve çevresine umut dağıttığına şahitlik ederiz… Köyden gelmiş ve ailesi kızlarını satmak ile itham eden Liza (Aslı Artuk Şener) yüzü ve hareketleri ile bize orada yaşanmışlığı olduğu gibi verirken aynı zamanda Murat Çıdamlı’nın performansını yukarıya taşır. Onların oyunculuğunu ve yukarıda da renk ve ışık konusunda da değindiğim bütünlüğü görürüz. Koltuk rengi turuncudur, sıcak bir renk. Ki soğuk ülkelerin duvarları sıcak renklerin seçilmesi tesadüfi değildir. Arka duvara kırmızı rengin değişerek sahneyi daha da ısıtmaktadır. Işık burada oyuncuyu takip eder… En başarılı an olarak bu sahneyi görmekteyim… Keşke ilk bölümde de bu başarılı şekilde olsaydı diye içimden geçirdim, çünkü ilk bölümün ağır ve seyirci olarak beni oyunun içine almamasının temelinde bu bütünlüğün olmaması olarak düşündüm… Petek Ocakçı burada pasif bir roldedir ama o pasiflik salonda bulunan oyuncuların mimiklerinin abartılı şekilde algılanmasına da katkı sunar. Salona girip çıkması ve soğuk yüz ifadesi muhteşemdir…

Elbette başka bir sahnede yeniden seyirciye ulaşması oyunun provalarının ve sürekli sahnelendiği salon ölçeklerinden farklı olması bu ışık olayını etkilemiştir. Ben turnede olan bir oyunu gördüm, mutlaka prova yaptıkları yerde daha farklıdır diye düşünüyorum. Oyunda emeği geçen bütün çalışanlara teşekkür ederim… Onlar sayesinde tiyatroya yakışan seyirlik bir oyun seyrettim… Salondan çıktığımda başlangıçta yüze kapanan kırmızı örtünün anlamını çözmüş oldum…

İsmail Cem Özkan



Yeraltından Notlar
Yazan : Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çeviren : Ergin Altay
Oyunlaştıran : Erdinç Doğan
Yöneten : Erdinç Doğan
Oyuncular: Murat Çidamlı, Suat Karausta, Aslı Artuk Şener, Berk Baykut, Petek Ocakçı
Dekor Tasarımı: Kerem Çetinel
Kostüm Tasarımı: Çevren Sarayoğlu
Işık Tasarımı: Osman Uzgören
Müzik: Onur Yüce
Koreograf: Burçak Işımer
Dramaturg: Şaziye Dağyapan
Yönetmen Yardımcısı: Hicran Yavuz
Kukla Tasarım-Üretim: Ayten Öğütçü
Asistan: Nazife Oğlakçıoğlu
Sahne Amiri: Mustafa Yazar
Kondüvit: Evren Tuncer
Işık Kumanda: Hasan Kılıç
Suflöz: Gözde Yıldız Gözüaçık
Dekor Sorumlusu: Ender Ünver
Aksesuar Sorumlusu: Ersin Çelik
Kadın Terzi: Zübeyde Öncel
Erkek Terzi: Ali Rıza Bektaş
Peruka: Yaşar Atik


17 Mart 2017 Cuma

Coriolanus

Coriolanus

Roma dönemidir, imparatorluk artık cumhuriyet ile idare edilmektedir. Değişimin olduğu yıllarda Borissia ile savaşmaktalar. Sürekli bir savaştır, beş defa cephede karşılaşmışlar ve Romalıların galibiyeti ile sonlanmıştır. 

Kıtlık savaştan dolayı Roma’da yaşanmaktadır, soyluların depolarında buğday olduğu söylentisi üzerine halk isyandadır. Bu isyanda hedefteki kişi Caius Martius olarak öne çıkmaktadır. Soyluları temsil etmektedir ve cumhuriyetin fikrine henüz uyum sağlayamamıştır. Halkı küçümsemekte ve soyluların her şeyi kontrol etmesini ve onur mücadelesini ancak soylular tarafından gerçekleştireceğine inanmaktadır. Cephede başarılı olmuş ve her savaştan bir yara izi ile dönmüştür. Babasından daha yakın gördüğü kişi her zaman yanında yer almaktadır. Menenius Agrıppa bir anlamda Martius’un vicdanın sesidir. Halkın temsilcileri Brütüs ve Sicinius bir anlamda halkın sesi gibi gözükmelerine rağmen yeni rejimin görünmez idarecileridir, ince siyaset ile savaş meydanında galip gelenleri senatoda yenecek kadar ince siyaset yollarına hakimdir. 

Bu tartışmaların ortasında düşman yeniden Tullus Aufidius komutasında saldırmıştır. İki düşman yeniden savaş meydanında karşılaşacak ve bir anlamda düşmanlık kan davasına dönmüştür. Savaş meydanında iki komutan bir biri ile kavgaya tutuşur ve kavgayı Martius kazanır ve yeni bir unvan ile onura edilir. Coriolanus olarak anılacaktır. Roma’ya dönüşü muhteşemdir, şölenler ile karşılanır ve Konsül olmaya aday gösterilir. Ama yeni rejimin kuralları gereği halkında onayını almak zorundadır ama halktan kendisini üstün gören biri halkın konuştuğu dil ile konuşma yerine her şeye hakim, onurlu, kibirli olarak onlardan onay almayı kendisine yediremez ama artık kural kuraldır ve halk ile yaralarını gösterebileceği kıyafet içinde karşılarına çıkar. Onaylarını alır ama ona aldığının hemen arkasında Brütüs ve Sicinius halka para dağıtarak görüşlerini değiştirmelerini ister ve halk onlardan aldığı paranın karşılığını verecektir, çünkü roma para üzerinedir, ne kahramanlık ne de onur… Her şeyi belirleyen çıkarlardır… 

Halk ayaklanmıştır. Bu komplonun farkındadır ama artık sinirlerine hakim olamaz ve kendi doğrularını savunur… Bu var olan demokrasi anlayışının dışlanmasıdır. Bunu fırsata döndüren Brütüs ve Sicinius Roma Cumhuriyeti'ne ve onun hukukuna ihanet etmek olduğunu iddia ederler ve onun sürgüne gönderilmesini önerirler. Ve kabul görür… 

Roma'dan sürgüne gönderilen Coriolanus kan davasına dönen düşmanın başkentine giderek orada Aufıdıus'la görüşür. Eğer kendine ordusunun komutanlığı verirlerse Roma'ya karşı bir askeri galibiyet sağlayabileceğine onları inandırır. Ve Roma'ya karşı bir hücum için Coriolanus emrine ordu verirler.

Romalılar buna paniğe kapılırlar. Menenius ve sonra Cominius'u Coriolanus'a göndererek ondan Roma'dan öç alma hevesinden vazgeçmesini isterler ama Coriolanus'u ikna edemezler. Sonunda yanında Coriolanus'un karısı, çocuğu ve bir diğer Romalı hanımla birlikte Coriolanus'un annesi Volumnia'yı oğlu ile görüşmeye yollarlar. Annesi Volumnia oğlu Coriolanus'u Roma’yı zapt edip talan etme fikrinden vazgeçirir. 

Coriolanus bunun üzerine Roma’ya gider ve orada bir barış anlaşması ile geri döner. Aufidius bundan hiç memnun olmamıştır. Kendisinin geri plana itildiği hatta paralı asker muamelesi gösterdiğini düşüncesi içinde Coriolanus’ın öldürülmesi gerektiğini kendi ordusuna açıklayarak onu bir komplo sonucu öldürür… 

İki bölümden oluşan tiyatro yeniden Malcolm Keith Kay tarafından yorumlanmıştır. Bu yukarıda konusunu okuduğunuz oyun tarihin en kritik dönemlerinde sahneye uyarlanmış ve her sahneye uyarlandığı dönemlerde değişik tepkiler ile karşılaşmış. Hatta Shakespeare’in ender yasaklanan eserlerinden biri olmuştur. İçinde taşıdığı mesajlar ve vurucu cümleler iktidarı her zaman rahatsız etmiştir. Oyunun vurucu noktaları klasik Shakespeare tiratları içinde birbirinden vurucu cümleler ile seyirciye ulaşmaktadır. 

Tiyatro ile sinema arasında en büyük farklardan biri tiyatro sahnede canlı izlenirken onu göz ve kulak ile izlenmesidir. Duygu organlarımız ile sahnedeki sanatçıya sadece dokunma duyusu olan ellerimiz dışında her organımız ile dokunuruz. Göz ile izlediğimiz kadar kulağımız ile de izleriz sahnede ki oyuncuyu ve onun mimiklerini, ses iniş ve çıkışlarını. O sayede oyuncu da seyirciye dokunur. Arasında bir aracı yoktur. Yapay olan dijital olan her hangi bir unsur seyirciyi sahneden koparır… Son yıllarda bir çok tiyatro eserinde mikrofon kullanılmaktadır. Mikrofon, oyuncunun sesini sahnede müzik ve efektlerin üstüne çıkararak sesin daha net en arkadaki koltuğa ulaşmasını sağlar. İzlediğimiz oyunda da yönetmen Kay mikrofonu birden fazla oyuncuda kullanmıştır. Sahne düzenlemesi modern anlayışın ve teknolojinin sahneye uyarlaması olarak gördüm, ince siyah bir perde ve onun üzerine yansıtılan video görüntüsü oyunu daha da vurucu ve görsel yapmıştır. Her sahne değişimi içinde perde aşağıya iner ve sahnenin konusuna uygun video görüntüsü perdeye yansır. Muhteşem bir görsellik içinde video efektleri ve ses efekti bu anlayışına uygun uygulanır ama sahnede oyuncu doğal sesi ile olduğunda yüksek sesten birden düşük sese dönüş arasında geçiş yumuşak değildir. Yüksek ses volümden düşük sese... Birden şehir karmaşasından sesiz odaya girmek kadar etkili bir ortam yaratıyor… birinci perdede savaş alanı ve kılıç, kalkan ile canlandırılan bölümde video perdeye savaş olarak yansıtılıp perdenin arkasında oyuncuların doğal sesi ile savaş canlandırılmış olsaydı bana göre daha vurucu olur gibi geldi, ama onun yerine yönetmen savaşı sahnede gerçekleştirmiştir… mikrofon oyuncunun ağzının yakındadır ve sesi hoparlörden gelmektedir. Kulağım ile izlerken kim konuşuyor, kim tepki veriyor diye ara ara düşündüm… Çünkü konuşan sahnenin ortasında ama ses sağdan (bana göre) gelmektedir. Yine birçok bölümde bir oyuncuda mikrofon varken diğerlerinde yoktur… Güçlü ses ile doğal sesin etkisi ya da etkisizliği… Gereğinden fazla yüksek ses tonunda olan efektler… görüntü ile oyuncuların sesleri düşünülerek daha kulağa yakın efekt sesi olabilirdi… Salonda gürültü olsa onu bastırmak için sesi yükselttiler diye düşünürüm ama salon oyunu daha iyi kavrayabilmek için seyircinin sahneye odaklandığını gördüm, gerçi bir bölüm cep telefonundan mesaj yazma derdinde olmasını artık yadırgamıyorum… 

Daha fazla uzatmadan kısaca diğer noktalarda değineyim, oyuncular kendilerine verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmiş ve benim dikkatimi çeken Cengiz Daner’in oyunculuğu… bana göre Tolga Evren kadar başarılıdır… Tolga Evren zor işi başarılı bir şekilde yerine getirirken mikrofondan çıkan ses onun mimiklerini ve oyunculuğunu gölgelemiştir… ışık sahneyi bir çok noktada oyuncuyu izlemek yerine yerinde sabit kalmış gibi geldi, daha hareketli bir ışık oyunu daha da akıcı hale getirebilir diye içimden geçirdim… Sahne düzenlemesi oyunun ruhunu yakalamış ve sanırım yönetmenin istediğini vermiş olarak algıladım… 

Vakti olanların mutlaka izlemesi gereken oyun olarak düşünüyorum, küreselleşen dünyamızın bir nimeti yabancı kültürde yetişmiş yönetmenlerin ülkemizde bize sahneye oyun taşımalarıdır… o olanağı kendi ülkemizde ve şehrimizde görmek beni mutlu etti… yeni teknoloji ve sahnenin uyarlanması için hem oyuncular hem de yönetmen adayları için yeni perspektifler sunmaktadır… Umarım daha güzel ve daha farklı oyunlar ile sahnelerimiz perdelerini bize açarlar… 

İsmail Cem Özkan


Yazar: William Shakespeare
Çevirmen: Özdemir Nutku
Yönetmen: Malcolm Keith Kay
Koreografi: Tamer Serkan Subaşı
Müzik Direktörü: Çağrı Beklen
Yönetmen Yardımcısı: Zafer Algöz, Tolga Evren
Dekor Tasarımı: Behlüldane Tor
Giysi Tasarımı: Medine Yavuz Almaç
Işık Tasarımı: Önder Arık
Dramaturg: Yeşim Gökçe
Yönetmen Asistanı: Gülcan Zebek Kay
Oyuncular:  Tolga Evren, Deniz Ulaş Tansel Öngel, Fatih Dokgöz, Ece Okay, Eylem Yıldız, Özgür Yalım, Cengiz Daner, Salih Dündar Müftüoğlu, Deniz Akel, Duygu Sarışın, Ceren Bekdemir, Kutay Şahin, Diren Coşkun, Tamer Serkan Subaşı, Can Albayrak, Burak Öner, Erdem Sazak, Yeğya Akgün, Dinçer Simsar, Kadir Çelik, Mukaddes Kurmuş, Müzeyyen Durgun, Tuğçe Tanıl, Çağla Buldak, Ferhat Akgün, Onur Kurşun, Gökçe Aktaş, Hakan Dülger, Yıltan Kahraman, Ergün Metin, Ozan Yılmaz, Emin Ayanoğlu, Şenol Yaz, Gökhan Yıldırım, Name Önal
Asistanlar: Duygu Sarışın, Name Önal
Kostüm Asistanı: Dila Bayrak
Sahne Amiri: Zülfinaz Doğan Eşitmez
Kondüvit: Hasret Çoşkuner
Işık Kumanda: Serdar Yaman
Suflöz: Şeyda Pektok
Film: Bahadır Abşin
Slaytlar: Metin Kurşova
Projeksiyon: Berivan Yurtsever


15 Mart 2017 Çarşamba

Gösterilen ile gerçek çok farklı

Gösterilen ile gerçek çok farklı

Çocukluğumda bize Amerikalılar aptal derlerdi, öyle öğretirlerdi, sonra bize dağıtılan süt tozlarını görünce ve içmeye başlayınca çocuk aklıma geldi, madem aptallar ve neden bize süt tozu dağıtırlar, çünkü o dönemde her yerde inekler vardı ve sütü zaten doğal olarak içiyorduk... Demek ki onları aptal yapanlar bizi de tecrübelerine dayanarak aptallaştırıyorlardı...

Sonra siyah beyaz tek kanal çıktı elektrikler ile birlikte... Her eve televizyon giriyordu, üstelik bir kaç saat yayın yapan televizyon kanalı. O tarihte bilmezdim Amerikalılar renkli televizyon kullanıyorlar ve birden fazla kanalları vardı... Onları aptal yapanlar içinde bir de aptal kutusu olarak sunulan tv vardı ki, aptal kutusu diyenler ilk önce evlerine aldılar... Burnu akan çocuk görüntüsü eşliğinde doğu görüntüleri yayınlandı, bizim gerçekliğimiz dedik, burnumuz akarken...

Amerikalılar aptal derlerdi ama Amerikalıların yaşam kalitesi ile bizim yaşam kalitemiz arasında uçurum vardı... Okyanus olduğu kesindi ve bizler hiç bir zaman balina nedir bilmezdik, uçakları da arada sırada gökyüzüne iz bırakarak giden araç olarak bilirdik... Ne uçağı yakından görmüştüm ne de denizi...

Amerikalıların Türkçe konuştuğunu düşünürdüm her kovboy filmine bakarken... Çünkü o güne kadar İngilizce tek kelime duymamıştım... Kötü Türkçe konuşanları ise köyümüzün yanında kurulan çadırlarda yaşayan çingeneler...

Benim için yabancı Çingeneydi ama yıllar içinde öğrendim meğer bizler çok kültürlü bir coğrafyanın çocuklarıymışız... Bizim köyde Yahudi yaşarmış, Ermeni, Rum... Neden sonra öğrendim, meğer ülkenin ötekisi bizlermişiz, ama Amerikalıları hep aptal bilirdim o tarihte...

Bize öyle öğretmişlerdi, bizde öğretileni ezberden tekrarlardık...

Yıllar geçti, zaman döndü, coğrafya değişti, köy oldu şehrin bir mahallesi, bizler hala Amerikalıları aptal kendimizi dünyanın merkezinde ve bizim sorunumuz dünyanın sorunu olarak bakmaya devam ediyoruz. Elimde portakal suyunu sıkarken portakal ile Hollanda arasında bağlantının bir soyadı olduğunu bilmeden...

Neyse efendim Amerikalıları hala aptal olarak görmeye çalışıyoruz ya, kendi köylü kurnazlığımız ile yalanımızın üstünü örtüyoruz…

İsmail Cem Özkan

4 Mart 2017 Cumartesi

Ayrılık

Ayrılık

Bir yıl 12 gün pardon 13 gün sonra bir telefon ile başlayan ayrılığın ilk buluşması Behiç Ak kaleminden Semih Çelenk sahneye uyarlamasından ve de Sevinç Erbulak, Fırat Tanış yorumuyla Tiyatroevi tarafından seyirci ile buluşturulmuş bir oyun… oyun dediğime bakmayın, performansı yüksek, bir birini tekrarlayan cümleler o kadar iyi telaffuz ediliyor ki sanki bir tekerleme oyununda o tekerlemeyi en iyi kim söyleyebilir yarışmasını heyecanı içinde sürükleyici bir güldürü… Zaman, mekan, coğrafya yoktur, her hangi bir yerde, her hangi bir ülkede, modern yaşam denen aile yaşantısının bizim yüzümüze bir balon gibi çarpması ve o çarpmanın etkisi ile kahkahalara boğulmamız.

Oyunun konusu basit, sıradan hatta amerikan dizilerinin ve son dönem oda tiyatrolarının izlerini taşıyan modern bir ritm içinde. Kara mizahın bol bol oyun içinde kol gezdiği, zıtlıkların aslında bir arada tutan şeyler olduğu, benzerliklerin ise ayrılık sebebi olduğunu bize fısıldayan oyun…

Sevinç Erbulak bu oyunda kendisini sahnenin doğal bir parçası yapmış, ayrılmaz bir bütün, sahne içinde sanki seyirci yokmuş gibi özgür ve konuşması ile mükemmel bir şekilde kelimeleri telaffuz etmesi ile benim gözümde öne çıkıyor, sanki Fırat Tanış’ı omzuna almış taşıyor gibidir. Fırat Tanış her ne kadar başta biraz daha yapay gibi dursa da zaman içinde o da Sevinç Erbulak’ın ritmine ayak uydurup oyunu muhteşem bir seyirlik haline getiriyor. Oyun hem seyirlik açısından hem de komedi alanında övgüye değer…

Sahne iki işçinin bir kutu halinde olan sahne ekipmanlarını sahneye dağıtması ile başlar. Her ne kadar oyun iki kişilik gibi gözükse de perde açılmadan önce sahnede iki işçide bulunmaktadır. Onlar arabesk müzik eşliğinde sahneyi düzenler ve oyunculara hazırlarlar, bu arada salon tıklım tıklım seyirci ile dolar, gelmeyenlerin yerleri kapıda bekleyenler tarafından hemen doldurulur ve sahne tam zamanında bir elektrikli süpürge ve günlük sabah kıyafetleri ile bir kadının (Sevinç Erbulak) sahne alması ile başlar… siz bakmayın afişlerde ve tanıtım broşüründe belirtilenlere oyun aslında dört kişilik! Hatta bu işçileri oyun bittikten sonra salon boşalırken sahnede görmeyi çok isterdim, eşyaları toplayıp yeninden kutusuna koyarken seyirciler salonu terk etmesi…

Bir yılı biraz geçe boşanmış iki insanın birlikte yaşadıkları evde buluşması ile başlar, tesadüfi değildir, planlıdır. Kapının önünden telefon edilir ve zor ya da gönüllü olarak eve kabul edilmesi, evde evlilikleri ve ilişkileri sırasında ilişki içinde oldukları insanları da içine alan bir sosyal eleştiri ve ironiler ile dolu uzun bir sohbete adım atarlar… Arada tartışırlar ve tartışmanın ne kadar anlamsız olduğunu beraber kabul ederler, esas fikir birliği her ayrılığın aslında bir çok ayrılığın tetikçisi olduğu ve kelebek etkisi gibi ailelerin dağıldığı fikrinde buluşurlar… Evliyken karşı oldukları ne varsa ayrılık sonrası karşı olduklarını yok sayıp birlikte yaşamak için olanak yaratma amaçlı sanki değişim yaşadıklarını bir birilerine anlatırlar. Alkol ve sigara kullanan alkol ve sigarayı bırakmak gibi alışkanlıklarını değiştirmiş… Aslında o bir yılı biraz geçen buluşma ayrılık değil birleşmek içindir, fakat bu kadın tarafından bilinmemesine rağmen erkeğin istemi ve yönlendirmesi bunda etkili olacaktır.

Elbette benim algılarım ve duruşum noktam sahneye bakış açımı etkilemektedir. Beklentilerim ve aldığım mesajlar bireyselleşen insanın bireyselleşmeden kaynaklanan sorunları içinde toplum içinde yok olmasını aile içinde parçalanmasını gördüm. Yaşadığımız çağa ve döneme yönelik direkt hiçbir mesajın olmadığı ama eğlenilecek ve bol kahkaha atılacak bir oyunu kaçırmayın derim.

Şimdi birazda teknik bakalım olaya, sahne düzenlemesi ve tasarımı bu oyun için mükemmel diyebilirim. Oyuncular çok rahata hareket ederken izleyicilerin gözünde şu da fazlalık diyeceği herhangi bir meta sahnede yoktur. Işık sabittir, değişik sahnelerde çıkıldığı için olsa gerek sabit bir ışık ile oyunun başından sonuna kadar gidilmiştir, sadece bitiş anında ışık hafif kararır… Yönetmenin tercihi sanırım işin pratik olarak kullanılması açısından tercih edilmiş… İyi de yapmış, çünkü oyuncular ışık, ses gibi önemli etkenleri oyunculukları ile ortadan kaldırmış, devleşmişler sahnede… Aslında bakarsanız müzik seçimi ve ses tonu beni hiç rahatsız etmedi, elbette bunda salonu dolduran seyircilerin her espriye kahkaha ile verdiği yanıt olsa gerek… 

Oyunculukları üzerine yukarıda değindim, bu oyunda Sevinç Erbulak gerçekten oyunun doğal atmosferini oluşturmakta ve salonu en iyi şekilde kullanmaktadır. Telefon görüşmesinde telefon sesinin yüksekliği altında telefondaki sesi tekrarlaması salonda yok olup gitmesinin en büyük sorumlusu ses düzeyinin yüksekliği ile uğraşanın tercihi olduğunu kısa zamanda anlıyoruz. Neyse ki o sahne çok kısa sürüyor… Fırat Tanış gibi tecrübeli bir oyuncu Sevinç Erbulak performansı karşısında dik durmayı bildi ve onun ile aynı düzeyde ve seviyede oyuna katıldı… muhteşem oyunculukları ile bol alkışı hak ettiler ve de aldılar.

Son söz der eski yazar üstatlarım, ben de son söz olarak fırsatı olanlar gitsin, görsün, bu karanlık zamanda kahkahalar ile sıkıntılarından kurtulsun. Eğlenceli, neşeli ve o kadar da tiyatroyu birlikte yapmanın ne kadar güzel olduğunu seyirci olarak katılarak yaşayarak tiyatro salonunda çoğalsınlar…

İsmail Cem Özkan

Ayrılık

Yazan: Behiç Ak
Yönetmen: Prof. Dr. Semih Çelenk
Oyuncular: Sevinç Erbulak ve Fırat Tanış
Sahne tasarımı: Başak Özdoğan
Işık tasarımı: Emrah Sürücü

Müzik: Ebruli Muharrem

Dağılanlar yan yana gelememiş…

Dağılanlar yan yana gelememiş…

12 Eylül süreci ve sonrası ülkemizin sol tarihi açısından olumlu gitmemiş, çünkü 12 Eylül sabahı başlayan süreç önceden tahmin edilmiş olmasına rağmen, örgütler bir arada mücadele yerine ayrı ayrı düşünmeye ve kendisince çözüm yolları aramalarına neden olmuş. Elbette bunda en büyük etken örgütlerin 12 Eylül öncesi bir birileri ile rekabeti ve güvensizlikleri yatmaktadır. 12 Eylül’de yaşayan yapıların liderleri 12 Mart darbe ortamını büyük çoğunluğu içeride geçirmiş olmalarının getirmiş olduğu sanırım bir öngörü ile “bizler birkaç sene yatar çıkar ve yeninden yolumuza devam ederiz” mantığını kendilerine siper etmişler gibi, bugünden o günlere bakınca öyle okuyorum…

Ülke bir bütün değildir, tek millet söylemi, tek dil, tek vatan, tek eğitim, tek ordu, tek merkez mantığı ile ulus devletinin anlayışı 12 Eylül sonrası kazanılmış tüm hakların yok sayılması ve yeniden haklara biçim verilme sürecidir. Kısaca 12 Mart’ta olduğu gibi büyük gelen elbise biraz küçültülmemiş, aksine tüm elbise yırtılmış yeni bir elbise ülkeye giydirilmiştir. Ülkenin o güne kadar ki klasik ulus devlet refleksi ve kuruluşundan itibaren verilen rolleri değişmektedir. AB yolunda ilerleyen ülkenin yeni rotası ılımlı İslam ve Kuran’ın siyasi liderlerin ellerinde meydanlarda gösterilmesi üzerine kurgulanmıştır. Akla değil duyguya, inanca hitap eden yeni siyasi anlayışa uygun siyasiler meydanlarda yerlerini almıştır. 24 Ocak’ta başlayan liberal ekonomi 12 Eylül ile tüm kararları uygulamaya konulmuş ve yenidünyanın yeni rotasına otururken ülkemizde ona uygun bir siyasi gelişmeye kapılarını ve gümrük kapılarını açmıştır. (korumacı ekonomiden liberal ekonomiye geçiş.)

Yenidünyanın ülkemizdeki sözcüsü ve lideri Özal’dır, her ne kadar darbeyi generaller yapmış olsa da. Özal liderliğinde ülkemizin o güne kadar tüm alışkanlıkları ters yüz yapılacak, üretim yerine tüketim, parası olan parası olduğu kadar tüketim üzerine kurgulamıştır. Ülkemiz tarım ülkesi olmasından sanayi ülkesi olmasına sıçrama yapması gereklidir ama sıçrama yapamayınca sanayiye yeni katkı yapmak yerine tarımı öldüren karar alınmış ve şehre göç bu yeni sürecin tipik karakteristik özelliği olmuştur. Ekonominin varoşları bankerler o dönemde ortaya çıkmış ve bankerlerin varoşlarda yaşayanların yastık altında birikmiş birikimleri piyasa koşullarına sunması ve yüksek faiz politikalarının gerçeklere ile uyuşmaması sonucu arka arkaya batmış ve mağdurluk ilk defa kitlesel boyuta siyasi bir rant alanına dönmüştür. Bankerlerden sonra bankaların aynı politikanın sonucunda birleşmesi veya el değiştirmesi ile uluslararası sermayenin ülkemiz içine borsa aracılığı ile girmesi ve yurtdışında alınan inşaat ihaleleri ile yeni zenginler yaratma koşulları oluşturulmuştur. Yeni zenginler sanayi alanından daha çok hizmet alanında ortaya çıkıyordu ki doğaldı. Yeşil kuşak projesine uygun olarak ülkemize yeşil sermaye girmesi ve İslam ülkelerinin ihalelerinde inşaat firmalarının boy göstermesi bu sürecin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ilımlı İslam, Suudi sermayesi tetikçileri finanse etmek için o yıllarda İslam ülkeleri içinde Rabıta adı altında (İslam Bankacılığı) yayıldığı yıllardır. İran devrimi İslam devrimi olarak oturmuştur. İran’ın Irak ile savaşı iç dengeler için çok önemlidir ve savaş bahane edilerek tüm muhalifler ortadan zor ile kaldırılmıştır. Reagan ve Thatcher dünya siyasetinin yeni rotasını devleti küçülterek ya da başka değim ile ulus devletinin tüm kazanımlarını sermeye lehine ortadan kaldırarak yeni bir küresel sistem arayışına giriyordu...

Dünya sisteminin ve kapitalizmin çıkarı için üretimden tüketime evrildiğimiz zaman diliminde Ortadoğu ülkesi olmak için küçük ama emin adımlar ile siyasi yaşantımız çalkantılar içinde geçti. Sol yenilmiş, üzerinden panzer geçmişti. Bir bölüm solcu tek tip kıyafet içinde boyun eğerken bir bölümü direnişi seçmiş ve cezaevleri ülkenin gündemini belirler olmuştu. Ölüm oruçları, intiharlar ile başlayan bir süreç en son yapılması gereken eylemleri en başta yapanların belirlediği ve etkin olduğu süreç aynı zamanda Kürt sorunun daha sıcak ve Ortadoğu ülkesi için gerekli ortamı yaratıyordu. Özal, Kürt sorunu kısa sürede çözeceğini ilan ederken sorunu yaratanlar ile hesaplaşmıyordu. Popüler söylem onu sanki süresiz koltuğa bağlamış gibiydi… Mağdurluk ve popülizm artık eşitlenmiş ve siyasi geleceğimizi belirleyen önemli siyasi argümanlar olacaktır. 12 Eylül’de içeriye alınan liderlerde zaman içinde bu söylemler ile mecliste yerlerini alacaklar ve her biri iktidar koltuğuna zaman içinde oturacaktır.

"Bir örgüt en zayıf halkası kadar güçlüdür. Eğer zayıf halkası koparsa örgütte yok olur... "

1950li yıllarda örgütünü ararken polisin eline düşenler örgütünü canı pahasına savunmuş ama polis örgütünü arayandan daha fazla örgüt hakkında bilgi sahibi olduğunu işkence sırasında öğrenmiş... Çünkü polisin sorduğu sorular aradığı isimler hakkındaymış, kaderin bir cilvesi mi ne diyeyim 12 Eylül sonrasında da benzer öyküler hayat bulmuş...

Örgüt dağılmış, örgüt yok olmuş, örgütün tüm parçaları saydamlaşmış ve polis elinde dosyada durmaktaydı… Bütün bunlar olurken örgütü için işkencede sessiz kalan ve örgütünü savunan binlerce güzel insan romantik direnişlerine devam ediyordu. İçeriye düşenlerin bir bölümü açlık grevleri ile hakları için mücadele ederken en önemli sorun yaşama hakkı olmasına rağmen kendi vücutlarını silaha dönüştürüp ölüm oruçlarına başlıyorlardı… Dışarıda solun önemli dayanaklarından olan gecekondular varoşlara dönerken, gecekonduların yerlerini apartmanlar almış, apartmanlar ile o bölgenin tüm özellikleri yok olmuştur. Cezaevinde “kaynaştır” diyerek sağcı ve solcuları aynı hücreye alan anlayış, dışarıda da apartmanlar ile o işe girişmişlerdir. İçeride tel örgüler içinde, dışarıda beton içinde tek yönlü propagandanın altında… Çok sesli söylem, çok eğilimlilerin tek çatı altında renkli görüntüler verdiği dönemde aslında algılar ile oynandığını yaşarken pek farkına varamıyorduk… Çünkü baskıdan ve ölüm korkusundan göreceli olarak sıyıranlar başka bir girdabın içinde kurban olduklarını anlayamadan kurban olmuşlar ve mağdurluklarını ise popüler söylem içinde olan siyasi arenadaki partiler içinde erimişlerdi. Bireyselleşme, duygulara hitap eden söylemler dayanışmayı ortadan kaldırmış, köy yaşantısını sanayi ülkesi olmak adına bitirenler elbette imeceyi de ortanda kaldırmıştır.

Üretim yerine tüket!

Türkiye solu birçok kalıplaşmış hareketlerini İslam’dan aldığını düşünürüm, örneğin İslam’da recim vardır, bazı sol örgütlerde ise polis, ajan, işkencede çözüldü diyerek infaz! Yargısız yargılı infaz yapan, cezaevinde, dağda arkadaşını eski yoldaşını şişleyenler (öldürenler)... Sonuç aynıdır, yöntem farklı olsa da... Ölüm en kolay tüketim oldu, bir dönem üretemeyenler yok olmamak adına yoldaşlarına bir paye takarak tükettiler…

12 Eylül’den sonra sol, örgütmüş gibi yapıp örgütsüz yaşamayı ve ondan geçinmeyi öğrendi... Bu da ben yaptım oldu anlayışının birçok yapının içinde liberal görüş olarak hayat bulmasına olanak sağladı. Liberalizm ise solu içte içe çürüten bir ideoloji olarak işlevini yerine getirdi.

Türkiye tabanı olmayan ama tavanı olan siyasi partiler cenneti!

Sol, siyasi hayata partiler olarak geri dönüş yapmıştır, 12 Eylül öncesi gibi dergi çalışanları ve okuyucuları olmaktan daha çok siyasi parti tabelası ile kendilerine yaşam alanı açmıştır.

Örgütsüz olduğunu bile bile dik durana ve mücadelesine devam etme cesareti gösterene, yok olan örgütüne rağmen örgütün bayrağını düşürmeden rüzgara karşı yürüyen sempatizana, rüzgara karşı hala bugün geçmişin sloganları atanlara, bugün somut olarak tahlil edip somut duruma göre yürüyüşüne devam edenlere bin selam!

Selam durduklarım taşıdı bugüne kadar geçmişin birikimini, güzel insanları, anıları... Onlar hiç bir zaman göze görünmedi, onları sadece birer rakam olarak görenler yine rakamların arasında yok saydı. Toprağa düşenlere onurumuz dediler, düşmeyenler ise yok sayıldı... Onur, sadece toprağa düşenlerin değil, yaşamak ve var olan tüm birikimleri ileriye doğru şekilde taşımaktır...

Bugün referandum gibi insan aklı ile dalga geçen bir gündem oluşmuş ise bunda iktidarın karşısında gerçek anlamda muhalefet yapan bir örgütün olmamasındandır. Tarih devrimcileri işte bu yüzden suçlayacaktır...


İsmail Cem Özkan

3 Mart 2017 Cuma

Yoktan var etmek!

Yoktan var etmek!

Genel kuraldır, yoktan var olmaz, vardan yok olmaz, mutlaka bir şeylerin dönüşmesi gerekir ki yoktan var olmuş gibi hissedelim! Doğa ihtiyacına göre bir şeyleri yaratmış, evrimsel süreçten geçirmiş ve yaşadığımız zamanın doğasını oluşturmuş ve hala da değiştirmeye devam etmektedir. Bu arada birçok canlı türü ortadan kalmış yerlerini başkaları almış. İstilacı olanlar istila ettikleri ortamdaki çeşitliği ortadan kaldırmış ama kısa sürede istila etikleri yerde başka canlılar da ortaya çıkmasına sebep olmuş… Doğa güçlü olanları ve direnenleri şans tanımış…

Doğanın yasası insanın yasasından üstündür ve insanın yasasını da belirler. 

Toplumsal dönüşümler birden ortaya çıkmaz, zaman içinde gelişir, olgunlaşır ve güç olarak kendisini gösterir. Rastlantı yoktur, ama birçok şeyi açıklayamadığımız için rastlantı der geçeriz. Toplumsal olaylar değişik kırılmalar ile tarihin not ettiği çizgi üzerinde gider, fakat bu çizginin tek bir doğrudan ya da tek bir çizgiden ilerlediğini söylediğimi düşünmeyin, çünkü biliyoruz ki tarih rotasını beklentiler üzerine oturtmaz, beklenen ama göz ardı edilen beklenmeyen kırılmalar ve çatışmalar sonucunda gelişen olaylar ile de biçimlenir. Roma imparatorluğunu kuzeyden gelen küçük bir halk kitlesi tarafından yok edileceğini Roma İmparatorluğu yaşarken kim düşünebilirdi ki, aynı şekilde üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı İmparatorluğu emperyalist devletlerin elinde oyuncak olacağı ve sınırlarını masa başında cetvel ile ayrılacağını kim söyleyebilirdi? Meşrutiyet kavgası verenler, birden önlerinde cumhuriyet kapısını açıldığında olayları tesadüflere mi bağladılar, yoksa Samsun’a giden gemide seyahat etme hakkını veren İngiliz karakol memurunun mührünün mü etkili olduğunu düşünür? Paris’te Jön Türklerin mücadeleleri ve birikimleri emperyalist güçlerin gözünde bir şey anlam ifade etmesi için ittihat ve Terakki Partisinin oluşmasını ve olgunlaşmasını beklemesi gerekti… Abdülhamit olmasaydı ne Cemal Paşa, Talat Paşa ne de Enver Paşa tarih sahnesinde olacaktı. Onlar olmasaydı bugün ki cumhuriyet olmayacaktı. Kavga tarihin not düştüğü alanlarda oldu ama bizler tarihin notlarının ne kadarını biliyoruz? Çünkü dönemin küresel güçleri ve sisteme biçim verenlerin yaratmış olduğu algılar ve o algıların etkisi ile biçimlenen dünya görüşüne uygun pencerelerden bakış alanından düşülmüş notlara sahibiz, henüz tarih geniş ve karşılaştırmalı olarak yazılmadı, notları mevcuttur. Siyasi sistem değişmeden de bu tarih yazıcılığının eksik bıraktığı alanlar hep eksik olarak kalacak ve bizlerin gerçek bilgilere ulaşmamızı engelleyecektir. 

Tarihte kahraman yoktur, kahramanları yaratan tarih yazıcıların notları mevcuttur. Onların açısından ve onları dayanak alarak geçmişi yorumlamaya çalışırsız ki her kültürün, zümrenin, coğrafyanın kahramanı da farklıdır… 

En bilinmeyen tarih de en yakın tarihtir…  

Yakın tarihimiz üzerine binlerce farklı görüş ve bilgi mevcuttur, çünkü yakın tarihimizin kahramanları henüz yaratılmamış ya da yaratılan kahramanlar yaratanlar tarafından halkın tüm katmanlarına kabul ettirilememiştir… Yakın tarihimizin arşivi olmayan tarihi, bizleri olmayan ama olmuş gibi kabul edilen efsanelerin içinde yön bulmamıza yardımı olmadığı gibi aksine yolumuzun görünürlüğünü de ortadan kaldırmaktadır. Yaşayan, hisseden, sessizlik içinde diyaframdan gelen sesleri dinleyenler, şaşkınlıklar içinde yaratılan efsanenin yalan olduğunu bile bile seyretmeye ve sessiz kalmaya devam ediyorlar, çünkü gerek görmüyorlar, nasıl olsa gerçek balçık ile sıvanmaz, sıvansa da o balçık zaman içinde dökülecek! Fakat tarih bu beklentiye yanıtı, Godot gelirse eğer, senin gerçeğinde gün yüzüne çıkar anlamındadır. Sessizlik, sadece efsane ve masal dünyasının yaratılan gerçekliği için bir anlamı olurken, tarih yazıcıları için yalanın yaratılan gerçeklik içinde dayanak olduğunu göz ardı edemeyiz… 

Türkiye Sol hareketinin resmi tarihine göre sosyalist hareket TKP ile başlar. Bakü ilk başlangıç noktası gibidir, fakat ondan öncesi de vardır ve öncesi İstanbul şehri içinde yapılan grevler ve amele birlikleri... Hatta çıkarılan dergiler… Onlar resmi tarih içinde sadece dipnotu olarak durur… Romanlarda dipnotlar konu olarak genişletilmiştir ama roman okumayanlar o gerçekleri bir dedikodu olarak belki duyarlar. Anılar yazılmış sübjektif alan olduğu için genelde pek dikkate alınmaz, alınanlar ise günlük yaşamın içinde küçük bir çevre içinde kalır...

Günümüzün sıcak gelişmesidir, yıkıntılar içinden imgeler bulunur çıkarılır ve o imgeler ile yeninde bir örgütlü yapı gibi olmak için çabalar verilir, tarihi kökü olmayan hiçbir hareket gelecek için adım atamaz, o yüzden her siyasi hareket geçmişten bir bağ yakalar ve o bağın üzerinden örgütsel dokusunu ve söylemini geliştirir. 

Miras geleceğe atılan ilk adımdır… 

68 kuşağının arşivi yoktur, mahkeme tutanakları ve anılar dışında. Çünkü arşiv yapacak ne zamanları ne de gerekli örgütsel duruşları olmuştur. Bir kaç yıl içinde kurulan ve yok edilen örgütsel yapıların elbette arşivi olmaması doğaldır, çünkü o sıcak ortamda ancak kendilerini ifade edebilmek için ortam yaratmışlardır, o ortam içinde elden ele dolaşan birkaç broşür ve mahkeme tutanaklarıdır. Diğer kalanlar ise sözlü tarih çalışmasının parçası olarak kalır… 68 kuşağı bir kopuşu simgeler, var olan tüm siyasi çatışmaların dışında başka bir alana sıçramayı işaret eder ki, bu sıçrama daha örgütlü NATO örgütlenmesi olan GLADİO ile çatışması anlamındadır. Kontrgerillanın kavgaya çağrısını yanıtsız bırakmamış, bu kuşağın liderleri Kızıldere, darağacı ve Diyarbakır zindanında örgütleri ile birlikte yeni bir mirasın başlangıcını yaratmışlar. 

Dağılan ve yok olan yerine o örgüte yakın insanların hapishanede mücadeleden uzak düşenlerin yeniden arayışı ile miras kesintisiz devam etmiş ve yok olanların yerine somut durumun somut tahlilini yaparak ayağa kalkmışlar. Ne efsane yaratılmış ne de destan... Henüz sıcakken, duygular, üzerine basınç uygularken, sistemin ve iktidarın propagandası baskı olarak ve korku olarak üstelerinde eserken “ayağa düşmez bayrağımız” diyerek ayağa kalkmış bir kuşak ve onu takip eden 78 kuşağı. O süreç sanki 12 Mart olmamış gibi devam etmiş. Kısa sürede binleri kucaklayanlar milyonları kucaklamış… 12 Eylül sürecine kadar sokaklar cepheler ayrılmış, Maraş katliamı ile birlikte saflar daha da keskinleştirmiş, insanlar can güvenliklerini sağlayanların ne dediğine bakmadan arkasında durmuş. Şehirlerde yaygınlaşan gecekondular ve onların güvenliği sorunu içinde çare olanlar çözüm olmuşlar ve kitleselleşme karşı saldırının basıncı ile daha da artmış… 12 Eylül darbesi gelirken darbeyi tahmin edenler gerçek anlamda örgüt olamadıklarını darbenin sabahında şehirde esen sert rüzgarın etkisi ile görmüşler. Gerçekler ve acı panzer ile gelmiş ve yenilgi solu ayrım yapmadan kuşatmış… Bir arada olamamanın koşulları elbette sadece ülke içinde esen sert rüzgar ile açıklanamaz, o zaman diliminde dünya sisteminin hakimi olan kapitalizm kendi iç sorunu aşmak için liberal ekonomiye hayat vermiş… ‘Yeşil Kuşak’ adı verilen ve sonra ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adını alan projenin bir parçası olarak ülkemizin genel rotası değiştirilmiştir. Artık bize biçilen rol nettir, Ortadoğu ülkesi olmak… 

Yeni biçilen role direnemeyen solu tarih gerçek anlamda örgüt olamadığı için mahkum etmiştir. O yüzden geçmişin büyük sol yapıları birer kağıt kaplan gibi dağılırken ülkenin de başına dünyada ki değişime uygun yeni bir elbise giydiriliyordu. 

Gelecek yazı 12 Eylül sonrasında “Dağılanlar yan yana gelememiş…”  başlığı altında devam edecek…


İsmail Cem Özkan


2 Mart 2017 Perşembe

Öfke!

Öfke!

“Öfkeyi besleyen, yine öfkedir.” Alain

Elim terliyordu, nefes almakta zorlanıyordum, sesimi dışarıya bırakmak istedim ama sesim nefesim ile birlikte ta derinlere doğru çekilmişti. Gerilmiştim, gerilen lastik gibi hissediyordum, ya lastik bırakılırsa? Bir yandan endişe içinde kendimi kontrol etmeye çalışıyor, öte yandan dışarıdan gelen seslere karşı bütün kapılarımı kapatmak istiyordum. Elim terlemesi yüzüme vurmuştu sanırım, yüzüm yanıyor gibiydi, gerilmiş, nefesim daha da sık alıp vermeye başlamıştım. Göğsüm inip çıkıyor, sürekli kendime doğru telkinlerde bulunuyordum. Dışarıda beklemediğim ve beklentimi karşılamayan ve hatta beklentilerimin dışında gelişmeler vardı ve kontrol edemiyordum. Bize çocukluğumuzdan bu yana kendimizi kontrol etmemiz öğretilmişti ama eğitim burada işe yaramıyordu, patlama üzereydim, benliğim vücuduma hakim olamıyordu. Beynim sanki dışarıya çıkmış beni izler gibiydi, bırakmıştı her şeyi artık vücudum ne yapacaksan yap, bırak lastiği patlasın bir şeyin üstünde!

Patlama duygusal olabilir, mantıklı da olabilir ama genelde bizler duygu insanlarıyız duygularımız ile hareket eder ve duygularımız ile bakardık dünyaya… ama benim patlamam pek duygusal değil diye düşünüyorum, elbette düşünmeme izin verdiği ölçüde. Biliyordum öfkem bir kağıt alevi gibidir, hemen yanar ve küle dönüşür, hatta külden geriye de bir şey kalmaz bile. İleriye taşıyacak korum bile yok! Öfkeler her daim kağıt alevi gibi olmaz, bazen öyle bir şekilde patlar ki sanırsın yanardağ patlamış ve Pompei şehri oluşmuş olur. Yanardağ sürekli orada durur, kor halindedir, altan alta lavlar gelir geçer, bir deprem olsa da çıksam der gibidir.. ama benim öfkem yanardağına benzemez, çünkü yanardağ sanki öfke değil de bir öç almaya girmiş gibidir, olduğu yerde her an patlayabilir, öküz kafasını ne zaman oynatacağını bilinmez, ya oynatırsa Pompei yeniden kül ile kaplanır!

Öfkeli insanlar bir araya gelmeye görsün, onlardan Endonezya’da patlayan yanardağ etkisi bile olur… Düşünsenize Endonezya’da yanardağ patlamış, Osmanlı topraklarında o yıl yaz olmamış, kıtlık olmuş, her türlü ayaklanma olmuş. Düşünün bir doğanın öfkesi çok uzaktaki bir memlekete zalimin zulmüne karşı mazlumların ayaklanma sebebi olmuş. O kadar etkili olmuş ki Osmanlı tarihçileri bu tarihi hep atlar olmuşlar, olmamış varsaymışlar ama bilemezlerdi ki dünyanın öteki ucunda aynı zamanda bir yanardağ patlamış atmosfere gazlarını bırakmış… Elbette teknoloji yok o zamanlar, gidip danışılan hocalarda, şeyhler de bunun nedeni bulamamışlar ve Allah'tan deyip işin içinden sıyrılmışlar, İslam dininde fal yok ama Osmanlıda fal var, gidip falcılara sorulmuş nedir bu iş diye, hemen bu arada bir parantez açayım falcılar İslam diyarından değil, batı diyarından ganimet olarak gelen cariyeler eli ile payitaht şehrine ulaşmış, ulaşmakla kalmamış padişahın hareminde cariyeler koğuşunda bugün padişah beni halvetine alıp duygusuzca seks yapacak mı diye korku içinde bekler olmuşlar… Öfkemi birikir o kadınlarda başka şeyler bilmem ama içlerinde ki kelebekleri kimseye hissettirmeden çıkarmasını da öğrenmişler… Harem ağalarının ne kadınlıkla ilgisi kalmış ne de erkeklikle hadım edilmiş, acılardan acı çekmişler çekmekle kalmamışlar seslerini kaybetmiş inceden çıkan bir ses oluvermiş koca gövdelerinde… Onların acısı ve öfkesini kim anlayabilir?

Bütün diktatörler öfkeli olur, onların öfkeleri her zaman yüzlerine vurur, gergindirler ve her daim öfkeli bakarlar, çünkü diktatörü memnun etmek imkansızdır, o öyle bir dünya yaratır ki kafasında her şey homojen, her kişi ona biat etmiş, her şey istediği gibi sonuçlanacak! Ama hayat onun tersini söyler çoğu zaman. Biat etmesini bekledikleri biat etmez hatta onlarda zaman zaman öfkelenir arada sözle de olsa çakar ama onu da öyle ayarlar ki dedikodu gibi… kısaca diktatörler ve çevresinde yer alanlar birbirlerin öfkelerini tetiklerler ve sürekli emir komuta söz dağarcığı içinde öfke patlamaları yaşarlar, onlar kamunun nüne çıkmadan yeterli kadar profesyonellerden yardım alarak çıkarlar, yoksa bakmışsın hitap ettiği halka urgan atmış, bazen beklediği yanıtı vermeyen çiftçiye ananı da al git!, olmazsa konumlarına dövdürteceği bir basın mensubu olabilir… Demokrasinin olmadı, ama dünyanın en özgür ülkesi olduğumuzu bildiğim ülkemde baş neyse kuyrukta odur… Öfkeli başa öfkeli ayak! Öfkeli ayak sendromu akşamları hiçbir insanı yatırmaz, iş çıkışı bir meydanda toplanılır ve öfkesi olanlar öfke duyduklarına karşı nefesleri bitene kadar haykırır ama ona da öfke duyulanın sabrı yetmez, elinde ki güç ile o öfkelileri dağıttırır. Dağılırlar gerçekten ama ertesi günü yeniden orada. Bu sefer bakar resmi güç yetmez elinde palalı sivil güç sahaya çıkar. Sivil güçte işe yaramazsa artık profesyonellerden yardım alınır ve profesyonellerin görebileceği gerçekler yaratılır! O kadar gerçektir ki öfke duyulan da bu gerçeğe inanır… Nasıl inanmasın ki en güvendiği kişinin en yakını söyler. O da yalan söyleyecek değil ya…

Profesyonellere sordum geçenlerde öfke kontrol altına alınabilinen bir hastalık mı? dediler “depresyon gibidir, öfke ile yaşamasını öğreneceksin!”

Hayat bize neler ile birlikte yaşamayı öğretti ki, öfke ile de birlikte yaşayacağız ama bizim öfkeli erk sahibi hiçbir arada yaşamayı düşünmüyor, onun birlik anlayışı ben varım bir de benden ötesi… Gel de öfkesiz yaşam, sessiz yaşam kavramının bizde neden olmadığını sorgula!...

Öfke ile baş etmenin en önemlisi cümlesi şuymuş; ‘sorun yaratma sorun çöz!’ Yahu o güç bende olsa zaten öfkeli olmam, benim dışımda biri çok öfkeli ve ne yazık ki ondan etkileniyorum!

Soğukkanlı iletişim kur demezler mi, aramızda iletişim hiç yok, ben ve ötesi var... Bende ötesi tarafındayım…

Aptalca espri yapın, mizahı hayatınızdan hiç eksik etmeyin demezler mi, aman tanrım mizah öldü, başına da duvarsız bir kapı dikmişler… Gel de öfkelenme!

Çevrenizi değiştirin eğer öfke kronikleşmişse diyorlar, ülkede adam kalmadı... Kalmasın diye de KHK ile bilim insanlarını da itekliyorlar sanırım…  Bu arada Türkiye'nin milyonerlerinin bir bölümü ülkeyi terk etmiş, tıpkı olanağı olan ve mülteci olarak gidenler gibi…

Öfkeni ifade et, edemezsen başka sorunlara gebe demezler mi, yahu gebe kavramı artık çoktan yok oldu, çıktı... Çıktı bu ülkede hapishaneler hattından fazla dolu, yenileri yapılıyor sürekli bu sayede inşaat firmaları ayakta duruyor…

Sonuç olarak bizim ülkenin insanların “engellenmeye karşı toleransları düşük “ o yüzden öfke sürekli hayatımızın bir parçasıdır, öfke patlaması ekranlardan evimizin yatak odasına kadar girmektedir.

Öfkelilerin ülkesinde korku ve öfke yapışık ikiz gibidir, biri diğerini tetikler… Öfke patlaması korkunun korku sınırının aşımında ortaya çıkar…

İsmail Cem Özkan