Galata Gazete


30 Kasım 2022 Çarşamba

Cadı Kazanı…

Cadı Kazanı…


Perde henüz kapalı, seyirciler salonda yerlerini almış, cep telefonlarını kapatırken ya da sessize alırken sahneden salona doğru perde arkasından kadın sesleri gelmektedir… 

 

Ve perde! 

 

Alacakaranlık bir sahne bizi kucaklıyor. Seyirci üzerine düşen  rolünü oynamaktadır, sessizce ışığın geldiği yöne bakmakta, fakat bazı seyirciler cep telefonlarının ışığından anladığım kadarı ile hala sosyal medyadan kopamamış, sahne ile irtibatını gelecek sese bırakmış gibi. 

 

Ağır ağır perde açılır, bir grup kadın sahnenin ortasında oluşturulmuş platformda dini bir ritüeli gerçekleştirmektedir… sahnenin arkasından gelen bir yatak ve üzerine bir kız çocuğu ile seyirciyi oyuna davet eder. 

 

Seyirci sessizce alacakaranlık içinde ışığı ve sesi takip etmektedir…

Hasta bir kız çocuğu ve çevresinde olanları zaman içinde tanıyacağız, fakat konu bildiktir…

 

Endişe, korku, olacakların habercisidir... 

 

Şeytan kızı teslim almıştır, ondan şeytanı çıkarmak için o konuda uzmanlar çağrılacaktır, özellikle köyün zengini bu şeytan fikrini kabul olması için baskı yapmaktadır. Papaz Parris bu duruma başta direnmektedir, fakat kısa zamanda fikri değişecektir, bir fırsattır belki, köyde kendisini dinlemeyenleri cezalandıracak bir olanak vardır…

 

Oyunun kurgusu kısa sürede seyirciyi saracaktır, fakat alacakaranlıkta oyuncular o kadar gölgede kalıyor ki, sesleri mimikleri oluyor, yüksek ses ile yapılan diyaloglarda sesler birbirine karışıyor ve anlaşılmaz oluyor… Her bağırma sonrası acaba ne diye konuştular diye tahmin etmek seyirciye verilmiş bir görevdir...

Alacakaranlık, mimikler ve ses iç içe geçmiştir…

 

İlk bölümde oda vardır ama duvarı yoktur, çünkü o duvar kafamızın içinde oluşmasını sağlamak için yönetmen o platform ile seyirci arasında zaman zaman oyuncuları geçirerek bir anlamda duvarı kafamızın içinde örmektedir… Odanın içi ve dışı seyircinin kafasında canlandırılmasını başarılı buldum, bu sayede sahnede perspektif yaratılırken aynı zamanda olmayan duvarda örülüyor…

Abigail Williams başta kenarda duran bir karakter olmasına rağmen kısa zamanda onun intikam duygusu onu oyunun merkezine taşıyacaktır… İntikam duygusu, köylülerin toprağını ucuza kapatmak isteyen tüccar ve papazın kendisini dinlemeyenlere ders verme arzusu bir cadı kazanı kaynatır…

 

Kazanın altına ateş verilmiştir, o ateş istenilenin üstünde olaylara gebedir…

Papaz Parris kızını iyileştirmesi için şeytan kovma uzmanı Papaz Hale’i haber çağırır. Böylece “cadı avı” başlar. Genç kızlar suçlamalardan kurtulabilmek için cadılık suçlamalarını başkalarının üzerine atmaya başlarlar.

 

Köyde ne kadar kadın varsa potansiyel suçludur!

Soruşturmalar, sorgular derken iş mahkemeye kadar varır… Kızların suçlamaları yüzünden çok sayıda kişi tutuklanır. İlgisi olsun olmasın köyde yaşayan her kadın cadı kuşkusu ile gözaltına alınır ve cadı avında delil ve şahide gerek olmadan kararlar verilir, küçük bir kuşku ölüm kararının verilmesi demektir, çünkü yasaları yazan Allahtır ve tanrı buyruğu bu konuda nettir, ya ölüm ya da yaşam… Ya suç ya da suçsuz… Ya masum ya da suçlu… Siyah beyaz kadar nettir, ara yoktur…

Sorguda her insan bir anlamda “cennet ve cehennemi sırtında taşıyor”…

 

Ortaçağ karanlığının getirmiş olduğu düşünce yöntemi ve sorgu o kadar masumu ateşe atmaktadır ki, delile ve akıl yürütmeye gerek bile duymaz, verilen kararlara karşı kuşku ve itiraz hakkı da yoktur. Günümüz deyimi ile “şeriatın kestiği parmak acımaz!” ama ortada kadınların idam sehpası kurulmuştur, kurulan sehpa görevini yerine getirecektir…

“Çok garip ve kötü zamandan geçiyoruz, karanlığın içinde kendimize yol arıyoruz.” diye fikrini ve itirazını ortaya koyan çiftçi Protoctor ve ailesi bu yaratılan cadı avının ortasına düşmüştür… Tanrının buyruğundan biri olan zina suçu işlemiştir. Bu suçun tarafı olan Abigail intikamını alacaktır… Abigail için uydurduğu hikayeye ortaçağ mantığı ile bakanları inandırmak zor bir şey değildir, içine şeytan (intikam duygusu) girmiştir, şeytan her yerdedir… Çocuk oyuncağını bir büyü aracı olarak ortaya sunar ve o oyuncağın hiçbir şeyden haberi olmayan Protoctor’un karısı Elisabeth’in sonunu hazırlar…

Mahkeme, kızlar sorguda kimin ismi geçirmişse soruşturmaya alır…

Her mahkemeye düşen kendisini umutsuzca kurtarma mücadelesindedir ama kuşku o olanağı ortadan kaldırır, çünkü kuşku varsa suç vardır ve idam kaçınılmazdır…

İki bölümden oluşan bu oyunda sahne genelde hep alacakaranlık içindedir... Oyuncuların mimikleri seslerinde gizlidir… Sahnede ışık oyunculardan daha çok olayın örgüsünü yeniden yorumlayan yönetmenin istemleri yönündedir, ses zaten nereye odaklanmamız gerektiğini belirtmektedir… Işık bizim alışık olduğumuz oyun içinde hareketi izlemez, bir iki sahne hariç. Kadınların haykırışı ve son sahne Elisabeth üzerinde odaklanır… Müzik zaman zaman o kadar çok yükselir ki, ses müzik içinde yok olur ve bölümler arası geçiş sağlanır… Oyuncular verilen görevi yapmıştır, karanlıkta oldukları için genelde mimiklerini görme şansına erişemedim ama sesleri ile görevlerini yaptıklarını hep düşündüm…

Oyundan seyirciye ne kaldı diye kendi kendime sorduğumda; keşke o kadar çok ses ve ışığın alacakaranlığında kalmadan oyunun konusuna uygun ve ritmin yükseldiği anlarda seyirciyi yani bizi biraz daha kucaklamasını isterdim… Oyunun içine girip izlemek yerine, seyirciyi hep dışarında bırakan, seyircinin kafasında soru oluşturmadan verilen ile öykünün kurgusunu izlememizi arzu edilmiş gibi geldi bana…

Arthur Miller yaşadığı zamanda yaşadığı cadı avını bu oyun ile sansüre inat dillendirilmiş, sessizlerin sesi olmuştur… Oyun hem beyazperdeye hem de operaya uyarlanmış ve dünya sahnelerinin unutulmaz ve fırsatı olduğunda tekrar tekrar sergilenmesi gereken oyunlardan biridir…

Ülkemizde de zaman zaman sahnelenmiş ve bu dönemde bir kere daha sahnelenmesi çok anlamlıdır… Keşke alacakaranlık içinde değil de daha aydınlık bir sahnede öyküyü içselleştirerek seyretmiş olsaydık… Kuşkusuz yaşadığımızı zaman belirsizlikler ve cadı avları ile doludur, fakat biz sırtımızda ne cenneti ne de cehennemi taşıyoruz, insanlık tarihinden öğrendiğimiz bir şey vardır, girilen girdaptan “başka bir hayat” ile çıkışın mümkün olduğunu biliyoruz…

“Umut her zaman vardır ve o umut her zaman okuyana ve izleyene de verilmelidir” düşünceleri içinde salondan ayrıldım.


İsmail Cem Özkan


Cadı Kazanı

Yazan: Arthur Miller
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu - Vedat Günyol
Yöneten: Yiğit Sertdemir
Dekor Tasarımı: Metin Deniz
Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı
Müzik: Emrah Can Yaylı
Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Efekt Tasarımı: Hanefi Topraktepe
Hareket Düzeni: Senem Oluz
Dekor Uygulama: Murat Gökden - Duygu Ateş
Kostüm Uygulama: Hacer Duran - Sibel Usanmaz
Yardımcı Yönetmen: Eraslan Sağlam
Reji Asistanları: Onur Demircan - Salih Şimşek - Özge Kırdı

Oyuncular: Berfu Aydoğan, Berna Adıgüzel, Burak Davutoğlu, Canan Kübra Birinci, Ceren Kaçar, Emre Çağrı Akbaba, Eraslan Sağlam, Ersin Sanver, Ezgim Kılınç, Fatma İnan, İbrahim Can, Mehmet Bulduk, Nilay Yazıcıoğlu, Onur Demircan, Ozan Gözel, Rozet Hubeş, Selçuk Yüksel, Selen Nur Sarıyar, Zeki Yıldırım

 

16 Kasım 2022 Çarşamba

Çamur at…

Çamur at…

 

Kasım ayını soğuk bir gününde kalabalığın henüz tam yoğunlaşmadığı bir saatte İstiklal Caddesi'nde bir katliam yaşandı. Banka konan bir bomba patladı ya da patlatıldı ve 6 masum, hiçbir şeyden haberi olmayan insan öldürüldü…

 

Ateş düştüğü yeri yakar ve acısını kelebek kanadı gibi evrene yayar, fakat küresel evrenimizde o kadar çok acı yaşanıyor ki, eskisi gibi haber dahi olmuyor… Yaşanan olay ajans bülteninde geçen birkaç satıra dönüştü… Acılar, düşen ateş ve yok olan hayaller…

 

Katliam henüz yaşanırken dahi olay birden sosyal medyada canlı yayın konumuna büründü… Normalde de zaten oradan canlı yayın yapan turistler, İstanbullunun kamerası patlama yerine doğru döndü… Korku, panik, kaçışmaların olduğu anlar ve polisin olaya müdahalesi, ambulansların hemen oraya gelmesi ile birlikte, olayın olabilirliği üzerinde emniyet ve sağlık teşkilatı koordineli çalıştığını ortaya koyuyordu. Zaten daha öncede de İstiklal Caddesi'nde canlı bomba patlamış ve katliam olmuştu…

 

Bombaya, acıya yabancı değildir istiklal Caddesi, orada bir bölüm sermaye el değiştirir…

 

Tarih, cadde üzerinde yaşanan olaylara bir satır daha yer açar.

 

Katliamlar bizim ülkemizde sanki olağanmış gibi algılanır oldu, o kadar çok canlı bomba ve benzeri olayı yaşadık ki, her aileden bir kayıp olmasa da sanki aileden birini kurban vermişiz ve arkasından günlerce ağıt ve yas tutmuşuz gibiyiz… Acıların üzeri hale açık ve kanarken, arka arkaya gelen saldırılar acıların daha da ağırlaşmasını ortaya çıkarıyor…

 

İstiklal Caddesi’nde yaşanan katliam ve hemen sonrasında gelişen olaylar ibretlik bir durum ortaya koyuyordu. Katliamın henüz kimin yaptığı belli olmazken, katilin kimliğini açıkladığını iddia eden sosyal paylaşımlar devreye girdi ve linç kültürü kendisini somut olarak ortaya koydu.

 

Olaydan haberi olmayan birinin başına gelen, hani bir söz vardır ya, “pişmiş tavuğun başına gelmez!” ama geldi…

 

Bir avukatın başından geçenlere bir bakın, İstiklal Caddesi’nde patlama oluyor, faili olarak o ilan ediliyor...

 

İftira eden avukatı tanımıyor, ama avukatın ismini biliyor ve o isim sanki torbadan çıkan şanslı numara gibi suçlu ilan ediliyor. Torbadan hep rakam çıkacak değil ya, isim de çıkarmış. Adı sanı belli olan kişi suçlu ilan ediliyor ama tesadüfi ki aynı zamanda kadın avukat karakolda işleri varmış...

 

Yani, karakolda olmasaydı kendisini nasıl savunacaktı?

 

Suçsuz olduğunuz halde suçlu ilan edilmek, ne kadar ağır bir şeydir...

 

Uzağa gitmeye gerek yok yakın tarihimizde bile ne kadar suçsuz insanın suçlu gibi cezalandırıldığı görürsünüz. Suçlu ilan edilen cezaevinde onuruna yediremeyip intihar edenleri yazar tarih. Aynı zamanda yıllarca yatıp gerçek faili bulununca “pardon” denileni, üstelik enflasyondan erimiş bir küçük para ile kaybolan yılların telafi edileceği düşünen bir devlet organizasyonunu da yazar… Yaşanan bunca kötü olayların hesabını kimse vermediği için suçlu ilan etmek işin en basiti, kısaca çamur at, izi yıllardır zaten üzerinde kalır...

 

İftira atan, neden vicdanen rahat?

 

Çünkü o kendi ön yargısı içindedir, o zaten suçludur! Suç işlemediği zamanda dahi o zaten suç işleyecek potansiyele sahiptir... Kısaca “öteki” olmak “potansiyel olmak” ile eşdeğerdir, potansiyel olan birçok anlayış içinde zaten doğal suçludur...

 

Potansiyel suçlu, suçsuz olduğu zaman bile artık mimlenmiştir, o yaratılan atmosferin kurbanıdır... Onu kurban ilan eden en ağır ceza ile cezalandırılmadığı sürece birisi rahatlıkla çıkıp aklından geçen ismi suçlu ilan edecektir...

 

Peki, olayın başka boyutu var, bugüne kadar mesleğinde profesör olandan, savcısına, hakiminden, öğretmenine kadar dolandırılmış insanlar... Onları nasıl korkutuyorlardı? “Sizin bir dosyanız var, o dosyada şu yapı ile ilişkiniz var!”… “İlişkiniz var” demek zaten üzerinize atılan çamurdur, kim ister üzerine atılan çamur ile yaşamak!

 

Çamur korkuyu büyütür.

 

Dolandırıcının yaratmış olduğu senaryo ile oluşturulan atmosfer içinde masum biri kurban olur... Akla hayale gelmeyen paralar el değiştirir, çünkü resmi bürokratik işler ile şaka olmaz. Bizim tarihimiz masum insanların başından geçen olaylar tarihi gibidir…  “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz” olayı farklı senaryolar ile benzer şekilde bürokrasi içinde yaşanır. 

 

Siz, suçlu olmadığınızı kanıtlamak ile mükellefsiniz, sizi suçlayanın bir enerji harcamasına gerek yok! İspat edin suçsuzluğunuzu, o zaman dosyanız kapanır! Elbette bu bilinen durum olduğunda masum olan vatandaş dolandırıcının eline ne isteniyorsa gönüllü verir...

 

O dolandırıcı bu gücü nereden alıyor derseniz? Elbette, o avukatı suçlu ilan eden anlayıştan, siyasi atmosferden...

 

Kurban, avcı, hepsinin üstünde birde bunları besleyen siyasi atmosfer...

 

Yaşanan siyasi atmosferden dolayı gitmesi gerekenler üzerine gitmeyip, üstüne üstlük yaşanan bu çamur at izi kalsın durumunun üstü bayrak ile veya başka şey ile örtülürse bu durumdan cesaret alan torbadan isim çekmeye devam eder...

 

İsmail Cem Özkan

 

14 Kasım 2022 Pazartesi

Kanı kan ile yıkamak…

Kanı kan ile yıkamak…

 

Diyarbakır'da 21 yaşındaki Meryem Sevim, cafe’de eski erkek arkadaşı 24 yaşındaki M.S. tarafından 9 kurşunla öldürüldü.

 

Cinayetler devam ediyor, bireysel silahlanmaya izin verenler bu cinayetlerden elbette sorumlu ama yasalar olunca sorumluluk tetiği çekene kalıyor...

 

Bireysel silahlanmaya hayır!

 

Elbette diyeceksiniz ki, elinizde tuttuğunuz her şey silaha dönüşebilir, engel olamazsınız!

 

Silaha insan dönüşüyor, bıçak mı dönüşmeyecek? Tornavida mı dönüşmeyecek, elbette dönüşür, çivide dönüşüyor, bakın İstiklal Caddesine çizi ile ölmüşler yatar her bir yanda!

 

Öldürmek isterse insan, yanına alır bir genetiği ile oynanmış köpek, “saldır” der saldırır, öldürene kadar bırakmaz!... Olmazsa bir virüs bırakır kitle katliamı yapar, daha da olmazsa öldürecek yöntem bulmaları için bilim insanlarını tutar, o insanlar o isteyene parası karşılığında silah üretir... Öldürmenin binbir yolu vardır... Hastaneye sağlıklı gidip toprağa giden de vardır, seçim sandığına sarılan da linç ile öldürülebilir, insanın elidir en büyük silah, belki de beyni!

 

Katil olmanın önlenmez tarafı vardır ama katil olmanın bu kadar sıradanlaştığı dönem hiç olmadı...

 

Devlet adına katil olana madalyonlar takılırdı eskiden, şimdi devlet adına işlenen cinayetlerin üstü örtülüyor.

 

Celladın mezar taşını üzerinde celladın ismi olmuyor...

 

Kısaca katiller hep var olacak ama o katliam, cinayet ortam hazırlayan siyasi atmosferin bir an önce değişmesi gereklidir. Cinayetleri en aza indirmek siyasetin görevidir...

 

Siyaset yapanlar ise yaşanan bir katliam sonrası dilini nefret suçuna dönüştürüp, karşısında olanı hedef gösteriyorsa, “kahrolsun katil” derken; “katili kahretmenin tek yolu vardır, sende vur” deniliyorsa, orada kanı kan ile temizlemek gibi bir durum söz konusu olur... Kan davasına dönüşen bir cinayetler serisinde kimse elinin temiz kalacağını iddia edemez...

 

Bir katliam gerçekleşti, “kahrolsun halk düşmanı” demek, halka karşı bir suç varsa, onun cezası da aslında bellidir demenin başka bir yoludur. Cinayeti, katliamı nefret ile kınamak yerine hedef göstererek düşman ilan etmek sorunu çözmez, sadece ırkçı, faşist duyguları okşamaktan başka ifadesi yoktur...

 

Demokrasi, bir arada yaşamayı savunmak demek akla gelen ilk kelimeyi haykırmak değil, oturup düşünmek, karşında olanı yani tetiği çekeni hedef yerine koymadan, onu tetiğe çekmeye iten ortamı ortadan kaldıracak siyasetten görevleri yerine getirecek bir dil bulmak zorunludur...

 

Ülkemiz ne ilk ne de son katliam ile başbaşadır, olmayacak da... O zaman katliamlara hep benzer tepki vermek de sorunu çözemediğine göre, başka yollar bulmak zorunludur...

 

Militerleştirilmiş halkalarda eller hep kan ile yıkanır, militerleşmiş kıyafetlerin üstünden çıkarılması sorunu vardır, önce o kıyafetlerden kurtulmak için siyaset üzerine düşen görevi yerine getirmek zorundadır. Önce kıyafetler çıkmalı, sonra düşünce yöntemi değiştirilmeli, daha sonra bir arada yaşamanın koşulları oluşturulmalıdır...

 

Bir ülkede katliamlar oluyor, genelde katliama neden olan aracı patlatan, kullanan tetikçi yakalanıyor... Bunlar tesadüfi değildir, tetikçi yakalanmasına olanak sunularak olayı yapanlar imzasını atmış oluyor ve başkasının sahip çıkmasının önünü kendilerince alıyor... Yani katliamı yapan da biliyor, katliama muhatap olan da...

 

Aslında ortada gizli saklı bir şey yok, bombalar çekilmiş karşılıklı bırakılıyor... Katliama karşı katliam ile cevap veriliyor... Sorun ortada, sorunu iyi anlamak ve çözüm yolunun siyasetten geçtiğini kabul etmek zorundayız... Bu cinayetlerin önlenmesi için oluşturulan bu askeri atmosferden çıkmak ile başlanabilinir...

 

Diyarbakır'da bir cafe'de cinayet işlendi, cinayeti hepimiz gördük, hepimiz biliyoruz! İstanbul'da da bir cafe'de cinayet işlenecek, bunu da hepimiz biliyoruz...

 

İsmail Cem Özkan 

 

10 Kasım 2022 Perşembe

Pırt!

Pırt!

 

Zurnanın “pırt” dediği noktadır ulusal bayramlar ve günler...

Normal zamanlarda belirli düşünce yöntemi ile olaylara bakanların, ulusal/dini günlerde öğretilmiş, eğitilmiş düşüncenin vermiş olduğu refleks ile duygusal olarak algılanan bir davranış içine girmeleridir “ritim bozukluğu” adını verdiğim günler… Olması gereken değil de öğretilmiş/ eğitilmiş olanın açıkça ifade edilmesidir. Ritmin bozulması; resmi tarihin yaratmış olduğu kurucu olanlara karşı farklı düşünenlerin hayranlığını ilan ettiği gündür.

 

Bugün yaşanan sorunlardan, yaşanmışlıklardan sanki rejimin kuruluş sürecinde her şey yolunda gitmiş, hiç katliam olmamış, hiç İstiklal Mahkemesi kurulamamış, sosyalist ve komünistlerin başından geçen o işkencelerden/katliamlardan hiç sorumlu olmamış bir kurucuların anması ya da yüceltilmesi günü olması belirli “ritim” ile giden zurna sesinin “pırt” diyerek bozulduğu andır... Çünkü “pırt” sesi çıkar, sonuçta katiline hayranlık duyan hani şu meşhur sendromun gün yüzüne çakmasının başka şey değildir.

Ritim bozukluğu, ancak öğretilmiş güdünün bir dürtü ile ortaya çıkmasından başka şey değildir. Size tokat atan, boğazlayan eli öpme, hatta yalama günleri resmi tarih içinde vardır, gidip o günlerde istenileni yaparsınız…


Kendisini muhalif görüp, hatta “yeni bir dünya” kuracağını ifade edenler; her zaman öldürülen komünistleri, isyanda yok edilmiş Kürtleri, Alevileri, Ermenileri… anıp sonra özel (ulusal ve dini) günlerde “kurucu liderimiz olmasaydı bugün biz var olmazdık!” denmesidir ritim bozukluğu.

Eğer kurucular olmasaydı, doğru birileri olmazdı.

Kurucular var olduğu için bugün yaşadığımız tarih var. Tarihin kırılışında çok önemli rol oynamışlardır. 1. Meşrutiyetten başlayan süreci doğru bir kanala koyarak tarihin akışında rolünü ortaya koymuştur. Balkanlardan taşınan Osmanlı devletini Anadolu’ya yerleşmesinde İttihat ve Terakki Partisi ve devamcısı olanların çok önemli rolü olmuştur, onlar olmasaydı devlette devamlılık söz konusu olmayabilirdi...

Tarihte olaylara karşı bir duruş ve bakış olması gereklidir.

Nerede durup, nereye baktığınızın tarihi yorumlamanız için önemlidir, çünkü tarihte “tek doğru”, “tek gerçek” gibi bir kavram söz konusu değildir, önemli olan sizin durduğunuz yani hangi sınıfsal çıkardan baktığınızdır. Başka söylem ile ideolojiniz, sizin herhangi bir olay karşısında duruşunuzu/ tepkinizi ortaya koyar...

 

Elbette tarihe burjuva devrimi ve sermayenin çıkarından bakarsanız Fransız Devrimi muhteşemdir, o muhteşem sürecin kırılma noktasını ifade eden Paris komünü size bir kaç maceracının bir kaç aylık serüveni olarak gelir...

Tarih indeksinde yaşanmış olaylara bakarken, elbette bir istikrarsızlık olmasının sebebi; ulus devletinde verilmiş olan eğitimin rolü ortaya çıkar, çünkü eğitilmiş birey kendisine verilmiş olan yaratılmış gerçek dışında diğer gerçeklere karşı önyargılıdır ve kendisini farklı olana kapatmıştır...

 

Devlet, eğitiminden geçen kişileri o kadar iyi güdülenmiştir ki, -eğitimin başarısı o güdülerin sağlanmasından ortaya çıkan davranıştır.- istem dışı olarak ulusal/dini günlerde/ anmalarda birden öğretilen, eğitilen refleksleri devletin yetiştirdiği vatandaşlarının, bireylerinin veriyor olması gereklidir, çünkü artık o bilinç değil, bir güdü olmuştur...

Elbette, kurucular anılacaktır.

 

Elbette, yaşayan devlette o kurucular hak ettiği gibi devlet ve o devleti savunanlar tarafından anılacaktır... Türk cumhuriyeti kendisini İzmir İktisat Kongresinde yolunu belirlemiş ve o yola uygun amaçlar şeklinde Osmanlı devletinden aldığı miras üzerine yeniden örgütlemiştir... Sanayileşen, karma ekonomi olarak kendisini ifade eden, ülke içinde sermaye birikimi sağlayacak Türk ulusuna ait zenginlerin oluşturulması, azınlık olarak görülen ve ulus devleti için çıbanbaşı olarak görülen diğer ya da ötekilerin zenginliklerin azaltılması ya da yağmalanması ile ortaya çıkan sermayenin belirli ailelerin elinde toparlanması sürecidir... Sabancı, Karamehmet ve benzeri aileler tesadüfen ortaya çıkan aileler değildir, cumhuriyetin nimetlerinden yararlanmışlardır...

Koç, Sabancı, Karamehmet gibi aileler o kurucuya olan minnettarlığını ifade etmek zorundadır, o kurucu olmasaydı onlar hiç olmayacaktı... Bugün sermayeyi elinde bulunduran aileler, şirketler elbette kurucu olan karşı minnettarlıklarını çalışanları ile birlikte sunmak zorundadır... Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan aldıkları bütçeler ile kendilerini yeniden örgütleyen tüm cemaatler minnettarlıklarını ifade etmek zorundalar... Bugün kendisini ve varlığını cumhuriyet ile biçimlendirenler minnettarlığını ifade etmek zorundadır, tüm devlet kurumları Osmanlıdan gelen ve halen devam eden kurumlar ve yöneticileri minnettarlığını ifade etmek zorundadır... Bugün siyasi gücü elinde bulunduranlar ve siyasi güç ile kendi ayakları üzerinde duran siyasi partiler ve lider kadrosu minnettarlığını ifade etmek zorundadır... Bunların minnettarlık göstermesi olağandır. Olağan olmayan ise kendisini başka yerde konumlandırmış, sınıf perspektifinden baktığını ifade eden, her sözünü eşitlikten, barıştan bahsedenlerdir. Çünkü, bugünkü kurucuların kurduğu cumhuriyet baştan itibaren ne eşitlik ne de barış üzerine kurulmuştur; onlar için istikrar; boyun eğ, dediğimi yap, sözümü yüksek ses ile tekrarla, benim anladığım dil ile konuş, ihtiyacım olan emek gücünü özveriler içinde bana sun, talep etme, verdiğim haklar ile idare et üzerinedir...

Bugün yaşadığımız devlet düzeninde sermaye ve sermayenin politikasını savunanlar için kurucular çok önemlidir, çünkü onların yaşayacağı, büyüyeceği, eşitsiz şekilde rahatlıkla sömüreceği, işçi haklarının olmadığı, kontrollü sendikalarda örgütlenen işçiler ile üretiminin aksamayacağı bir düzen kuran kuruculara minnettarlığını göstermeleri doğaldır ve olması gerekendir... Diğerleri güdülenmiş şekilde var olan reflekslerini göstermeye devam etmektedir...

 

Ulusal ve dini özel günlerde, ötekiler ve ötekilerin hakları için mücadele edenler için zurna hep bir “ritim” bozukluğuna uğrar ve “pırt” diye ses çıkarır...

 

İsmail Cem Özkan 

8 Kasım 2022 Salı

Kırılan noktada, kırıldık!

Kırılan noktada, kırıldık!

 

Su durağan değildir hep akar, durduğu sanıldığı anda bile akar, bir delik bulur oradan sızar gider, sızamadığı anda buhar olur ama suda hareket sonsuzdur ve sürekli hareket halindedir... Peki, tarih?

 

Tarihte durağan olamaz, akar, akmadığı anda kırılır.. Biz tarihin kırılma noktasına bilinçli ya da bilinçsiz tanık oluyoruz, değişiyor, değişiyoruz ama ne kadar farkında ya da akışına ne kadar bent oluyoruz? Bireyler tarihin akışına engel olabilir mi? Elbette olamaz, çünkü tarihte en zayıf halka vardır ve o en zayıf halkadan kırılır...

 

Biz tarihin kırılmasını savaşlar ile hissederiz, çünkü kırılma kırım getirecektir, toprak insan cesedine doyacak ve atacaktır bünyesinden... Denizlere balıklara teslim edilen mülteciler, cinayetlerin henüz başında olduğumuzu anlatır, balıklar insan eti yemekten bıkacak ya da insandan elde ettikleri tüm hastalıkları bünyesine taşıyacak, çünkü balık insan etine doymazsa tarihin kırılmasının henüz devam ettiği anlamına gelir...

 

Önce balıklar insan etine doyacak, sonra toprak!

 

Su ve tarih zamanın izini üzerinde taşır ama o zamanın izini bulmak o kadar kolay değildir, çünkü zaman ele tutulan değil, hissedilen olmuştur, su da zaman izini hep kaybettirir ama su arkasına bıraktığı çamura zamanın iz düşümünü, parmak izini bırakır... Çamur suyun zamanını anlatır, kan ise tarihin zamanını anlatır...

 

Her gün güneş doğar, her gün ayın gölgesi dünyaya vurur, ayın ve güneşin takvimi hakimdir dünyada ama ya başka takvimler? Mayaların takvimi tarih oldu, soyu kırılan mayaların takvimi yok, Yahudilerin takvimi, Ermenilerin, Çingenelerin? Soyları tükenenin takvimi de yok olur, tıpkı Anadolu parsın takviminin yok olması gibi, hepimiz bu toprakların suyuyuz ama arkamızda çamur bırakacak mıyız? Takvimlerimiz olacak mı? Başka söylem ile takvimimiz var mı, başkaların takvimini mi kullanıyoruz?

 

Biz devrimcilerin takvimi var, her gün toprağa verdiğimiz yoldaşlarımızın ölüm ve doğum günleri bizim takvimimizi oluşturur, nerede bir devrimci aramızdan ayrılmışsa, o ayrılan yoldaşımızın ölüm ve doğum tarihi bizim takvimimiz ve bizim kırılma anımızı anlatır... "bizim de dağlarımız var" der bir şair Che'ye seslenirken, bizim de tarihimiz var, bir çok insan tarafından yok sayılmış hatta utanılacak olarak görülse de!

 

Su bir delik bulur ve oradan akar, tarih her zaman kırılacak bir neden bulur ve kırılır, her kırılma insanlığı daha ileriye mi taşır?

 

Su deniz ile buluşur, insan ne ile buluşur?

 

İsmail Cem Özkan