Galata Gazete


27 Ocak 2018 Cumartesi

Ernani

Ernani

"Ernani ünlü İtalyan besteci Giuseppe Verdi'yi uluslararası sahnelere taşıyan ilk eseri olma özelliğini taşıyor. Kendisi de en çok sevdiği eseri olarak tanımlıyor. Victor Hugo’nun Hernani eserinden uyarlanan opera, Verdi tarafından 1844 yılında bestelendi. O günden bu yana birçok sahnede hayat bulmuştur.

Çok özel bir operanın ülkemizin sahnelerinde hayat bulması heyecan vericidir, çünkü bu “çok özel” olan bir eser ile karşılaşmak bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalığın getirmiş olduğu ön yargılar ile opera binasından adım atarken heyecanlı olmamak elde değildir. Çünkü biraz sonra izleyeceğiniz eser sizin hayatınız için o yaşanan anlık için bir nokta olacaktır. Büyük bir emek, yılların birikimi, bu güne kadar sanattan aldığınız hazzın en üst noktasına taşınması. Opera sizi farklı dünyalara taşıyacaktır, tüm sanat dallarının iç içe geçmiş hali ile… Trajedi, dram, kara mizah… İç içe geçmiş sanat dalları…

Sahne, görsellik, müzik, dans, ses… Hepsi bir bütün ve akıcı olması kaçınılmazdır, sizi salonun karanlık alanından farkı bir evrene taşıyacak, oturduğunuz koltuklar boş kalacaktır, çünkü sizin vicdanınızı ve ruhunuzu dışarıda yaşanan olumsuzlukların ötesinde başka bir dünyaya kısa da olsa alacaktır. Koltuk ısınmadan sizi müziğin notları ile başka dünyalara taşıyacak kanatlar hazırdır. Salona girdiğinizde, orkestranın aletleri ısıtmasının getirmiş olduğu ritmik olmayan notlar ilk merhabayı der. Botların ritmik olmayan havaya savrulması aletlerin ısınması kadar salonun da ısınmasına neden olur. Solan girdiğinizde sahne, kırımızı bir perde ile kapalıdır. Klasik bir görselin sürprizi perdenin arkasında. Dong sesinin duyulması ve ışığın kapanmasını oturduğunuz koltuktan sabırsızca beklemektesiniz…

''Aşk ve Haysiyet...''

Kastilya Kralı Don Carlos tarafından haksız yere suçlandırıldığı için yasadışı hayat süren, aslında bir Aragon dukasının oğlu olan Ernani çevresine adamlar toplayarak soygunlar yapmakta, İspanyol kişizadesi Don Ruy Gomez de Silvanın yeğeni Donna Elvira’yı sevmektedir. Don Ruy Gomez ise yeğeniyle evlenmeyi düşünmekte, kız sevmediği bu adamla evlenmek korkusu içinde öteden beri gönül verdiği Ernani’yi yardıma çağırmaktadır. Şatodaki odasının kapısı açılır içeri kızda gözü olan Don Carlos girer. Kral Elvira’ya aşkını açıklamaya koyulurken Ernani gözükmüş, iki adam birbirlerini tanımışlardır. Aralarındaki tartışma sürerken onlara Don Ruy Gomez de katılır. Kral sözde Don Ruy Gomez’e bazı devlet işlerini danışmak amacıyla gelmiş, bu arada Ernani kaçmıştır. Don Ruy Gomez’in Elvira ile düğün töreni sırasında Ernani keşiş kılığında görünür, amacı kızı kaçırmaktır. Fakat, Kral Ernani’nin izindedir, yakalanması için emir verir. Don Ruy Gomez kendi şatosunda böyle bir tutuklamaya razı değildir. Kralın adamları Ernani’ye karşılık olarak Elvira’yı alıp götürürler. Don Ruy Gomez, Ernani’yi düelloya çağırır, delikanlı hayatını kurtaran adamla dövüşmeyi kabul etmez. Üstelik Elvira’yı kurtarabilmek için onunla Krala karşı savaşacaktır. Ayrıca Don Ruy Gomez’e güven sağlaması için bir boru verir, çaldığı anda intihar edecektir. Don Carlos “Beşinci Carlos” adıyla imparator olmuş, Ernani ve Don Ruy Gomez’in yakalanmalarını emretmiştir. Elvira’nın yakarmalarıyla fikrini değiştirir, her iki soyluyu bağışlar, Elvira’nın Ernani ile evlenmesini onaylar. Bu karar Don Gomez için ağır bir sonuç olmuştur. İki mutlu gencin düğün töreninde Ernani’nin verdiği boruyu çalar, Ernani Elvira’ya veda ederek hançeri kalbine saplar, sözü hayatından daha kutsaldır.

Perde açılır ve yukarıda ki öykü sahnede hayat bulur. Metin; büyük ihtiraslar, birbirinden kesin çizgilerle ayrı zıt karakterler, dramatik durumları içermektedir. Karakterlere hayat verenler bu zıtlıkları ellerinden geldiğince bana göre abartarak vermeliydi, sanırım hem sesi kontrol etmek hem de hareketleri doğalmış gibi yapmak bazı oyuncular için zor gelmiş gibi geldi, hareketler çok ağır ve daha çok sese önem verilmiş gibi geldi bana… İhtiras, kavgayı doğurmaktadır, fakat bu doğuma sözler ile şahit olduğumuz kadar hareketler ile şahitlik ettiğimi söylemek biraz abartı olsa gerek… Oyunculara belki de yönetmen ağır davranın demiş de olabilir, o yönetmenin metni okumasına bağlı olarak yorumu olarak da düşünülebilinir… Müzik her anı yakalıyor ve elinden geldiğince yönlendiriyor… Gözlerinizi kapatın ve müziği dinleyin, çünkü sahnede hareket çoğu zaman durağan gibidir, müzik sizi koltuğunuzdan alıp götürecektir… Sahnede ışık gölgeler yaratırken, dekor derinliğini içinde verirken, oyuncular bu dekorun içinden dönemin ihtirasını bugüne taşımaktadır… Tenor, bariton, bas sesleri sizi zıt karakterlerin iç dünyasına davet etmektedir.

“Operada önce söz, sözün üstüne de müzik yazılır. Vurgular, sesler ona göre ayarlanır.” Verdi, eline aldığında metni hangi rolü nasıl bir ses tarafından seslendirileceğini de kafasında oturtmuştur. Çünkü o sesler metnin içinde olan ama yazılmayanı öne çıkaran özelliği de taşır. orkestra seslere uygun olarak notalarını sahnede ki oyuncuların üzerine bırakır… Seyirciye doğu kanatlanır ve seyirciyi olayın örgüsü içinde başka dünyalara taşır.

Sahne düzeni, sahneler arasında kullanılan geçişler. Perdenin kapanın sahnenin yeniden düzenlemesi oyunun akıcılığına bir soğuk duş etkisi yapmıştır. Her bölüm bir sahnede küçük değişimleri de beraberinde getirmektedir, dekor komşu ülkeden gelmiştir ve komşu ülkeden taşınan dekor ve dekorun sahneye uyumu elbette evde hesaplandığı gibi olmuyor. Duyduğuma göre seyrettiğimiz operanın gözle görünmeyen tarafında geniş bir sahne düzenlemesinden daha dar bir sahneye uzanan bir yolculuğun hikayesi de varmış. Dekorun sahneye taşınması ve değiştirilmesi daha önceki Bulgaristan’da olduğu gibi seri olmamaktadır. Onların olanakları ile bizim olanaklarımızı karşılaştırmak bir ayıptır ve elimizde olan ile en iyisini yapanların olduğu yerde sahnede bölümler arasından biraz uzun olması sanırım anlayış ile karşılanır.

Ülkemizde böyle bir eserin sahnelenmesi çok önemlidir, geçişlerde ki perdenin kapanıp açılması süresi biraz daha kısa tutularak beklentilere keşke yanıt verecek düzeyde olmuş olsaydı… Her şeye rağmen izlenilmesi gereken bir operadır… Emeği geçen tüm emekçilere teşekkür ederim..


İsmail Cem Özkan

Ernani
Giuseppe Verdi
Opera, 4 Perde
Libretto: F.Marıa Piave
Orkestra Şefi: Zdravko Lazarov
Sahneye Koyan, Dekor ve Işık: Kuzman Popov
Kostüm: Marıa Trerdafilova, Lora Marinova
Koro Şefi: Paolo Villa
Koreografi: Rumjana Popova
Ernani: M.Efe Noyan Kışlalı, Bülent Külekçi
Don Carlo: M.Murat Güney, Cengiz Sayın
Don Ruy G. De Sılva: Zafer Erdaş, Gökhan Ürben
Elvıra P.Diana: Nayır Artan, Evren Ekşioğlu, Deniz Yetim
Gıovanna: M.Banu Ergün, P.Tuğba Koç
Don Rıccardo: O.Serkan Bodur, Engin Yavuz
Jago: Cengiz Arslan

23 Ocak 2018 Salı

Kanlı Komedya ‘Caligula’

Kanlı Komedya ‘Caligula’

M.S. 37-41 yılları arasında hüküm süren Caligula bugüne dair söyleyeceklerini belki o zamandan söylemiş ve biz ancak bugün aynı sorunları farklı boyutlarda yaşayınca anlıyoruz ya da başka söylem ile idrak ediyoruz. İnsanlık tarihten aldığı dersler ve gözlerini açan olaylar ile doludur. Siz hangi baskı döneminde olursanız olun gündeme uygun sözleri tarih içinde bulursunuz. Çünkü binlerce yılda söylenmemiş söz, duyulmamış duygu yoktur, mutlaka biri söylemiştir ve siz ilk ben söylemdim diyerek övünebilirsiniz, aslında söz farklı kelimeler ile söylenmiş olsa da aynı acı ve sevinci bulabilirsiniz, çünkü zaman eskiyen kelimeler yerine yenilerini gelişen teknoloji ve hayat koşullarlı ile ekler…

Bugün yaşadığımız karanlık çağda sansürden korken, başıma kötü bir şey diyerek kendisine otosansür uygulayanlar, sürekli iç konuşmalarda gördüğü gerçeği paylaşanlar elbette toplumun çoğunluğunu oluşturmaktadır, aydınlar ise onlar adına onların vicdan seslerine ses olurlar ve seslendirirler gerçekleri. Yaratılmış gerçeklik yani iktidarın dili ile konuşmak yerine vidanın sesi ile konuşmayı aydın olmanın bilinci ile davranır çağdaş insan… Baskının çok yoğunlaştığı zamanlarda ise metaforlar konuşmanın görünen kısmını oluşturur ve çağrışımları gerçeklerin dillendirilmesidir. Korkunun hakim olması orada siyasi iradenin dudaklarının arasından çıkan sözün kanun olması anlamına gelir. Korku baskıyı besler, baskı da korkuyu. Halk baskı karşısında başlarda karşı geliyormuş gibi homurdansa da aslında sessizce baskı yapanın bu dünyadan göçmesini ya da koltuğunu Roma Sezar’ın koltuğundan ve canından eden Marcus Junius Brutus’un vücut bulmasını bekler… Halk, kendisini aptal görenleri, kendisinin zihni ile dalga geçeni bilir ama ses çıkarmaz, çünkü bilir ki baskı görecektir. Sessizce, vicdanını iç konuşmaya döndürmüş ve baskı koşullarına alışmış, sıcak saç üzerinde ağır ağır pişen kurbağın refleksi içindedir. İsterse bir sıçrama ile ateşe dönüşen saçtan atlayıp canını kurtarabilir ama sabırlıdır. Sabrın sonu ne olacağını yaşayarak görür ve bilir ki insanlık birikimi bir gün mutlaka gidecektir. Süleyman bile kalmamıştır bu ülkenin topraklarında…

Zorla iktidarda duranı zor ile indiren, zor ile iktidarda durmaya devam eder…

Caligula şöyle seslenir; "Roma Cumhuriyeti’ni hatırlayanlar çoktandır toprak oldu; sonradan doğanlar cumhuriyetin, demokrasi denilen şu şeyin ne olduğunu bile bilmiyorlar, çünkü bütün tarihler çarpıtıldı, bütün kitaplar sansürlendi; demokrasi ve cumhuriyet kelimelerinin üstü çizildi, silindi; bu iki kelime artık dilimizde yer almıyor; halk, zorbalıktan başka bir şey bilmiyor; zorbalıkla emzirildiğinden, zorbalığa anası gibi alışmış ve o yüzden bütün bunları çekiyor; hayır, hayır, çekmiyor, normal hayatını yaşıyor, bunu normal kabul ediyor, hatta hoşuna gidiyor, çünkü başka bir hayat bilmiyor..." Ve sonraki 1412 yıl boyunca, yani Roma İmparatorluğu'nun son gününe kadar da, bir daha hiç kimse cumhuriyeti ve demokrasiyi geri getirmeyi denememiş...

Kız kardeşini metres tutan bir hükümdarın neler yapabileceğini, hangi çılgınlıklar yapacağını kimse tatmin edememektedir. Sokrates’in bir öğretisini anlatabilmek için Roma’nın en zenginlerini altınlar ile dolu yemek masasına davet etmiş ve “yiyin yoksa tüm mal varlığınıza el koyacağım” diye buyurmuş. Elbette altın yenilebilinir mi, elbette yenilmeyeceğini zaten emir veren de bilmektedir, emrin ne kadar akılsız olduğunu bile bile izlemiş, zengin ve toplum liderlerinin davranışına bakmış, acaba tepki verecekler mi? Sonunda dayanamamış dişleri kırılan zenginlere durun demiş ve “Sokrates altın yenilmez” demiştir diyerek kahkahalar içinde konuklarını aşağılamış ama ona rağmen kimsenin aklına Sezar'ı öldürmeyi getirmemiş…

Toplum içinde her türlü çılgınlığı yapmış olmasına rağmen sessiz çoğunluk sadece izlemekteymiş… Sessiz bir toplum! Korkan bir toplum! En sonunda senato’da atına o güne kadar olmamış bir değer vermiş ve atı İnsitatus’u konsül ilan etmiştir, senatörler onun önünde diz çökmüştür… At bir insandan daha değerlidir. Roma halkı özgürlüğünü istemiyor, çılgın bir Sezar’ın çılgınlıklarını da kanıksamış gibi izletmedir. Özgürlük, demokrasi bir Sezar’ın hakkıdır…

Caligula imkansız olanı ister. Bu uğurda acımasız bir diktatöre, kan emici bir canavara dönüşür. Onun tek kurtuluşu vardır, ölüm! Çektiği acıdan kurtaracak olan tek şeydir… Kız kardeşini kışkırtır… Artık onun ölümü kız kardeşinin elinde tuttuğu kılıçtır. Amcası yeğenin zekasını sinsice kontrol etmektedir. Caligula zekasının trajedisini yaşamaktadır. Eşlerini kendisine hediye edenlerin gözü önünde eşlerine tecavüz etmekte ve hiçbir ahlak ve yasayı tanımaktadır. Yasa ve ahlak onun dudaklarının arasından çıkan her hangi bir istemdir…

Ezilen sessiz kaldıkça ezenin acımasızlığı artar.

Halkın suskunluğu karşısında zorba, giderek zorbalığını arttırır. Caligula’nın vahşeti bir anlamda insanları başkaldırmaya yönlendirmektir. Bu şekilde kendi katlini örgütler bir anlamda… her diktatör kendi sonunu kendi oluşturmuş olduğu ortam ile hazırlar, bir anlamda intihar etmektedir.

Ragıp Yavuz, sahneyi öyle bir kullanmaktadır ki, uzun replikleri, uzun uzun anlatımların içine seyirciyi çekmiştir. Oyunun sahne düzenlemesi, sahneye yansıyan video görüntü, ışığın oyuncunun üzerine düşerken oluşturmuş olduğu gölge, her repliğin ayrı ayrı seyircinin üzerine boca edildiğine şahitlik ettim. Sessiz çoğunluk izlemektedir. Her birimiz birer Romalıydık. Her birimiz M.Ö zamanı değil de şimdi ki zamanın kara mizahının içinde yaşıyorduk…

Ahmet Saraçoğlu “Caligula”ya öyle bir hayat vermiş ki, abartının artık doğal olduğu, doğalın abartı olduğu ve ince ince işleyen bir acının trajedisi içinde ölümü çağıran Sezar’a ses, nefes, vücut olmuştur. O kadar yoğun diyalogları ve sahnenin her bir parçasını öyle bir şekilde kullanmaktadır ki, sanki doğalmış gibi ama çok iyi çalışılmış olduğunu seyircinin benliğine işlemiştir. Levent Öktem, amcası, zekası ile hayatta kalan ve Caligula öldükten sonra Sezar olmaya aday birinin, düşmanı ve Sezar’ı olan yeğenin çılgınlıklarına öyle bir ince ince dokunuşlar yapar ki, ölüm ile iktidar sınırında o ince ipin üzerinde olduğunu seyirciye hissettirir. Claudius, sinirlenince kekeme olan, sakin ve soğuk kanlı olduğunda ise beyninin gri hücreleri arasında parıldayan bir çoban yıldızıdır. Onu öyle bir yönlendirir ki, ölümün kurtuluş olduğunu yeğenine kabul ettirir ve onun intiharını hızlandırır…
Pınar Coşkun, at kuyruğu ile sahnededir. Sessizdir. O İnsitatus’dur. Koreografisi ve sahnede konumu, olayları izleyişi çok başarılıdır. Vücudu esnek yapısı ile olayların anlatımına destek vermiş, bölümler arasında kıvrak dansı onu sahnede görünür kılmıştır ve gölgede kalmadan oyunun ve sahnenin ayrılmaz bir parçası olduğunu hissettirmektedir. Makyajı ve kostümü bu başarının anahtarı gibidir.
Ecem Üstündağ, halkın suskunluğunu, tepkisizliğini, biat edişini, boyun eğişini, zaman içinde durumuna alışıp kabullenmesini simgeleyen kız kardeşi, metresini canlandırırken oyunda ki seyirciye de ulaşmaktadır. Seyircinin gözünün içine bakarken sessizliğin neden sessizlik olduğunu sessizce sormaktadır. Neden sessizsiniz, ölümün kılıcı elindedir ama son kışkırtmaya kadar sessizce biat etmiştir. Zaman zaman İnsitatus ile rekabet etmiş olsa da o İnsitatus gibi toplum içinde değerli ilan edilmemiştir. Aksine dedikoduların ve ahlaksızlığın pençesinde gösterilmektedir…

Sahnenin dekoru bir fırtına sonrası karaya vurmuş büyük yelkenlinin artı kalanlarıdır. Arka fonda, seyirciye ulaşan kırmızı perde bile fırtınanın izini taşımaktadır. Zaman karanlığın, zorbanın yaratmış olduğu bir girdabı ve onun ortasında geçen bir krizi anlatmaktadır. Fırtına karaya sadece Sezar’ı atmamıştır, bizler de o fırtınadan yaralı, birçok şeyini kaybetmiş gibi ortada durmaktayız…

Tiyatronun görevi insana ve insanlığa ayna tutmaktır. Bu görevi karanlık zamanlarda daha bir önemli olur… Tiyatroların sesinin kesildiği, yasaklandığı, ödenekli tiyatroların çalışanları işinden olmamak için tiyatronun sadece eğlenceli tarafını alıp işlediği zamanda böyle bir oyunu sahneye koymak, işte tiyatro insanın aydın kimliği ile yapacağı iştir. Baba Tiyatro babalar gibi bir oyunu sahnelerinde her türlü riski göze alarak koymuştur, seyircisi bol olsun!

İsmail Cem Özkan

Kanlı Komedya ‘Caligula’
Yazan: Stefan Tsanev
Çeviren: Hüseyin Mevsim
Yöneten: Ragıp Yavuz
Sahne ve Kostüm Tasarımı: Barış Dinçel
Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz
Müzik: Can Şengün
Koreografi: Yasemin Gezgin
Görsel Efekt Tasarımı: Berkay Yiğitaslan
Yönetmen Yardımcıları: İdil Trabzonlu, Ali Osman Böcekçioğlu, Nesrin Kahveci
Oyuncular: Levend Öktem, Ahmet Saraçoğlu, Ecem Üstündağ, Pınar Coşkun

21 Ocak 2018 Pazar

Devr-i Mahzuni

Devr-i Mahzuni

Mahzuni çocukluk günlerinde susuz kalmış köyde yaşayanlara su taşımak ile geçirmiştir, ilk dersi de böyle almıştır. Mazlumdan yana olacaktır, yardıma muhtaca koşacaktır. İlk ders onun hayatının çizgisini de ortaya koyacak.

Bir halk ozanı yaşamını dizelere aktarmış, sazının sesinde ses vermiştir. Yaşadıklarını, hissettiklerini, hayal ettiklerini sazının teli aracılığı ile dinleyicisi ile paylaşmış. Toplumsal olaylara karşı duyarlı, halkın içinde hakın sıkıntısını dillendirendir. Sadık yarı emekçilerdir. Onların dertlerini sesi ile kitlelere ulaştırandır…

Mahzuni Şerif Maraşlıdır. Maraş’ın birikimini kendi birikimine temel yapandır. Çocukluktan elde ettiği saz çalma yeteneğini besteleri ile taçlandırır… Yolu bellidir. Alevi inancına uygun deyişler, cem’lerde dönülen semah, Pir Sultan’ın inatçılığı, Hacıbektaş’ın hoşgörüsü bir vücut bulmasıdır…  Mahzuni ilk evliliğini babasının zorlaması ile yapar, ondan bir çocuğu olur. Bir mektup ile noktalar evliliğini ve ikincisi bir İtalyan olacaktır. Ondan da çocukları olur… Ve Antep’te bir güzele tutulur ve ondan da çocukları olur… Kısaca besteleri gibi çocuk konusundan da zengindir… Üçüncü eşi ile tanıştığı yıl darbe olur ve darbe lideri hakkında bir türkü yapar.  'Erim Erim Eriyesin' adlı eseri yüzünden cezaevi ile tanışır. Oyun bu cezaevi zamanını ele alır.

Cezaevinde Yılmaz Güney vardır. Oyunun konusuna uygun olarak gençlik liderlerinin ikisi de o koğuşta yerini almıştır. Aynı zamanda bir tiyatro yazarı ve oyuncusu, müzisyen.. Kısaca Türk aydınları bir koğuşta darbenin ağız koşulları altında kendilerine yarattıkları özgür alanda kendi tecrübelerini bir birine aktarmaktalar.

Bulaşıkları yıkamaktalar. Aynı zamanda sohbetin de en derin yerini orada geçirirler. Orada Süleyman Demirel’in başbakanlık dönemi, darbe ile gidişi ve gelişi ve son olarak cumhurbaşkanı Fikret Kızılok'un "Demirbaş" şarkısının sözlerinde hayat bulmuştur. Oyunun siyasi kronolojisi bu şarkının eşliğinde verilirken, aynı dönemde Mahzuni Şerif tarafından bestelenen türkülerde sahnede yerini bulmuştur. Her sahne değişimi Mahzuni’nin bir türküsünü Ekrem Ataer yorumunda buluruz.

70’li yılların Türkiye’si koğuş aydınların ağzı ile yorumlanırken, 12 Eylül sonrası özetlenerek verilmiştir. Aslında Maraş katliamı, Sivas aynı zamanın kronolojisi içinde algı oluşacak gibidir. Maraş katliamının katili ile Mahzuni içsel söyleşisi oyunda önemli bir yer tutmaktadır. Sivas Katliamı olduğunda da orada değildir ama acısını içinden yaşamıştır.

Oyun, bir ozanın bir dönemi ile Türkiye tarihinin eleştirel göz ile yorumlanmasıdır. Oyuncular oyun içinde kendilerine verilen rolü iyi şekilde yerine getirdiklerini gördüm. Oyun, doğal olarak türküler ve onun sözleri ile anlatım dilinde kullanılmıştır. Her sahne değişimi Ekrem Ataer’in yorumu ile sahneler arasında bağ kurulmuştur. Müzik oyunun omurgasıdır. Ekrem Ataer bu oyun için yapmış olduğu bestesi oyunun daha rahat izleyiciye ulaşmasını sağlamıştır. Oyun yönetmeninin işini de büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Bölümler arasında ki konular bir biri ile kronolojik sıra izlemesi ya da izlememesi hiç önemli değildir, çünkü müzik geçişleri o tarih çizgisini ortadan kaldırarak yönetmene istediği geniş bir alanı açmıştır. Oyunun metni, oyuncuların rahatlıkla davranmasına da olanak tanır. Oyun için kullanılan ışık ve tasarım, metne ve müzik ile çok uyumludur. Sahne düzenlemesi oyunun tercih edilen mekanına uygundur ve arka fonda kullanılan video görüntüleri içinde bir bütünlük sağlamaktadır. Video görüntüleri oyunun ışık ile birlikte daha vurucu olmasını sağlamış. Çok ince düşünülmüş ve hesaplanmış sahnelerin video ile koordineli olarak akması yönetmenin bir başarısıdır…

Seyircileri oyuna katan, davet eden ve zamanın akışını sahnede olaylara bağlayan bir tiyatro şöleni olmuş… Baskının hakim olduğu, 70’li, 80’li yılları aratacak kadar ve hatta fazla olan baskılarına karşı hala sahnede umudunu koruyan, haykıran, oyuncular ve tiyatroya gönül vermişler gösteriyor ki, hala Aşık Mahzuni Şerif aramızda yaşıyor ve hala  'Erim Erim Eriyesin' sözlerinde Erim yerine başka isim koyarak söylemeye devam ediyorlar…

Fırsatı olanların bu tiyatro şölenini görmesini arzularım… Tiyatroyu tiyatro yapan ne varsa bu oyunda da göreceğinizi şimdiden söyleyebilirim. Gidin; ışık, müzik, dekor, oyuncu, yönetmen, seyirci… Her birinin ahengini yaşayın…  

İsmail Cem Özkan

Devr-i Mahzuni
Yazan: Hakan Güneri
Yöneten : Murat Sarı
Oyuncular:
Ferit Hantal
İbrahim Emin Ege ( Muhlis Akarsu)
Mehmet Güler ( Mahzuni)
Merve Köse ( Fatoş)
Hale Üstün ( Zalhey Ana)
Hakan Güneri ( Yılmaz Güney)
Mehmet Esatoğlu ( Aşık Veysel)
Fahri Bozbaş
Kostüm: Hale Üstün
Yönetmen Yardımcısı: Merve Köse
Işık-efekt: Burak Yalçınyiğit
Müzik direktörü: Ekrem Ataer
Afiş: Özhan Koca

12 Ocak 2018 Cuma

Kafaların içine formalar diktiler...

Kafaların içine formalar diktiler...

Pandora'nın kutusu bir kere açıldı mı kapanması imkansız gibidir ama içinde kalan umut bir gün kapanacağını bize fısıldar... Bütün kötülükler bir kutuya konup ve bir daha ortaya çıkmayacak şekilde yerin yedi kat altına bırakılacaktır. Dünyamızda en son açılan kutu ‘liberalizm' adı verilen ulus devletinin çökertilmesi ve yok edilmesi sürecidir. Bu sürecin liderleri konumunda olan iki lider aynı akıbeti paylaştı, Alzheimer olarak hayata gözlerini yumdular ve nasıl bir kötülüğü dünyaya yaydıklarını ve sonucunu göremeden öldüler...

Şimdi yayılan bu kötülüğün sonucu dünyaya yayılan İslami cihat hareketleri ve canlı bombalardır. Hassan Sabah birden keşfedildi ve cihat için canlı bomba olacaklara bu kitap olarak sunuldu. Bakın dediler böyle bir korku imparatorluğu dünyada yaşadı ama onlara sonlarını kimse anlatmadı. Alamut Kalesi'nden bugün elimizde sadece temelleri kalmıştır. Yok edilmiş liderler ve kendisini feda etmiş insanlar… Sonuç, tarih kendi akış yolunu buldu ve aktı.

Bu dünyadan İskender geçti, Süleyman geçti, Napolyon geçti, Hitler geçti... Daha da geçecekler var ama geçmişte yaşayanların her birinin Pandora'sının kutusu kapandı...

Bugünlerde yayılan korku ve bu işten nemalananların da kutusu mutlaka bir gün kapanacak… Umarım bu sefer kutu kapatmak ile kalınmaz hesap da sorulur, çünkü hesap sorulmadığı sürece sürekli gelen ve yayılan korku bu dünyada varlığını koruyacak...

Pandora’nın kutusu kapandığında o Pandora içinde kalan kötülükler için kutunun içinde umut kalmasın.

Kötülük taşıyanların üstlerinde ve yakınında olanlarda giyilmekte olan bir forma vardır. Forma, disiplin demektir, “benim gibi düşün ve yaşa… “

Üzerinde forma olanlar bugün ne giyineceğim diye düşünmez... Ülkemizde kadınların çoğunluğu artık bugün ne giyineceğim telaşı yaşamıyor çünkü ne giyinecekleri ve nasıl davranacaklarını cemaatler dışında okullarda da öğretmeye başladılar... Okullardan formalar kalktı ama kafaların içine formalar diktiler...

Ulus devletlerinde bugüne kadar çoğunluk azınlıkların haklarını ya yok saydı ya da kendisinin işine gelecek şekilde düzenledi. Azınlıklar çoğunluk için çalışmaya zorlandı, onların hakları karşısında kendi haklarından feragat etmeleri istenmedi, aksine zorlandılar.

Azınlıklar; demokrasi, özgürlük adına örgütlendikleri yapılarda ise devletin kendilerine yaptıklarını kendi içinde azınlık olarak gördükleri ötekilere karşı aynı şekilde baskı kurmaya kalkmaları ve her şeyi kendi merkezleri etrafında görmeleri de şaşırtıcı değildir. Model olarak gördükleri örgütlenmiş devlet yapısı gözlerinin önlerindedir ve istedikleri ulus devleti de içinde yaşadıkları devletten farklı olmayacaktır, çünkü “Önce bizim hakkımız, sonra…” diye başlayan cümleler kendi içlerinde çok duyulur. Öncelik ellerinden alınmış veya yok sayılmış hakların alınmasıdır. Onlara göre dünyanın en çok ezilenlerdir, dünyada bir eşi dahi görülmemiş şekilde parçalandıklarını anlatırlar ama dünyada diğer halkların yaşadıklarına bir baksalar yalnız olmadıklarını görecekler.  “Dünya benim merkezimize dönmektedir ve her yaptığı aslında tüm dünyada ilgilendirmektedir.” giye düşünen, inanan bu azınlık mensupları kendilerinin anlaşılmadığını ve sürekli birileri tarafından aldatıldıklarına inanırlar. Aldatıldıkları ve küçük görüldükleri için bugün ezildiklerini vurgularlar ve onlar ile dayanışma içinde olanlara güvenmezler…

Kendi örgütsel yapıları içinde kurdukları sosyal ilişkiler geleceğin iz düşümüdür…

Azınlıkların çoğunluk olduğu yerde azınlığın hakkını yiyorsa veya yok sayıyorsa onlardan demokrat, özgürlükçü, devrimci olmaz, çünkü hayal ettiği devlet, içinde yaşadığı devletten farklı olmaz...

Söz ile demokrat, özgürlükçü, nefret söylemine karşı olanların eline geçirdiği erki nasıl kullandığı ortadadır...

Azınlık haklarını savunan bir parti de azınlık hakkı güvenceye alınsın...

Yarınımızın ilişkilerini bugün yaşadığımız ilişkiler içinde tohumunu atamadan, filizlenmesine olanak sunmadan yarını kucaklama şansımızın olmadığına inanıyorum… Yarın daha güzel olacak diye umut ediyorsak, o güzelliği bugünden içimizde ve çevremizde büyütmek ile yükümlüyüz…


İsmail Cem Özkan

6 Ocak 2018 Cumartesi

Değişim…

Değişim…

Değişim eskiye ait olanı yeniden kurgulamak değil midir? Geçmişten kopuş ve yeniden yaratılan odak noktası ise devrimdir ve bir sıçramayı işaret eder… Reform hareketleri var olan düzenin devamı anlamına gelir, küçük küçük değişimler ile zaman içinde toplumun içinde devrimin koşullarını yaratır. Reformist hareketler var olanın korunmasını amaçlar ve devrim gibi hedefleri hiç biz zaman olmaz… Onlar için devrim korkunç yıkım demektir ve büyük değişimler yani mülke sahiplerin değişimi var olan tüm alışkanlıkların değişimi anlamına gelir ki, kurmuş oldukları oligarşik hiyerarşinin yeniden kurgulanmasında kendilerine rol verilmeyeceğinden korkarlar. 

Korku, var olanı korumaktır, çünkü çıkarlar bunu getirmektedir.

Roma devletinin resmi dini Hristiyanlık olduğunda eskinin pagan inancında ne varsa Hristiyan bayramı olarak devam etti, çünkü Hristiyanlık devlet dini olduğunda bir şeyin farkına erken varmıştı, ret ederek değil, Hristiyanlaştırılarak yol alacaktı... Gelenek ve göreneklerini de yeniden oluşturdu, çünkü İsa’nın yazmadığı ama İsa ve tanrı adına yazılan kitap da Hristiyanlaşmanın nasıl olması gerektiğini satır arasında yuvarlak cümleler ile peşinen vermişti... Gerçi Hristiyanlaşmak adı verilen kavram Yahudi geleneğinde de vardı, çünkü onlar da gelen her peygamber ile yeni gelenek yaratmış ve o kadar çok gelenek ve görenek yaratılmış ki, artık demişler çok fazla ayıklayalım, çünkü gelenek ve görenekleri yerine getirelim derken üretici olmaktan çıktıklarını farkına varmışlar...

Sadeleşmek...

Başlangıçta olan ile sonra yaratılan arasında zamanla büyük fark ortaya çıkmış.

Tüm dinler böyle değil mi, çünkü zaman her zaman kendisine ihtiyaç duyduğu dini yaratmış ama isim vermemiştir...

Çok tanrılıdan tek tanrılıya dönüşte zorunlu kalmışlar dinin adını vermeye…

Bugün ülkemiz de içinde bulunduğu din diğerlerin takibi olduğu gerçeğini bilen yeni olana karşı direnç yerine sanki binlerce yıldır kutlanıyormuş gibi sorgulamadan kabul ediyor... Başlangıçta kabul olunmayacak ve ret edilen ne kadar çok değişik şeyler bugün var ve sanki başlangıçtan beri varmış gibi sorgulanmadan kabul ediliyor...

Marksizm bugün içine düştüğü durum bana Hristiyanlaşmak kavramını çağrıştırıyor, çünkü emek teorisinden sanayinin ihtiyaç duyduğu yan değnek konumuna dönüşmüş gibi, sendikalizm çarkı içinde işçi sınıfı köleye dönüştürülmüş, siyasi mücadele yerine sadece ekonomik mücadele kutsanmış gibidir... İktidar hedefinden uzak, “devrimler çağı bitti” diyerek örgütmüş gibi örgüt olmayı seçenler Marksizm adına da bir şeyler söylemeye devam ediyor...

Dinler, kapitalizm öncesi küreselleşmedir. Sanayi devrimi ve ulus devleti ile kapitalizm ulus devletini çatırdatmaya başladığında küreselleşme adı konmadan emperyalizm içinde gelişmiştir. Ulus devleti küresel sermaye önünde engeller çıkarmaya başladığında, devletin yıkılacağını ve yeniden küresel sermayeye hizmet eden yapılanmaya gidileceği bilgisi zaten öngörülürdü. Çünkü tekelleşme ve onun sonucunu zaten kapitalizm devlet olmadan önce sömürge döneminde yaşamıştı. Tekelleşme ve tröstleşme büyük tehlikeleri içinde yaşatırken küreselleşme öyle bir şekilde pazarlamışlardı ki, sanki ulus devleti yok olunca kapitalizm tüm krizlerinden ve girdabından çıkacağı ve ulus devleti çatışı altında yaşayan halklar özgürleşeceği konusunda parıltılı cümleler ile halklara sunulmuştu. İşçi sınıfı kazanmış olduğu tüm hakları bu hayal dünyasının (toplum mühendislerinin propagandası) cümleleri arasında kazanımlarını örgütsüz bir şekilde ve örgütlerinin işbirliği ile kaybetmiştir. Küresel kapitalizm ulus devletini çıkarına uygun şekilde yıktı ama yerine yeni bir sistem (hukuk düzeni) ve devlet kuramadılar, devletmiş gibi davranan ve sorunlara radikal çözüm bulamayan ve sürekli sorunlar içinde yaşayan yeni bir yapıya kavuştu. Küreselleşme çok kısa zamanda gerçek yüzünü ortaya koymuştur… Toplum içinde küreselleşme karşıtı duygusal tepkiler artmış ama ona karşı örgütlü bir mücadele henüz küresel çapta kendisini örgütleyememiştir.

Küreselleşme; verimli toprakların öldürülüp, sonra tek tip topraksız üretim amaçlı uluslararası firmaya ya kiralanması ya da tahsil edilmesidir. Üretim yapılan yerlerde kimyasal madde kullanımı fazla olduğu için yer atı ve üstü toprak ve su kirliği yanında hava da kirlenmektedir. O bölgede yaşayan ücretli işçiye dönderilmiş eskinin köylüleri genç yaşlarında bilinmeyen hastalıktan toprak ile buluşmasıdır...

Küreselleşme; Amerikan esprisine gülmemizdir. Bizden olan mizahın unutulması ya da küçümsenmesidir. Son dönemde üretilen tüm mizah adı verilen eserler ve sahnelerde ki oyunlara bakın hepsi ya uyarlamadır ya da direkt Amerika’dan ithal edilmiş onların mizahi algılarıdır.

Küreselleşme; verimli topraklarımızın zehirlenmesi ve unutulmasıdır...

Küreselleşme; bizim neyi ekeceğimize ve neyi tüketeceğimize küresel firmaların karar vermesidir...

Küreselleşme o kadar büyük girdaplar yaratmış ve zararlar vermiştir ki, reformlar ile bu girdaplar ve kaos ortamından çıkma olanağı yoktur. Ulus devletin yerini kapitalist küreselleşme girdaptan çıkmak için çözüm ortaya koyamamıştır. Kapitalizm içinde ki sınıfsal düşman, ancak kapitalistlerin isteyip ama başaramadığı devleti kuracak güce ve birikime sahip olmasına rağmen henüz bu arzuyu hayata geçirecek boyutta örgütlenememiş konumdadır.

“Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları.

Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”

Ocak 1848'de ilan edilen çağrı bugünde geçerlidir ve işçi sınıfı geçmişe göre daha çok deneyim içinde tarihin ona yüklediği sorumluluğu yerine getirecek güçtedir.

Toplumların Hristiyanlaşmaya ihtiyacı yoktur, devrim hemen şimdi!

İsmail Cem Özkan