Galata Gazete


27 Şubat 2023 Pazartesi

Bir su damlası dahi sonuçta Deniz ile buluşur.

Bir su damlası dahi sonuçta Deniz ile buluşur.

 

 

"Geçse de yolumuz bozkırlardan

Denizlere çıkar sokaklar..." Murathan Mungan

 

Nehirler mütevazı başlar, başlangıçta küçük bir su sızıntısı gibidir, zaman içinde genişler, büyür, diğer su sızıntıları ile birleşir, eriyen karın, buzun, yağmurun suyu ile genişler, dere adını ırmağa bırakır.  Su denize giden yolda önüne geleni yıkıp, geçtiği yerleri biçimlendirir, oradan kopardıklarını birlikte taşır. Derelerin, ırmakların suyu deniz ile buluştuğu yerde renk toprak olur, mavi içinde dağılır giderler…

 

Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.”

 

Tarihte büyük değişimleri oluşturan devrimci hareketlerde mütevazı bir adım ile başlar, o adımlar sınıf savaşlarını oluşturur, hakim sınıfın yarattığı “ötekileştirilenlerin” içinde bulunduğu sınıf gün gelir yaratanı yok eder ve kendisi iktidarı alırken içinde filizlendirdiği başka sınıf ile acımasız bir savaşa girişir…

 

Devrimci mücadelede atılan her adım sizi amacınıza ya yaklaştırır ya da uzaklaştırır, yolda öğrenilen bilgiler ışığında baştan düşünmediğiniz yeni amaçlara yol açabilir. Her şey baştan planlandığı gibi gitmez, öyle ortamlar yaratılır ki, istemeden içine dahil olacağınız çatışmaların bir parçası ya da hedefi olabilirsiniz…

 

68 kuşağı içinde yer alan örneğin Deniz Gezmiş ve arkadaşları Kemalist olarak başladıkları siyasi mücadelelerini anti - Kemalist olarak bitirdiler... Onlar başlangıçta devrimci gördükleri 27 Mayıs darbesinin hazırladığı Anayasa’nın tam uygulanmasını isterken, olayların gelişimi sonucunda hiç öngörüleri olmayan bir süreç içinde yer aldılar.

 

Onları önce toplum gözünde anarşist ilan ettiler, kuzeydeki ülkenin casusu dediler, her türlü yalanın içinde bir rol verdiler.  Toplum üzerinde baskı kurmanın bir aracı haline getirildiler. Gazeteler büyük puntolar ile en ufak adımlarını o kadar büyüttüler ki, korku yarattılar…

 

Onların tek suçları vardı, “tam bağımsız Türkiye” istemek…

 

Antiemperyalist bir duruşa sahip olanların tam bağımsızlığından ne anlaşıldığı ortadaydı. Yarı sömürge konuma getirilmiş ülkenin idarecileri ve onlara borç verip kendilerine bağımlı kılan emperyalist güçleri rahatsız etmişti… Devleti korumak adına yeraltında örgütlenmiş “Gladio” (Kontrgerilla) için test edilme zamanıydı, bu idealist gençlerin arkasına yok etmek için düştüler…

 

Devrimci gençlerin tek suçu vardı, antiemperyalist olmaları ve devletin kuruluş ideallerine uygun davranmamalarıydı…

 

Küçük de olsa yok edilmeliydi, öyle karar verilmişti.

 

12 Mart muhtırası aslında bir katliam için yaratılmış ortamdı. Kurucu Parti’nin içinden seçilen bir adaya bu katliam yaptıracaktı… Amaç belliydi, kurucu devletin anlayışı güçlü bir şekilde savunulmasıydı. “Türk” milleti adına karar verilecekti, ona uygun mahkemeler kuruldu.

 

Gençleri kendilerini savunma hakkını ellerinden alınmıştı, onlar artık hedefti ve yer altı mücadelesine çekildiler. Hazırlıksız yakalanmışlardı, tecrübeleri yoktu. Gelişmeleri tahmin ediyorlardı ama bu olayların seyrini değiştirecek güçleri yoktu… Örgütlü gibi gösterilenler ama örgütlü alt yapıları olmayanların örgüt isimleri altında savunma yapmalarına izin veriliyor, toplum önünde onların öldürülmesinin alt yapısı oluşturuluyordu…

 

Tarih öyle zamanlarda ya kırılır ya da hızlı akardı…

 

12 Mart süreci o kadar kısa zamanda çok olayı sığdırdı ki, katliamlar yasalara uygun mu, faili meçhul mü, infaz mı gibi sorular sormayı ortadan kaldıran, hatta o soruları soracak ve düşünecek zaman bırakmayan bir hızlı süreci yaşadık! Türkiye yeni kurulan bir dünya düzeninde yerini alıyordu, test edilmeyen yeraltı örgütlenmesi test edilmişti. NATO üyesi, emperyalist güçlerin ihtiyacını karşılayan “güvenli” ülke konumuna gelmişti.

 

Kemalist bir çizgide mücadelesine başlayan bu kuşağın devrimci gençleri artık başladıkları noktadan çok uzakta, başlangıçta savundukları devletin yok etmek istedikleri hedef konumuna gelmişti. Karanlık onların üzerine çökmüştü, toplumun algısı ve düşünce yapısının üzerine de giydirilmişti. Aydınlar Sanasaryan Han’da işkence altında ifadeleri alınıyordu, korku toplumun üzerine ilmik ilmik işleniyordu.

 

Devrimci gençlerin ellerinde sadece birbiri ile dayanışmanın dışında seçenekleri yoktu. “ya hep beraber ya da…” cezaevleri, mahkemeler, savunmalar, banka soygunları, ODTÜ yurtları… Cezaevinden kaçışlar… Olayların içinde yer olanların hepsinin farkında olduğu bir sona doğru gidiş vardı, orantısız mücadelede en zayıf tarafı temsil ediliyorlardı…

 

Kızıldere, Ankara Ulucanlar, Diyarbakır…  

 

Devrimci gençlerin ölümü göğüslerken haykırdıkları sloganlar onların siyasi çizgisinin ana damarlarını ortaya koyar...

 

Kemalizm’de Kürt halkı yoktur, onlara hak verme gibi kaygı yoktur, Kürt halkının mücadelesi Kemalist düşünce yapıda bölücü faaliyettir ve nerede bir hak arama varsa hemen boğazlanması gerekendir...

 

Deniz Gezmiş ve arkadaşları Kürt halkının bağımsızlık mücadelesini savunur ve destekler...

 

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!

Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!

Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!

Kahrolsun emperyalizm!

Yaşasın işçiler, köylüler!”

 

Devrimci mücadelelerde kafa karışıklığı yaratmak isteyenler Denizlerin başlangıç noktasını alır ama gerçek siyasi çizgisinin izini silerler... Mahirler, Denizler, İbolar sistem ve rejim ile mücadele etti, temel siyasi çizgileri antiemperyalist olmaları onları enternasyonal yapar... Kürt halkının mücadelesini, tarihini çıktıkları o kısa ömürleri içinde çok kısa sürede öğrenmişler ve Kemalist devletin hışmına uğramışlar ve katledilmişlerdir...

 

Bu katliamda ulus devleti savunan her siyasi çizginin parmak izi vardır...

 

Onlar ulus devleti aşan işçi sınıfı devletini savunuyorlardı, bu da var olan rejimi tedirgin etmiş, henüz gençlik siyasi mücadelesinin başındayken ezilmesi ve yok edilmesine karar verilmiş ve katletmişlerdir...

 

İsmail Cem Özkan 

 

16 Şubat 2023 Perşembe

Hayaller zamanın olmadığı alanda yaşar mı?

Hayaller zamanın olmadığı alanda yaşar mı?

 

Yetiştirdiği kızının mürüvvetini görmek geleneksel kültürümüzde vardır. O mürüvvet günü, kızı için yaptıklarını sergilemek, onları sergilerken kızına yeni yaşamında yardım etmenin gururunu duyar analar... Eskiden düğünlerden hemen önce serilir, dosta düşman karşı sergiler serilir, komşular davet edilir ve o sergiye erkek tarafı da bohçası ile katılır ve düğün bu şekilde başlanırdı.

 

Bizim için "doğu" diye tabir ettiğimiz illerde bu geleneksel kültür yaşamaya devam eder. Gelinlik çağına gelene kadar biriktirilenler kimse elini dokunmasın diye "sandıklarda" kızı adına saklanırdı...

 

Sadece canlar yok olmadı, hayaller de...

 

Bir gece yarısı, sessizliğin hakim olduğu anda çeyizler, gün yüzüne çıkmadan beton altında kaldı, toza karıştı, ananın ve kızın hayallerde toz ile birlikte yok oldu gitti...

 

Öğrenilmiş cinayet...

  

Bu hayallerin beton tozuna karışmasına sebep olan şey; insanın doymaz, bitmez kazanma hırsı... Sonradan öğretilen ama öğretildiğini reddeden bir kültüre sahibiz, sanki doğuştan gelmiş gibidir kazanma hırsı, mal ve mülk biriktirme... Çünkü mal ve mülk sahibi olmak demek; rahat bir yaşam için olmazsa olmaz diye öğretilmiştir. Tüm savaşlar, tüm kan davaları bu malın paylaşımı için değil midir?

 

Liberalizm dalgası ile öğretinin yerini eğitim aldı. Eğitim araçlarından sürekli bize; "zengin ol, biat et, rahat et!" diye dikte edildi. Her eğitilen insan zengin olmak için en yakının üzerine basarak çıkmayı doğal olarak gördü. 

 

Kısa yoldan zengin olmak isteyenler, ülkemizde bina yaparak, mülke en ucuz şekilde müşterisini ulaştırılarak zengin olma hayaline kapıldı. 

 

Tüm Avrupa nüfusundan fazla müteahhit ülkemizde olması tesadüfi değildir. Az para ile en büyük kazanç yolu bina yapmaktan geçtiği eğitimi verildi bize, betona yatırım yapan kat be kat kazanıyor... 

 

Maliyeti düşürüp daha yüksek rakama gösterişli binalarını satmak!

 

Her yapılan beton binaya isimler verildi. İsmin arkasına residence takısı eklendi... Sitelere İngilizce bir kelime ekleyince, binaların görünen yerlerine giydirme yapılınca, ucuza üretilen maksimum kar ile satılması anlamına geldi...

 

Paraya para demeyenler, sürekli yeni projeler yapmaya girişti. 

 

Küçükten başlayanlar daha büyük daha büyük siteler yaparken, kazançlarına kazanç kattılar... Büyüdükçe daha ucuza nasıl fazla getirili olacağını buldular. Bir malı ne kadar çok alırsan o kadar ucuza alacağını keşfedenler, toptan büyük siparişler ile vazgeçilmez müşteri ya da alıcı olduklarını keşfettiler. Üretici kendisinden ne kadar çok mal alan olursa, ona o kadar fazla diğerler müşterilerine göre indirim yapıyordu. Bu da normal işlemeyen piyasada rekabetin dengesizliğini büyüttü, küçük üretici daha pahalıya mal ederken, büyükler aynı şeyi daha ucuza mal ediyordu. 

 

Üretilen bina aynı fiyata satıyorlardı, bu da büyüklerin daha da büyümesi anlamına geliyordu... 

 

Sürümden kazandılar. Daha az demir, daha fazla su, daha kalitesiz beton, istenilen ne varsa kağıt üzerinde nasıl yapılmış gibi gösterileceğini, rüşvetin kime verileceğini bildiler. 

 

Daha büyük işler yapanlar bürokrasinin dilini iyi çözdüler. "işini bilen bürokratlar" ile bu suçu tabana yaydılar. 

 

Hatta yaptıkları sitelerde o izin veren belediyenin başkanına bir daire hediye edildi... Hediyeler rüşvet sayılmadı, bakın bugüne kadar görev yapmış belediye başkanlarına; kaçı emlak zengini? Belediye başkanı, meclis üyesi olmanın ayrıcalığı kısa sürede keşfedildi, en büyük seçimlerde rekabet yerel seçimlerde olmaya başladı. Başkan ya da belediye meclisi üyesi olmak için seçimlere büyük paraların yatırılması anlamına geliyordu. Bir anlamda yatırılan paranın en kısa yolunun belediyeden geçtiğini ve kazanç anlamına geliyordu. 

 

Vatanı için değil, çıkarı için yatırım yapıyordu. Seçimler parası olanların yapacağı bir yarış alanı olmuştu. Parası olmayanın seçimlerde aday olması dahi düşünülemez, o yüzden aday belirleme sürecinde partiler adaylardan seçim için para ister olmuştu. Parasını yatıran aday olabiliyor ve partinin ya da siyasi hareketin adayı olarak görünür oluyordu. Binalar ile belediyelerin ilişkisi o kadar iç içe geçmişti ki, şehir planlaması diye bir kavramın yerini, uygun gördüğün yere bina yap, nasıl olsa izin alınır, alınamazsa eğer imar affı ile yatırılır cezası ve yasal hale getirilme süreci ile şehirler birer beton yığınına dönüştürüldü. Yolu olmayan ama binası olan semtler hızla çoğaldı. Bir ambulansın, itfaiye aracının girmeyeceği sokaklardan oluşan semtler şehirleri kuşattı, şehirde yaşayanlar nefes alamaz hale geldi... 

 

Kızının mürüvvetini görmek isteyen ana ve kızı aynı evde yaşarken bir gece yarısı toprağın sallanması sonucu beton üzerlerine yağdı, sonra kalitesiz kırık demirler çöktü üzerlerine... O an onlar için durdu; toz için zaman devam etti...

 

Bu düzenin, bu katliamın sorumlularını hepimiz biliyoruz, hepimiz liberalizm adı altına gelen küreselleşme açılımının bir sonucunu açıkça yaşadık... Katliam yaşandı, yaşanan katliama da "yüzyılın felaketi" ismini taktılar. Ya siteye residence dediniz ha yaşanan katliama yüzyılın felaketi ismini verin sonuç ortada, ölüler ve hayaller beton altında, üzerlerine beton tozu yağmaya devam ediyor...

 

İsmail Cem Özkan

 

13 Şubat 2023 Pazartesi

Acındırarak iktidar olmak…

Acındırarak iktidar olmak…

 

Ülkemizin tarihinde acındırmak, mazlum rolü oynamak, muhtaç olmak kavramlarını iç içe geçiren bir siyasi geleneğe sahiptir.

 

Osmanlı devletinin yükselme devrinin sonu; bir anlamda dış devletlere yönelik yağmalamanın, işgalin, ganimetin sonu anlamına gelir, fakat uzun süre köle kadın ve köle insan ticareti devam eder. Çöküş sürecinde ganimet ile devlet kasasını dolduramayanlar borç ile devletin kasasını doldurmayı seçti. Yağma kültürü dışa yönelik olmaktan çıktı, içe yönelik yağmaya dönüştü. Osmanlı devleti sona doğru giderken kuruluş politikasının tersini tercih etmek zorunda kalıyordu. Dışarıda mazlum, zavallı, hasta gibi gözükerek, borç almak için ihtiyaç sahibi olmanın yolunu vicdan sömürüsüne dayalı bir dış politika anlayışının inşaat sürecidir... Rekabet halinde ülkeler arasında oluşan boşluktan yararlanmıştır…

 

Çürüyen her yapı dışarıdan acınacak görüntü oluşturur.

 

Arabesk bizim siyasetimizin temelinde var, hiçbir şey yapamazsa kendi vücudunu jilet ile keser, akan kanı emer, oradan oluşan korku ile devletini besler, saltanatını korur… İç ayaklanmalar bahane edilerek, halkı sadece vergi, asker veren konumuna getirdi. Var olan askeri yapıları dağıttı, yeni askeri birlikler oluşturdu, sarayda darbe meşrulaştı, güçlü olan kullanacağı Osmanlı soyundan geleni tahta oturtuyor, devletin malını yağmalıyordu. Baba, oğlunu, oğul babayı yok etmek için çaba harcamasına gerek yoktu, devletin kasasını elinde tutmak isteyenler o işi yapıyorlardı. Entrika, ayak oyunu, rüşvet, elde ettiği gücü çevresi için kullananlar çürümeyi hızlandırıyordu.

 

Her şeyi bir sonu vardır, çürümenin de sonu olacaktı.  

 

Kapitülasyonların dayatması sonucunda borç veren güçlü emperyalist devletlerin liderleri tarafından Osmanlı devletine “hasta adam” teşhisi kondu.

 

Hasta adam isimlendirmesi yapıldıktan sonra Osmanlı devletini yönetenlerin önünde çok fazla seçenek kalmamıştı; borcu borç ile kapatmayı seçmek dışında başka alternatifleri yoktu. Devlet, çıkmaz bir sokağa tek yönlü yoldan girmişti. Osmanlı devletinin sonu artık güçlü devletlerin masasında planlar ve haritalar eşliğinde konuşulur olmuştur.

 

Zaman içinde alacaklılar Osmanlı gelirlerine el koyup, bir de onun ile ilgili Düyun-u Umumiye kurumu kurmuşlar. Bu suretle Osmanlı devletinin elinde ne var, ne yok denetleyecekler, denetleme ile kalmayacaklar yöneteceklerdi. Bu sayede bilgi emperyalist devletlerin elinde silaha dönüşecekti. Osmanlı devleti yönetenlerden daha fazla bilgi sahibi olanlar masa başında yaptıkları tasarımları hayata risksiz bir şekilde geçirebiliyorlardı.

 

Son darbe ne zaman ve nasıl vurulacağı soru olarak hep masada durdu.

 

Elbette ekonomik olarak çöken devletin sağlam bir tarafı olması beklenemezdi, çürüme kaçınılmazdı, çürüme devletin gücüne olan güveni de ortadan kaldırıyordu… Çürüme dağılma anlamına geliyordu, dağılma ise devletten alacakların çözmesi gereken büyük bir problem olmuştu. Borç veren bankerler, devletler bu borç batağına dönüşmüş devletten büyük kayıp vermeden, çatışmaya girmeden alacaklarını nasıl tahsil edeceklerdi? Soru basitti, cevabı ise devleti gençleştirmek! Hasta olan yaşlı devleti gençleştirmek, işlevsel hale getirmekti.

 

Osmanlı devleti nasıl gençleşecekti?

 

İnsan olsa nasıl olacağı bellidir, yaşlı ya da hasta olanın varisi bulunur, o varislerden alacaklar alınır, gerek icra yolu ile gerek karanlık yöntemler ile... Bankerler için önemli olan almaktır, yolunun pek önemi yoktur, ama devlet olunca?

 

Devlet olunca devlet yıkılacak ve o devletin mirasını savunan yeni devlet kurmak gerekliydi... Buna da emperyalist devletler yöneticileri tarafından “Avrupa’da Türk sorunu” adı verdiler.

 

Türk sorunu çözülecekti.

 

Yeni devlet elbette devletin içinden çıkacak ve devamı olacaktır, kısaca borçları reddetmeyecek bir devlet! Bu durumda elbette oluşacak devletin “tam bağımsız” olması düşünülemez, çünkü siyasi yaşamda öyle muhtaç olanı bağımsız yapacak yeni başlangıçlar olmaz. Her daim muhtaç olacak ama hasta olmaktan çıkmış borçlarını ödeyecek konumda olacak bir devlet!

 

Borç ödenmesi esastır, diğerleri teferruattır...

 

Birinci emperyalist devletler arasında paylaşım savaşı sonucunda ülkemizin siyasi rejimi değişti, adı değişti, bayrağı kurallara uygun daha biçimli oldu. Ve emperyalist devletlerin baskısı ile başkenti de değiştirildi... Bu kurulan yeni devlet eskisinin devamı, daha gençleşmiş, oluşan yeni dünyada yerini alabilecek, borçlarına sadık ama tam bağımsız olamayacak, ihtiyaç olduğunda kuzeyde var olan devletin karşısında duvar olacak…

 

Tam bağımsızlık ancak ekonomi ile olur, ekonomisi bağımlı olan ülkeler bağımsız siyasi tavır alamazlar, onlar dengeleri gözetmek ile mükelleftir...

 

Borç, yiğidin kamçısıdır ama devletin?

 

Gençleşen devlet biraz kendisini toparlanmaya ve bağımsız davranmak için adımlar attığında, kaçınılmazdır dışarıdan müdahale. Devleti idare edenler her zaman emperyalist devletlerin eline koz verir. Siyasi iktidar, ikinci dünya savaşında Nazi Almanya’sını desteklemesi ile emperyalist devletlerin eline güçlü bir koz geçti, çünkü Almanya macerası İngiliz ve Amerikan çıkarlarının Ortadoğu’da riske girmesi anlamına geliyordu... Çıkarlar her şeyin üstündedir, geleneksel dostluk sözleri sözde kalmaya mahkumdur.

 

Savaş sonrası Avrupa’yı hizaya getiren Amerika, uygulamaya koyduğu Marshall yardımı ülkemiz için de uygun görüldü ve yardım ile siyasilerin bilinçaltında yatan alışkanlıklar canlandırıldı. Borç ile gelen sıcak para, içte oluşan herhangi bir direniş bertaraf edilmesini kolay kıldı. Yatırım ile büyümek yerine ekonominin büyümesi politikanın merkezine kondu. Her köye bir “zengin” yaratma hayali, emek harcamadan zengin olmayı amaç kıldı. Yağma politikası ile yeni zenginler suni olarak yaratılıyordu.

 

İtibar için birçok şeyde tasarruf yapılır!

 

Dışarıdan gelen yardım ile birlikte yardım istediğinde yardım alacak, borç istediğinde borç alacak konuma gelmesinin önünde engellerinde kalkması anlamına geliyordu. Ülkemizin itibarı; alacağı borç ile ölçülür oldu, eğer borç alacak konumdaysak itibarlı ülkeydik!

 

Önemli olan itibar, itibardan taviz verilmemesi gereklidir.

 

Dışarıdan nasıl gelirse gelsin gelen paranın önündeki tüm engeller kalkacaktı, kalktı da... Her yardıma, her bağışa, her zor durumda uzatılan ele sarılmak siyasi bir geleneğin yeniden canlandırılması oldu...

 

Bizim ülkemizde yaşanan felaketlerden ders çıkarmadık, var olan çarpıklık hep devam etti. Çarpıklığı yok etmek için adım atmadık, çünkü muhtaç olmak yardımın gelmesi anlamına geliyordu... Gelen her sıcak para, içeride oluşmuş sorunların ertelenmesi veya üstünün örtülmesi anlamına geliyordu.

 

Gelen para geri çevrilmez, koşulsuz kabul ettiğimiz hep söyleriz ama koşullarını da yerine getirmeye çalışır gibi gözükürüz, ülkemizde nasıl olsa felaket eksik olmuyor, verilen tüm sözler bir felaket ile göz ardı edilir ve sıcak para girişi devam eder... Nasıl olsa dünya bize bakmak zorunda, çünkü biz itibarlı bir ülkeyiz. Stratejik konumumuz bize yardımı sonsuzlaştırıyor!

 

Sonuç olarak biz benzer felaketleri sürekli yaşayan, tarihin sürekli tekerrür ettiği bir ülke konumundan çıkamadık! Çünkü biz kendimize acınılacak şekilde bakıldığı sürece gurur duyan bir siyasi anlayışın içinde olduk. Bakın zenginlerimiz bile fakir gibi giyinir, çünkü fakir gözük ki, yardım eksik olmasın!

 

“Domuzdan bir kıl almayı” kar gören siyasi anlayış; muhtaç, halkın güvenliğini önemsemeyen, son dakikada Allah'ın takdiri ile zorluktan kurtulacağımız düşünür... “Su nasıl olsa yolunu bulacaktır”, o yüzden siyasetin suyuna göre git anlayışı hep var olmuştur...

 

Siyasetçi siyasetçinin kurdu değil, koruyucu meleğidir.

 

Bizim siyasetçilerimizin hepsi kurnaz, zekidir. Halkın iyiliği için halkın cebinden alır ve beka sorunu adı altında offshore hesaplarda çevresinin ve ailesinin geleceği ekonomik olarak garanti altına alınır. Eğer devletin malını yedikleri ortaya çıkarsa, bu durumda hemen “mazlum” rolüne bürünür. Her Türk siyasetçi bilir ki, rüşvetin, devleti hortumlamanın kaydı olmaz, davası da olursa kısa sürede kapatılır…

 

İsmail Cem Özkan

 

12 Şubat 2023 Pazar

Acımız hiç bitmeyecek gibi, katlanıyor zaman içinde

Acımız hiç bitmeyecek gibi, katlanıyor zaman içinde

 

Ankara garı katliamı olmuştu, o katliamda Antepli güzel dostlarım diğer diyarlardan gelenler ile birlikte ölmüştü. O Antepli dostlarım yaşadıkları yerde yapılan her mitinge, her protestoda benim yaptığım afişler ile katılır, sesime ses katarlardı. Onların ölümü beni karanlığa iteklemiş, günlerce yas tutmuştum. Bugün dahi o güzel dostlarımı düşünürüm, çünkü onları görmeden, yan yana gelmeden dostluk kurmuş, aynı güzel geleceği isteyenlerdik...

 

Bu dünyanın en güzel çocukları hayalleri ile birlikte öldürüldü, bize onların hayalleri miras kaldı.

 

Gar katliamından yıllar sonra başka bir katliam ile sarsıldık. Bu sefer İslami cihatçıların canlı bombası vurmadı ama cihatçıların desteklediği siyasi iradenin çıkardığı imar aflar ile oluşturulmuş olan çarpık yapılaşma ve şehirleşme ile yine yakınlarımı kaybettim... Adına “afet” diyorlar ama afet olarak bir türlü ne aklım ne de vicdanım kabul ediyor. Bir de ekranlara yansıyan spot başlıklarda “yüzyılın en büyük afeti!” . Ben ise afet görmüyorum, açıkça bir katliam görmekteyim.

 

Ha canlı bomba patlamış ha depremin o korkunç sesi ile çarpık binaların yıkılması…

 

Doğal ve beklen bir depremde her ölüm bir suistimal, göz yummanın, çarpıklığın eseri olduğunu insanlık tarihi bize anlatıyor.  Bu katliam ile o güzel insanlar ile kurmuş olduğum birliktelik ile biraz daha karanlığın içine düştüm... Yasım, sanırım bu sefer biraz daha uzun sürecek, çünkü toprağa düşen, beton altına kalan her canlı benim can yoldaşımdır...

 

Rakamlar!

 

Bültenlerde sürekli rakamlar açıklanıyor, şu kadar bina yıkıldı, şu kadar ölü bedenine ulaştık… Ölenlerin, yaralı olarak kurtulanların hepsi rakam oluyor ne yazık ki, çünkü günümüz rakamlar ile konuşmayı doğal hale getirmiş, her birimiz birer rakama dönüştük...

 

Rakamlar, kader ortaklığı gibi sunuluyor...

 

Deprem zamanında tek suçları o gece, o şehirde, o üretiminden çalınan evlerde yaşıyor olmaları.

 

Ölenlerin hepsi masum ama katili hepimiz biliyoruz…

 

Katil, Ankara Garı katliama göz yumanlardır. O katliama ortam hazırlayanlar, bu katliama da ortam hazırladılar, çünkü bilinen, beklenene karşı önlem almak yerine çarpıklık affedilmiş, aflar çıkarıldığı övünç ile siyasi şova dönüştürülmüştür. Mağdur olan müteahhitlerin çıkarı gözetilmiş, onların işledikleri suç, suç olmaktan alınan bir siyasi karar ile ortadan kaldırılmıştır.

 

Hiç bir katliam önlenemez değildir, kader hiç değildir.

 

Eğer siyasi irade istemiş olsaydı yaşadığımız bu felaket olarak sunulan katliam bu boyutta can almış olmayacaktı, çünkü ölenlerin çoğu betonlarından, demirinden, suyundan, temelinden çalınmış binalarda öldü... O beton binaları yapanlar arkalarında siyasi gücü görmeselerdi, bu kadar fütursuz ve hesapsız üretimden, emekten çalmaz, daha dikkatli olurlardı, ama günümüzde çalanlara gösterilen siyasi itibar, bu pervasızlığı ortaya çıkardı.

 

Küçük çıkar uğruna on binlerce insan öldürüldü...

 

Bankadaki rakamlarına rakam katmak isteyenler, şehirde yaşayanları rakama dönüştürüp öldürdüler, onların nefeslerinden, kanlarından para kazandılar...

 

Ankara Garı katliamı, yüzyılın felaketi adını verdikleri katliam ile devam ediyor...

 

Ölenlerin hepsi benim canım, hepsi benim nefesimdir…

 

Sabaha karşı nefesim durdu, şimdi onların sesine ses olmak, sessizce işlenen katliamı daha gür bağırmak için onların adına nefes alıyorum.

 

Haykırıyorum; bu katliam unutulmayacak, sorumlularından bir gün mutlaka hesap sorulacaktır... Yarına karşı umudumun var olmasının tek sebebi, ileride hesap sorulacak ortamın olmasının olasılığıdır…

 

İsmail Cem Özkan

 

10 Şubat 2023 Cuma

Felaket bekleniyordu, oldu.

Felaket bekleniyordu, oldu.

 

Felaketlerde ilk 24 saat içinde en fazla can göçük altından kurtulur. Günler geçerken felaketler ulusal kanallarda ekranlarda canlı yayınlanıyor, bu yayınlarda iktidarın ve muhalefetin siyasi mücadele alanına dönmüş durumda. İktidar her şeyi tek başına yapacağını göstermek isterken, muhalefette yaşanan sorunları ortaya çıkarmakta ve çözüm yollarını göstermektir.

 

Göçük altında yaşam beklentilerinin sona ereceği saatler azalırken "mucize kurtuluş" adı verilen kurtuluşlar gerçekleşiyor, çünkü ilk 24 saatte felaket alanında olması gereken ekipler yaşanan lojistik sorunlar yüzünden ancak son günler içinde alana gelmişler ve hiç ara vermeden işlerini “en iyi” şekilde yapıyorlar... Yaşanan “mucize” kurtuluşlar bu uzmanların işlerini iyi yaptığını göstermektedir.

 

Ülkemiz adı konulmamış İslami bakışın hakim olduğu ve “ılımlı İslam” rejimine uygun şekilde yıllardır yönetilmektedir. İktidar, hayata dini referansları merkeze alarak devlet yönetimi yeniden yorumlanmaktadır. Ülkemiz öznelinde liberalizm, 12 Eylül askeri rejimi altında ulus devleti anlayışını yıkarken yerine yeni devlet anlayışı oluşturmamıştır. Bu eksiklik küreselleşme politikaları karşısında halkın çıkarı ve birikimleri korunamamış, yaratılmış tüm direniş noktaları yıkılmıştır, bu sayede küresel sermayenin rahat hareket edeceği alanlar açılmıştır.

 

Sözde demokrasiden otokrasiye geçiş…

 

Yaşanan liberalizm ve küreselleşme sürecinde devlet, sermaye birikimi ve ulusal sermayesinin güvenli limanı olmaktan çıkmıştır. Ulusal sermaye dışarıdan gelen sermaye saldırısına karşı güvenli alanı kalmadığı için, küresel oluşan krizler ve onun oluşturmuş olduğu “tusinami” dalgası karşısında yerel sermayenin el değiştirmesi ve devletin alt yapısının tamamı ile küresel sermayenin ihtiyacına uygun düzenlenmesi sürecini yaşadık. Bu süreçte ulus devletin hakim olduğu anlayışın yerini, liderin hakim olduğu “otokrasi” rejimi boşluğu doldurmaya çalıştı.

 

Ülkemizde yaşananlar küresel siyasi/ ekonomik krizlerden bağımsız değildir. Kriz ortamında sermayenin ihtiyacına cevap verecek siyasi arayışlar hep söz konusu olmuştur. Küresel politikaya yön verenler ülkemizde “Ilımlı İslam” ancak tek adam rejimi altında uygulanacağına karar verilmesi ile birlikte Büyük Ortadoğu Projesinin “eş başkanı” sıfatı verilerek bir siyasi düzenleme yapılmıştır, ona bağlı olarak da sermaye içinde yeniden yapılanmaya gidilmiştir.

 

Ülkemiz, bizim tercihimiz gibi sunulmuş siyasi tercihi ile ulus devletin yerini ılımlı İslam anlayışının örgütlenmesi ve ulus devletinin yıkıntıları arasında yeni bir devlet anlayışının inşaatı sürecini yaşadı. Bu süreçte elbette ülkemiz birçok kırılma yaşamıştır, fakat en büyük kırılma ülkemizde gerçekleşen felaketler dönemlerinde olmuştur. Krizler ve felaketlere karşı alınan tavır ile ılımlı İslam’ın bakış açısı ve amacı çıplak olarak ortaya çıkmıştır.

 

Siyasi İslam bakış açısı, felaketler yaşanırken ölüm rakamının yükselmesinde büyük etkisi var, çünkü onlar “kader” olarak gördükleri bu felaketlerde can kaybından kendilerini “sorumlu” görmüyorlar.

 

Elbette sorumlu olmayanın önlem alması beklenemez, çünkü "Allah'ın takdiri";  yapılması gerekenin önünde en büyük engel olmuştur.

 

Dini bakış açısı ile devlet yönetilince: madenlerde, depremlerde, trafik kazalarında ve iş cinayetlerinde kayıp rakamı yüksek oluyor, çünkü İslamcılar her şeyi "kader ve fıtrat "olarak yorumladılar, önlem alınmaz düşüncesi içinde devleti yönettiler..

 

Yaşadığımız İslami iktidar döneminde kayıplar tesadüfen çok yüksek olmamıştır, çünkü olayların “fıtratlarında” vardır ve katlanılması gereklidir...

 

Örneğin, kadın cinayetlerinin önlenememesinin temelinde de bu kader ve geleneksel bakış açısı vardır, "erkek sever de öldürür de" anlayışı, dini cemaatler içinde çocuklar ve kadınlara yönelik cinsel saldırının temelinde de bu dini anlayış yatmaktadır... Dini kitaplarda olmayan ama gelenekler içinde var olan uygulamalar ile cinsel taciz, tecavüz gibi olaylar “normal” olarak algılanmış, onlara karşı yapılan tepkileri anlaşılır olmaktan çıkmıştır. Doğal olana tepkileri anlamak geleneksel İslam yorumu içinde anlaşılır olmadığı için, birbirine benzer olaylar ve tepkiler hep tekrar eder olmuştur, çünkü normal olanın düzeltilecek ve önlenecek tarafı yoktur.

 

Yaşadığımız “felaket”…

 

Felaket kavramı ortaya çıkınca, elbette Allah’ın takdiri kavramı da doğal olarak gelmektedir, çünkü Allah “alınyazımıza” bunu yazdığına göre, kaderimize boyun eğeceğiz ve yaşayacağız. Ölenler “takdir”in sual edilmeyecek sonuçtur, önlem almak, onun emrine karşı gelmektedir… Bize düşen onları cennete gidecek yolda kurallara uygun defnetmektir.

 

Dincilerin en iyi yaptığı iş cenaze törenleridir.  

 

İslam için felaket zamanında kadere boyun eğmek ve sonucuna katlanmak takdirdir, karşı gelmek demek kelama karşı gelmek gibi algılanır ve o yüzden bu zamanlarda modern bakış açısı dışında kalan geleneksel İslam’ı yaşayanlar tepkilerini dua ederek ve kutsallığa sahip çıkarak geçirirler…

 

Eğer erken müdahale edebilseydik kaybettiklerimizin bir bölümü aramızda neşeleri, hüzünleri ile olacaktı, fakat kurtaracak birikime sahip olmamıza rağmen kayıplarımızı sorgulamıyoruz, çünkü yaşadığımız an sorgulama değil, var olanları kurtarmaktır…

 

Ya yüzleş ya da unut!

 

Zaman geçecek ve yaşadığımız felaketi ya unutacağız ya da felakete sebep olan eksiklikleri sorgulayacağız ve çözüm yollarını kurumsallaştıracağız.

 

Ülkemiz sık sık “yüzyılın” büyük felaketleri ile yüz yüze kalıyor. Bizler tarihimizden biliyoruz ki, yaşadıklarımızdan ders çıkarmayan ve bir şey olmamış gibi yaşayan bir kaderine inanan bir toplumuz. Son yaşadığımız “yüzyılın en büyük” felaketinden de ders çıkarmayacağız, hep muhtaç, hep aciz, hep ağlayan toplum olmaya devam edeceğiz gibi…

 

Anlık seviniyoruz, kısa sürede unutuyoruz.

 

Mucize kurtulmalarına seviniyoruz, eğer daha önce gelmiş olsalar da göçük altında cansız kalanların kaçı kurtulacaktı?

 

Ölenlerin katili ne yazık ki birinci derecede deprem gibi gösterilse de aslında felaket sonrası organize olmamış kurtarma çalışmasıdır…

 

Bunun hesabı ne yazık ki bu sistem ve toplum içinde sorulmaz...

 

Böyle gelmiş, hep böyle mi gidecek?

 

1999 gölcük depreminden bugüne ne öğrendik?

 

Yeni felaketler bekleniyor, beklenen bir gün olacak…

 

İsmail Cem Özkan