Galata Gazete


30 Kasım 2016 Çarşamba

Yüreğim yangın yeri olmuşsa her yer yangındır!

Yüreğim yangın yeri olmuşsa her yer yangındır!

Ateşi çaldı Prometheus, çaldığında belki farkında değildi bu kadar önemli bir aracın ne işe yaradığını. Belki kızdırmak istedi, onlara bir ders vermek istedi ama çalmıştı bir kere ve çaldığını da bir şekilde değerlendirmek zorundaydı. Bizlere verdi, bizler o ana kadar dünyanın hakimi değildik, sunaklar sunar ve başımıza geleceklerden korunmak için dua ederdik. Dua ile her şeyin düzeleceğiniz sandığımız çağdan ateş ile çıktık. Ateşi kontrol eden, teknolojiyi de kontrol edecek ve geliştirecekti. Ateş ile ürettik teknolojiyi, ürettikçe doğa ve tanrılara karşı yaptığımız savaşta önemli adımlar attık. Onları yeneceğiz diye yola çıktık, onlar bizi yine teslim aldı, çünkü ateşi veren bize hırs da vermişti. Ateş ve hırs bir birine tetikleyen harlayandır ama aynı zamanda söndüren ve yok edende!

Ateşi insan kontrol altına almıştı ama insanın hırsına gem vurulamadı. Daha fazla isteyen insan daha fazla sömürmek için sistemler uydurdu, en sonunda küçük bir azınlık dünyaya hükmeder oldu. Tarihin son döneminde sermaye biriktirmek için uydurulan ulus artık ayak bağı oluyordu ve ulus devleti ortadan kaldıracak olan liberal politika uygulamaya sokulmuştu. Firmalar kendi çıkarları için dünyayı ateş topuna çevirdi. Ateş birilerine para getirirken birilerin de canları toprağa düşüyordu. Ölüm ve kan ateşin ayrılmaz ikizi gibi olmuştu. Tarih bizlere ölümün olduğu yerde birilerin çıkarlarının çatıştığını anlatır. Uzun uzadıya yazmadan geçiyorum ama tarih her birini tek tek not etmiş ama biz insanlardan o notlar uzak tutuluyordu. Öğretimin yerini alan eğitim ile insanlar daha da tüketir oldu, tüketirken de düşman olarak bildiği ürünleri almayarak haksız bir piyasa oluşumuna katkı sunmuş oluyordu. Piyasa etnik pazarlar içinde parçalanmış ama parçalanmış göreceliydi, çünkü aynı firmanın malını düşman kardeşler farklı markalar adı altında tüketiyordu. Tüketim bakiydi, çünkü sistem tüketim üzerine kurulmuştu… Markalar uydurulmuş ve marka size çok şey söylediği inandırılıyordu.

Ülkemiz etnik pazarın olduğu piyasalardan bir tanesidir. Bu ülkede de markalar tüketilir ve yeni marka diye üretilenler aslında montaj sanayinin uydurmuş olduğu markalardı, orijinal markanın üzerine kendi markasını basıyor ve ulusal sermaye birikimi o şekilde sağlanıyordu. Sermaye birikimi hırsızlık demektir... Birinden çalmadan alın teri ile sermaye birikimi olmaz.

Ölümler ülkemizin kaderidir diye imaj çalışması yapılıyor ama gerçekte kader yoktu…

Ülkemiz ne zaman ekonomik kriz girdabına girse ölümler ile bu girdaptan çıkmaya çalışılır, çünkü gündem değişikliği zamana yaymak anlamındadır… Zamana yayılan sorun belki kendiliğinden çözülür ya da o sırada başka yerden alınan borç ile sorun geçici olarak çözülmüş gibi yapılır, aslında sorun ötelenirdi…

Gülsuyu, yanmış insan kokusunu yok eder mi?

Sivas’tan sonra birçok yangına ev sahipliği yaptı ülkemiz en son olarak Adana Aladağ’da bir öğrenci yurdu gece yarısı yandı, içinde yurtta kalan kız çocukları ile birlikte. Yangın felaketti, cinayetti, katliamdı, çünkü göz göre göre gelen felaketin sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

2008'de Konya'da bir erkek öğrenci yurdu çöktü. Yazdı erkekler yoktu, kızlara kuran kursu eğitimi veriliyordu. 18 kız öğrenci öldü. Tarikatlardan Konya’daki katliamın hesabını sormuş olsalardı Aladağ’da ki olay yaşanmazdı... “Tarikatların yurtlarını kapatın!” diye o zaman da haykırılmıştı, hesap sormak yerine sorun zamana yayılmış, açılan davada tutuksuz sanıklar yargılanıyordu!

Kefen bezi cansız bedenleri örttüğü gibi gerçekleri de örtecek mi?

Kefen bezine dayalı siyaset ne yazık ki çok uzun zamandır ülkemizde yapılıyor, dökülen kandan besleniyor siyaset... Ölüm kutsanırken, cinayetlerin/katliamların üstleri teker teker örtülüyor…

Durdurun bu katliamları ve cinayetleri!

Yandaş olunca idare edin dediler, düşman gördüklerinin çocuklarını bile ellerinden aldılar... Olamadı eşlerini rehin tuttular... Katliamlar, cinayetler, tecavüz vb olumsuz ne varsa onlar da her daim idare edilen yerden gelmeye devam ediyor... Gözler kör, kulalar sağır yeter ki gül suyu koksun idare edilen yerler...

Kızların yandığını gören kuşlar ağlamış, yüreğine nasır bağlatanlar bir ağlamadı, onlar bu katliamın üstünü örtmek ile uğraşıyorlar... Örtmeyin katliamların üstünü, daha acısı geliyor gün be gün...

Her şeye yasak getirdiler ama bir öldürme hürriyetine yasak getirmediler...

Bir katliam ve cinayet işlendiğinde hemen yasaklar gündeme gelir. Mahkeme vermezse yasağı radyo TV üst kurulu verir.

Anaların kucağından kız çocuklarını aldılar, külleri şimdi her yerde...

Bir sabah uyandığımda her yer yangın yeri gibi karanlık ve yanmış insan kokuyordu...

Analar dua ediyordu, yürek yangını içinde sevdiğinin sesini duymak için… yangın sönsün diyorlardı haber olanlar… Ne yazık ki dualar yangını söndürmedi...

Yangın yerinde soğutma yapıyorlar ya yüreğim?! Orada soğutmayı sanırım TV programlarına katılan yorumcular yapıyor? Yok efendim kadermiş... Ne kaderi cinayet! Hiç bir cümle yüreğimde ki ateşi söndüremez, Sivas sönmedi, Aladağ mı sönecek?

Şehirlerin üzerine ya yanmış insanın külü ya da canlı bombadan kopan insan parçası düşüyor...

Gökten insan külü yağarken birileri gider bir yerlerde köprü ya da yol açar, birileri de selfi çektirir gülerek...

Bir öğrenci yurdunda cinayet işlendi ve bu cinayet önlenebilirdi, eğer denetim denen şey olmuş olsaydı... Denetimi yapmayan ve çocukları tarikat yurduna mahkum eden devlet suçludur...

Gece karanlığını kızların yanmış kokuları sardı, ülkede tuz da koktu... Ülke yanmış insana döndü.

Karanlıkta uyandık! Karanlığı aydınlığa çeviren insandır, çünkü elinde Prometheus’tan aldığı ateş vardır… Ateşi amacına göre kullanır insan, bazıları ateşi bir bidon ile taşır, bazıları teknoloji gelişiminde kullanır…

Bizim ülkemizin kaderinde bidon ile taşımak düşmüş…

Sivas’tan bu güne ve gökten üzerimize insan külü yağıyor...


İsmail Cem Özkan 

24 Kasım 2016 Perşembe

DayanışMA!

DayanışMA!

Olaylar bizim beklentilerimiz yönünde gelişmiyor, o yüzden yorum yaparken yanılma payımızın yüksek olduğunu bilerek yapıyorum ve genelde çok yanılıyorum... Her ne kadar ki okuduğumuz dergilerin yazarları yanıldıklarını kabul etmeseler de yanılıyoruz, önsezilerimiz güçlü değil, çünkü bize bilgi aktaranların bilgi havuzundan aktarılan bilgiler ile besleniyoruz. Kendimize ait, gerçeklerin süzülmeden, otosansüre uğramadan ve de devletin haber kanallarının sansüründen geçmeyen haber ne yazık ki önümüze düşmüyor, medya işverenlerin elinde yalan makinesine ve tüketiciliği öven bir konuma dönüştü.

Konulara hakim olanlar bizim ile alay ediyorlar, verdikleri ön ipuçları genelde yalan ve yaratılmış gerçekler üzerinedir. Bizde o ipuçlarına göre yaparken hata payımız çok yüksek oluyor... Eğer sol kültürden gelenlerin çatışma içinde oldukları kurumlar içinden gerçek ve doğru bilgi akışını sağlayabilmiş olsalardı, (popüler gazetelerden alınan bilgiler ile tarih yazmış olmasalardı) bugün çok farklı notada olabilirdik... Yanlış bilgilerin üzerine doğru teoriler oturmuyor... Sürekli beklentilerimizin dışında bir noktaya düşüyoruz ve o da ister istemez küskünlük ve toplum dışına itekleyen bir yalnızlaşma yaratıyor...

Ülkemizde ilişkiler bilgiden daha çok tanıdıkların bilgisi ve duygusal tepkiler üzerine oturuyor... O yüzden hangi işe el atarsak atalım başarı şansımız az oluyor… Kısaca bilgiye gerçek anlamda sahip olamayanlar ne yaparlarsa yapsınlar savaştıkları kesim ile uzlaşmak zorunda kalıyorlar…

Dayanışma sürekli vurgulanıyor, çünkü birey olarak yalnız ve zayıfız. Dayanışmayı bir güç haline dönüştüremediğimiz sürece de her zaman savunmada ve ancak günü kurdurtmakta kullanıyoruz, yarın belirsizliğini korumaya devam ediyor...

Dayanışma karşılıklı olur ama ülkemizde dayanışma dilenci gibi el açmak anlamında kullanılır oldu... Tek yönlü istemler bazen bir yemek ile bazen bir şölende açılan kutu şeklindedir...

Parası olanın siyaset yaptığı anlayış modern kapitalizmin işlevselliğini anahtarı oluyor. Sermaye sahipleri eskisi gibi siyaset arenasında aracı kullanma yerine bizzat bu işten zevk alan birer politikacıya dönüştü. İhaleler için lobi artık ceo’lar eskisi gibi işlevleri olmayacak!

Bazı solcuları yalancılığı ile dünya markası olan bir TV kanalının Türkiye şubesine etik olun demiş.. Açık mektup yazmak ile güya onları teşhir ediyor... Orada çalışanlar zaten etik hiç bir kurala (patronun belirledikleri dışında) tabi değil, patron ne derse onu der, onu ekrana taşır. Her şeyin üstünde patronun çıkarıdır... Hala bu gerçeği görmeyenler birilerine etik diye laf yetiştirmeye çalışıyor...

“Basın/medya özgürlüğü benim özgürlüğümün başladığı yerde biter” demiş biri... Kısaca “beni övenlerin gazetecilik yapma hakkı vardır, gör dediğimi gören, konuş dediğimde konuşan, savun dediğimde savunan, PR çalışması yap dediğimde PR yapan basın özgürdür!” bu anlayış sermaye adına politika yapanların ellerinde toplum üzerinde balyoza dönüşmektedir. Toplum gün be gün gerilmekte ve gerilim siyaseti ile iktidar koltuğunda oturma süresini uzatmak için bir baskı aracı olarak medyayı yine kendisine bağlı sermaye ile kullanmaktadır. Kendisine bağlı olmayan ve tüm ticari ileri devlet ile olanların eline de başka şans tanımamaktadır. Daha fazla siyasi güç daha fazla ekonomik güçtür, çünkü devletin kurgusu sermaye için yapılmıştır ve devletin varlık sebebi ulusal sınırlar içinde sermaye birikimini yapmaktır, fakat bu sermaye birikimi haksız ve orantısız güç ile toplum üzerinde yıllardır homojenlik adı altında baskıya dönüşmüş ve toplum değiştirilmiştir. Üretimden daha çok tüketen, tüketimi de borç ile yapan bir anlayış olan liberal ekonominin iktidar koltuğuna oturmasını doğurmuştur. Liberal ekonomiyi doğuran sermaye için devlet anlayışı olan ulus devleti anlayışıdır.

Kar için şirketlerin işlediği suçlar diğer suçlardan daha ağırdır ama kimse bu suçlara karşı bir şey yapmaz aksine teşvik eder.

Sokakta her yürüyen sokakların kendisinin olduğunu düşünür ama sokakta yürümek ile sokaklara hakim olmak olmadığını ilk çıkmaz sokağa girdiğinde anlaşılır... Sokaklarda her kişi yürür, yürümek ayrı şeydir kontrol etmek ayrı... Bugün İstiklal caddesinde her görüş yürüyüş yapar, görüşünü avazı çıktığınca açıklar ama oranın sahibi ne yazık ki TOMA’lar ve onların yanında konuşlanmışlardır... Sokakları kontrol eden kimse o sahiptir... Tüm sokaklar ve caddeler, meydanlar halkın olmasını gerçekten arzularım, çünkü eskiden mahalle kültürü içinden gerçekten oranın sahipleri orada yaşayanlardı. Dayanışma sokaklara gerçekten hakim olan halkın arasında imece usulü şeklinde yaşardı, bugün ne sokak ne de imece kaldı, dayanışma kelimesi artık sadece propaganda amaçlı kullanılan bir konuma dönüştürüldü. Bazı vakıflar dayanışma adı altında kendisine bağlı dilenci bir zümre yarattı, yardım konvoyunun arkasından dilenci dile ile konuşanlar koşturmaya devam ederken, birkaç tatlı yiyecek, birkaç kömüre iktidarı belirleyen seçmen oldular. Dayanışma yok oldu, yerini dayanışma görüntüsü altında siyasi çıkarlara hizmet eden dayanma aldı…


İsmail Cem Özkan 

18 Kasım 2016 Cuma

Cephe gerisi!

Cephe gerisi!

Tarihin karanlık dehlizlerinden bize birçok öykü sesini duyurmaya çalışır ama kulaklarımız kapalı, gözlerimiz görmezdir, çünkü çıkarlarımız belirler kulaklarımızı ve gözlerimizin açıklığını. Zamanı gelince deriz hepsini duyar, görürüz ve gerçeği olduğu gibi kabul ederiz, zamanı gelmeyen şeye her yer kapalıdır. Hayat bize zaten otosansür ile yaşamayı öğretmiştir, der ki atalarımız “erken öten horoz…” horoz erken ötmemesi gerektiğini canı ile ödemiştir.

Tarihimizin yakını uzağı fark etmez, her döneminde bize kapalı birçok gizli olay vardır. Resmi tarihçiler onları görmeyelim diye önlerine üst üste yığmış birçok öyküyü, geç geçebilirsen o öykülerin arasından bize saklananı görelim… Saklanan bir şey ne kadar önüne engelle konulsa da kapıları kilitlense de bir olay olur ve önde birikenler bir bir çekilir ve birden önümüzde buluruz; araştırmadan, soruşturmadan. Tarihin kırılma noktalarıdır işte önümüze düşen gerçekler ve bilmediğimiz öyküler.

Yaşadığımız zaman dilimi sistemde bir kırılmayı işaret ediyor, kırılma elbette sadece bize özgü değil, dünya eksenleri yer yerinden oynatacak büyüklükte sanki bir deprem olmuş, arkasından gelen tusinami. Her yerde bir alırım verilmiş, ulus devlet tarihteki yerini alıyor, kayıyor her şey. Ulus devletin tüm birikimleri ve devlet tanımı yok olurken, onun yerini liberal ekonominin ürünü olan deregülasyon adı verilen bir uygulama almış. Peki, nedir deregülasyon? Deregülasyon... "az devlet iyi devlettir" demekmiş… Devletin geleneksel rolünün en düşük seviyeye indirilmesi, devletin yaptığı işleri şirketlerin yapması anlamında kullanılırmış... Kısaca devletin eski işlevini özel firmalar yapması… Sağlık, eğitim, güvenlik, ulaşım… Kamu yararına en üst standardın yerini daha fazla kar ve daha fazla şirketlerin kazanması aldı. Daha fazla kar için şirketlerin yöneticileri “sadık paralı asker” konumuna geldiler. Bu hırslı yöneticilerin hakim olduğu şirketler daha fazla kar elde etmek için her türlü yolu denemekten bir sakınca görmediler. Yaşadığımız zaman dilimi işte bu hırslı insanların yenidünya düzeni içinde hareket edebilecekleri yeni hukuk kurallarının ulus devleti enkazı üzerine kurma sürecidir.

Bu süreçte ulus devletin ulus yaratma sürecinde işledikleri suçlar da teker teker gözlerimizin önüne serilmeye başladı, çünkü yıkılan şeyi savunmasını çökertilmesi gerekliydi… Geçmiş ile hesaplaşma yerini geçmişi dikizleme süreci diyebileceğim bir aşamadayız… Hesaplaşmak demek o ortamı yaratan sistem ile de hesaplaşmak anlamına gelir… Sistemin efendileri buna izin veremezdi, göreceli özgürlük içinde ulus devlet yıkılana kadar dikizleyin geçmişi dediler. Gündeme getirin ama hesap sormayın!

Cephe gerisi dediler, dünyadan haberi olmayan bir köyde yaşayan Ermeniyi geldiler, aldılar, askerler arasında yola çıkardılar… Sabahın ayazında yola çıkartanlar ancak taşıyabilecekleri kadar eşyalarını yanlarına almalarına izin verdiler. Onlar artık yaşadıkları topraklardan, köklerinden koparılan birer çınardılar. Çevrelerinde onları yağmalamayı bekleyen gözleri aç, zenginliklerini kıskananlar vardı.  Fırsat kollarlar… Askerler ülkenin geleceği için erkek çocukların bir bölümünü asker ocağı için devşirmeye almışlar, kız çocuklarını ise gelin diye evlerinde alıkoymuşlar. Sabahın ayazında yollara çıkarılan kafiledeki insanların yıllarca biriktirdikleri ne varsa, göz nuru taş işçiliği evleri artık boştu, atalarının mezarlarını bir daha görmeyecekleri diyarlara gitmek için bir kararname ile yola çıkarıldılar... Cephe gerisi dediler, cephede ki oğlunu Çanakkale’den alıp Suriye çöllerine getirdiler... Ermeni acıyı yaşadı, yıllar geçti, unutuldu dendi, toprağı eştiler Ermeni’nin taş işçiliği evleri çıktı yeryüzüne... Mezarları hala define avcıları tarafından eşilir... Onların gölgesi kaldı şehirlerin sokaklarında, sarayların taş işçiliğinde emekleri. Hala anılır mimarlar, hala söz söylenir ustalardan söz açılınca...

Yıllar geldi geçti, ulus devlet kuruldu, cumhuriyet ilan edildi, sürülenler sürüldükleri yerde kaldı, sınır içinde kalanların önemli bir bölümü kimliğini sakladı. Unutuldu dendiğinde bir ülkenin meclisinde unutulamadığı ilan edildi. Unutulmayanın üzerine ulus devlet kendi hikayesini serdi gerçekliğin önüne, saklamak istediler, eğittiler çocukları ama devlet yeniden biçimlenirken, dünya yeniden şekil alırken kaçınılmaz olarak karşılaştırmalı tarih gözler önüne serildi. Saklanan ve yok sayılanlar artık bizim realitemizdi. Kabul ettik ama gerek olduğunda yok sayacağımız bir realite! Dikizlenen gerçeklik ancak bu kadar izin verir.

Şimdi başka bir savaş kapımızı çalıyor, Ermenilerin yerini başka bir halk almış, sorun olarak mecliste durur. Meclis dışında Dolmabahçe Sarayı’nda kurulan ‘mutabakat’ masası devrilir. Ülkede bir halk başka savaşın cephe gerisi olur. ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ diyenler geçmişten ders almak yerine daha fazla baskı ile toprağa dökülen kan ile sorunların yok olacağını düşünür. Çünkü tarihi güçlü olanlar yazar ve onların doğruları ve gerçekleri ‘evrensel gerçek’ olarak kabul görür gerçeği bilinçaltında yatar. Fakat dünyanın kırılma noktasında bu öngörünün ne kadar doğru olduğunu ya da olmadığını yaşanan süreçte görmekteyiz. Esas doğru ulus devleti içinde astığı astık, kestiği kestik olanların evrensel çıkarlar içinde o kadar önemli olmadığını çıkar çatışmasında görmekteyiz.

‘Bir daha asla’ demek için Ermeni tehciri ile yüzleşmek gerekliydi ama yüzleşilemediği için yeniden başka bir olası tehcir ile yüz yüzeyiz...  ‘Hendek’ diyerek yok edilen ilçeler, kasabalar, mahalleler…

Ülkemizde örneğin Lice yokmuş gibi yaklaşılıyor, ABD’nin görmediğini neden bizler de görmemezlikten geliyoruz? Lice ile Halep arasında yıkıntı anlamında ne fark var? Lice’de devlet hastanesi, okul, cami yıkılmadı mı, bombalanmadı mı? Lice’de çarşısı yok edilmedi mi?

Liceliler kaçtıkları yerlere döndüler; ne sokakları vardı ne de evleri... Bütün anıları, birikimleri, geçmişleri ile birlikte gelecekleri yok olmuştu... Lice bu ülkenin içinde görünmeyen yerde değil, gözümüzün önünde ve Lice yok! Çünkü “hendek” dediler yıktılar, “hendek” dediler bodrum katta mahsur kalanların hiç biri gökyüzünü görmeden toprağa düştüler. “Hendek” dediler sokaklar yok oldu... Lice, Halep mi? orada yaşananları ABD görmedi, anlaşılır çıkarına uygun gelmiyor, peki senin ne çıkarın var da görmüyorsun?

Sadece Lice değil elbette her birinin fotoğrafı bir şekilde gözlerimizin içine sokuldu. Yaşadıkları kasabaya atom bombası düşmüşe dönmüşlerin dönüşleri yok olan çocukluklarıdır...

Bir daha asla, bir daha yaşanmasın ülke içi mültecilik... Yaşanmasın ölümler... Yaşanmasın ata toprağından koparmalar...

İnsan odaklı bakalım olaylara, çünkü acının ulusu olmaz…

Bugün acı duymadan ekranlar aracılığı ile birçok şeyi görüyoruz ama idrak edemiyoruz, çünkü her biri sanki sanal gerçeklik gibi... Yaşananlar ne yazık ki ne sanal ne de yaratılmış gerçeklerdir... Ne olursa olsun insanlar yaşadıkları yerde mülteci olmasın…


İsmail Cem Özkan

8 Kasım 2016 Salı

Kendiliğinden hiçbir şey olmuyor, irade gerek!

Kendiliğinden hiçbir şey olmuyor, irade gerek!

Kadere inananlar, fallardan başlarını kaldırmazlar ve beklentileri hep yüksektir. Üç vakte kadar bütün sorunları düzelecektir. Yaşam bize fısıldar, bekleme; ne Godot gelecek ne de senin beklentin. Fallar ile olmuş olsaydı hayat daha farklı akardı, savaşlar olmazdı. Kadere inanan krallar ve padişahlar ülkelerinin her savaşta yenildiğini görünce falcısını astırır. Sorun falcıyı astırmak değil, sorun hayata nereden baktığınız ile ilgilidir, çünkü baktığınız yere göre sorunlar ve çözümler de değişir.

Tarihin dehlizlerinde dolandığımızda birçok toplumsal olay kendiliğinden başlamış gibi gözükür, fakat o kendiliğinden denen olayın tetikleyicisi mutlaka baskı yapan idaredir. Kendisini yenilmez gören erk sahipleri her türlü baskı ile her şeyi elde edeceğini düşünür, o güç karşısında mutlaka bir yerde direnç olacaktır, çünkü baskı direnç ile karşılaşmazsa baskı değildir…

Toplum değişik katmanlardan oluşur ve erk gücüne karşı her daim direnç gösterecek yapılar mevcut olur. O yüzden iradesiz girişilen erke karşı mücadeleler genelde yenilgi ile sonuçlanmıştır ve tarihin karanlık dehlizlerinde onlara rastlarsanız dahi görmezsiniz, çünkü onları yok sayan erk yönünde kalem oynatmış tarihçilerin kayıtları ile karşılaşırsınız. O kayıtlarda ki yandaş cümleleri ortadan kaldırın, yenilginin temelinde irade eksiliği ve o irade eksikliğine dayanan örgütlenememek görülür.

Örgütlenemeyenler geleceği kuramazlar...

Yeteri kadar örgütlenemeyen her katman bir şekilde yenilir ama erk gücünü de sarsmadan duramaz. Fakat yakın tarihimiz içinde de gördüğümüz gibi kendiliğinden gelişen hareketler kendiliğinden dağılır ve kimsenin haberi dahi olmaz... Eğer dağılmanın daha fazla baskı geleceğine inanıyorsanız, iradeyi ele alıp ona göre örgütlenmek kaçınılmazdır ama bu biline biline hala kendiliğinden hareketlerden beklenti içinde olmak, bile bile yenilgiyi kabul etmek demektir.

Kendiliğinden gözüken toplumsal olaylar da bir iradenin sonucunda ortaya çıkmıştır. İrade olmadan siyasal yaşamda söz söylemek hayalidir... Söz söylersiniz ama etkisi olmaz... İrade ve onun yaratmış olduğu atmosfer etkisini artırdığı sürece ihtiyaç gibi gözükmeyen örgütlenmeler bile ihtiyaç olur ve hayatın dayatması ile gerçekleşir. “Üreten biz yöneten biz olacağız” sloganı binlerce yıllık bir birikimin sonucunda bir iradenin etkisi ile yeninden dillendirilmiştir.

Her toplumsal grubun doğruları vardır, belki de doğrunun bir parçasını dillendiriyorlar önemli olan o doğruların (parçaların) yan yana gelip gerçek (bütün) doğruyu oluşturmaları, gerçek olan ise topluma önderlik eder. Ancak bu da inisiyatif almak ve zamanında müdahil olmaktan geçer. Zamanında yapılmayan etki gelecek için bir şey ifade etmez, sadece doğruyu söylemiş, tespit etmiştik diye övünç kaynağı olur ama hayatta karşılığı olmadığı için söylediğiniz sözün de değeri yoktur... İleriye bazıların hafızasında bir söz olarak kalır ve zaman içinde oda silinir gider.

Siyasi irade olmadan yan yana gelmeler sadece boşa zamanın harcanmasından başka şey değildir... Var olan güven ortamını da yok eder, güven sağlamayan irade ise sadece küçük bir çevre ile hayata müdahil olduğunu düşünür...

"Biat et rahat et döneminde" biat etmeyenlerin üzerine gönderilen canlı bombalar, polisler ve özel güvenlikçiler... Her yerde güvenlik, her yerde sıkı denetim ve hep birileri bizim ‘iyiliğimizi’ düşünüyor... Bizim iyiliğimizi düşünene diktatör denir, çünkü bize rağmen bizim için bir şey yapanlar bizim daha fazla biat etmemizi ve ona göre kapı kulluğu görevini yerine getirmemizi bekler. Ülkemizde gelişmelere bakarak dışarından birileri bu iyiliksevere ‘diktatör’ demiş ama devletler nezdinde bir devlet öteki devletin liderine diktatör diyorsa pazarlık yapıyor demektir... Pazarlıklar kapalı kapılar arkasında olur ve çıkarlar çatışır, bazı imtiyaz alanlar diktatör dediğine zamanın gelince elini sıkacak ve ülke içinde yaşanan bazı zorbalıklar görülmeyecektir. 

Devletler hukukunda çıkarlara ters gelen yerde doğrular konuşulur...

Bazı mağduriyetler, zamanında zalimin yanında kalanları ve onlara destek verenler için kendisini aklama için fırsattır. Geçmişin üzerine sünger çekmek isteyenler hemen bir mağduriyet arar ve orada kendisini gösterir... Halkımız da ‘aptaldır’ nasıl olsa “geçmiş geçmişte kaldı önemli olan bugündür” der ve yanında olana dört elle sarılır! Nede olsa atalarımız demiş “denize düşen yılana sarılır” …

Köprüyü geçene kadar sesler kısılır, gözler güvensizliği işaret eder.

Yaşananları hep içselleştirip, sessizlik içinde karşılarsan ve geçmişin hesabını yapmazsan yaşadıklarından daha kötüsünü yaşayabileceğin zaman karşına gelebilir. Geçmiş muhasebesi ile anlamlıdır.

Hesap sormazsan tarih gelip senin adına hesap sormaz. Tarih ileri ki kuşaklara sorunu taşır, o kuşaklarda sormaz ise mağduriyet unutulur gider...

İsmail Cem Özkan


2 Kasım 2016 Çarşamba

Gericileşerek ileri savunulamaz!

Gericileşerek ileri savunulamaz!

Size bir öykü anlatılır, inanırsınız ama ya doğru değilse? Yaşadıklarımız hepsi bir projenin ürünü ve bizler hepimiz birer kobaysak?! Bütün bunlar ya gerçekse! İnanırsınız ya da ret edersiniz ne fark eder ki, yaşamamız gerekeni hep birlikte yaşayacağız.

Yüksek yerlere çıkıp sınır komşumuzdaki savaşı izliyorduk, uzakta olanlar ekranlarından izlediler, şimdi korkudan sokağa çıkmayasınız diye sürekli korkunç senaryolar anlatılıyor, ülkende yaşayan yabancı ülkelerin insanı ülkeni terk ediyor... Duraklarda ellerinde ağır silahlı birileri bekliyor, sırt çantanız aranıyor...

Yaşadıklarınız ya doğru şeylerse, anlatılanların hepsi zırvaysa...

Kaos ortamlarında krizi yönetme becerisi olmayanlar var olana dört el ile sarılır ve sanki değişim kendi sonunu getirecekmiş gibi bağnazca geçmişe tutunur. Geçmiş büyür, büyültür ve destanlaştırılır. Destanlaştırılan olgunun içinde ise gerçekler küçük bir parça olarak göz kırpar bizlere. Zamanın sürekli ilerlediği zaman diliminde zamanı durdurmak ve o duran zamanı savunmak gericiliktir, her ne kadar geçmişte ilerici misyonu elinde bulundurmuş olsa da. Var olanı savunmaktan vazgeçin, çünkü sadece çöküşü savunmuş olursunuz, var olan kazanımlarımızı koruyalım derken her şeyinizi kaybedersiniz... Bugüne kadar bu savunma ve var olanı koruma güdüsü ile yapılan her adım sizi daha da küçültmüş ve yok etmiştir. O halde bir an önce şimdi demokrasi, şimdi özgürlük, şimdi gerçek laiklik, şimdi işçi sınıfının iktidarı demekten neden korkuyorsunuz? İşte bugün ileriyi savunmak için basit istemler... Basit ama gerçekleştirmesi cesaret isteyen ve gerçekten bedel ödemeyi getiren istemlerdir... Bakın biraz geçmişinize ne kadar çok bedel ödemiş insan var, onların anıları, mücadeleleri neden yok sayıyorsunuz?

Korkuyor musunuz, o halde hiç bir şey yapamıyorsanız ellerinizi iki yana açın korkuluk olun!

29 Ekim 2016 akşamı neler yaşandığını ileride öğreneceğiz ama önemli bir şeyler yaşandı ki, Amerika çalışanlarını/vatandaşlarını ülkesine çağırıyor, hükümetin aldığı yeni kararname ile birçok insan işsiz oluyor, avukatlara büyük birader gözü getiriliyor. Artık savunma yaptığı müvekkili ile her görüşmesi kayda alınacak, savunma gizliliği ortadan kalkmış oluyor... İçeride kalanlar ile dışarıda kalanlar arasında ki duvar da bir anlamda yok olmuş oluyor, çünkü medya ayağında da havuz dışında kalan ajanslar hakkında soruştura açmadan kapatma kararı alınıyor... Haber ajansı olmayan medya ise havuza düşen ve sansürlenmiş haberler ile idare etmek zorunda kalacak...

Kısaca karanlık zifiri karanlığa dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebilirim...

Bugün bir kere daha göstermiştir ki, bayrak sallanarak, balkonlara bayrak asarak ‘cumhuriyet’ korunmuyor... Soğuk su için... isteyen bira, rakı ... içebilir... eğlenmeye devam... İyi eğlenceler!.. Sabah baş ağrısı ile uyandığınızda neler olmuş diye etrafınıza bakmayı unutmayın, çünkü ne eski, eski olarak kaldı. Yeniye çabuk ayak uyduracağınızı biliyorum, sorunsuz ve daha fazla gelenden yana olacaksınız... Sıkıntı yok! Eğlenmeye devam edin…

Suriye savaşı henüz yeni başlamıştı, sınırımıza yakın yerlerde savaş henüz yeni dumanını tüttürmekteydi. Birçok sınırda oturan vatandaş çatıya çıkıp ya da yüksek yerden sınırın öte yakasında ki savaşı çitlembik çitleyerek seyretmişti... Şimdi o savaşı izleyenler savaşın ortasında kaldı, uzaktan tv kanalından izleyenlerde savaşın bir parçası olmak üzere... Savaşın ateşi yayılıyor... İzleyicisi olduğumuz savaşın bir iç savaş döngüsü ile karşılaşmak artık bizi şaşırtmıyor... İç savaş sınırları aştığında yine iç savaş olarak yansıması şaşırtıcı bile gelmiyor...

Saatlerin ayarı ile oynamadılar sabit kaldı ama yaz kış saat ayarı yüzünden elimizdeki teknoloji aygıtların saat ayarları yurt dışından belirlendi ve bize göre geride kaldı. Biz zamanı sabitlerken dünya bizden bir saat geri gidiyor olacak, bu durumda en ilerici ülke biz oluverdik! Ama bu değişim her şeyi etkiledi, en azından yurt dışından belirlenen uçak rotorları değişimden yana uygulandığından bizimkiler hangi saatte uçacağını karıştırır oldular… Saat kaç sitelerine bakıp hangi zamanda yaşadığımız öğrenir olduk! Ayarını manüel düzeltebilenler şanslı ya düzeltemeyenler? Zaman ayarımız ile çok önceden oynanmıştı, ilerici gibi duranlar gerici, tutucu, liberal olanlar iktidarın gölgesi altında özgürlük şampiyonu oluverdiler… İleriyi savunduğunu ileri sürdükleri iktidar ise kısa sürede eski gömleğine giriverdi ve gericileşti onların gözünde. Aslında zaman ayarı ile oynandı, geri olanlar ilerici, ileri olanlar geri gözüktü, yanılsamaydı yaşananlar, belki hiç yaşanmadı!

Saatin kaç olduğunun ne önemi var, ileride kurulmuş bir üçayak ve ortada sallanan iplik olunca...

İşten atılmalar oldu, meslekten men cezaları mahkeme kararı olmadan verildi... İşsiz birçok kişi ve onların aileleri kaldı. Dayanışma adı altında para toplayıp onu iç edecek birçok fırsatçı da bu alanda cirit atacak. Eğer bu tip insanların ortaya çıkmasını istenmiyorsa kurumsal ilişkiler kullanılmalıdır. Sendikalar ne için vardı? Sadece çalışırken maaştan kesinti yapmak için değil... Dayanışmayı ancak sendikalar eli ile yapılırsa bir anlamı olur, kişi ayrımı yapılmadan kişinin üye olduğu sendika eli ile dayanışma iletilmelidir... İmece usulü ile yapılanlar ne yazık ki artık geçmişte kaldı, geniş aileyi ve sokak kültürünü yok edenler daha yalnız kaldı... Şimdi dayanışma zamanı! Dayanışma ancak örgütlü olduğunda anlamlı olur...

Türkiye’de özgür basın otosansürlüdür, otosansür olmazsa sansür açıkça uygulanır... Değişmeyen kural gereği gazeteciler yaptıkları haberlerden dolayı değil, yapmadıkları haberleri yapma ihtimali yüzünden bile gözaltına alınabilir...

Özgür basın susturulamaz ama muhalif basın susturulur... Ülkemizde basın ne zaman özgür oldu? Başbakanlıktan verilen basın kartları ile mi basın özgürleşti? Basın dediğiniz şey iktidarın/sistemin PR çalışmasıdır, istediği haberleri havuza toplar ve sen kullanırsın ama yorum yapma özgürlüğün var der, o da yorum yapabilecek kaç bilinçli okuyucu var ki? Bilimsel çalışmayı bile hırsızlıkla taçlandıranların bol olduğu bir ülkede özgürlük ancak hırsızlık ile sınırlıdır, onu da yapan ve üstünü kapatanların olduğu sürece özgürlük vardır... Muhalif olanların haber ajansları bile özgürce haber geçmedi, işlerine gelenleri haber yaptı... Arabesk söylem ile “kandırmak özgürlük diyorsanız özgürüz hep beraber!”...

Bazı şeyleri gözümüzde çok büyütmüşüz, hatta onlara dokunulmazlık payesi biçmişiz... Dokunulmaz olan ordu bir kaç sene içinde nasıl bir kağıt gibi yırtılıp elinde ki en önemli kurumlarını kaybettiğini yaşayarak gördük. Astığı astık, çıkardığı yasa anayasa olanların aslında ne olduğunu son süreçte gördük... Demek ki bazı şeyleri gözümüzde büyütmekten vazgeçersek eğer, belki yaşadığımız sorunların önemli bölümü kendiliğinden çözülür...

Zamanı durdurup, geçmişin bilgilerini geçmişte olduğu gibi geçmişi bugüne taşıyarak bakmak gericileştirir bizi, gerici duruş ile ileri adım atılamaz… Somut olayların somut tahlilleri vardır… Fazla soyutlamaya da gerek yoktur…


İsmail Cem Özkan