Galata Gazete


19 Mayıs 2018 Cumartesi

Ulus doğdu, diğeri ölmek zorundaydı!


Ulus doğdu, diğeri ölmek zorundaydı!

Bir ulus doğarken diğer ulus yok olmaya ya da o topraklardan uzaklaşmak zorundaydı, çünkü onların beslendiği ideoloji ulus devletini tanımlarken homojen toplum, ırk, dil teorisini sunmuştu. O dönemin genel doğrusu tek kavramı üzerine oturmuştur. Tek dil, tek din, tek mezhep, tek bayrak, tek devlet, tek lider…

19 Mayıs tarihi aslında ‘mübadele’ anlamına geldiğini o gün yaşayanlar bilemezdi, ancak onun sonucu yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Anadolu topraklarına yüzlerce yıldır yaşayan ve kendi inançları ve dilleri içinde barış içinde yaşadıklarına inanılan toplumun tüm bireyleri iki ulus devletin anlaşması ile topraklarından karşılıklı olarak koparılacaktı. Binlerce yılda biriktirilenler, salınmış kökler toprağından koparılıp, başka köklerin koparıldığı topraklarda kök salması beklenecekti. Mübadele aslında iki halkın köklerinin yok edilmesi anlamına geliyordu. Amaç ulus devlet için gerekli olan nüfus yoğunluğunu ve homojen bir toplum anlayışının hayata geçirilmesiydi.

Homojen toplum yaratma projesi kitlesel katliamlar ve soykırımların nedeni olarak gösterildi. Homojen toplum sermaye birikimi anlamına geliyordu. Ulusal sermaye için üretici ve tüketici olan bir topluluk gerekliydi. Sermaye bir ulusun elinde toplanmalıydı, onun için sermayenin heterojen olmasını ortadan kaldıracak olan şey homojen toplumdu. Her ulusun patronu o ulusun içinden çıkmak zorundaydı, çünkü onlara sunulan ulus devleti tanımında bu vardı ve o yaratılacaktı. Ulus devleti içinde sermayenin tek bir ulusun evlatları üzerinde toplanması için devletin tüm olanakları kullanmaktan çekinilmeyecektir. (Yıllar içinde vergiler ile oynamalar ve Varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları, Bankalar Caddesinde gerçekleşen tecavüz ve cinayet… )

Bir ulus; ötekilerin acıları üzerine yükselti bayrağını, o bayrak altında yaşamaya zorlandılar. O bayrak bir anlamda ‘ötekilerin’ ulus içinde erimesi anlamına geliyordu. Çünkü onlara verilen ideoloji ve toplum yapısı homojen olmayı gerektiriyordu ve yeni devlet eski devlet içinde yapılmaya çalışılan uluslaşmanın devamından başka şey değildi.

Her ulus devlet imparatorluk içinde çatışmadan ortaya çıkacaktı. Her çatışma ise öteki kabul edilenlerin yok olması üzerine kurgulanmıştı.

Fransız ulus devrimi imparatorluk Fransa’nın içinde çok kültürlülüğün yok edilerek sadece Fransız bir toplum yaratılması ve sömürge imparatorluluğun yerini emperyalist ulus devleti alacaktı. Miras el değiştirmiş ve imparator adına verilen kararların yerini ulus adına verilen kararlar alınmıştı. Koltuk aynı yerde durdu ama koltuk üzerine oturanlar değişmişti.

Parlamento, ulus devletin demokrasi göstergesi olarak sunuldu ama imparatorluklar içinde de parlamentoların olduğu göz ardı edildi. Osmanlının en son meclisi yeni kurulan ulus devletin sınırlarını çizmişti.

Uluslaşma harekatı Anadolu toprakları içinde Türk ulusu için gerçekleştirilecekti.

Uluslaşma eğitim demektir, çünkü eğitim ile ulus kavramın nesillere aktarıldığı ve yaratılan geçmişin anlı, şanlı destanları içinde kuşaktan kuşağa aktarılırken, öteki olanların da bu anlı, şanlı geçmişin içinde eziklik duyması sağlanarak gönüllü olarak asimile olmaları sağlanacaktı.

Mübadele ya da zor ile göçe tabi olanlardan geriye kalanların akrabalıkları yok sayılacak ve “Türkçe Konuş” kampanyaları eşliğinde sanatın tüm incelikleri asimilasyonun birer silahına döndürülecekti. Dağda yaşayan, her türlü saldırı karşısında korunaklı yerde olanları ise “çıban” olarak görülecek ve çıban ancak ‘deşilerek’ yok edilecekti.

Köyden kente göç teşvik edilmiş, sanayileşme adı altında emperyalist ülkelerin teknolojilerine bağımlılık ilişki içinde yeni sömürge bir ülke yaratılacaktı. Ulus devleti fikriyatı sermaye birikimi için gerekliydi ama bizim sermayemiz baştan itibaren ulus devletini oluşturmuş ve emperyalist safhaya geçmiş ülkelerin şirketlerinin birer şubesi konumunda ve onların gölgesinde kendini tanımlamaya ve oluşturmaya çalışıyordu.

Devlet destekli sermaye yeni teknoloji geliştirme yerine terk edilen teknolojileri yeni gibi ulus devleti sınırlıları içinde korumacı bir şekilde üretime devam ediyordu.  

Hangi ulus olursa olsun, ulus devleti kurduğunda içinde yaşayan öteki kabul edilenleri ya asimilasyon etmek zorunda kalmış ya da hepten yok etmiştir.

Kitlesel katliamlar ve soykırım kavramı ulus devletin kurulma aşamasına ve emperyalist paylaşım savaşın olmazsa olmazdır, kapitalizm kendini restorasyonunu savaş teknolojileri ve savaş sonrası oluşan yıkımlar sayesinde gerçekleştirmiştir. Kapitalizm, aşamayacağı sorun ile karşılaştığında ‘savaş’ en geçeri çözüm yöntemi olarak kendisini dayatmıştır. Savaş sayesinde düşmanlar yaratılmış, işgaller gerçekleştirilmiştir. Yaratılan kahramanlar sayesinde ulus devlet için gerekli olan moral da bu sayede ortaya çıkarılmıştır.

Ulusu için kendisini feda eden en alttaki tabaka kim, için, ne için öldüğünü bilmeden ölmeye ve öldürmeye cepheden cepheye ve iş savaş içine sürüklenmiştir.

Ulus devletin tüm savaşları sermaye için yapılmıştır, sınırların genişlemesi veya azalması ulus devletin işleyişini bozmaz, aksine daha fazla homojen olmak için içinde ki ötekilere karşı nefret söylemini büyütür.

Linç kültürü ve nefret söylemleri ulus devletin olmazsa olmazdır.

Yaratılan gerçekler eşliğinde toplum histeriye döndürülmüş şekilde kapı komşusunu öldürebilir.

Ulus devletin yıkılışını yine uluslar üstü şirketlerin emperyalist çıkarları sonucu ortaya çıkan ‘liberal ekonomi’ politika yerine getirecekti. Liberalizm, yıkılan ulus devletin yerine ‘henüz’ yeni bir devlet mekanizması ve uluslararası hukuk yaratılamamış olduğundan geçmişe göre daha büyük bir kaos ve girdabın içinde kapitalist sistemi bıraktı.

Emperyalist şirketler devletleşmişti ama geçerli ve yeterli uluslarüstü hukukları yoktu. Şirketler için önlerine gelen sorunları ulus devletin ağır çarklarını rüşvet ve seçimlerde oynadıkları roller ile tek tek ortadan kaldırırken her ulus devlet içinde aynı şeyi yapmak şirketlerin çok zamanını çaldığı gibi paranın da 24 saat hareket alanını kısıtlıyordu. (uluslararası rüşvet bir çok devlette dava konusu olmasına rağmen bizim gibi ülkelerde rüşvet dava konusu olmadığı gibi rüşvet veren firmaların halen ekonomi içinde ihale aldıklarına şahitlik ediyoruz.)

Şirketler uluslar üstü olduğu zaman ulus çıkarından daha çok ortaklarının çıkarını korur konuma gelmiştir. Bu durumda ulus devletine ihtiyaç duymayan sermaye elbette önünde ki engeli kaldıracaktı… Liberalizm, Sovyetlerin ortadan kalması ile dünya hakimliğini ilan etmişti. O dönemin iki öncü liderinin Alzheimer hastası olarak ölmüş olmaları tarihin ironisi diye düşünüyorum.  

Bugün yaşadığımız kendi öznelimizde ki ulus devletinin fikriyatını güçlendiren bayramların artık eskisi gibi şölenler yerine formalite icabı yapılan kokteyllere dönüşmesi tesadüf değildir. Çünkü yeni devletin ulusa ihtiyacı yoktur. Devletin bürokrat ve yönetici kadrosu tamamı ile şirketlerin çıkarını kollayan ve onlar için devlet sınırı içinde yaşayan halkları kontrol eden birer güvenlik teşkilatına döndürülmüştür. 

Orduların yerini özel güvenlik şirketlerin alması, ulus devletin ordusunun teçhizatını şirketlerin ürettiği silahlara bağımlı hale getirilmesi savaşlarda şirketlerin çıkarları yönünde davranmayan ulus devleti ordusunun silahlı vurma gücü şirketlerin çıkarları belirleyecektir. Gerek görüldüğünde silahların kurşunu verilmeyecek, gerek görüldüğünde teknolojik destek azaltılacaktır. 

Cumhuriyetin kuruluşunu sağlayan Yunanistan’ın Ege bölgesini işgali aslında bugün şirketlerin rollerini önceden devletlerin yaptığını göstermesi açısından öğreticidir. İngiltere çıkarına uygun olarak Yunanistan’ı Ege bölgesinde istediği yere kadar gitmesine izin verilmiş ve yeni kurulmakta olan Türk cumhuriyetinin ise oluşumuna olanak sunmuştur.

Yunan savaşı olmasaydı belki cumhuriyet adına Lozan görüşmelerinde başkası olurdu.

Yunan savaşı olmasaydı belki Koçgiri katliamı olmayacaktı.

Yunanistan’ın Ege Bölgesini işgali Anadolu’da oluşmakta olan devlete verilen dolaylı destek olarak düşünüyorum. Aynı şey 1979 yılında İran devrimi sonrasında mollaların devlet mekanizmasına tam kontrol etmesi Irak’ın savaş ilan etmesi ile mümkün olmuştur. Irak’ın arkasında olan güçler en sonunda Irak’ı da işgal ederek orada ki Baas iktidarını da sonlandırmıştır. Baas iktidarını sonlandırırken Kuveyt petrollerin tek sahibi ve kontrolü Amerikan şirketlerin eline geçmiş olması tesadüf değildir. Zengin Kuveyt Araplarının batıda ki göze batan lüks yaşamları bu işgal ile ortadan kalmıştır.

Yunanistan Ege Bölgesinden çekilmesine sebep olan atacak kurşunlarının ve silah sevkiyatlarının olmamasından kaynaklanmıştır. İngiltere Yunan kralını yarı yolda çıplak olarak bırakmıştır. Elbette Türkiye Sovyet bloku ile batı dünyası adı verilen başka İngiltere sonra Amerika çıkarlarına ve elbette Sovyet çıkarlarına uygun olarak yeniden yaratılmıştır, tıpkı İran, Pakistan gibi…

19 Mayıs günü Samsun’da ayak basan yeni cumhuriyetin kurucu kadrosu İngiliz liman görevlisinin onayı ile Samsun’daki limandan şehre doğru çıkmıştır. Onların şehre giriş izni ise İstanbul’da seyahat etme konusunda seyahat etme belgesini düzenleyen İngiliz işgalci güçler komutasının izin belgesidir... Elbette Çanakkale’de öne çıkarılan bir ismin yeni devletin kurucusu olarak imtiyazlı seyahati önceden bilecek kadar öngörülüdür işgalci güçler… tarihte hiçbir şey tesadüfler ile açıklanamaz, onların oluşum süreci daha önceden başlamıştır, sadece son aşamada kişilerin yetenekleri tarihin seyrini belirlemiştir. Çanakkale’de yenilen Churchill, ikinci dünya savaşının kahraman olması tesadüfi değildir, çünkü o derine çok iyi çalışmış ve yenilgisinin sonucunda ne yapmaması gerektiği ve sabırlı olmayı öğrenmiştir.

İktidarlar, şirketlerin sermayenin çıkarları yönünde biçimlendirilir. Bugün ülkenin yönetimi şirketlerin çıkarlarına uygun politika üretmeyen partilerin çöplüğü ile doludur. Seçimler ve parlamento parası olanları ve parasını yatıranların karşılığını aldığı bir lobi yapılanması gibidir. Parasızların seçimlerde görünür olması bugün ki seçim sistemi içinde mümkün değildir.

Bir ulusun bağımsızlığı (ulus devleti içinde) ancak o ulusun şirketlerinin güçleri ve özgürlükleri kadardır.

İsmail Cem Özkan



15 Mayıs 2018 Salı

Montserrat Özgürlüğün Bedeli


Montserrat Özgürlüğün Bedeli

Venezüella İspanya sömürgesi altındadır, tıpkı diğer Latin Amerika ülekleri gibi. Gerçi ülkeler henüz ülke olduklarının bile farkında değildi, çünkü sömürgeler tarafından parçalanmış, her türlü değerli olanın Avrupa’ya taşındığı yıllardı. Binlerce yıllık birikimleri yok sayılmış, eritilip yağmalanmıştı. Her zenginlik külçe altına dönüştürülüyor, vahşetlerine din maskesini geçirmişler, fakirleşen halkın elinde İncil bırakırken toprarkaını, akarsularını ve içinde ki zenginlikleri alıyordu.

Elbette her baskının direnişi olacaktır, ilk direnişi kimler yaptığı hala bilinmez ama zafere ulaştıranlar tarih kitapları yazar. Özgürlük mücadelesi veren Simon Bolivar işgalci konumunda olan İspanya’dan kurtuluş mücadelesi vermektedir. Yaralanmıştır, hatta İngilizlere sığınmayı bile düşünmüştür ama İspanya sömürgecisi içinde yer alan bir İspanyol generalin yardımı ile halkı ile kucaklaşacaktır ve kaldığı yerden mücadeleye devam edecektir.

İspanyolca “El Libertador” “kurtarıcı” adı verilen Simon Bolivar’ın bu kaçış sürecinde ona yardım eden İspanyol asker deşifre olmuştur.

Deşifre olan asker sorguya alınacaktır. Sorgu odası aynı zamanda işkence ile ün salmış, insanları diri diri toprağa gömmek ile övünen bir özel harekat askeri birliğinin komuta odasıdır. Özel birlikler, özel operasyonlar için tutulmaktadır.

Odanın içinde askerler, geçen akşam yapılan toplantının sonrasında gelişen olayları değerlendiriyor. Komutan içlerinden bir “hain”in olduğunu söylemektedir. Hain ve kahraman kavramının kime göre olduğu ve hangi gerekçeler ile doldurulduğu bir soruşturmanın ortasında kendimizi bulacağız.

Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro ASD Mert Kırlak'ın yönettiği "Montserrat-Özgürlüğün Bedeli" oyunu İstanbul Şehir Tiyatroları “Genç Tiyatro” günleri içinde Kadıköy’de izleme şansım oldu. Okuduğum kaynaklara göre 4. sınıf öğrencileri sahnede performanslarını sergilediler.

Oyunu izlerken daha önce izlediğim değişik yorumları kafamın içinde dolandı, ister istemez karşılaştırmalar oldu. Bir tiyatroda başarı neye göre değerlendirilir sorusu bir çok yazımda dile getirdim.

Tiyatro bir çok sanat dalının iç içe geçtiği ve bir biri ile ilişki içinde olan, bir birini etkileyen, birinin eksik yorumlanması oyunun yorumunu baştan etkisiz kılabileceğini her daim düşündüm.

Bu oyunu izlerken öğrencilerin başarısını büyük keyif içinde izledim. Gerçi konu büyük bir trajedidir. İnsanlık suçunun sahnede sorgulanmasıdır…

Oyuncular yönetmenin kendilerine verilen rolü en iyi şekilde yerine getirdiğini düşündüm ama sahne düzeni (dekor tasarımı), ışık ve müzik konusunda aynı performansı göremedim. Oyun boyunca sabit ışık ve sahnenin bir çok bölümünde kalan gölgeler oyuncuların performansını gölgeledi ne yazık ki, başlangıçta ki müziğin sesinin çok yüksek olması oyuncuların seslerini müziğin altında kalması onları zor durumda bıraktığını izledim. Çünkü gereğinden fazla bağırdılar ama müziğin altında kaldılar. O bağırmada seslerin bir biri ile uyumsuzluğu beni açıkça rahatsız etti, oyun ilerledikçe oyuncular seslerini daha rahat kullandılar.

Sahne düzeni beni açıkça hayal kırıklığına uğrattı. Gereksiz olarak sahne önüne bırakılmış sandıklar oyuncuların hareket alanı daralttığı gibi, ölüm sahnelerin de görünmez kıldı. Sandıkların arkasında ölü bedenler, ne için oradalardı?

Bir odada her türlü işkenceye karşı direnecek şekilde eğitilmiş bir askerin ağzından laf almak için uygulanan psikolojik işkence ve o histerinin sonucu oluşan olaylardan haberi olmayan masum insanların işkencenin bir parçası haline getirip ölüme doğru yol almaları… Oyunun can damarları ne yazık sahne düzenin içinde yok olup gitti… Ölüm, vahşet ve işkencenin sonucunda direnen insan, ölüme doğru koşarcasına giden insanların son dakikaları. Silah sesleri, kan ve şarabın iç içe geçmiş hali, boğulma sahnesi, tecavüz… Tecavüz sahnelerine gereğinden fazla önem verilmiş gibi geldi. Kadınların işkence altında birer seks objesine dönüşümü, onun bakireliğinden yararlanama adına ayrılması ve dinin bakire Meryem düşüncesine gönderme adına din adamı tarafından vurulması. Dinin sömürge adına kullanımı ve yorumu…

En son olarak kostüm tasarımı, dekor tasarımını bütünleyecek şekilde sanırım seçilmiş. Özel birlikler operasyona gitmeden dağ kıyafetlerini giymezler. Onlar işkenceci askerler, daha rahat kıyafetler içinde olurlar. Ama sanki her an operasyona giden askerler olarak düşünülmüş, sahnede zincir bolluğu vardı. Zincirlin hareketi sırasında çıkan sesler oyuncuların sesini bastırmaktaydı zaman zaman…

Oyuncular öğrenciydi ve profesyonel sahnelere hazır halde gördüm. Okul bitecek ve diplomalı oyuncu olacaklar. Okulda adlıkları eğitimlerin önemli bölümünü unutacaklar ve yeni alışkanlıklar kazanacaklar. En azından sahnede ki oyuncu arkadaşının canını daha az acıtacaklarını düşünüyorum. Gereğinden fazla abartılı oyunculuğu yerini daha sakin, daha rahat ve geniş sahnelerde her oyuncu diğer oyuncuyu kollayan, koruyan ve oyunun akışını kolaylaştıran bir ustalığa ulaşacaklardır.

Her başlangıç hatalar ile başlar… Ustalık seviyesine doğru atılan adımlar için bu hatalar önemlidir, çünkü hata yapmadan öğrenilmez. Bilerek ve isteyerek hatalar eğitim sırasında öğrencilerin önüne konur, öğrenci o hatalardan ders alarak en dar alanda en iyi performansı vermesi beklenir. Eğitim amaçlı konan bu okul bitirme sanırım projesini ben başarılı buldum, öğrencileri sahnelerde usta oyuncu, yönetmen ya da tiyatronun her hangi bir alanında çalışan emekçi olarak görmek umuduyla…

İsmail Cem Özkan

4 Mayıs 2018 Cuma

Elektra


Elektra

Troya savaşı belleklere o kadar çok şey kazımış ki, antik Yunan Tiyatrosu ve yaşamı o savaşın izini uzun süre üzerinden atamadığı gibi günümüze kadar taşımış. Elektra kaç defa sahneye taşındı, kaç defa seyirci tarafından alkışlandı, kaç dilde, kaç ülkede, kaç sanatçı hayat verdi bilemiyorum. Devlet Tiyatrolarının sahnesine Işıl Kasapoğlu yönetiminde yeniden taşınmış.

Günümüzde sansürün ve otosansürün açıkça uygulandığı zamanda suya sabuna ve günümüze dokumayan oyunlar salonlarda alkış bekliyor… Her ne kadar oyun içinde bırakılan bazı replikler bugüne dair mesajlar taşımış olsa da oyunun akışı içinde hemen buharlaşıyor, çünkü rahatsız etmeden, rahat yaşamanın koşulları aranıyor… Aslında sahneye konan oyunlar kadar sahneye taşınması da ironiktir bana göre bir çok şey gibi…

Troya savaşından zaferle dönen Yunan Komutanı Agamennon’un öldürülmesi olayından birinci derecece sorumlu olan karısı Klytaimnestra ve onun sevgilisi Aigistos sarayı ve ülkeyi beraber yönetmektedir. Babasının intikamı için yanıp tutuşan Elektra ise esaret altında bir yaşam sürmektedir. Babasının öldürüldüğü gün ve karmaşanın halim olduğu zamanda küçük yaşta plan kardeşi Orestes’i çok güvendiği komutan Lala’ya emanet etmiştir. Elektra, Orestes’in bir gün yurda dönüp babasının intikamını alacağı umuduyla yaşıyordur. İsyan etmektedir ve her gün ağlayarak geçirmektedir, babasının acısını sürekli canlı tutmaktadır.

Olayların örgüsü Elektra etrafında dönmektedir. Elektra, sarayda annesi ve aşığının baskısı altında yaşamasına rağmen, sabah akşam korkmadan, babası için feryat ettiğine şahit oluyoruz. Bunun yanında, küçük kız kardeşi Krysothemis’nin de Elektra’dan farklı bir yapıya ve düşünceye sahip olduğunu  anlıyoruz. Ablasının tersine, isyan yerine var olan koşullardan yararlanmak ve ondan gibi gözükerek intikam için zamanın gelmesini beklemenin daha anlamı olacağını vurgulamaktadır. ‘Keskin sirke küpüne zarar verir.’ atasözünü sanki doğrulamaktadır. Boyun eğmektedir, çünkü güçlü, güçlü olduğu sürece istediğini yaptıracak ve gereksiz acı yaşamasına sebep olacaktır. İsyan, güçlü olunmadığı sürece ona göre anlamsızdır…

Elektra, genel hatlarıyla başkaldırışı, mücadeleyi, haksızlıklara boyun eğmemeyi simgeliyor. İntikam için Elektra; kız kardeşi yerine, küçük olan erkek kardeş Orestes’e muhtaçtır, o gelecek ve erkekler dünyasının intikamını bir erkek alacaktır. Kızlar ve erkeklerin rolleri nettir o dönemde. Antik zamanda cinayete teşviki kadınlar yapıyor, erkekler o cinayeti işleyen birer cellat görevini görüyor…

Klytaimnestra neden kocasını öldürttüğünü kızı Elektra’ya anlatır. Çünkü babası Agamennon, kendi öz kızı olan (Elektra’nın ablası) İphigenia tanrılara kurban verilmiştir. Kısaca baba kızını öldürmüştür. Savaş tanrısı öyle istedi diye öldürmüştür ama Klytaimnestra ölümünde haksızlık görmektedir, çünkü savaş onun savaşı değildir ve kuran kendi kızı olmaması gerekmektedir. Ama Klytaimnestra’nın itirazına rağmen öldürülmüştür. Acısı içindedir ve fırsatını bulduğunda öldürecektir, kendine bu acıyı yaşatanı. Fırsat Troya savaşı sırasında oraya çıkmıştır. Aigistos’un aşk çağrısına yanıt vermiştir, onu bir cellada dönüştürecektir. Hem kocasından kurtulacak hem de kızının öcünü alacaktır. Savaş sonrası limana gelen kocasını bir şenlik sırasında Aigistos öldürecektir. O günden sonra ülke ikisinin yönetimi altındadır. Tam yedi sene iktidar koltuğunu cellat yaptığı yeni sevgilisi ile paylaşacaktır.

Bir gün davetsiz bir misafir gelir.

Kılık değiştirmiş Lala haberci gibi gelir. Orestes’in önceden planladığı oyunu hayata geçirir. Bir anlamda Trova atıdır.

Lala, Orestes’in öldüğünü müjdeler gibi sarayda bulunanlara verir, o onuru ile ölmüştür, yeteneklidir kazanmakta olduğu bir yarışta sön dönemecinde bir kaza sonucu ölmüştür.

Bu haberi duyan Klytaimnestra uzun bir konuşma ile üzüntüsünü sevincine katar, artık kimse onu öldüremeyecektir. O zaferini ‘şimdi’ ilan etmiştir, her ne kadar kocasını öldürdükten sonra iktidarı ele geçirmiş olsa da…

Bu haber karşısında tüm umudunu kaybeden Elektra yıkılır. Kardeşinin arkasından ağıt yakar. Babasının intikamını almak hayali düşmüştür, yerini teslimiyet alacaktır, çünkü annesini kendisi öldürecek gücü yoktur, acı haberi aldığında Lala’nın belinden aldığı bıçak ile boğazına doğru hamle yapsa da başarısızdır. O katil değildir, intikam ateşi bıçağın yere düşmesi ile bitmiştir.

Aynı gün, elinde kül dolu vazo ile bir genç gelir, yabancıdır. Aslında gelen Orestes’dir. Beklenendir ama artık beklenmeyendir. Ama ölüm haberi ile yıkıntının üzerine gelmiştir. Ablasının yıkılmış haline şahit olur. Orestes artık gerçeği açıklamak zorunda kalır. Bütün umudunu kaybeden Elektra yeniden doğmuştur. Babasının intikam ateşi kor halden yeniden alevlenmiştir. İntikam saati bugündür ve intikam alınacaktır.

Annesinin yerini söyler, annesi yalnızdır. Aigistos sarayda değildir. Orestes hemen annesini öldürmeye gider. Ölüm sestir, ses sessizliğin parçalanması anlamına gelir. Bir özlemdir, kavuşmaktır.

Aigistos gelir, habersizdir. Tek duyduğu şey Orestes’in ölümüdür. Sevinçlidir. İktidar koltuğu artık sağlamdır, intikam çağrısı son bulmuştur. Elektra biat edecektir. Güç karşısında hangi kadın artık direnebilirdi ki?

Aigistos’u başka bir gerçek karşılayacaktır. Uğruna adam öldürdüğü sevgilisinin cansız vücudu ile karşılaşacaktır. Ölümü Elektra’nın kız kardeşi Krysothemis elinden olacaktır. Ve kadın elini cansız bir bedene dokunacaktır, son nefesini alırken…

Oyun beyaz ve sanırım on derecelik bir eğimli olan platform üzeride geçiyor. Oyunun iç konuşmaları açılan ve kapanan zeminden yukarıya doğru kalkan bir platform kapağı üzerindedir. Üst tarafında her açılan kapağın üstüne denk gelecek şekilde beyaz perde asılmıştır. Her perde bir anlamda bölümleri ve geçişleri de temsil etmektedir. Troya savaşından dönen gemilerin yelken bezidir… Sahne arkası beyaz perde gerilmiştir, her bölümün içeriğine uygun renk değiştirmektedir. Sahne yanlarına gerilmiş perdeler paraleldir ve ararlından ışık ile oyuncular aydınlatılmaktadır. Bir gemi güvertesidir bir anlamda… Savaş, savaş sonrası limana sığınma ve o limanda işlenen bir cinayet ve Elektra’nın babasına duyduğu özlem…

Freud bu olayı yorumlarken “Elektra Sendromu” adını vermiştir.

“Ey asil ailelerin kızları!
Acımı avutmak için buraya geldiniz;
Biliyorum, anlıyorum, gözümden
Bir şey kaçmıyor, ama vazgeçmiyorum,
Zavallı babama ağlamaktan kendimi alamıyorum.
Fakat siz ki dostluğuma her türlü
Sevgiyle karşılık verdiniz
Bırakın beni bu deliliğime,
Size yalvarıyorum.”

“Elektra Sendromu”, küçük yaşta kız çocukların babalarına karşı fazla cinsel bir yakınlık hissetmeleri, bunun sonucunda da anne tarafından dışlanarak kendilerini hayattan soyutlamaları olarak tanımlanmaktadır. Bu hastalığı yenmenin en kolay ve en etkili yolu ise, annenin kızı ile ilgilenmesi ve böylelikle kız ile anne arasında bir bağ oluşturmaktır.

Öyküde anne kızına karşı ilgisizliği onun sonucunu doğurmuştur. Uğruna savaştığı doğruları sessiz bir bedene dönüşmüştür.

Oyunda kullanılan müzik oyunun ruhunu yansıtıyor ve zamana doğru yolculuğa çıkmamıza da sebep oluyor, çok başarılı buldum. Koro ve özellikle gözyaşları ile Elektra’ya eşlik etmeleri müthişti. 

Özlem Öçalmaz, Elaktra rolü ile zor olanı başarıyor. Sürekli göz yaşları içinde, inlemeleri ve sevincini doyasıya yaşaması anında ki mimikleri ile sahneyi dolduruyor. Elbette yönetmenin istediğini düşündüğüm sahne de konumlanışını ve sesini kullanımını da başarılı buldum. Bir oyunda bir baş oyuncu önce çıkıyorsa eğer onu ortaya itekleyen arkasında bulunan oyuncular ve onların performansıdır. Onlarsız zaten istediğiniz kadar yetenekli olun, usta olun sahnede gölgede kalırsınız, o yüzden oyunda yer alan tüm sanatçıları başarılı buldum.

Fırsatı olanın klasik bir yunan trajedisini izlemek isteyenin, orijinalinde olduğu kadar çağdaş yorumunda da başarıyı yakalamış oyunu izlemelerini öneririm… bir eser yüzlerce yıldır okuyucusuna, izleyicinse mesaj veriyorsa o erin kurgusunda ki başarıdır. O kurgu bugün dahi hala canlı ve bize sesleniyorsa yazarının ustalığı kadar yönetmenin yeniden yorumlamasında ki ustalığında da gizlidir. O gizi gidin gözleriniz ile görün…

İsmail Cem Özkan



Elektra
Yazan : Sophokles
Çeviren : Zeynep Avcı 
Yöneten : Işıl Kasapoğlu
Dekor Tasarımı: Hakan Dündar
Kostüm Tasarımı: Nalan Alaylı
Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Müzik: Alper Maral
Dramaturg: Onur Erbilen
Yönetmen Yardımcısı: Fikret Urucu
Oyuncular: Fikret Urucu, Özlem Öçalmaz, Uzay Gökhan Irmak, Kübra Tektaş, Tolga Pancaroğlu, Melisa Akman
Koro: Sibel Ferlibel, Ece Akeren, Simge Ayvazoğlu, İlda Özgürel, Deniz Keresteci, Kerime Obenik
Kontrtenor: Nuri Harun Ate
Asistanlar: Gökhan Bozkurt, Yasemin Taş
Sahne Amiri: Emre Emin Aravi
Kondüvit: Armağan Çartık
Işık Kumanda: Hakan Çağlı
Dekor Sorumluları: Yoldaş Boztepe, Bayram Şahin
Aksesuar Sorumlusu: Erdinç Aksoy
Kadın Terzi: Nur Buket Kaplan
Erkek Terzi: Zeki Kürkçü
Kostüm Asistanı: Burcu Melek Bozan
Perukacı: Belkıs Balaban
Mekanik Sorumlusu: Ali Yılmaz