Galata Gazete


29 Temmuz 2022 Cuma

Yalan günahtır!

Yalan günahtır!

 

Biraz önce markete uğradım, etiketler henüz değişmemiş ama yerlerinden oynamış gibi, hemen üzerine birisi şaka olsun diye sanırım "Allahın dediği olur" yazmış…

 

Artık fişlerin üzerine de yazarlarsa rakamlara hiç bakmamak gerek, çünkü "Allah hep zengini sever ve zengini seveni sever", fakiri düşündüğü kollandığı tarihte hiç gözükmemiştir...

 

Bakın, “Allahtan gelen” depremlere, hep fakirleri vurur...

 

Tsunami’ye bakın hep fakirlerin yaşadığı sahili vurur...

 

Siz hiç gördünüz mü, zenginlerin yaşadığı sahili vuran tusinami?

 

Siz hiç gördünüz mü, “Allahtan gelen” yanardağ patlaması sonucu yok olan insanların yaşadığı yerleri…

 

Siz hiç gördünüz mü, selin yok ettiği yerlerde yaşayanların dramını?

 

Siz hiç gördünüz mü, taş ocağı açılan köylülerin “içme suyumuzu kirletme” , hayvanlarımızın otladığı alanları yok etme diye mücadele edenlerin arasında zenginlerin olduğunu…

 

Her felaket, hep fakirlerin yaşadığı bölgeleri ve fakiri vurur...

 

Bakın orman yangınlarına, zenginlerin yaşadığı yerde orman yanar mı? Çünkü zaten oraya çoktan otel yapılmıştır ya da kimsenin görmediği kapalı bir cennette bir villa çoktan konmuştur, yanmaz...

 

Fakirin ocağına ateş düşer zenginin değil...

 

Bakın, bakın savaşlara, bütün savaşlar "Allah" içindir…

 

Allah adına insan keserler, boğazlar, hepsi Allah içindir…

 

Ölen hep fakirdir, katil hep fakirdir yani fakirler bir birini boğazlarken onlara bıçak, silah ise hep zengin...

 

Yani, Allah hep fakiri fakire kırdırır, onun üzerinden para kazananı ise korur…

 

Allah, sonuçta zenginleri sever ve zenginleri sevenleri sever…

 

Bakın, ibadet edenlere hep zenginlerin yanında çalışan ve sürekli şükredenlerden oluşur... Cemaatin mescitlerinde zenginden gelen para ile binasının ihtiyacını karşılayanlar hep şükür duası eder…

 

Görkemli, büyük, şatafatlı camileri olan cemaatleridir. O cemaatlerin camilerinde ibadet edenler genelde şükreden ve onlara bağımlı yaşayanlardır… Cemaat için emek harcayandan daha çok “daha fazla” ibadet ettiği için üzerine kıyafet giydirilip, başına sarık takılanlardır…

 

Cemaat çalışanların hiç biri bir fabrikada çalışmaz, gelir getiren işlerde çalıştırılmaz, cemaate gelen ya da cemaate gönül vermişlerin yanına gidip “bağış” toplayanlardır ve işleri güçleri sabah akşam onlara bu olanağı sağlayana dua etmek, onların sağlığı için Allah’a yalvarmaktır...

 

Genelde ibadet edenler "zengin yanında ya da devlet kapısında iş bulduk, çifte maaş alıyoruz, Allah razı olsun, para vereni cennete göndersin" diye dua eder...

 

Allah, çifte maaş veren zengin kulunu daha çok sever, çünkü onlar her maaş verdiğinde sevap işler, yılda bir hacca, birden fazla umreye gider ve zengin fakirden daha fazla az günahsızdır, cennet parası olanın ayakları altındadır…

 

Zengin adına suç işler fakir ve bu durumda fakir günahkar olurken zengin ak pak olarak ortada dolanır, çünkü Allah katında "suç işletmek için..." diye başlayan cümle olmaz, suçlu işleyen günahkardır, kim adına işlediğinin pek bir anlamı yoktur.

 

Para, cennetin kapısını açar...

 

O yüzden, Allah rüşvet verenleri ve rüşvet alanları da sever...

 

Allah hep zengini kollar ve onları cennetine davet eder...

 

Allah, eğer rüşveti sevmeseydi, günahlarından kurtulmak için zenginler neden bu kadar parayı savursun ki, (zenginlerin bildiğini din adamları bilir, onlara o öğüdü din alimleri yapmıştır kesin, durduk yere zengin sevap işlemek için o kadar servetinden parayı fakire, fukaraya ve zenginlerin şehri kutsal topraklara savurmaz) birileri kiliseye gidip bağış yapar, birileri henüz başlamayan siteye cami yapar, birileri dağın başına görkemli cami yapıp zaman içinde orayı bir ibadet edilen kutsal toprak ilan etmesi, hepsi hepsi Allaha verilen bir şeyler anlamına gelmiyor mu?

 

Ülkelerin en güzel koyları hepsi zenginler için ayrılmış ve korunmuştur, onlar gelip oralara devletin desteği, Allahın iradesi ile yerleşir ve sadece o güzel koylar sadece onların yararlanacağı yerler olur, çünkü Allah öyle istemiştir, fakirin zaten cebinde para yok ki, aç insan ne manzarayı görür ne de ondan zevk alabilir!

 

Zenginler hep fakirlerden üstün ve onların göremeyeceği şeyleri görenlerdir…

 

Allah bugün yaşadığımız krizi de bilir ve görür, onun adına fetva verenler elbette bir bildiği vardır, siyasi iradeye irade veren Allah’tır ve o ne derse siyasi irade onu yapmıştır, bugün yaşadığımız kriz, enflasyon, ("Stagflasyon, şrinkflasyon ve skimpflasyon") artık ne adlar verilmişse onların sebebi o’dur.

 

Bugün markete gittim, etiketin üzerine rakamların olduğu alana “Allahın dediği olur” diye yazmışlar. Huzur sanırım İslam’da, onu okuyunca huzura erdim ama cebinde karttan biriken borçları başka borç ile kapatmak için öteki bankadan kredi almak için nasıl yalanlar uyduracağımı düşünmeye daldım, çünkü yalan söylemek de günahtır, günahım artarken zenginlerin kasaları dolmaya devam ediyor…

 

Halka söylenen yalanlar günah değildir, çünkü kişi kendisine ve küçük çevresine söylüyorsa yalandır, gerçek dışıdır ama genele söylendiği an yalan gerçek kabul edilir ve büyük kitleler onun yalan ve gerçek dışı söz olduğunu düşünmez… Eğer topluma söylenen yalanlar yalan olsaydı, siyasiler o yalan denen günahın altına kendilerini atarlar mıydı, çünkü yalan bir anlamda gerçeğin aynadaki görüntüsüdür…

 

“Takiye” denilen bir kavram dinde yeri olmazdı…

 

Güçsüzsen, güçlünün karşısında her türlü takiye yapmak hakkındır, niyetini gizle, hedefine ulaşmak için sız!

 

Fakirlere hep “şükredin” dendir, daha kötüsünü, beterini yaşayanlar var, onların yanında siz şükredin, henüz nefes alıyorsunuz. Bakın milyonlarca insan açlıktan ölüyor, susuzluktan bir birlerini kırıyor, siz şükredin, şükrederek her gün sevap kazanırsınız denilmekte, fakire şükretmek düşerken, dünyanın nimetleri hep zenginlere sunulur…

 

“Din, fakirler zenginleri öldürmesin diye vardır.” Napolyon Bonapart 

 

Zenginler fakirleri öldürecek ortamlar oluşturur, fakirleri birbirine kırdırır…

 

Zenginlerin yarattığı çatışma ortamının üstünü hep dini söylemler ile din adamları örter.

 

İsmail Cem Özkan

 

 

19 Temmuz 2022 Salı

Biz bize benzemeyiz!

Biz bize benzemeyiz!

 

Kemalist arkadaşlar bazı sosyalistlerin kendileri gibi hayata baktığını ve yorumladıklarını gördükçe, duydukça diyorlardır “biz sosyalistiz herhalde!”... Ama Marksizimi bilen, onun düşünce yöntemini içselleştirmiş biri asla Kemalist olamaz ve hayata Kemalist gibi bakamaz, çünkü durdukları nokta farklı. Kemalistler burjuva ve sermaye bakış açısından devleti kutsallaştırıp, onu yaşatmak için düşünce yöntemini çizer, sosyalist ya da Marksistler ise tam tersidir, devleti “sönümlendirecek” işçi devleti kurmayı, yani işçi sınıfı ve mazlumların bakış açısına sahiptir...

 

Marksistler bir arada yaşamayı savunur, tüm diller, kültürler bir arada, "işçi sınıfının alın teridir bizim bayrağımız" der, o açıdan bakar hayata, küreseldir bir anlamda ama sermaye karşıtı bir küresel…

 

Arada bu kadar zıt farklar olmasına rağmen, kendisine “sosyalist” diyen ve kendisini ve çevresini kandıranlar Kemalist gibi hayata bakıp yorum yapıyorsa, “dolandırıcı” konumdadır, çünkü komünistler ve sosyalistler niyetlerini hiç saklamaz ve açık açık ortaya koyar...

 

Komünist veya sosyalist olduğunu iddia edenler dini örgütler içinde yer almaz, çünkü din sosyalist düşünce ve yaşam biçimi ile taban tabana zıttır, hayata biri “biat ve itaat” ederek bakar, sosyalistler ise tersidir, “sorgulayarak” bakar... Hem Alevicilik oynayıp hem kendisine sosyalistim diyende Kemalist gibi davranan “dolandırıcılar” gibidir...

 

Sosyalistler kimseyi kandırmaz, niyetini açıkça ortaya koyar ve sınıfsız toplum için işçi sınıfı devleti kuracağını ve bunun ütopya olmadığını, gerçekleşebilecek bir somut bir şey olduğunu vurgular ve bugünden sosyalist yaşama uygun yaşam nüvelerini oluşturmaya çalışır...

 

Türkiye'nin 100 yıllık bir tarihi var, en azından cumhuriyet tarihi tanımı içinde... Bu zaman içinde komünistler kendilerin çıkarı için ne yazık ki devrim odaklı tutarlı ve devamlılık arz eden bir siyasi çizgi yaratamadılar... Sürekli burjuva devletin iktidar savaşında olmazsa olmaz iktidar mücadelesinde bir tarafı tutmak zorunda kaldı, “onlar gelirse daha kötü”, ya da “kötüler gitsin en azından asgari bir demokrasi olsun da bizde yer üstüne çıkalım” fırsatı arayışı içinde oldular... Bu ikilem yani “Godot” gelecek gibi demokrasicik bekleyen komünistlerin, demokrasisi bir türlü gelmedi. Aslında bir anlamda burjuva demokrasisi gelmemesi daha iyi, işçi devleti için devrim koşullarını devlet kendi elleri ile hazırlıyor, halkı “umutsuz” bırakıyor, bunu fırsat bilip örgütlenme yerine “kötünün iyisini” tercih edip onun arkasından gitmek” devrim fikriyatını” uzaklaştırmaktan başka işlevi olmamıştır... Kısaca örgütlenmek ve devrimci mücadele koşulu hazırlamak yerine, burjuva demokrasi beklentisi ile sosyalistçilik oynandı bu ülkede...

 

Sosyalistler “Gezi Direnişi” kendiliğinden ortaya çıkınca elleri kolları birbirine karıştı, ne yapacağını bilemez, örgütsüz olduklarına lanet okudular...

 

Peki, bu dini tepki onları örgütlü yaptı mı?

 

Sosyalistler, komünistler dini yapılar içinde örgütlenmez, onlardan “taraftar devşirelim”, “onları da yanımıza alalım” söylemi değil, tersine güçlü bir örgütlü model çıkarırsanız, mazlum, ezilen taraf zaten güçlü olarak gördükleri ve kendilerini savunacak tarafın yanında yer alacak, kucak açacaktır, çünkü kendi güvenliği için güvende olacağına inanacağı tarafa destek verir mazlumlar...

 

Komünistler kimsenin dini inancına, ibadetine karışmaz, çünkü onların inancını da işçi devleti güvenceye alacaktır, gerçek laik devleti ancak işçi sınıfı kuracaktır, çünkü dinden çıkarı yoktur, onu metalaştırmayacak yegane güç işçi sınıfıdır...

 

Din metalaştığı sürece laik bir devlet sözde kalır...

 

Komünistler işçi sınıfını örgütlediği an zaten toplumun çoğunu örgütlemiş demektir, işçi sınıfı toplumun bel kemiğidir, sermaye bile işçi sınıfının gücüne ve üretim için çalışmasına dayanır. İşçi sınıfı üzerinde ki sermaye patronlarını atması için kendi devleti kuracağına gerçekten inanması gereklidir, aksi halde sırtında bir joker gibi taşıdığı kan emici sermaye sahiplerini atamaz...

 

Ulus devlet, kendi içinde kendisi dışında yer alanlara "umutsuz" kalacakları ortam yaratarak "kendilerine benzemekten başka çıkar yolu yoktur, eğer yaşamak ve mutlu olmak istiyorlarsa" anlayışını pekiştirecek güvenlik önlemleri alır. Toplumu bir anlamda çeşitliğini yok edip homojenleştirmek ister. Homojen toplumlar sanki daha sorunsuz sömürülüyormuş gibi.

 

Ulus devletinde “kendisi için” özgür olan şeyler, ötekiler için yasaktır...

 

Eylem birliktelikleri ile zıt kutuplar yan yana gelebilir, çünkü kısa vadeli ve sonuç veren eylemler, eylem birlikteliğinden geçer. “Devrim olsun bütün sorunlar sonra çözülsün” anlayışı doğru anlayış değildir. Komünistler halkın refahı onları sömüren burjuvalar kadar olması için mücadele eder, burjuvaların yaşam kalitesini yok edip onları fakir yapıp toplum artık eşitlendi demez, tersidir doğru olan… “Fakirsin sen fakir kal” demek yerine daha fazla hak ve özgürlük elde etmek, daha rahat yaşam olsun diye mücadele eder. Sınıfsız toplumun temeli daha rahat ve eşit şekilde bir arada olmak değil midir, sınıfları ortadan kaldırmanın birincil amacı sömürüyü ortadan kaldırmaktır, sınıf olduğu sürece sömürü olacaktır… Burjuvazinin yaratmış olduğu bencillik, tüketici kültürü dışında yer alan tüm değerler, hayat standardına ulaşmak ve onu aşmak için mücadele edilir. Şatoda oturan burjuvazinin şatosunu yıkma değil, o şatoda eşit koşullar içinde yaşamaktır amaç, gecekondu binamızdan çıkıp o seviyede yaşamak… Koskoca şatoda birkaç kişi yaşarken, şimdi hep bir arada yaşayacağız, birlikte üreteceğiz birlikte o zenginliği paylaşacağız, yeter ki başkasının emeği üzerinde yükseltmeyelim refah seviyemizi… Sömürülenler, başkasını sömürmek için iktidara gelmez…

 

Komünistler farklıları yok etmek yerine, farklılıklar ile birlikte bir arada yaşamı savunur. Homojen toplum yerine dünyanın tüm renklerinin bir arada olduğu ve hiçbir rengin diğerinden üstün olmadığı bir sınıfsız bir toplumu savunur.

 

Eylem birliktelikleri demek değildir ki bir arada olanlar bir birine benzesin, aksine farklıklar olduğu için zaten eylem birliktelikleri oluyor ve o eylem süresince ortak çıkar için mücadele edilir, sonra herkes kendi amacına uygun mücadele yönteminde yoluna devam eder.

 

Eylem birliktelikleri, olaylara aynı pencereden bakanlar arasında olmaz...

 

Bakın Kürt sorunu konusunda eylem birlikteliğinin ortak adı HDP'dir. Birbirinden ayrı siyasi görüş ve ideolojiler bir arada Kürt sorunu çözümü için somut adım atmak için bir araya gelmiş siyasi çıkar birlikteliğidir... Hiç biri diğerini “benim gibi düşüneceksin, benim ile her olayda aynı adımı atacaksın” diyemez, çünkü dediği an “kopmalar” kaçınılmazdır... Elbette içinde sorunlar var, yakın tarihimizin içinde ilk büyük deneyim diyebiliriz, bu kadar farklılıkların bir arada olması… 12 Eylül 1980 öncesi kısa bir zamanda deneyimlenmiş “Direniş Komiteleri” vardır ve onun ilgili bir çok yayın bulabilirsiniz.  Çıkar birlikleri elbette bir noktaya kadar gider ve her yeni açılım başka yolların ve anlayışların oluşmasına neden olur…

 

Ülkemizin tek sorunu elbette Kürt sorunu değildir, onun dışında da hayata bakan ve farklı sorunları odak noktasına almış sol anlayışlar mevcuttur, her birinin farklı duruşları olması onları ne haklı ne de haksız yapar. Tarih, bugünler ile ilgili notlarını kazanımlara bakarak yazacaktır, çünkü tarihin akışına hiçbir etkisi olmayan anlayışlar tarih notları arasına sözü kısa değinmeler dışında edilmeyecektir.

 

Aynı şekilde bir çok ilçede ve illerde oluşturulmuş olan “demokrasi birlikleri / bileşenleri”.  Hepsi farklı uçlardaki oluşumlardır, ama ortak payda demokrasi. Yapılan eylemlerde ortak belirlenen sloganlar ve afişler taşınır ama hiç kimse “sen neden kendi bayrağını, flamanı taşıyorsun” demez, çünkü farklılıklar güzelleştirir o eylemi ve bileşenin anlamına uygun davranış ortaya çıkarır. Demokrasi bileşeni dendiği an zaten ”tek bayrak ve flama” olmaz, ülkenin resmi anlayış dışında yer alan tüm renklerinde katılıp kendisini ifade edebildiği ortamlardır... “Ben Aleviler ile ya da sosyal demokratlar ile aynı yürüyüşte yürüyorum” diye ne onlardanım ne de onlar benzemek için uğraşırım, ne de alınıyorlar ama onlar var diye kendi ilkelerime ters bir davranış içinde olurum... Bizler görüşleri ve niyetlerini açıkça söyleyen ve bu konuda her şeyi ile net anlayışı savunanlarız...

 

Kısaca “biz bize benzemeyiz” ama demokrasi olunca hepimiz aynı yürüyüş kolunda yerimizi alırız.  Hepimiz farklı ideolojileri savunan, hayata başka noktalardan bakanlarız, hepimiz bu yaşamın farklı renkleriyiz, zenginliyiz…

 

İsmail Cem Özkan


17 Temmuz 2022 Pazar

Son eylem, ilk olmasın!

Son eylem, ilk olmasın!

 

Cezaevlerinde “ölüm orucu”na yatmış yine “haksız yargılandıklarına” inanan devrimci insanlar, duydunuz mu? Onlar yaşasın diye sizde sessiz ya da sesli çığlık atacak mısınız? “Ölümler olmasın” ama öyle bir zamandayız ki, zamanın ruhu ölüm ile besleniyor.

 

Ölümün bu kadar kutsandığı zamanda ölüm oruçları hedefine varıyor mu?

 

Oruca yatanlar ile dayanışma sanki ölüm oruçlarını teşvik etmek gibi bir şey oldu.

 

Hepimiz biliyoruz, yaşıyoruz, bu ülkede adaletli bir hukuk düzeni yok.

 

Adil yargılanmak istemi bana göre ‘şimdiki siyasi ortama göre’ anlamsız.  Bugün ki siyasi atmosferde zaten adil hiç bir şey yok, istiyor ve atıyor içeriye ve yıllarca hiç bir suç olmadan ceza evinde yatırıyor, sıkıştırınca bir suç bulunuyor ve ömür boyu cezaevine tıkıyor.

 

Şimdi, Osman Kavala ölüm orucuna mı yatması gerek?

 

Adil yargılandı mı? Ondan daha fazla haksızlığa mı uğradınız, ondan daha fazla istismara mı uğradınız?

 

Siyasi hareketler varlıklarını ölümler üzerinden kurmaması gerektiğini düşünüyorum.

 

Umarım cezaevinde ki ölüm orucuna yatmış olanlar kritik seviyeyi geçmeden, muhatabı olmadığı bir eylemi bırakır...

 

Ölüm orucunun bir muhatabı olur, peki bugün ki başkanlık sisteminde muhatap kim?

 

Kimin vicdanını hareket ettireceksiniz?

 

Vicdan hareket etmiş olsaydı, ‘kadın cinayetleri’ durdurulabilinirdi, durdurulmuyor, hatta teşvik ediliyor katillere verilen hukuki kararlar ile…

 

Bu ülkede "hayat dönüş " operasyonları yapıldı, yapanlar pişman değil, hatta gurur duyuyorlar...

 

Bu ülkede onlarca insan ölüm orucu sonucunda ölüme yürüdü, peki kazanımları ne oldu?

 

İnsan hayatı her şeyin üstündedir, ölüm ile sonuç alınamıyor, alınmış olsaydı bu kadar sorun yumağı içinde bocalamazdık...

 

Evet, çok geç olmasına rağmen yeni duydum, açlık grevi yüz günü çoktan geçmiş... Yüz gün geçip gitmiş kaç kişi duydu? Ölünce duyulacak mı?

 

Yılın belirli gününde anmalara eklenecek iki isim veya daha fazla isim, sonuç ...

 

Önemli olan sonuçtur, kazanımdır, kazanılmış hakkın korunmasıdır...

 

Ölümler adil yargılanmayı oraya çıkarmayacak, adil yargılanma sorunu bir sitem sorunudur, devletin bakış açısı ile ilgilidir, o bakış açısı değişmediği sürece haksızlıklar, orantısız güç gösterileri hep olacaktır...

 

Bu ülkede her birey adalet istiyor. Adalet mekanizması elinde olan için adalet sorunu yok, sadece istismar edenler var deniliyor...

 

Devletin bekası için, devletin çıkarı için her türlü yol mubahtır, adalet filan olmaz diyorlar... Var olan tüm yasaları rahatlıkla bir kenara itip istedikleri gibi hareket ediyorlar, bakıyorlar her hareketin bir sonucu var, hemen ona uygun yasal düzenleme yapıyorlar... Kısaca her şey yasalara uygun, her şey iktidarın niyetine uygun hareket ediyor...

 

Peki, bu çark kırılmayacak mı?

 

Elbette kırılacak, gezi süreci o çarkın kırılmasının bir sembolüdür...

 

Sürekliliği olmadığı için insan hakları, evrensel hukuk normları ne yazık ki hayat bulamadan sönümlendi...

 

Bu ülkede yıllardır ölümcül kazalar olur, sistem bu ölümcül kazalardan ders çıkarmak yerine devam etmesi yönünde tavrını koyuyor. Bir iki ceza ile kazaların önlenmediğini biliyoruz, peki neden öyle bir tavır içinde iktidar? Çünkü küçük sermaye gurubunu rahatsız etmek istememektedir. Kazalar aslında küçük esnafın ve onları besleyen küresel firmaların işine geliyor, tüketim artıyor... İktidar bu kazaları önlemek ya da en aza indirdiği an zincirin kırılması anlamına gelir, o riske hiç girmiyor. Bizim organize sanayi dediğimiz alanlar otomobil tamir merkezleridir... Sanayimiz kazalara bağlıdır kısaca...

 

Siyasetimizde aynı şekilde ölümlere bağlıdır…

 

İktidar ne zaman sıkışsa bir yurtdışı / içi operasyona imza atıp, ‘etkisiz’ bırakılanların rakamsal açıklaması yapılıyor, bazı evlere bayraklar çekilip başsağlığı dileniyor, “kanı yerde kalmayacak!” denilerek başka operasyonlara zemin hazırlanıyor…

 

Selalar okunuyor, durmadan, sela... sela, ne için okunur?

 

Ölümleri durdurun, bir tarafın hiç umurunda değil ama bir tarafın canı acıyor, bari canı acıyanlar durdursun, başka yöntemler denensin, en son yapılması gereken eylem her zaman başta olmasın...

 

İsmail Cem Özkan

10 Temmuz 2022 Pazar

Kurtulduk, kurtulduk!

Kurtulduk, kurtulduk!

 

Bir ülke düşünün, adını verdikleri “Kurtuluş Savaşı”nda ölen asker sayısı, bitten, pireden ve açlıktan ölen insanların sayısından kat be kat altında olsun...

 

Evet, kurtuluş savaşı verildi ama bitten, pireden ve açlıktan! Onun dışında kurtuluş savaşı yok, sadece iktidar değişimi var, başkent değişimi var, siyasette eskiden alt tabakada olan subayların lider konumuna gelmesi var... Hepsinin dışından iktidar eliti açısından bakarsak eğer, onlar adına evet bir “kurtuluş”tan söz edilebilinir...

 

İstanbul’a çöreklenmiş bir aile ve onun kurumlarından kurtulmaktan bir kurtuluş olarak tanımlanabilinir.  Osmanlı imparatorluğu sömürge devlettir ve son yıllarında yıkıntı bir devlet konumuna gelmiş, ekonomisi, siyasi kararları dışarıdan alınan icazetlere dayalı olmaya başlamıştı. Sürekli kaybeden, sürekli çürüyen bir devlet, yıkılmaya mahkumdu ama yıkılmamak için çarelerde arıyordu.  Osmanlı ailesi sömürge devletin yıkıntısı üzerine oturmaya devam ediyordu ve o aile toplum için bir anlamda kene görevi görmeye başlamıştı, anlı şanlı günler çok geride kalmıştı, ekonomi çarkı dönmüyordu, bitler ve pirlere gün doğmuştu ama sorunların çözümüne dair umut veren politikalar üretemiyordu. Bütün bunları düşündüğümüzde o ailenin siyasetin ve fiziki olarak ülke sınırları ötesine çıkarılması ile kurtuluş gerçekleş denilebilinir… Evet, kurtuluş birilerin için gerçekleşti ama sürekli tekrarlanan bir anti emperyalist savaş yoktur, ne yazık ki sonradan uydurulan resmi tarih ile yaratılan illüzyonda sanki anti emperyalist savaş verilmiş gibi bir tarih oluşturuldu…

 

O illüzyonun oluşturmuş olduğu tarih eğitiminden geçen genç devrimcilerde yaratılan yeni gerçekliğe inandı ve gerçek bir anti emperyalist mücadele yaptılar.

 

Yarı sömürge devletlerde anti emperyalist mücadele emperyalist devletler için tehlike olduğunda, o ülke içinde konumlandırdıkları / yerleştirdikleri, eğittikleri kontrgerilla örgütlenmesi ile o lider gençlerin hepsi -bugünün deyimi ile - "etkisiz" hale getirildi…

 

Bugünden resmi tarihin satırlarına baktığımızda hemen kafamızda oluşması gereken bir resim mevcut olması gereklidir, çünkü anti emperyalist mücadele yaptığını söyleyen kurucu kadrolar, Nazi liderinin sempatizanı olmaz, onun gibi bıyık bırakmazdı...

 

Dünyada faşizm rüzgarı eserken, ülkemizde de kurucu liderlerin her birinin farklı zaman ve ortamlarda Berlin’den direktif aldığı unutulmasın...

 

Anti emperyalist bilinç ülkemizde olmuş olsaydı, NATO üyesi olmak için Kore dağlarına her şeyden habersiz gençlerimizin son nefesini bırakacağı bir çıkarmada / savaşta yer almamış olurduk...

 

Anti emperyalist mücadele bilinç işidir, “vatanımızı emperyalist kuşattı, saldırdı hadi kurtulalım” diye silaha davranılmaz, zaten de davranmadılar... Emperyalist devletler ile masa başında karşı karşıya geldiler, en büyük kazançları kuzeyde bir Sovyet rejiminin kurulması… Dünya iki kutuplu bir düzen almıştı, işçi devleti ve sermaye devleti yani kapitalist devlet. İki kutbun geçiş yapacağı ortada kalan alanda devletçiklere ihtiyaç vardı, çünkü sınırlar keskin bir çizgi ile çizilmesi birinci dünya savaşının henüz bitmemiş hesaplarına uygun düşmüyordu. Sovyetler sınırı ile kapitalist devletler arasında geçişken / tampon devletler kurulması kaçınılmazdı. Tarih bizi öyle bir ortamda yakaladı. Ülkemizi tampon ülke olarak arada kurulmuş bir devletçik kavramından söz edilebilinir. Ülkemiz yönünü hem sömüren hem de sömürülen devlet konumundan çıkıp emperyalist devlet olmak için kapitalistleşme yönüne çevirmiş ve “batı medeniyeti” hedefli devlet...

 

Ülkemiz sömürge devletten sanayileşerek / kapitalistleşerek emperyalist devlet hayali ile kuruldu.

 

Eski sömürgelerden miras olarak kalan bir iki toprak parçası kalmıştı, onları da 27 Mayıs darbesinin ürünü olan anayasa ile ilhak ettik, "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür." Kurucu halklar kavramını ortadan kaldırıp, kurucu bizi ve biz Türk milleti adına devlet olduğumuzu resmen ilan ettik. Fiili durum yasallaştırılmıştır.

 

Kısaca 61 anayasası ile öngörülen kapitalistleşme süreci tamamlanmıştır ama eksiktir denmektedir... O eksiği hepimiz biliyoruz, çünkü sorun bugün de devam etmektedir...

 

Bu eksikliği gören 68 gençliği “yarım kalmış işi ileriye taşıyalım, sosyalist devletimizi kuralım” diye düşündüler ve gerçekleştirmek için örgütlendiler ama yolun henüz çok başındayken kontrgerilla yöntemler ile “etkisiz “hale getirildiler...

 

Sonuçta sosyalizm, kapitalistleşmenin ileri aşamasıydı... Fakat o gençlerin bilmediği bir şey vardı, yer altında örgütlenmiş NATO Gladio’su ve darbeyi yurtsever görünümlü NATO sever, emir komuta zinciri içinde olanların gerçekleştirdiği ama öyle bir kılıf geçirilmiş ki o darbenin üzerine cesaret edip kaldıran olmamıştı. Çünkü bir şeylerin eksik olduğunu rahatsız subaylarda farkındaydı. Yurtsever olduğunu ilan edenlerin darbe girişimleri darbeden sonrada devam etmiş ve sonuç iki yurtsever genç subayın idamı ile sonuçlanmış, darbeye teşebbüs edenin bir subayın da kısa süre sonra faili belli olmayan bir şekilde ölü vermesi...

 

Darbe için ayak bir kere sürüldü mü, arkası gelecekti, yurtseverlerin yapamadığını Amerikan emperyalizmini seven, onlardan emir almaktan onur duyanlarda ilerleyen yıllarda darbe yaptılar, yeter ki ülke NATO ekseni, yeni sömürge biçimli sisteminden dışarıya çıkmasın... 12 Eylül darbesi ile klasikleşmiş devlet yapısının yani kapitalistleşme için kendi öz kaynağını kullanan devlet anlayışından küresel firmaların ihtiyacını karşılayan bir devlete doğru evirilmesi sürecini (liberalizm) yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz...

 

Ulus devleti yıkıldı, fakat yerine yeni devlet hala konmadığı için yaşadığımız devleti hala adlandırmada zorluk çekiyoruz. Var olan devlet mekanizmamız klasik bir devlet görünümü içinde krizden krize girip girip çıkıyoruz ya da çıkmaya çalışırken başka krizin içinde kendimizi buluyoruz…

 

Ülkemiz 100 yıl önce rotasını belirlenmiş ve bu süreçte “devlet bekası” için çok cinayet işlendi, kendi sermayesini oluşturup kalkındıralım derken geniş bir kesimi mülksüz ve işsiz yaptı. Geçmişten gelen kuruluş aşamasında var olan tüm kültürel değerleri ulus devleti anlayışı içinde Türk olmayan kültürleri asimilasyon ederek homojenleştirirken, Türk kültürünü de içinde ki var olan renkleri bile yok ettiler…

 

Yeni bir ülke, yeni ideoloji ve rejim için atılan ilk adım (kuruluş süreci) tam anlaşılmadan yarına uzanamayız, çünkü ilk adımı yanlış değerlendirirseniz, yarım kalmış bir işi tamamlamak için örgütlenirsiniz ama devleti iyi analiz edemediğiniz için o tamamlama işi çıkmaz bir sokakta kanlı bir şekilde sonlanır…

 

Bu topraklar iyisi ile kötüsü ile bir kapitalistleşme süreci yaşadı ve yeni/ yarı sömürge ülke konumundan ne yazık ki çıkamadı. Yaratılan buraya özgü önce tampon daha sonra demir perde önünde Suudi petrollerini korumak adına emperyalist devletler adına “duvar” görevi verilen ülkenin iç politikası bir çok genci, aydını öğütmüş, muhalif kanattaki  “bir gider bin geliriz” inancı ne yazık ki 12 Eylül sonrası gerçekleşmemiş...

 

İsmail Cem Özkan

 

Not: anayasalarımız bu linkten okunabilir.

 

https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1924-anayasasi/?fbclid=IwAR1pYJpzw7t_VBzMZqySN33AD0RXR28BHODJ5NwbPCv08q9Mmty37oRjiNg

6 Temmuz 2022 Çarşamba

İlk adım hep sancılı olmuştur.

İlk adım hep sancılı olmuştur.

 

27 Mayıs üzerine okuyorum, darbe ve gerekçeleri ile birlikte.

Marshall yardımları Amerika Türkiye'ye nerede duracağını belirtmiş. Alın demiş, bu kadar sizin hakkınız ve bu yardım ile ülkeyi bizim istediğimiz gibi düzenleyeceksiniz…

Ülke NATO üyesi, batıya karşı doğunun önünde geçişken olmayan bir duvar. Demir perdenin hemen dibinde bir duvar görevi verilmiş, Sovyetlerin kuşatılmasında önemli bir rolü vardır, tıpkı diğer Pakistan, İran gibi. Sovyetlerin güneye geçişinin önünde ki duvar.

Güneyde var olan petrol kaynaklarının korunması önemlidir Amerika ve NATO için... Ama demokrat parti öyle savurgandır ki, kaynak hiç bitmeyecekmiş gibi davranıyor, her mahallede bir zengin yaratmak isterken, her türlü istismarın içinde gelen kıt kaynak bol bol dağıtılmış ama alt yapı oluşturulamamış. Para kıt, proje çok olunca demokrat parti liderinin aklına ikili oynamak gelmiş, sanki duvar değil de ülkenin kuruluşunda olduğu gibi tampon ülke gibi düşünmüşler.

Tampon ülke her iki cephenin ülkede belirli sınırlar içinde hareket etmesine izin verilmesidir. Ama kuruluş bitmiş bir süreç, artık NATO içinde taraf olmuş ve sınır komşusuna duvar olma görevi verilmiş bir ülke... Menderes bu ayrıntıyı gözden kaçırınca, o güne kadar bazı yaptıklarına göz yuman Amerika politikacıları / genelkurmay - CIA onun ipini çekmiş ve darbe ile yok olacağı şekilde bir ortam hazırlık süreci başlamış...

İnönü gittiği yerde taşlanmış, başı yarılmış, linçe uğramış, CHP karşıtı söylem öyle boyuta gelmiş ki, demokrat partililer nerede CHP'li görse düşman görmüş gibi davranmaya, medyaya sansür uygulamaya, özgürlükleri tek taraflı algılayıp, muhalif olanların özgürlüklerini elinden almaya başlamış..

Ortam hazırlanmış, "rahatsız subaylar" NATO için gittikleri ülkelerden aldıkları eğitimin sonucunu görmeye gelmiş sıra. NATO çıkarı yani Amerika çıkarı ülke çıkarından üstündür, bunu NATO'ya imza attığımız an biliyorduk!

NATO eğitiminden geçen genç subaylar darbe için gün belirlerken, her şeye hakim olduğunu düşünen demokrat parti liderleri alışkanlıklarını bozmamış, her türlü devlet gücünü kullanmaktan çekinmemiş, elbette buna izin verilmiş olduğunun farkında bile değillerdi, polisi kontrol eden her şeyi kontrol edeceğini düşünenler, polisiye uygulamalar ile ülkeyi kontrol ediyormuş gibi bir hava estiriyor, muhalif öğrencilerin başlarından cop eksik edilmiyordu…

555K ve Turan Emeksiz

"Olur mu, böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı?" marşları artık sokakta söylenmeye başlamıştı...

Turan Emeksiz polis kurşunu ile öldürülmüştü, cop yerine kurşun, sonucu ölümdü, bu ölüm aslında iktidarında ölümü anlamına geliyordu. Darbe için şartlar oluşmuştu...

Demokrat parti bu arada Seydişehir alüminyum ve İskenderun demir-çelik ve diğer sanayi projelerini kredilendirmek için Sovyetler birliği ile anlaşma aşamasına gelmişti... Amerika için çan iktidar için çalma vakti geldiğini hazırlık yapan öğrencilerine bildirmişti... Ellerini çabuk tutulacak ve bu kredi alınmayacaktı!

“Türk ordusu bir kere daha tarihi bir vazife karşısında bulunuyor. Bu vazife; dahilde memleketi buhran ve felakete sürüklemek isteyen hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır” diyerek yönetime el konulmuştur..

Saat 4.36'da Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan metin ile ilk darbe gerçekleşmiş oldu... İlk darbe diğer darbelerinde alt yapısını oluşturmuş oldu, Amerika için çok önemli dersler mevcuttu ve o derslerinden çok yararlanmıştır diğer ülkelerde yaptığı darbelerde... Her darbe yapanlar için tecrübe yaşayanlar için zulüm ve tarihi kırılmadır...

Darbeyi subaylar yapmış, onları da NATO yönlendirmiş, siyasetin her zaman sahnesine olacak bir çok yöntem test edilmiş ve başarılmış şekilde bir siyasi zorunlu tercih içinde yaşamaya başladık...

 

İlk darbe için tecrübesiz subayların darbe süreci içinde bir çok tereddüt içinde kalmalarına rağmen başarılı olmalarının sırrı sanırım, iktidarın gözü başka alanlara çevrili olmasında yatıyor, çünkü darbenin olacağı belli, rahatsız subaylar göze çarpıyor ama iktidar bir anlamda eli kolu tutulmuş gibi gelmekte olanı izliyor…

 

İsmail Cem Özkan

3 Temmuz 2022 Pazar

Seçime doğru giderken…

Seçime doğru giderken…

 

Ülkemiz uzun zamandır seçim atmosferinde, ekonomik kriz yanında siyasi krizin içinde bir türlü çözülemeyen sorunların girdabının yaratmış olduğu çıkmaz sokakta siyaset yapılıyor.

 

Ülkemizin bir çok kronikleşmiş sorunlar içinde, sorunları çözmek ile yükümlü olan siyaset, sorun çözmek iddiası ile geldiği iktidarda, iktidarını daha uzun devam ettirmek için sorunların üzerini kapatmayı yeğlemiştir, çünkü sorunun çözümü ülke çıkarı için önemlidir ama siyaset ülkenin çıkarından daha önemlidir, çükü siyaset siyasi parti üzerinden yapılmakta ve siyasi partinin bekası ülkenin bekasından daha önemlidir. İktidar koltuğunda oturan bir partinin devletleşmesi süreci, iktidar koltuğunun illüzyonundan kaynaklanmıyor, tersine iktidarın vermiş olduğu güçten. Gücün elden gitmesi demek, korkuyu tetiklemektedir, korku ise iktidar sürecinde hesabını vermekte zorlanacağı açıkların varlığı anlamına gelir... gerçi bugüne kadar göstermelik yargılanmalar dışında geçmişe yönelik ve iktidarla yönelik bir yüzleşme olmamıştır, siyasi güç yüzleşmeyi ortadan kaldırmakta ve denge politikası siyasetin ilerlemesinin önünde ki en büyük engeldir. Siyaset ise denge sorunudur, lideri partisini ve kolladığı çıkar çevresinin elde ettiği gücü korumakla yükümlüdür… Siyaset bizim gibi ülkelerde sermaye birikimi yaratmanın en önemli aracıdır.

 

Dünyamız ulus devletten küreselleşme sürecine doğru evrilirken bir kırılma yaşamaktadır. Var olan tüm alışkanlıklar, birikimler gelmekte olana göre değişime uğramakta ve uyum sağlaması hukuki düzenlemeler yapılmaktadır. Fakat bu süreç bitmemiştir, ulus devleti içinden çıkan küreselleşme politikası kapitalizmin iç değişimidir. Yeniden yapılandırılma sürecidir. Bu da tarihin kırılması ve yeni çatışma alanlarının oluşması anlamına gelmektedir.

 

Ülkemizde de dünyadan bağımsız değildir, aksine ülkemiz dışında gelişen her türlü sosyal, siyasal olaydan etkilenen çok zayıf ekonomisi olan bir ülke konumundayız. Üreten değil, tüketen bir ülkenin küreselleşme sürecinde ancak taşeron ve bayisi konumuna gelmek anlamına gelmektedir, kısaca hizmet sektörü içinde var olan ve bir yerlerde üretileni ya da ucuz emekten dolayı başka şirketlerin marka üretimini yapan ama kendi ürünü olmayan bir taşeron görünümü içindeyiz. Elbette üretmeyen, tüketen ve tüm zenginliğini özelleştirme adı altında küresel firmaların hizmetine sunan bir ekonominin kriz içinde olması kaçınılmazdı, çünkü küreselleşme politikasını dayatanlar gelişmekte olan ülkelere biçtikleri rol da ancak böyle bir şeydi.

 

Bu kriz ortamında ülkemiz bir seçime doğru gidiyor, çözülmemiş sorunlar, sorunların üzerine yeni sorunların oluştuğu, otokrasi deneyimi ile geçmiş ulus devlet anlayışının yaratmış olduğu bir tarih ve birikimin sandıkta yüzleşmesi ve yol haritasının ortaya çıkması sürecindeyiz. Seçim, bir birine yakın muhalefet bloğu ve iktidar bloğunun kilitlenmiş bir oy potansiyelinin çözümü Kürt sorunu merkezine almış siyasi partinin tercihine kalmış durumdadır. Kürt seçmenin oyu bugün yaşanan siyasi krizin çözümünü ortaya çıkaracaktır.

 

Bu krizin çözümünde kritik rol oynayan HDP kongresi yapılıyor, verilen mesajlar açık ve net. Biz farkındayız, biliyoruz, ne yapacağımız ve çıkarımıza uygun nasıl davranacağımızı da biz biliyoruz diyorlar…

Nasıl demesinler ki, masa devrilmiş, masanın altında kalan taraflardan HDP olmuş. Kürt açılımı hendek içinde üzeri toprak ile örtülmüş, üzerinden panzer geçilmiş... Seçilmiş başkanları tutuklanmış, seçilemeyenler de yardım yataklıktan seçilmiş başkanların kaderini yaşamışlar... Sonuç Kürt açılımı masa devrilerek yok edilmiş, çözülmüş gibi tavır alınmış. Eski söyleme geri dönülmüş ama ortada geriye dönülecek bir siyasi, sosyal ortam yok olmuş.

Demirel tarafından Kürt realitesi kabul süreci, Erdoğan ile devam etmiş ama çözüm için sorunlar masaya yatırılmadan masa tek taraflı devrilmiş, "Kürt sorunu yok!" denmiş... Sorun yoksa neden hala Kürtlere karşı öfke, nefret, ayrımcılık, batıda Kürtçe müzik ve dile karşı hoşgörüsüzlük var? Yani sorun olduğu yerde duruyor...

Geçmişe göre Kürt illerinde Kürtçe daha özgür, medyası, siyasi propagandası göreceli olarak bağımsız! Fakat aynı hoşgörü batıda yok, batı da hala bölücü, ayrımcı, nefret söylemi geliştiren, uyumsuz olarak algılanıyor ve Kürtler ile işe gelince yan yanda çıkarı bitince nefret söyleminin hedefi olabiliyorlar... Kısaca özgürlük çıkarlar ile sınırlı, çıkar bitince düşmanlık kaldığı yerden devam ediyor...

HDP, ne yazık ki Türkiye partisi olamadı, bunda en büyük etken "yetmez ama evet", "evet", "boykot" söylemi ile yan yana gelmiş olanların HDP çatısı altında yan yana olmaya devam etmeleri...

Elbette her siyasi partinin çıkarı farklı, çıkarlar HDP ile çatıştığı an kendi bayrağı ile yola devam ederken, çıkarlar uyuştuğu an çatı altında siyaset yapılabiliniyor...

Ortak noktaları "Kürt sorunu", bazen Kürt ulusal hareketinin amacını aşan daha fazla Kürt sorunu çözmeye talip olan ve öneri getiren, söylem geliştirenler de onlar...

Sonuç HDP homojen bir siyasi yapı değil, içinde çeşitliliği, farklı siyasi gelenekleri barındırıyor olmasına rağmen siyasi söylemleri ile daha geniş açıdan olaya yaklaşmak yerine "Kürt sorunu" çözümü merkezli olunca siyasi hareket alanı daralmaktadır…

Elbette yerel politikalar, yerel söylemler önemlidir ama merkezi yapıların ne kadar heterojen yapı olsalar da homojenleşmektedir...

Güç ve ekonomik güç kimdeyse partinin politikasını belirleyen ve yönlendiren onlar oluyor. Haklı olmak önemli değildir, siyasi hareketin çıkarıdır. Nereden baktığı önemlidir, nasıl baktığından...

Önümüzde eğer herhangi bir sorun çıkmazsa sandık gelecek ve sandıkta yeni rejim devam ya da buraya kadarmış kararı çıkacak... Buraya kadar demek kolay ama onu nasıl bir siyasi perspektif ve yol ile yapılacağı belirsizdir... Çünkü Kürt siyasi partiler ve seçmenler olmadan cevap yönü belirlenemiyor... Kısaca burada kilit parti HDP'dir ve onun belirleyeceği harita gelecek siyasi ortamında nasıl olacağı konusunda ipuçları verecektir...

Bunu siyasi aritmetikte iktidar ve muhalefet bilmektedir... Her ikisi de Kürt sorunu çözümüne şimdilik mesafeli yaklaşmakta, biri masayı devirmiş, hendek açmış hendek içine sığdıramadığını hapishanelere sığdırmış, muhalefet ise mirasını aldığı ulus devleti bakışı içinde homojen bir toplum yaratma ve yaşatma telaşında...

HDP ortada bırakılmış, hadi gel çağrısı yapılıyor ama Kürt sorunu çözümünü bir yana bırak gel demekteler. Yani hadi belirleyici kimliğini kapının dışına bırak bu kilidi çöz demekteler...

HDP kimliği ile var olmaya çalışıyor, çünkü seçmeni sadece kimliğinden dolayı onu ne olursa olsun, her koşulda desteklemeye devam ediyor, kimliği bırakıp bir yana doğru evrilirse ya da boykot etse bu durumda meyil ettiği taraf ya da boykot durumunda iktidarın kazanması anlamına geliyor...

 

"Boykot" üstü kapalı "yetmez ama evet" demektir...

HDP bugünlerde yol haritasını çıkarmaya çalışıyor, stratejiler masanın üzerinde olasılıklar konuşuluyordur, fakat referandumda "hayır" diyenler ile çatı artı formülü ile ortak hareket etmek istemeleri Kürt siyasetini ve çıkarını ne kadar taviz vereceği konusunda boşluk bırakıyor...

"Kürt sorunu" ulus devleti sınırını çoktan aşmış bir Ortadoğu sorunudur ve Ortadoğu’da yaşanacak gelişmelerden bağımsız değildir... Dış politika iç politika ile iç içe geçmiş durumdadır, Erdoğan, Suriye içine doğru yapmayı düşündüğü operasyon aslında iç politika çıkmazının dışında çözüm aramasından başka şey değildir...

Benim tahminim HDP yol haritasını Erdoğan stratejisi belirleyecek gibidir, Erdoğan MHP ile birlikte beka söylemi ile mi seçime gidecek, yoksa beka söyleminin dışında yeni bir Kürt açılımı ile mi gidecek? Kürt açılımının kilidi de Suriye topraklarından geçtiğini NATO zirvesinde istemler göstermiştir...

 

Siyasetteki krizin çözümünü yaşayarak hepimiz göreceğiz. Önemli olan krizin çözümü gibi gözüküyor ama hasıraltı yapılan sorunların çözümü ülkemizin geleceği için daha önemli olduğunu düşünmekteyim. Kronikleşmiş sorunlar ve onların yaratmış olduğu diğer sorunlar çözüldüğü zaman ülkemiz yeniden yaratılmış olacaktır… 

 

İsmail Cem Özkan