Galata Gazete


23 Ocak 2017 Pazartesi

Ayrımcılık nefret söylemini tetikler ve yaşatır...

Ayrımcılık nefret söylemini tetikler ve yaşatır...

Hayatta insan olarak geldik, bizim tercihimiz değildi. Gelirken bize nasıl göz rengi alacağımız, hangi dil konuşacağımız tercihi yapılmadı. Bizim tercihlerimiz olmayan şeyler yüzünden ömür boyu ya öteki ya da biat etmiş olarak yaşamaya mahkum ediliriz. Zengin gelenler ise zaten bu satırlarımı okumayacaktır, çünkü onlar bizim dünyamızın dışında yaşayamaya ve zenginliklerini daha fazla nasıl artıracağını düşünürler.  Biz fakirler, öldürülenlerin öldüğü yere karanfil bırakanlar her düşüncemizi, her satırımızı yaşadıklarımızın toplamından süzülerek acıları dillendiririz.

Bizim tercihimiz olmayan yaşama katılmışız ve sürmekte olan kavgaya dahil olmuşuz. Yaşadığımız yüzyıl burjuvazinin bize açmış olduğu ve sürekli meydan okuduğu kavgada taraf olmuşuz. Bizim tarafımız emeği ile geçinen, mazlum hakların yanıdır… Bu bizim tercihimiz ile olmuş değildir, bizim içinde olduğumuz toplumun bize yüklediği görevdir. Madem böyle bir görev içindeyiz o halde kavgamızı daha bilgili, bilinç ile bizden önce yaşanmış yenilgilerden deneyim alabileceğimiz tarih bilinci içinde olmak ile yükümlüyüz… Elbette burjuvanın beslediği beyaz yakalı işçi olunca sınıftan kopmuş olunmaz ama hayat tarzı ve yaşam kalitesi farkı içinde olanlar kendilerini bizden görmek istememesi anlamlandırabilmek ile de yükümlüyüz, çünkü burjuvazi elini kirletmez kendi adına elini kirleteceği beyaz yakalı işçiler yanında özel güvenlik ve devlet güvenliğini kendi amacı yönünde kullanır. Bizi içimizden parçalamak için her türlü aracı kullanır, çünkü biz birlik olursak karşımızda ki azınlık olanların elinden bizim üzerimizden kazandıkları zenginliği alabiliriz.

Bugün dünya nüfusunun binde biri bize hükmediyor. Bizi yönlendiriyor... Bizim günlük yaşantımızı da ne tüketeceğimizi, ne üreteceğimiz, nasıl eğleneceğimizi bize sormadan belirliyor ve ellerindeki medya, eğitim, devletin kendilerine vermiş olduğu gücü kullanarak yapıyorlar…

Burjuvazi kendisini var eden feodal dünyanın içinden gelirken din ile savaşmış ve sonra dini kendi yanına çekerek kendi amacına göre biçimlendirmiştir. Burjuvazi, din gibi insanları kategorize ederek onlara payeler dağıtır ve o payeler ile unvanlar verilir, unvanlar ile toplum içinde kategoriler yaratılır… Devlet mekanizmasını bu unvanlar ile yönetir ve yönlendirir, ihtiyacına göre sistem değişikliği yapar.

Devlet, din gibi yaşayan insan gibi ölü insanları da kategorize eder ve ayrımcılık yapar.

Vatanı için ölenler aslında vatanında yaşayan burjuvanın çıkarı için öldüğünü hiç öğrenemeyecektir, çünkü öyle bir eğitimden geçmiştir ki vatan sermaye birikimi için uydurulmuş bir ulus devleti olduğu gerçeğini bile kabul edemez. Vatan serbest ticari hayatın olduğu coğrafyadır. O coğrafyada önemli olan ticari yaşamdır, diğer tüm unsurlar o ticari yaşamın yan değneği ya da orta direği işlevini görür. Çünkü hayat içinde olan çoğu insan yaşadığını değil yaratılmış gerçekliğin içinde yaşar…

Her caddeye, her sokağa bir ölünün ismi verildi... İnsanlar mezarlığa gitmekten korkarken artık ölüler arasında yaşar oldu. Sokaklarda ne ıslık duyuluyor ne de müzik. Sessizlik içinde kaderine boyun eğer gibi yeni sokaklar ve caddeler yaratıyorlar, gelmekte olan ölülerin isimleri verilsin diye... Ülke inşaat sektörü sayesinde ayakta duruyor, inşaat sektörü olmasaydı nasıl verilirdi ölülerin isimleri yeni sokaklara?

“Ayıyı başkan yapan köy, armudu ancak rüyasında görür.” Çin atasözü.

Ayrımcılık yaşamın bir parçasıdır demek isterdim ama yaşamın kendisi olduğu gerçeği ile yaşamaktayız. Ayrımcılığı gücü elinde bulunduranlar yapar, mazlumlar ve azınlık olanlar ise her daim ayrımcılıktan şikayetçidir. Gücü elinde bulunduranlar her zaman azınlık olmasına rağmen çoğunluk gibi davranır ve hatta demokrasinin göstergesi gibi gösterilen seçimlerde her zaman çoğunluğu ellerinde bulundururlar. Nasıl bulundururlar diye sormaya gerek yoktur, her şey ortada ama kimse dillendirmeye cesaret edemez, çünkü ayrımcılığın negatif tarafında olmak istemez! Yasalar adaleti sağlayacağı sürekli vurgulanır ama hukuk devleti olmamıza rağmen yasalar sanki kişiye özgü gibi işlem görür. Yasaların olması adaletin olması anlamına gelmediğini hukuk maddeleri karşısında verilen kararların çelişkilerinden öğreniyoruz. 

Yasalar adaleti sağlamayacaksa yasalar ne işe yarar ki?

Yasalardan söz açılınca hukuk maddeleri gözlerimizin önünden geçmez ama biz farkına varalım varmayalım toplum düzeni bu kağıt üzerine kayıtlı ve geleneksel yaşam tarzımıza uygun yazılı olmayan maddeler hayatımıza çeki düzen verir ve toplumu bir hizaya sokmaya çalışır. Devletin istediği bireyi yaratmak ve kontrol etmek için hukuk maddeleri önemlidir ve hukuk kurum itibari ile toplumun her zaman gerisinden gelir hatta çoğu zaman toplumun ilerleyişi önünde engel teşkil ederler. Hukuk maddeleri ilerici olamaz, gericidir.  Ona rağmen insanlığın toplum sözleşmesinin ilk maddeleri ile düzen içinde önemlidir ve vazgeçilmezdir. Toplum sözleşmesinin başlangıçtaki amacı mazlum olanın hakkını erk sahibi karşısında korumaktır. Bir hukuk devletinde önemli olan azınlıkların haklarını koruyan ne kadar çok madde varsa o toplum daha demokratik ve özgürdür. Fakat bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde ayrımcılık saklanamaz ve alenidir, çoğunluğun hakkını azınlık hakkı karşısında korur...

Devlet ayrım yaptığı sürece hukuk sadece kağıt üzerine kalan lekedir... Ayrımcılık nefret söylemini tetikler ve yaşatır...  Toplum içinde bölünmenin birincil nedeni devletin bu ayrımcı tutumunda yatar...

Ülkede ki tüm medya cenaze medyasına dönüştü...

Ülkemizin içinde ve dışında gerçekleşen çatışmalar ve katliamlar toplum içinde haklı bir öfke birikimine sebep olmaktadır. Öfkelerini doğru hedeflere yönlendiremeyenler daha fazla öfkelenecekler, çünkü öfkelendiği olayı tekrar tekrar olacak ve sonrasında alışacaklar, ortada öfkelenecek şey görmeyecekler hayatın bir parçası olarak görecekler...

Alışmayın, alışmamak için öfkenizi doğru hedefe yönlendirin...

İsmail Cem Özkan

16 Ocak 2017 Pazartesi

Değiş!

Değiş!

Çocukluğumuzda kaldı topaç oyunu, elbette yaşı tutmayan günümüz gençliği topacı ya çizgi filmde görmüştür ya da nostaljik filmlerden birinde saniyelik görüntü içinde. Artık topaç yok! Topacın yerini insan aldı, topaç gibi insan dönüyor…

Türkiye’de fırfır dönmeler bu kadar revaçta değildi ama çizgi film olarak hayatımıza girdi önce… “Değiş Tonton, değiş!..” Sonra her fırfırcı oldu bir çizgi film kahramanı, ortamına uygun değişim yaşamaya başladı... Çizgi filmlere sadece eğlence diye bakmayın, bakın bir çizgi film bile cemaat propagandası yaptığı gerekçesi ile yasaklandı... Henüz mahkeme karar vermedi ama büyük olasılıkla mahkum edecektir.

Şimdi hadi oyna deseler topaç döndüremem, o kadar uzak kaldım ki çocukluk oyuncaklarımdan ne yapacağımı bilemem, içinde nasıl oynanacağına dair bir rehber kitapçık olmazsa her hangi bir yapbozu bile yapamam diye düşünüyorum!

Kullanım kılavuzu olmadan elimize aldığımız her hangi bir şeyi yapmaya cesaretimiz yok, çünkü elimizden aldılar. Nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım bir kılavuz bize eşlik eder. İlk yardım çıkışı, çıkış, tek yön levhaları da birer kılavuzdur. Kılavuzu olmayan gemi boğazı geçemez, yalıya çarpar diye bekleriz ama binde bir gemi gider kötü hava koşullarında yalıya çarpar diyeceğim de artık yalıda kalmadı, yalıların önünde kazıklı yol geçer!

İnsanlarında kullanım kılavuzu olduğunu düşünüyorum, çünkü işe başlarken imzalanan iş anlaşması bu kılavuz için başlangıç adımdır ama yazılı olmayan başka bir kılavuz vardır ki bilim adamları psikoloji ve de sosyal psikolojide gelişmeye uygun olarak yöntemleri tavsiye olarak alır ve de uygularlar. Bir fabrikada çalışan işçiler hangi kılavuza göre verimlilik yasası uygulandığının farkına bile varmazlar, bilim adamlarının işverenler için geliştirdiği yöntem bir ışık/ses oyunu ile çaktırmadan uygulanır bile… Toplum bilimciler adı verilen yeni bilim alanına göre ise toplumların nasıl ortak akla ulaşılacağı ve hangi konularda ortak ve doğru (!) yola gireceği topluma nasıl dikte edileceği konusunda dünya çapında değişik toplumlar üzerine yaptıkları deneylerin sonucuna göre dünyayı yöneten şirketlerin sahiplerine her türlü bilgiyi proje adı altında aktarırlar. Onlar da çıkarlarına uygun devlet yönetimi belirleyip devletten kendileri için ayrıcalıklı işler elde ederler… Kendi ürünleri daha fazla tüketilsin diye medyanın her türlü aracını kullanırken, eğitim aracı olan okullar ve güvenlik güçlerinden de sonsuz yararlanırlar… Toplumlar kendi kaderlerini çizme aşamasından çıkalı çok oldu, tüm dünyada ortak tüketim alışkanlıkları kazanıyor ve ortak markalar tüm şehirlerin camekanlarını süslemeye devam etmektedir…

Benliklerimiz ile oynama kılavuzları proje yapmaları için para aktaranların elinde birer silah olarak durmakta ve projeler için verdikleri paralar ile insanların benlikleri ile oynamak ile kalmıyorlar var olan tüm gerçekleri yaratıyorlar. Yaratılan gerçekler içinde yaşayan toplumlar ise gözleri önünde yaşananları görmüyorlar, kılavuz olarak gördükleri medyadan izliyorlar.

Medyaya gereğinden fazla önem verilir oldu, onların etkisi ile ülkenin siyasi ortamı değiştiği vurgulanır ama aslında medyaya hakim olan bu düşünce toplumu dönüştüren teknolojinin sadece gözden uzak tutulması için abartısından başka şey değildir, çünkü hedef ve bakılması istenilen yerin alt yapısına bakarsanız aslında bizi dönüştüren medya değil, onu biçimlendiren teknolojidir. Teknoloji o kadar hızlı ellerimize verdiler ki, o teknolojin ekranına bakarak hayatımızı izlemeye başladık, fakat bize pahalı teknoloji neden ucuz şekilde elimizde olduğunu dahi düşünemez konuma geldik… Teknoloji hızla ilerlerken insan denen canlıyı sosyal yaşantısı içinde daha dar alanda daha özgür yaşıyormuş gibi bir simülasyona sebep oluyor. Bu hayali yaratılan ortamı bizler gerçek yaşamın bir parçası olarak görmekteyiz. Elimize geçmeyen para ile alış verişler yapıp, tatil planları organize ediyoruz. Fakat rakamlar bankada bizim borç hanemizi doldurduğunu ve artık borçlar ile kontrol edilen ve tüketim alışkanlıklarımızın sürekli pompalandığı bir durma düşürüldük. Bu durumda ki insanın özgürlüğü sadece simülasyonlar ile mümkün kılarak onun toplum içinde başkaldıran ve itiraz eden birey olmaktan uzaklaştırmıştır.

“Biat et rahat et” adı verilen düzende her birey biat etmek için değişmek zorunda... bu ulus devleti anlayışının daha bireyci ve çıkarın daha önde olan anlayışa tekabül eder. Eğer arzu edilen sistemde birey “değişmiyorsa” o toplumda ‘huzur’  olmaz diye düşünenlerin hakim olduğu devlet yönetimi ile bireysel ve toplumsal özgürlüklerden bahsetmek imkansızdır. Devleti bir kendi amaçları yönünde ve hukuku bireye özgü kurallar içinde yorumlandığında hukuk kavramı adalet kavramı gibi kağıt üzerine dökülmüş bir lekeden örte başka anlam ifade etmez. Bu düzende her şey “yaratılan” gerçekliğin üzerine oturduğundan uzun süre yaşayamadan çökmek ve toplumsal yüzleşmenin / çatışmanın kaçınılmaz olduğu gerçeğini sanal olarak ne kadar öteleseler de ötelensin kaçınılmaz olacağını söylemek sanırım abartı olmasa gerek…

Peki, bu düzeni kimler ister sorusu aklınıza gelebilir, kısaca kestirmeden yanıtlayayım, kaybedecekleri çok şeyleri olanlar böyle bir düzen isterler. Kaybedeceği çok şeyi olanlar suçlamaların arkasını getirmez, sürekli suçlayarak haklı konumda kalmaya çalışırlar…

İsmail Cem Özkan


13 Ocak 2017 Cuma

Korku!

Korku!

"..Anlamak, yasak değildi benim ülkemde...
Anlatmak yasak...''
Hasan Hüseyin Korkmazgil

Korku canlıların bir duygusudur, sadece insan ait ve öğrenilmiş olan değil doğanın tüm canlılara hediye ettiği bir duygu olarak görmekteyim ama korkuyu büyüten şey ise öğretilen ve korkuya hapsedilen canlı artık doğal olmayan koşullarda yaşamaya mahkum olmuş bir mazlumdur aynı zamanda zalimdir.

Korku ile büyüyenler çevrelerine korku yayarak yaşarlar.

Korku üzerine bir şeyleri düşünürken elimde ki saksıyı düşürdüm yere, saksıda açmış olan çiçekler her biri teker teker döküldü. Korkmuştu çiçeğim, kendisini soldurdu duygularını ifade ederken, hala gözüm gibi bakıyorum eski güzelliğine kavuşsun diye… O gün iş saatinden önce karanlığın içinde yola çıktım, karanlıkta yollar kalabalıktı. Okula giden çocuklar uykulu şekilde ebeveynlerinin elinde, biraz büyük olanlar ellerinde cep telefonlarının yüzünü aydınlatması ile dalgın dalgın yolda yürüyorlardı. Soğuk, ayaz varmış dışarıda kimse farkında değildi sanki, sıkı ve hızlı adımlar ile amaçları yönde yürüyorlardı. Ne kadar çok değişik amaç var, her birey sanki başka yöne yürüyor! Gelen giden, karşıya geçen… Bütün bunların içinde bir köpek, kuyruğunu bacağının arasına sıkıştırmış olanları anlamaya çalışıyor, çünkü eskiden karanlıkta tek tük gördüğü insan güruhu şimdi kalabalık ve sanki bir şeyi fethedecekmiş gibi hızlı adımlar ile ilerliyor. Siyah beyaz dünyasında anlamlandırmaya çalışırken korkuyordu, çünkü sinmiş ve aç karnının gurultusu içinde çöp kutusuna ulaşıp yanına bırakılmış bir parça şey bulma hayalindeydi belki... Diğer köpekler yoktu... Karanlıkta köpekler toplu gezer ama artık karanlık da karanlık olmaktan çıkmış gün gibi aydınlıkmış gibi davranan insanların yaratığı atmosfer içinde her şey değişmişti.

Korku değişim karşısında duyulan bir duyguydu.

Her değişim güzelliğe açılmıyordu, çoğu zaman ülke kaosu içinde güzellik yerini vahşete kapısını açıyordu. Açılan kapıdan masum insanlar girmiyordu. Masum insanların son nefesi havaya karışıyordu açılan her hangi bir kapının arkasında gelen gürültü ile…

Kapının önünden geçer araçlar ana bazıları karanlıkta durur bazı kapıların önünde. O duran araçtan inen silahlı insanlar korkuyu yayan ve büyütenlerdir. Çünkü kimin kapısına gelseler ölümü de yanlarında taşıyorlardı. Faili meçhul cinayetler kapı önüne gelen araçlar ile gelmişti… Bugün dahi faili meçhule kurban gitmiş oğulları ve kızları için anneler her cumartesi günü Galatasaray Lisesi önünde sessiz oturumlarına devam ediyorlar.

Korku, kendisiyle yüzleşildiğinde yenilen bir duygudur.

Korkuyla yaratılan ortam ile yüzleşildiğinde bür çok olasılık birden ortaya çıkar, bu olasılıklarda birey hangisine doğru yöneleceği kendi bilgi birikimi ve çevresinden aldığı güç ile orantılıdır. Sonuçta birey üzerinde rahatlama ile birlikte ya tam teslim olunur ya da direnç olarak kendisini gösterir.

Korkunun karşısında direnmek ve cesaret kelimesi yerini alır…

Ülkenin her yeri hapishane olmuştur ama işkence tezgahları olan hücrelerin duvarlarında yazılanları okuma şansızlığına uğrayanlar bilir, direniş üzerine kısa cümleler duvarda kazılıdır. “Yılma, yıkılma” gibi... Direnmenin nasıl bir cesaret isteyen ve olmazsa olmaz olduğunu bilir, çünkü direnmeyen bir insanın boynuna her an bir urgan bağlanır ve işlemediği suçlardan dolayı yıllarca hapis yatması bir yana ölebilir de.

Düşmanlık ve cepheleşme sadece suçu ortaya çıkarmaz, suçunda üzerini de örter.

Hapishanelere insanlar ıslah olunur diye konur ama genelde orası hayat okuludur, çünkü orada arkadan şişlenmeyi de yaşar, sıkı dostluğu, yoldaşlığı da… Duygusal olarak bir birine borçlananların oluşturmuş olduğu organize işler içinde her şey doğal ve olması gibi algılanır, kimse neden ve niçin diye sorgulamaz, çünkü yaşananların hepsinin kurbanı olarak orada dururlar. Onları oraya atan korkudur ve o korku ile yüzleşmektir...

“Korku ve itaat” toplumu yaratmayı başardılar…

“Çalışmak için yaşayanlar” aslında bir korkuya teslim olmuş bireylerin oluşturmuş olduğu toplumdur, çünkü o toplumlarda çalışmayan insanın başına ne geleceğini sokakta yaşayan evsizler göstermektedir. Sokakta yaşayan bir evsizin başından geçenler gözler önündedir, dondurucu havada donan, sel felaketinde suya kapılan, sigortası olmadığı için en basit hastalıktan sokakta ölenlerin haberleri basın bültenlerine düşer, aynı hızla sosyal medya aracılığı ile bilincimizin arkasına kazınır…

Korku salgın bir hastalık gibi her yerimize saran bir sarmaşıktır, boğazlar bizi. Boğulmamak için daha fazla çalışılır, daha fazla birikim sağlamak ve tasarruf için teşvik ediliriz. Yeni yıldan itibaren tüm dünyada geçerli olan bireysel emeklilik kanunu ülkemizde de yürürlüğe girdi, kısaca emekli olunca korkusu şimdiden verilmeye başlandı, çünkü emekli olunca daha fazla para ihtiyacın var. Peki neden daha fazla paraya? Devletten alacağınız emekli maaşınız sizi geçindirmeye yetmeyecektir, gün be gün kesilen emeklilerden paralar dar boğaza düşmüş şirketleri kurtarmak için kullanılacak…  Şirketler neden iki de bir darboğaza girerler? Onlar zaten uluslararası firmaların ülkemize ki taşeronları ya da temsilcileri değil mi? Serbest piyasa koşulları içinde müdahil olmamak gerekmez mi? Serbest piyasa diyerek aslında güdümlü bir piyasa içinde yaşadığımız ve yandaş şirketlere verilen teşvikler ile haksız rekabet koşuları içinde plansız büyüme ve harcamalar cari açıkları meydana getirdiği biliriz.  Ve bu açıkların ise emeklilerin, işçilerin ve de memurların maaşlarından kesinti anlama geldiğini de biliriz ama neden ses çıkarmayız, çünkü ülkemizi ayakta tutan ticarettir ve ticaret var odluğu sürece işimiz olur, işimizi kaybetmemek için bu çirkin oyunu bile bile ses çıkarmayız! Devletimiz bakidir! Ama devlet kimindir sorusu sorulamaz, çünkü korkarız. Devlet sürekli korkutmuştur…

Ruh hali güvercin tedirginliği ile yaşamak!

Bir yerde ‘öteki’ oldun mu, her üzerine bir nefret söyleminin boşalması mümkündür… Öteki olan her zaman tedirgindir, çünkü çoğunluk tarafından yok edilmeye ve homojen adı altında asimile veya yok edilme ile karşı karşıyadır. Homojen toplum ve sorunsuz birey yetiştirme eğilimi eğitim denen kavramı ortaya çıkarmıştır, eğitilmiş insanın veya canlının belirli komutlar karşısında belirli tepki vermesi beklenir, eğer veremez ise korkunun en önemli sebebidir, çünkü korku beklenilmeyenin aniden ortaya çıkası ve ortaya çıkan kriz ortamını yönetmemektir. Korkanlar krizi yönetemezler, çünkü kriz onları sarmalın içine alır ve kendi gücü ile savrulmalarına sebep olur…

Linç yapanlar aslında birer korkaktırlar, kendilerini güçlü gördüklerinde zayıfı yok etmek için saldırılar…

Standartlaşmak korkuya çekiz düzen vermektir.

Teşhisler standartlaşmanın ortaya çıkarmış olduğu genel çözüm yolarlına verilen isimdir. Bu genel doğruların her bireye ve topluma uygulanacağı varsayılır ve kalibre edilmediği içinde yanlış teşhisler ile yanlış beklentiler ortaya çıkarır ve bu beklenmeyen yanlışlar ise korkuyu büyütür ve yayılmasına sebep olur…

Bütün dünyada kimlikler kredi kartı boyutuna indirilerek standartlaşmaya gidiliyor, aynı şekilde pasaport ve diğer kimliklerde… Bütün bunlar dünya siyasi siteminin korkusuna karşı aldığı önemlerdir. Elektrik prizinde standartlaşmaya gidemeyenler neden kimlikleri kredi karlarına benzetmek için standartlaşmaya gittiler?

Korku yayanlar aslında korktukları gelecekleridir.

Gelecek yönünde öngörüler ortaya çıkarken, korkuların bu öngörülerin ortaya çıkardığını düşünüyorum. Tıpkı insanların birikimi gibi toplumların birikimi de standartlaşma adı altında yok edilmekte ve tek tip insan, tek tip toplum, tek tip dil ve tek tip tüketim toplumu yaratılarak farklı düşünme yönetimlerinin önüne geçilmeye çalışılıyor… Çünkü özgür düşünce farklılıklar içinde olabilir, tek tip yaşamın olduğu yerde özgür düşünce ve yaşam olmaz…

Geçmişi anımsar geleceği düşünürüz, gerçekte bunun tersi olsaydı acaba korkularımız ne olurdu? Doğuştan gelen ve güdüler halinde içimize işlenen ve sonra yaşadığımız çevre, toplum tarafından işlenen korkular ne halde olurdu?

Bilinenin çok olduğu yerde korku yok olur ama zalimin zalimlikleri çok biliniyorsa orada korku artar... Her bilgi korkuyu yenmek için değil, korkuyu büyütmek içinde kullanılabilir…

Korkunun hakim olduğu toplumlar karanlıkta yaşamaya mahkum edilmişlerdir, fakat ondan daha kötüsü zifiri karanlıkta bilinmezlikler içinde yaşamaktır. Bilinmezlik korkuyu paranoya boyutundan daha ileriye taşır. İnsanlık tarihi ortaçağ karanlığında bunun ile ilgili bir çok birikimi geleceğe taşırken tarih bilgisi eksik bırakılmış toplumların bireyleri ortaçağ karanlığına birilerin çıkarları uğruna atılmıştır.  Çünkü var olan kapitalist sistem kronik hale gelmiş sorunlarını ancak savaş endüstrisini canlandırarak atlatacağını düşünür ve o yüzden sürekli savaş çıkarmak için var olan tüm çelişkilerden yararlanır ve yeni yaratılmış gerçekler ile toplumlar içinde ve toplumlar arasında savaş kışkırtılır. Ulus devleti süreci içinde iki büyük dünya savaşı yaşanırken, ulus devletinin çökertilmesi sonucunda hibrit savaşları adı verilen savaşlar ile ikinci dünya savaşında kaybedilen insan kadar insan toprağa düşmüştür. Ulus devletinin yerini alacak devlet henüz tam oluşturulamamıştır, bu sürecin karmaşası içinde devletin görevleri de artık eskisi gibi net değildir, sadece görüne sermayeyi korumak ve kollamaktır ama eskisi gibi ulus sermayesi değil uluslar üstü sermayenin hizmetindedir, onların önünde yer alan tüm engelleri ortadan kaldırdığı gibi ulus devletin yarattığı veya henüz rant alanına dönmemiş bakir alanları ranta açarak onların hizmetine yerli iş birlikçiler eli ile verilir… Ulus devletin yarattığı korkunun yerini yenilenmiş ama içeriği aynı korkular ile yaşama devam etmektedir…

Neden sigara dumanı yeninden sigaranın içine girmez… Korku neden yeninden doğru yere dönmez?

Zaman tersine işlemediği sürece korkular ile birlikte yaşamaya devam edeceğiz… Zaman zaman korkularımız büyüyecek, zaman zaman azalacak... Azaldığında daha mutlu olacağız, gülümseyeceğiz, korkularımız artıkça endişelerimiz yüzümüze vuracaktır… insanlığın kurtuluşu ve korkularımızın en aza ineceği zaman devlet denen mekanizmanın tamamı ile ortadan kalkacağı ve sınıflı toplumun ortadan katlığı süreç ile oluşacağı öngörüsü hala canlılığını korumaktadır.


İsmail Cem Özkan 

10 Ocak 2017 Salı

Toplum sözleşmesinden bireyin toplum ile sözleşmesine…

Toplum sözleşmesinden bireyin toplum ile sözleşmesine…

Toplum sözleşmesi kralların ve imparatorların keyfi yönetimine karşı burjuvazinin ve işçi sınıfının keyfiliğe son veren bir düzenlemenin Jean-Jacques Rousseau tarafından kitap adı yapılmış bir çalışmadır. Kısaca toplum sözleşmesi ile toplum içinde ayrıcalıklı kimse yoktur ve yasalar tüm toplum bireyleri için eşittir. İmparator ve kralların keyfi karar verme hakları ellerinden alınırken hukuk önünde feodal dönemin hakimlerinin diğer vatandaşlar ile bizim sözlerimiz ile dağdaki çoban ile eşit konuma getiriliyordu. Elbette bu eşitlik kavramı ve kavgası her ülkede farklı şekilde seyretti. Ama en önemlisi ayrıcalıklı olan ve tanrının yeryüzünde ki gölgesi olanların gölge olması ellerinden alındığı gibi tanrı kavramı da devlet (kamu) alanından da uzaklaştırılarak sıradan ve ticaret dışında olan vatandaşlar içinde başlangıçta yaşanabilir hale getiriliyordu. Tanrıların yasaları genelde parası olan ve siyasi gücü olanların lehine işlemişti ve milyonlarca insan bu çelişki yüzünden hayatını kaybetmişti. Krallar ve imparatorların yandaşları bu ayrıcalıklı durumdan uzaklaştırılıyor ve tarih artık daha eşitlikçi akacağı yönünde umut ışıklarını yakıyordu. Başlangıçta yaratılan bu illüzyon kısa sürede ortadan kalkacak ve din yeni hakimlerin hizmetine biçim ve reform yaparak yerini alacaktı. Din eskiden kralların ve imparatorların lehine kullanılırken, yeni düzende burjuvaziye hizmet eden ve burjuva egemenliğinden yararlanan bir konumda yerini alıyordu. Burjuvazi dini kontrol altına almak adına kurumlar kurmuş, o kurumlar aracılığı ile toplumun eğitiminde kullanacaktı.

Fransız devrimi ile umut, bir kıvılcım olarak insanlığın yüreğinde yakılmıştı, onu daha ileriye taşıyacak olan işçi sınıfı ve onların oluşturacağı devlet organizmasıydı, fakat beklenen ile akan (yaşanan) tarih farklılığını ortaya koyacaktı. Beklenilen hız ve düzende tarih akmıyordu, tarihin akışında söz hakkı artık burjuvazinin eline geçmişti, krallar ve imparatorlar artık ya tarihin dehlizlerinde yerini alıyordu ya da işlevsizleştirilip sadece bir sembole dönüştürülüyordu. Burjuvazi bazı toplumlarda toplum sözleşmesi kağıt üzerine olmayan ama güçlü sözlü ve toplum sözleşmesine denk gelen hukuk kurallarını oturturken, toplumlar krallarının geçmişte yaptıklarını özeleştirini /yüzleşmesini yok ettikleri, eziyet ettikleri, köle haline getirdikleri toplumlara vermeden yeni ve daha katı bir baskı sistemi kuruyordu.

Kapitalizm ile birlikte sömürgenin yerinin emperyalizm alıyordu. Emperyalist duygular ve aç gözlülükle dünya yeniden paylaşılıyor ve ulusal sermaye birikimi adı altında bir takım burjuva daha da güçlü hale getiriliyordu. Burjuvazinin elinde ki kapital yenidünyanın ve düzenin adı olacaktı. Kapitalizm kralların yerine yeni kralı yani para düzenini koymuş ve toplum sözleşmesini kendi lehine düzenleyecekti. Düzenledi de…

Zengin ülkeler ve onların şirketleri her daim ayrıcalıklı ve istisnai haklar elde ederken emperyalizm altında zor nefes alan halklar ve ülkeler gittikçe fakirleştiler, ellerinde biriktirdikleri ulus devletin birikimi olan her türlü zenginlik özelleştirme adı altında zenginlerin şirketlerine pazarlandılar… Halklar gittikçe fakirleşirken dünyayı yöneten aile sayısı gittikçe azalmaya başladı, çünkü zenginler zenginliklerine emperyalist güdüler ile katkı yaparken, diğer halkların daha da denetim altına kalması için hukuk düzenlemeleri için kafa yoruyorlar…

Kapitalist sistem iki büyük dünya savaşı ile girmiş olduğu krizden kurtulurken ulus devletin yaratmış olduğu zenginliklerden yararlanmış olduğunu çok kısa zamanda unutmuş, minnettarlık duygusu hiç duymadan ulus devletin yaratmış olduğu evrensel ticaretin önünde ki engelleri de ortadan kaldırmak için bir standartlaşmaya gidiyor. Çünkü yaratılan ulus devletler istenildiği gibi homojen olmadıkları için kendisine özgü yasaları ve ekonomideki koruma duvarları varken, bu duvarlar paranın 24 saat hareket etmesi önünde engel olmaya ve firmaların evrensel anlamda yayılmasının önünde engel oluşturmaya başlamıştı. Para her ülkenin içine sızarken paranın gerçek sahipleri de taşeron ve montaj sanayisini oluşturmuş olduğu temsilci firmalar ile marka olarak ülkelerin ticari hayatına sızmışlardır. Fakat sızmak yeterli değildir, aynı zamanda ülkeyi de kontrol etmek ve önlerine çıkma olasılığı olan tüm engelleri dahi ortadan kaldırmayı zaman içinde düşünmeye de başlamışlardı, çünkü ihtiyaçlar yeni durumları yaratıyordu.

Kapitalizm çıkarları için bazı şeylerin baştan kokması için başı çürütmüş...

Üretmeden tüketerek zengin olmak! Krediler ve verilen projeler bu hayalin gerçek olmasını sağladı. Ülkeler üretime yatırım yapmadan zenginlerini dışarında gelen krediler ile sağladı ama krediyi verenlerin niyeti de zaten buydu, bu sayede üretimi olmayan ülkeler kendilerini kapı kulu olacaktı ve kredi almak için kapılarını arşınlayacaklardı.  Kredi ile zengin ülkelerin yöneticileri ister istemez çürümenin içinde kendilerini buldular ve kısa zamanda buna uyum sağladılar.

Ülkelerde daha fazla yolsuzluk, daha fazla çürüme olsun diye dünya bankası ve IMF verdiği krediler ile yeni bir bürokrat insan yarattı, bürokrat insan çevresinde onun ile işbirliği içinde olan bir üretmeden kredilerden elde edilen para ile zengin olan kesim. Proje ve verilen kredileri hayata geçirmek için kurulan naylon firmaların parayı aldıktan sonra o amaca uygun iş yapıyor gibi gözüküp aslında elde edilen paranın pay edilmesi sürecidir… Ülkenin biriktirmesi gereken ve halkın yaşam kalitesinin artması gereken yerde her mahallede bir zengin yaratılmadı ama proje ve kredilerin aktığı yerlerde zenginler oluşturuldu. Dünya zenginler kategorisi içinde bizim ülkemizden bir kaç kişi o listeye dahil olurken, yaşam kalitesi ve de alım gücü gün be gün azalmaktadır. 

Liberal ekonomi ve politika en büyük başarısını Reagan ve Thatcher ile göstermiş ve o günden bu güne dünya büyük değişime sahne olmuştur. Klasik ulusal devlet ve sosyal devlet ortadan kalmış ama yerine koyacakları her hangi bir devlet şekli ortaya çıkaramamışlar. Amerika’da en son seçilen Başkan Trump ise korumacı politikasını kendi ülkesi için uygulamaya koyarken diğer kalan tüm devletlerden şirketlerinin önünde ki tüm engelleri kaldırmasını beklediğini ilan etti. Kısaca kapitalist sistem yeni bir dönemecine girerken liberal ekonominin yaratmış olduğu bireysel kurtuluş hayali var olan tüm sosyal direnci de örgütlü olmaktan çıkarmıştır. 

Ticari küreselleşme, daha büyük yoksulluğa, işçilerin yerlerinden edilmesine, düzenli iş sahibi olmak yerine sözleşmeli istihdama ve sendikalara yönelik tehditlere yol açmaktadır...

Paranın önünde engeller kalkmış ama bunun evrensel hukuk kuralı henüz oluşmamıştır, onun yaratmış olduğu kaos ortamı mülteci kavramının evrensel olarak oluşmasına, savaşların sıradanlaşmasına, hibrit savaşlarının amacının aslında şirketlerin enerji ve ham maddeye ulaşımını hızlandırırken, istikrasızlaştırılmış ülkeler yeni dünya düzenin olmazsa olmazdır, çünkü istikrarın olmadığı yerde emperyalizm istediği ortamı yaratır ve istediği biçimi verebilir…

Ülkemiz öznelinde ulus devletin yaratmış olduğu toplum sözleşmesi artık kağıt üzerine kalmış bir leke konuma gelmiştir, ulusların toplum sözleşmesi uluslararası hukukun gölgesinde ve ona tabi konuma gelmiştir. Ulus istediği toplum sözleşmesini yazabilir ama hukuk artık uluslararası sözleşmenin vermiş olduğu emirlere tabidir… Liberal ekonominin zorlaması ile sosyal devlet ortadan kalkmış ve birey bazında tasarruf gibi birey geleceğini garantiye alma adına daha fazla kapı kulu olmaya ve köleleştirme sürecine girmiştir…

Toplum sözleşmesinde toplumun yararından daha fazla bireyin / şirketlerin yararı öne çıkarılırken iktidar koltuğunda oturan bireyin istemleri hukuk kuralı haline getirilirken o bireyin de kapitali gerçek anlamda elinde tutan emperyalist güçlere tabi ve biat etmesi beklenmektedir…

Hukuk, toplumu düzenlemek amaçlı kullanılan bir silaha dönüşürken, adalet denen kavram şirketlerin karına daha fazla kar getiren her türlü uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya sistemi tabandan yukarıya doğru örgütlenme yerine, yukarıdan aşağıya doğru standartlar oluşturularak ve buna uygun hukuk kuralları ile yeninden biçimlendirildiği bir süreci yaşamaktayız, fakat burada handikap hala şirketlerin çıkarını koruyan uluslararası bir hukuk kuralların henüz kağıt üzerine yazılmamış olmasıdır…


İsmail Cem Özkan

3 Ocak 2017 Salı

Yılın ilk karı İstanbul'a kan olarak düştü...

Yılın ilk karı İstanbul'a kan olarak düştü...

Nedir doğum günü, ilk çığlık attığın gün değil mi, ciğeri yalan oksijenin ciğer ile buluşması. ilk tokadı yediğiniz gün… Elbette bunları anımsamazsınız, çünkü bu olayı başka çocukların doğumundan öğreniyorsunuz… Tüm çocuklar aynı şekilde doğar ve çığlığını atar, göbek dokusu oluşmaya başlar... Yaşam öğrenmektir... Aynı zamanda öğrendiğinizi başkasına aktarmak...

Yılın ilk karı İstanbul'a kan olarak düştü... Ne ağaçlar güzel görüntü verdi ne de sokaklar... Kan düşen yerde ne kuş kaldı ne de kahkaha... Karpuz denize düşmeden insanlar denize düştü ilk kan ile...

İstanbul'a yılın ilk kanı düştü, resmi açıklamada daha başka kanlarda toprağa, betona ve de suya düşecek oldu...

Olay yeri incelemesinden hemen sonra toprağa düşen ilk kan temizlendi... Şimdi kanın düştüğü yerde yaşam katliam hiç olmamış gibi akıp gidiyor… Kanlı geceden kalan kıyafetlerini gelip alıyorlar, kanı yere düşmeyenler...

Suçlular, hırsızlar ve zalimler toplumun hoşgörüsü sayesinde ayakta durur...

2016 yılında 27 saldırı gerçekleşmiş... 2017 de saldırılar bu aritmetik olarak mı yoksa geometrik olarak mı artacak?  

Biz yeni yıla girerken ilk çığlıktan ne öğrendik?

Kaç masum daha insan ölecek bu ülkede?

Kitlesel ölümleri engelleyecek görünürde siyasi bir irade olmadığına göre, (çünkü siyasi irade kendisini hep masum ve mazlum görüyor ama siyasette mazlum ve masumluluk yoktur, muhatap vardır .) kendisini muhatap görmediğinden cinayetlerin önüne geçecek toplumsal önlem alma yerine ne yazık ki toplumsal cepheleşmeyi körüklemiştir...

Bazıları havai fişek patlatır bazıları otomatik silah... Birinde kuşlar ölür diğerinde insan…

Hiç bir cinayet tek kişi işleyemez... Klasik polisiye dizilerinde bu aklımın bir yerine işlenir, ama yaşadığımız bir polisiye dizi değildi, ölenlerde rol icabı ölmedi, duyulan acılarda rol icabı değildi. Gerçekti ve gerçek olaylarda tıpkı dizilerde ki gibi sorular sormayı ve cevaplar aramayı getiriyordu.

Katliamı tek kişi planlayıp, uygulayamaz!

Katilin lojistik, istihbarat, strateji konularında desteğe ihtiyacı vardır... Önceden gidip katliam yapacağı yeri her ayrıntısı ile incelmesi gereklidir, çünkü yoldan geçerken girip kalabalığa ateş etmek kadar düz mantık ile açıklanamayacak ayrıntılar gizlidir. Şimdilerde artık ekranlar ile üç boyutlu fotoğraflar ile verilen simülasyon eğitimler vardır. Onun içinde önceden ayrıntılı çekim olması gereklidir. Ayrıntılar soru sordukça ortaya çıkar… Sonuç önemlidir ama esas önemli olan kimler o ortamı yaratmak için destek verdiğidir... Bu açıklanamadığı sürece katliam hiçbir şekilde çözülmüş olamaz. 

Katliamların siyasi sorumluları sorumsuz gibi sessizlik içindeler.

Yılın ilk kanı dökülen yerde kanı dökülenlerin kimliklerine baktığımızda yan yana düşünemeyeceğiniz ülkenin vatandaşları aynı çatı altında eğleniyor... Bu dünyamızın bir gerçekliği, halkalar savaşmaz, devletler çıkarı için birbiri ile savaşır ve nefret söylemini geliştirir...

Hiç bir mevki, kariyer 39 masum insandan daha değerli değildir...

Ölenlerin kimliklerine bakarak acı duyulmadı, hedefin insanlık olduğu için acı duyuldu... Ölenler insandır, hangi ülkeden, hangi inançtan, hangi geçmişi olduğuna bakılıp karar verilen şey değildi... Ölen tüm insanlar bu ülkenin vatandaşlarıdır, hangi pasaportu taşıdıklarının önemi yoktur... Tepki verenlerin hiç biri olaya tepki verdiği sırada kanı toprağa düşenlerin kimliğini bilmiyordu...

Bu ülkenin tüm güzel insanları siz de herhangi bir yerde 39 candan biri olabilirsiniz.

Tepkilere bakıyorum ve kara ile ak arasında ayrım gibi ülke parçalanmış görüyorum... Biri acısını yaşarken öteki zafer çığlıkları atıyor...

Ahmet Şık davasına bakın onu vatan hain ilan edenler ile onu gazeteci görenler ayrımı ne kadar derin...

Hoşgörü ve sempati 1 Ocak 2017 1.15 deki katliamı yarattı.

Reina'da ölenlerin önemli bölümü Türk siyaseti ile hiç ilgilenmeyen insanlardı... “Siyaset ile ilgilenmiyorum” demek ‘ölmeyeceğiniz’ anlamına gelmiyor...

Her katliam bir siyasi ve ekonomik çıkara hizmet eder... Çünkü harcanan insan ve maddi kaynakların yerini alacak bir çıkar olmazsa cinayet işlenmez, katliam yapılmaz... Son katliam ile nasıl bir çıkar söz konusu olduğu yakında ortaya çıkacak, çünkü çıkar ilişkiler ne kadar saklanırsa saklansın ortaya çıkar... Siyasi çıkarlar biraz uzun vadeli olabilir ama Ortadoğu ölçeğinde zaten gizlemeden çöl kumu üzerinde yapılıyor, çünkü çöl insanı hemen unutur... Türkiye insanı da çöl insanına dönüştürüldü... Her şey yaşanırken tepki olur ve ertesi gün olmamış gibi yaşanır...

Dinci katliama karşı birleşmeyen kadınlar cariye pazarında satılabilir, çünkü dincilerin hakim olduğu yerde cariye pazarı vardır. O yüzden laik devlet yaşamsal önemi vardır. Laiklik denen devlette her İslamcı alim konuşabilir ama Şeriat ile yönetilen devletlerde batı tarzı içkili, kadın erkek karışımı eğlence merkezi olmadığından eğlenemez... Reina, ne İran’da ne de Suudi Arabistan’da ne de diğer İslam devletlerinde olur…

Ülkemizde uzun süredir linç kültürü besleniyor ve teşvik ediliyor, en son olarak havalimanında düşünce ve yaşam tarzı ortada olan birine “bize benzemiyorsun” diye linç girişiminde bulunulmuş. Kimliği ve düşüncesi ne olursa olsun amasız olarak o linçe uğrayan ile dayanışma önemlidir.. Ona kalkan her el insanlığa kalkmış el olarak görmek gereklidir… Yılın ilk kanı Reina’da toprağa düştü, ilk linçi havalimanında yasak bölgede…

Linç yapanlara ve kitle katliamı yapanlara karşı hoşgörü ve sempati besleyenler bu ülkenin karanlık yüzüdür…

İsmail Cem Özkan