Galata Gazete


21 Şubat 2020 Cuma

Kalas mı, klas mı?


Kalas mı, klas mı?

AKP belediyelerin mantığı kar elde etmek, elde edilen paranın artı değerini yandaşlar arasında paylaşımı üzerine kuruludur. AKP belediyeciliğinde hizmet ediliyorsa eğer, oradan ya oy ya da para elde edildiği içindir. Bu mantık elbette sadece AKP belediyelerin yarattığı ve yürüttüğü şey değildir, liberalizmin ülkemize yerleşmesinden itibaren belediyeler birileri için arpalık, diğeri ise ciğere bakan kedi muamelesi görmüştür…

Liberalizm ülkemizde cepheleşmeyi ortaya daha çıplak olarak serdi, çünkü baskı altında kalmış olduğuna inandırılan dini siyaset en özgür dönemini, kendisine yapıldığına inandığını, karşı olarak gördüklerine layık gördüğü bir süreci anlatıyor…

Batı dünyası için seyreden tarih çizgi, ülkemiz için benzer rotada ve beklenti içinde ilerlemedi, kendisine özgü, kendisine dair ayrıntıların olduğu bir çizgiden söz edebiliriz, çünkü biz üretim ilişkisi içinde ilişkilerimizi ortaya çıkarmadık, daha çok yağma, devşirme kültürünün egemen olduğu bir toplumsal duruş ve bakış açımız söz konusudur. Devşirdikçe, devşirdiklerimizden aldığımız öfke, intikam duygusu ile güç elde edenin elinde birikim tam bir baskı aracına dönüşmüştür.

Batıda gelişen her teknoloji bizde amacının dışında baskı aracına ve öfkenin, nefretin yayılma aracına dönüşmüştür. Örneğin batıda askeri olarak geliştirilen telgraf, bizde bir ulusun soyunu yok etmek için kullanılan en önemli araç olabiliyor. Telgraftan anlayan bir devlet memuru, eğer devlet içinde önemli ve yetkili olarak konuma gelmişse onun elinde acımasız bir silaha dönüşebiliyor. O silah ile yaptıkları bile bugün hala bir çok açıdan karanlık noktaları aydınlatılmayı bekliyor.

Bugün ki elimizde olan bilgilere bakarak elbette onun öncesi süreç o sürecin nasıl ince ince hazırlandığına tanıklık edebiliriz, çünkü en karanlık nokta sadece sonuçtur, hazırlık aşaması ancak devlet eli ile yaratılan birikim söz konusudur. İşin en ilginç tarafı ise karanlık sürece muhatap / mağdur/ kurban olanların eli ile devletin onlar hakkında bilgileri toplamış olmalarıdır. Daha rahat, daha düzenli, daha istikrarlı bir yaşamı özleyen ama o güne kadar adam yerine dahi konmayan azınlıklar, batı ülkelerin baskısı ile elde edilen haklar ile cemaatin dini otoritesi kendisi için ‘kazanç’ olarak gördüğü bir çok ayrıcalık ile - aslında ileride kendisini yok edecek- bilginin devletin eline verilmesi şeklinde olmuştur.

“Meşrutiyet”, “ıslahat” gibi kavramlar içinde elde edilen düzenlemeler ile o güne kadar yaşayıp yaşamadıkları kanıtlanamayan azınlıkların yaşadıkları yerlerde nüfusları (Fransız devriminin ülkemize ulaşan etkileri ile) görünür olduktan sonra, coğrafya içinde kültürel değişimler devletin zoru ve teşviki ile değişimden söz edebiliyoruz. Kapılara bırakılan çarpı işaretler, katliamlar şehirlerin demografik yapısı iktidarda olan anlayış lehine bozuldu…

Şehirlerin yapısı bozulurken, şehirlere yapılan hizmetlerin de amacı değişmiştir. Devlet kendisi istediği ve kontrol edebileceği şehirleşme yönünde adımlar atamaya başladı, şehirler yeni oluşmakta olan sanayi devrimi ve kapitalist kültürün en önemli olmazsa olmazı olarak ortaya çıkmış ve yaygınlaşmaya başlamıştır. Şehirleşme iktidardakilerin hem kontrol hem de korkulu alanları olmuştur. Geniş caddelerin oluşması bu korkunun şehre yansımasından başka şey değildir.

Osmanlı’dan bugüne şehirlerimizin çarpıklık ortadadır, çünkü çarpıklıktan, yağmadan beslenen bir kültürün elbette kalıcı ve uzun soluklu sağlıklı bir şehirleşme içinde olması beklenemezdi… Olmadı da, çarpıklık ihtiyaca göre değişimler ile devam etmiştir. Gerek görüldüğünde deniz doldurulmuş üzerine saray yapılmıştır. Temeli o kadar zayıf devlet yapısı kendisini yapıları ile de gösteriyordu. Üstte ihtişam, altta denizin üzerine atılmış taşlar… Dolma saraya gidecek yollarda dolma alanların üzerinden geçerken zaman içinde darlaşmıştır, çünkü sarayın çevresinde yer alanlar geleneklere göre sarayın nimetlerinden nemalanacaktır. Kimse emek harcamadan orta çıkan artı değeri kaybetmek istememektedir…

Cumhuriyet dönemi şehirleşme açısından aslında başkentin değişiminden başka anlam ifade etmiyor, çünkü Ankara planlanırken ne yazık ki siyasi beklentiler ile planların uygulanmaması ile kendisini ortaya sermiştir. Zenginler ve bürokratların oturduğu semtler planı yapılırken, onların hizmetlerini yerine getirecek hizmet sektörünün kaynağı olan köyden kente doğru göç alanları gecekondu olarak kendisini eski şehri kuşatarak oluşturmuştur. Onların konaklama haklarını bile yok sayılmıştır, çadırda yaşayanlar hizmeti binada yaşayanlara vermek ile yükümlüdür, her ne kadar kölelik kalkmış olsa da anlayış olarak varlığını koruyacaktır bir süre daha… Köyden kente göç edenlerin ıslah edilmesi öncelikle cezaevleri olmuş, cezaevleri gecekondu semtleri içinde kalifiye eleman yetiştirme ve ayı zamanda devlete karşı gelenlerin nasıl cezalandırıldıkları yer olarak gözdağı olarak öteki olarak kabul edilen semtlerin içine konumlandırılmıştır.

Ulus devleti mantığı içinde homojen toplum yaratma projesidir Ankara. Öteki olanların öğütüldüğü ve Türkleştirildiği yerdir gecekondular, varoşlar. Devletin dili planlı yerlerde şatafatı yaşarken, gecekondularda o şatafatın hizmet sektörü elemanın yaşam alanıdır. Dil zorunludur, çünkü dili iyi kullanamayan sadece kas gücü ile o şatafatın içinde yer alamayacaktır…

Ulus devleti ötekilerin üzerine her türlü baskıyı hoş görmüş ve olması gereken olarak kabul etmiştir, güvenlik ancak polisiye ile olmayacağını, eğitimin milli olması şarttır ve o şart her şekilde kendisini yaşam içinde kanıtlayacaktır.

Şehirlerin belediye hizmeti de işte bu yağma, talan kültürünün etkisi ile oluşmuştur, hizmet ulus devletin çıkarına uygun şekilde gerçekleşirken, hizmet alması gereken büyük kesim çamur ve ulaşımdan yoksun şekilde yaşamıştır. İlk dolmuş seferlerinin gecekondu semtlerinden merkeze doğru hatlardan olması tesadüfi değildir. Siyasi iktidarda olan partilerin liderleri (tek parti rejiminin sonlanması sonrası) oy için gecekonduları gelişigüzel aflar ile meşrulaştırmış, devlet arazisi üzerinde olan gecekondu ve düzensiz şehirleşme teşvik edilmiştir…

Ankara, İstanbul ve İzmir gibi şehirler siyasi iktidarların oy potansiyeline uygun olarak yağma bir şehirleşmeye gitmiştir. Hizmet olarak dolmuş seferlerin yasal hale getirilmesi, gecekondulara su, elektrik bağlanıp arazi tapuların dağıtılması olarak algılanmış… Otobüs seferi konan uydurulan semtler artık şehrin parçası olarak kabul edilmiş, oraya okul yapılmış, karakol binaları okuldan önce açılmıştır.

Ulus devleti mantığı içinde belediyecilik anlayışı bu koşullar altında oluşmuştur. Bugünden bakarsak AKP mantığına yakın ama ondan farkı olarak kurallara uygun önce devletin çıkarı göz önüne alınarak hizmetler planlanmış ve uygulanmıştır. (Beş yıllık kalkınma planları ve şehirlerin durumu)

24 Ocak kararları sonrası yerel yönetimlerde işler ulus devletin istediği gibi gitmemiş ve yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır. “Belediye başkanlarım, memurlarım işini bilir!” bakış açısı içinde yandaş sermayenin oluşturulması ve elde edilen paranın paylaşımı söz konusudur. Bu elbette ulus devleti ile bize özgü liberalizmin çatışmasını ortaya çıkarmıştır. Kısa zamanda ulusal bakış içinde olanlarda muhalefet yapıyor gibi gözükerek liberalimiz (bize özgü olanı) taklit etmeye ve kısa sürede mütahitler aracılığı ile yasaların boşluğundan yararlanmayı öğrenecektir… Ankara öznelinde geçmişin en büyük sol örgütlerin liderleri belediye başkanların danışmanlığı yapılarak potansiyel sol muhalefet onlar eli ile başlamadan yok edilmiştir. (Toplum direniş yapacak uçarı bu sayede henüz filizlenmeden ezilip rant uğruna suç topluma yayılmıştır.) geçmişin gecekondu mahalleleri solun oy potansiyeli olarak kabul edilirken, gecekondudan varoşlara yani apartmanlara dönüşürken solun yerini dini cemaatler ve onların oy deposu olmaya dönüşmüştür. Bu dönüşümün sonunda varoşlar şehri kuşatmış ve yönetimi almıştır.

Liberal ekonominin uygulandığı yıllarda solsuz belediyecilik dönemi başlamıştır… Gerçi sol ulus devleti mantığı içinde hayata baktığında bize özgü sol olmuş oluyor… Hizmetin halka ve yaşam kalitesini yükseltme yerine var olan işgali meşru yapma girişiminden başka işlevi olmamıştır. Sol kültür gecekondularda yerleşmeden bir darbe ile yerini varoşlara bırakması ve solun o bölgelerden silinmesi ile sonlanacaktır, hala geçmişin sol oyları bugün dahi bazı gecekondu semtlerden geliyor olması orada Alevilerin bu iktidar tarafından öteki olarak tamamı ile devletten dışlanmasından başka bir şey değildir. AKP iktidarı Alevi ve Kürtleri cephenin öteki tarafında düşman olarak gördüğü için zaten uzun soluklu iktidarını koruyabilmiştir, çünkü kendi yandaşı içinde Alevi ve “ayrılıkçı” Kürt öğelerini kullanarak kendi içinde saflarını sıkılaşmıştır…

Ülkemiz AKP ile yeni bir sürece girmiştir, politik stratejisi cepheleşme üzerine kurmuştur.

Bizler ve onlar…

Bizlere yapılan kayırmalar hepsi geçmişten alacakların tahsildir, onlar ise kaybetmeye mecburdur… Bu mantık içinde yeni belediyecilik anlayışı ortaya çıkmıştır. Dik mimari ile mütahitler varoşlarda yer alan gecekonduları apartmanlara döndürmüş, çöplük araziler üzerine bile siteler inşaat yapmaktan çekinmemişlerdir.

Mimarlar odası artık işlevsizdir, şehre karşı suç işleniyor ve belediyeler meclisleri eli ile sağı solu bir arada rantın peşindedir. İşlenen suçlara bakarsanız kimlerin el kaldırdığını görürsünüz, çünkü ideolojiler ölmüştür, yaşasın rant birliği!

Ülkemiz AKP döneminde daha keskin çizgiler ile cepheleşmiştir ama hizmet açısından bakarsanız iç içe geçmiş bir ilişkiden de söz edebiliriz. İstanbul öznelinden bakarsanız daha çıplak görürsünüz, CHP seçmenin AKP korkusu ile iktidarda tuttuğu bir çok ilçe söz konusudur, seçilen CHP başkanlarının şehre işledikleri suçlara bakarsanız AKP büyükşehir ile ortaklaştığını görürsünüz. Şişli, Kadıköy, Beşiktaş… Elbette suçlar ortaya serpilmez, çıkar birliği bir çok dosyanın saman altına iteklenmesi demektir ama şehri bir dolaşmaya başlarsanız suçu gözleriniz ile görürsünüz, çünkü çuvala sığmayan binalar göğe doğru çıkmıştır. Olmaz burada bu kadar büyük bina denilen yere gökdelen dikilmiş ve o binalar içinde entelektüel “beyaz yakalı Türkler” için sanat günleri bile yapılmaktadır…

Her seçimde bir birine benzeyen sonuç alan ilçeler/iller oluşmuştur… İzmir AKP iktidarı ile birlikte CHP kalesi olmuştur, Kadıköy, Şişli, Beşiktaş… Şimdi CHP kalesi varda AKP kalesi olmayan iller/ilçeler olmaz mı? Elbette onlar içinde söz konusu, Bursa, Konya, Sultanbeyli…

O iller ve ilçelerde her iki parti kimi aday gösterse seçiliyor… Adayın niteliği, yapacağı projeleri filan hiç önemi yoktur… Parti başkanı kimi aday adamışsa seçilecektir, çünkü her iki tarafta “korkuyu” kendi lehine kullanmaktadır… Geçmiş dönemlerin bir başbakanı sözü ile dersek “seçimlerde aday olarak kütük koysak seçtiririm”…

Sürekli değişen belediye başkan isimleri mevcut ama şehirlere yapılan hizmetlerde devamlılık söz konusu, peki eski belediye başkanı neden alındığı, neden yerine yeni bir isim yazıldığını kimse sorgulamıyor bile, seçim dönemi oluşturulan hava ve atmosfer ile o partinin adayı mutlaka seçilecektir…

Peki, giden başkan yerine yeni gelen ne yapıyor, yaşam alanlarına ve yaşam kalitesine yeni bir ekleme yapıyor mu? Sorusu ortada duruyor…

Giden ve gelen başkanlara genelde hepsi belirli cadde ve sahil şeridi düzenleme dışında şehre kattıkları fazla bir şey yok, bir de gökdelen şeklinde çıkan residence bina diye sunulan akıllı olduğu söylenen bina siteler… (istisna olan elbette yerleşim yerleri var ama çoğunluk söz konusu olduğunda o küçük başarıların önemli olmadığını parti başkanlarının adaylık listesine bakarak söyleyebiliriz) Site adı altında etrafı duvarlarla örülmüş kurtarılmış alanların dışında yeni binalar ile çevre düzenlemesi yapılıyor güya ama gecekondu mahallesine yapılan bu binalar çıplak olarak farkı ortaya koymaktadır… O binalarda iş yapan ve yaşayanlar ile hemen yanı başlarında asgari ücretle geçinmeye çalışan sakinlerin oluşturduğu yeni şehir modeli… Şehir reklam panolarına bakın dünyanın en refah ülkesinde, turistlerin gözbebeği yerlerde yaşadığımızı sanırsınız… her şey PR çalışması ve reklam üzerine kurgulanmış yeni gerçekler yaratılmıştır. farkındalık, fark gibi kelimeler şehir isimlerin önünde ya da sonunda bol bol görüyoruz.

Kalas mı, klas mı?

Yazıyı yazarken eski başbakanın ve parti başkanın sözü hep aklımda bir yerde beni kemirmektedir, kalas mı aday seçtik, yoksa klas mı? Bu ayrımı ancak söze değil yaptıklarına bakarak yanıt verebileceğimi düşünüyorum.   Seçilmiş belediye başkanlarının önünde iki seçenek var; ya kendilerini kanıtlayacak klas olacaklar ya da var olan anlayışına göre iş yapıp belediye araçlarının üzerinde resmi ve adı olan sonra unutulamaya mahkum “kalas” olarak- belki birileri belediye başkanları tarihini yazarken ismi çıkacak biri- anılacaklar…

Belediye başkanlarına bakıyorum, belediye ait şirketlerin hangisinde yönetici olarak kendisini, arkadaşını atadığını bakarak o kişinin kalas mı, klas mı olduğu konusunda ön fikir sahibi olabilirsiniz…

Belediye hizmetleri kar amaçla yapılmaz, şehirde yaşayanların yaşam kalitesini yükselten, ulaşım, su, elektrik kullanımın bir hak olduğunu kabul edip, en ucuz şekilde onlara nasıl ulaştıracağı yönünde proje yapanlardır… Bugün AKP ve CHP belediyelerine bakın genelde hepsi kar amaçlı işler yapıyor, doğalgaz, su, elektrik, ulaşım, sağlık gibi temel hizmetler bile kar amaçlı şirket mantığı ile işletilmektedir… Ulaşım zamlarına bir bakın neden çok pahalı, asgari ücretli düşünülerek mi yapmış fiyat ayarlamaları diye kafanızda bir soru oluşturun ve yanıtını verin, sonra sosyal belediyecilik kavramını düşünün. Ne yazık ki ülkemizde sosyal belediyecilik yok, oluşması içinde çaba da göremiyorum…

Bugün yaşadıklarıma bakıyorum ha AKP ha CHP başkan olmuş, hiçbir fark yok, tek fark kültürel faaliyetlerde ortaya çıkıyor, birinde A sanatçısı yandaş çıkıyorsa, ötekin de B yandaş sanatçı pay alıyor demektir… Her parti kendi yandaşını besliyor, büyütüyor, kaybeden halk oluyor elbette…

İsmail Cem Özkan

9 Şubat 2020 Pazar

Fanatik


Fanatik

Perde kapalıdır, salon ışıkları sönmüş, sahnenin kenarında bir çadır gibi bir şey durmaktadır. Çadırın ışığı yanınca oraya bakmamız gerektiğini anlıyoruz. Perdenin önünde bir adam belirir. Henüz karanlıktayken kalp atışının dijital sesini duyuyorduk, sonra uzun bir ses, ölümün habercisidir. Ölümün haberi seyirciye ulaşmıştır, fakat o haber biraz sonra öğreneceğimiz beş yaşında ki çocuğa nasıl verilecektir?

Işık ile içten aydınlatılan çadırın çocuğu temsil ettiğini kısa sürede anladık. Işık fanatikler için önemlidir, çünkü ışık renkleri oluştururken bazı renkler taraftarlar için her şey demektir. Her şeyini (duruşunu, duygusunu) bir renge göre belirleyene fanatik denildiği biliyoruz, biletin üzerinde yazan oyun için ses ve ışığı takip ederek oyunun içine görsel, işitsel, olarak ilk adımı atmış oluyoruz.

Çocuğun ismi Atlas’tır. Biz onun ne yüzünü, ne de sesini duyacağız. Işıklar ile anlatacaktır ne anlatmak istediğini. Soyut ama somuttur, çadır içinde yaşamaktadır… Dedesinin öldüğü haberi verilecektir ama ortada bir sorun vardır, çünkü çocuk ölüm kavramının anlamını tam olarak bilmemektedir ve o bilmediği kelimenin açılımını babası anlatmakla yükümlüdür ve zorlanmaktadır. Baba, çocuğunun ilgi alanını kullanarak yaklaşmayı dener ve o film ve oyun kahramanlardan alıntı yaparak ölümü anlatmaya çalışır.

Ve perde açılır…

Perdenin açılması bir yatak odası ile karşılaşırız. Cenaze töreni için hazırlık yapılmaktadır. Törene uygun kıyafet arayışı içinde karı ve kocayı sahnede görürüz. Gardırop ve ayna arasında gidiş gelişler ile bir tartışmanın içindeyiz. Biraz önce babanın oğluna açıklamaya çalıştığı ölüm konusu konuşmanın özüdür, diğer yandan babanın ölüm merasimi… Eda, Atlas ile görüşmüştür. Atlas’dan öğrendiği bilgileri Tanju ile tartışmaktadır, ondnan beklentisini uygulamasını ister, çünkü o çocuğun yanlış bilgiler ile yetişmesini istememektedir. Konu çocuk eğitimi ve konuşma yöntemidir. Tanju sanki babası ölmemiş gibidir, o cenazeye gitmek ile maça gitmek arasında bir ikimle içindedir, çünkü o gün Fenerbahçe’nin maçı vardır. Elinde tuttuğu kombi bileti kullanarak canından ve babasından daha çok sevdiği takımının yanında olmayı düşünmektedir.

Babasının cenazesine mi, maça mı gidecek?

Cenaze için seçtiği kıyafette bile Fenerbahçe renkleri olan kravatı seçmiştir. Renk, takım onun hayatıdır… Töreler ve gelenekler bir anlamda mahalle baskısı ya da aile içinden oluşan baskı sonucu maça değil de cenazeye gidecektir.

Eda ile tartışması sonrası oğlu ile bir kere daha görüşür, bu sefer oğlunun elinde Galatasaray formasını görür ve anlatacağı konuyu unutur. Çıldırmış gibidir, oğlu kendi tuttuğu takım yerine ezeli rakibini tutmaktadır. Babası vermiş olduğunu eda ile görüşmede öğrenir. Ölüm konusu fanatik mantık içinde anlatılır, Galatasaraylıların yeri cehennemdir, Fenerbahçe tutanlar göğe kanatlanıp uçacak ve çenetten sevdiklerine bakacaktır. Bir kelime kafalarda oluşan odak noktasına göre biçimlenecektir… Törene Atlas gidecektir ve dedesinin sonsuzluk yolculuğunda ölüm kavramı ile yüzleşecektir… Eğer toprağa gömülürse cehennem, kanatlanıp uçarsa cennete gidecektir. Dedesinin nerede olduğunu bu sayede anlayacaktır Atlas, çünkü babası ona ölümü bu şekilde açıklamıştır…

Eda, eşinin fanatik bir adam olduğunu ilk tanıştığı günden beri bilmektedir ve onu ilk bakışta beğenmiş ve onun ile yakınlaşmak içinde tuttuğu takımını onun fanatik olduğunu öğrendiği an onun takımı hakkında gazetelerden bilgi toplamış, bir fanatik kadar bilgi sahibi olmuştur. Önemli olan Tanju’nun gözüne girip ondan bir çocuk yapmaktır belki de…

Görünümde de mutlu bir aile vardır. Cenaze sonrası mutfakta aile bir araya gelmiştir. Bir anlamda ölüm geçmiş ile yüzleşmedir, çünkü kopuş ayrılık anlamındadır…

Ailenin geçmişinde fanatizm vardır. Aile erkeklerinde bir takım fanatizmi hep var olagelmiştir. Tanju babası ile çatışmalı bir yaşamı olmuş, oyunun ilerleyen zamanında öğreneceğiz ki dayısı onu başka bir takımın renklerine bağlamıştır, bundan hoşlanmayan Tanju’nun babası torununu oğlunun elinden takım renklerini kendi takımına bağlayarak öç alma konumundadır ve torununa kendi takımının renkleri olan top, forma, imzalı fotoğrafları miras bırakmıştır… Ölüm sonrasında rekabet devam etmektedir…

Oyunun öyküsü içinde eğitim, din, aile içi çatışma, yabancı uyruklu bakıcı kadın gibi kavramlar giriyor ama geneli fanatizm içinde sorun çözümlenmeye gidiyor.

Eğlenceli, kişinin baktığı açıya göre zaman zaman kahkaha seslerinin yükseldiği, zaman zaman sahnede oyuncuların birbirine yüksek volümlü gibi duran sürekli gerilimli konuşmaları arasında geçiyor. Peki, benim gibi salonun en arkasında oturan bir seyirciye anlaşılır bir ses geliyor mu? Ne yazık ki oyuncuların sesini salondan (Kenter Tiyatrosu) almakta zorlandım. Sahnedeki oyuncudan ses salonun her yerine rahatlıkla ulaşmalıdır, duymak için kendimi gerdiğim için olsa gerek bir çok espriyi atladığımı düşünüyorum, çünkü sahneye yaın yerlerden başlayan kahkaha dalgasına katılamıyordum çoğu anlarda…  

Öykünün dili daha çok kelime oyuna bağlanmış, balon esprilerin salonda patladığına şahit oldum, çünkü espri yapılıyor ve ilk kahkaha arasında yok oluyor, kalıcı ve akla seslenen fazla bir şey bulamadım ne yazık ki… Bu arada ben Fener ya da Galatasaray taraftarı değilim, belki oyuna fanatik bir Fenerli olarak gelmiş olsaydım daha fazla zevk de alabilirdim, çünkü rakibini çok küçümseyen, aşağılayan ve başarılarını yok sayan bir fanatik dil ile karşılaştım ki, oyunun amacı da oydu sanırım.

Ülkemizde cepheleşme kavramları içinde futbol çok kullanılır ve zaman zaman cinayetlere kadar varacak gözü dönmüşlük yaratır. Peki bu yaşadığımız sorun yumağından, korkarak kaçtığımız yüzleşmelerin bir dışa vurum alanı olmuş spor…

Spor sadece spor değildir, sistem için olmazsa olmazdır, çünkü fanatizm adı altında ülkede oluşan tepkilerin, sosyal patlamanın sönümlediği alandır.

Bu oyunda sadece balon şişiriliyor ve söndürülüyor…

Oyunun ana teması, eğitimde kime göre eğitilecek, kararı çocuk mu verecek, onu eğiten ebeveynlerin mi? Kendi geleceği hakkında çocuk söz sahibi olabilecek mi? Çocuk büyükanne (babaanne), oğul ve gelin arasında ki çatışmanın ortasındadır. Çocuğun söz söyleme hakkı yoktur, birileri sürekli onun hakkında karar alıyor ve değiştiriyor, kimler ile konuşacağı, hangi okula gideceği, lüks ve korumacı aile yaşamı içinde bir çadır/fanus içinde yaşaması…

Kısaca fillerin kavgasında çimler her zaman ezilir sözünde çim yerine çocuğu koyan bir mantık içinde kurgulanmış öykü…

Eda (Neslihan Arslan), Tanju (Salih Bademci), Atlas ve annesi (Nurhan Özenen) oyun rolleri bu şekilde dağıtılmış. Oyunun içinden bakınca her biri başarılı olarak görebiliriz, el hareketleri ve vücut dili kullanımı açısından Nurhan Özenen’i beğendim, daha rahat ve rolüne uygun davranışlar içinde sesini kullanabilmekte, fakat Neslihan Arslan ve Salih Bademci için aynı şeyi söylemem zor, belki de çok fazla yüksek volümlü konuşuyormuş gibi ve gergin vücut yapılarının onlara yüklediği bir şey söz konusu olabilir, ama rahatlık ve karşısındakini rahatlatma açısından oyunun akışı içinde görebildiğim kadarı ile çok başarılı değil ama yine de başarılı diyebilirim… en azından seyircisini yakalıyor ve onlara eğlenceli bir zaman geçirtiyor…

Oyunun olmazsa olmazı sahne tasarımı ve düzenlemesi; mutfak, yatak odası, kapı dışı gibi üç ayrı bölüm için kullanılan pratik ve sahne kurumu açısından dolayı başarılı buldum, oyunculara hareket alanı sağlaması konusunda işlevsel. Işık dekor ve oyun akışına katlısını da başarılı buldum… Kıyafetler oyuncuları hareketini kolaylaştırıcı olması yanında, bir orta seviye yaşam içinde olan aileyi de seyirciye fısıldaması açısından başarılı… Çalışan anne baba, büyük anne kumar için Kıbrıs’a gitmeyi düşünecek kadar parası olan varlıklı… Orta gelirin biraz üstünde aile yaşamını bize ulaştırdığı için başarılı gördüm…

Ustalar yazılarını sonlandırırken son söz diye yazarlar, ben de son cümle olarak; eğlenmek adına da olsa vakti ve de bugünlerin ekonomik sorunları içinde parası olanlar gitsin, en azından dini, yemek içme (vegan, vejetaryen)  konuların tartışıldığı bölümde toplum normlarının dışında farklı bir bakış açısı ile karşılaşacaksınız, en azından o tartışmaların içinde anlıkta olsa katılacaksınız… Tiyatro eğlendirir, sorun çözmez, sorun çözümü için hazır reçete vermez, düşünmenizi ve size soru sormasına olanak tanır.

İsmail Cem Özkan


Fanatik
Yazan: Michael Önder
Yöneten: Çağrı Şensoy
Dekor Tasarımı: Cihan Aşar
Işık Tasarımı: Emir Uğurçağ
Oyuncular:
(Alfabetik Sıra İle)
Neslihan Arslan
Nurhan Özenen
Salih Bademci
Yönetmen Yard: İmer Özgün Bademci
Kontrtenor: Nuri Harun Ateş
Kostüm: Naz Özturna
Proje Asistanları: Burcu Şişli,Kadir Yıldırım,Devrim Selen Güner
Afiş Tasarım: Metin Toplu
Fotoğraf: Çağdaş Başar

8 Şubat 2020 Cumartesi

Tarih değişendir, bükülebilir…


Tarih değişendir, bükülebilir…

Bir ulusun tarihi sanayi devrimi ile başlar, ondan önce tarih soylar tarihidir. Soy ağacı önemlidir sanayi devriminden önce, fakat sanayi devriminden sonra soyun yerini ulus alınca ulusun efendisi olduğuna inanlar da geçmişten soy ağacını alarak kendilerince yeni bir soy ağacı yarattılar, aşağılık kompleksi, öykünme olarak adlandırın ne ise işte en alttakilerde kendilerine soy ağacı yarattılar, nereden geldikleri, aile bireylerin bir zamanlar sarayda aşçı, bakıcı, hatta konuklara yer gösteren olduğu için övünenler çıktı, çünkü öteki kariyerler (günümüz deyimi) çoktan kapılmış ve zaten kayıtlarda mevcuttu...

Başlangıçta paşaların torunları yönetti imparatorluktan ulus devlete geçişte, şimdi onlara göre ayaklar iktidar, kendileri mirasları tüketenler oldu…

Yaşadığımız bu zamanda dahi kendisine kök aramaya çalışan, gelişim sürecini tamamlamamış, en arkadan gelenler, dışlananlar, ötekileştirilenler kendilerince kendilerine tarih yaratıyor, kök arayışı içinde... Peki, sınıflı toplum içinde sınıfların belli olduğu yerde neden kendilerine yeni tarih söylemi arayışı ihtiyacı duyarlar, bu bir ihtiyaç ki her zaman içinde bu kök tartışması sürer...

Adamın teki Kürt olmuş, Alevi olmuş, Türkmen olmuş ne önemi var, katil, binlerce insanı kesmiş ama o katili bugün paylaşılmaz kılan ne? O katil katliam yaparken ne ulusunu, ne dinini, ne mezhebini düşündü, o dönemde kime hizmet ediyorsa ona hizmet etmiş, görevini yapmıştır...

Katile katil demeden, övünen bir ulusun çocukları olunca ne olacak?

Yeni katliamlar, ölümlerin bakın kökü bizde var, öldürelim demek için mi? Hasan Sabbah denen katili canlı bombalar ilk defa hayata geçirildiği süreçte popüler yapıldı, kim için, kime hizmet etti o kadar canlı bomba?

Canlı bombaların etkisi ile ne sistem değiştirildi, ne de iktidardakilerin anlayışı, fakat değişen bir şeyler oldu, bugün o değişimin sonucunu yaşıyoruz… Bugün ülkemiz ve çevremizde ki ülkeler canlı bombalar ile iki dudak arasına sıkıştırılan hukuk anlayışına kadar geriledi, toplum içinde cepheleşmeler yaratıldı, sömürü düzeni daha da arttı, örgütsel yapılar dağıldı, bireyler korkusu ile baş başa bırakılırken, iktidar düşünsel boylamında alternatifsiz hale getirildi… Canlı bombalar kime hizmet ettiğine bakarsanız, bugün iktidarların kim için var olduğuna, iktidarda söz sahibi olanların çıkarları ve para hareketine bakmanız yeterlidir… Halka hizmet artık yoktur, birkaç yandaş firmaya, küresel firmaların çıkarları yönünde taşeron iş yapanların hakim olduğu bir düzen kuruldu…

Yüzlerce canlı bomba ile katliamlar yapıldı, Kürt halkı adına, İslam adına, ya da Türklük adına, peki o canlı bombaların Hasan Sabbah ile olan ilişkisi, neden popüler yapıldı, neden solcular eli ile yürütüldü bu canlı bomba tarihi?

Alın size tarih, alın size kök, alın size sonuç...

İktidar kendisine ait tarih yaratır, en küçük örgütlenmede de bu söz konusudur, bugün nüfusta kayıtlar ilk tutulduğu ana kadar gidebilir, kökünüzü nüfus kayıdından bulabilirsiniz, peki size katkısı nedir? Hastalık kayıdı tutulmuş olsa, genlerden gelen hastalığınızı önceden bilir, ona göre yaşam şeklinizi değiştirebilirsiniz, o da yok… Peki, ne önemi var, kökünü bileceksiniz?

Kökünde yer alan isimlerin mezarı bile yok, o isimlerin malları için akrabalar arasında akan davası olmuş, kan davası birbirini tanıyanlar arasında olur, tanımayanların cinayetleri ise katliam, savaş, kıtlık ile olur... Bir de ulus çıkarı gereği sermaye için gider tanımadığı insanı öldürür, gelir sermeyenin devletine madalya alır, bir kaç kuruşta aylık düzenli bahşiş...

Bir ulusun tarihi sanayi için yaratıldı, çünkü sermaye biriktirmek için aptallaştırılmış yığınlara, destanlar ile övünen tüketici, köle olmaya hazır insanlara ihtiyaç vardı, yaratıldı... Bir ulusun tarihi resmi tarihtir ve genelde tartışmaya açıktır. Ulus devleti içinde mutlak doğru olarak kabul edilenler, karşılaştırmalı tarihte doğrunun yaratılmış gerçek olduğunu görürsünüz. 

Bugün kendisini ezilen hissedenlerde kendilerince tarih yaratarak ezilmişliğinden kurtulmaya, ne kadar kadim bir topluluk olduğunu kanıtlama yarışında, yaratılmış tarihe itiraz ederken de kendisi başka bir tarih yaratır…  Tarihi olanlar iktidarın nimetlerinden yararlanır, bakalım yararlandırabilecek bir iktidar söz konusu mu?

İsmail Cem Özkan


7 Şubat 2020 Cuma

Masanın Altında


Masanın Altında

Bir yayınevine bağlı olarak tercümanlık yapan bir kadın, hayatın zorluklarını aşmak için bir çare bulmuştur, küçük evinin masasının altını kiraya vermek. Büyük batı şehirlerinde insanların yaşamı kafalarda canlandırıldığı gibi geniş alanlar ve mutlu aileliden oluşmaz, o yaşamın içinde birbirinden daha zorlu yaşamak zorunda kalan ve o şehri terk edemeyen ve daha iyi yaşamak için gelen mülteci, göçmenler ile karmaşık ilişkilerin olduğu yerlerdir. Batı göçmenlerin istila ettiği ve fakir ülkelerin insanlarının hayallerini süslediği yerlerdir.

Yaşamak zordur, rüyalarınızı süsleyen şehirlerde. Çöplük içinde yaşayanlar kendi yaşamlarını yakınlarına açıklarken çöplüğün ay ışığı altında gösterimini anlatır, romantik hayaller eşliğinde kurulan cümleler. Gerçek ancak orada yaşamaya başlayınca yüzünüze vurulacaktır ama yüze tokat atılana kadar hayaller gerçeklerin yerini tutacaktır…

Zaman içinde trajedi, komedi olur, yaşanırken dramdır…

Küçük bir ev, banyosu ve tuvaleti olan... Şimdi size nasıl olur evde tuvalet olmaz mı, banyo yok mu? Evet, garip ama batı için banyolu ve tuvaletli ev doksanlı yıllarda her evde olmaya başladı, onun öncesi bazı evlerde vardı, tuvaletler ortak kullanımlıktı… İzin almak gerekliydi geçmişte, anahtar yoksa zaten kullanamazsınız… Fakir insanların yaşadığı evlerde bazı günlük ihtiyaçlar lüks gibi sunulur, aslında her insanın olmazsa olmaz olmalıdır. Sürrealist gibi görünen bir çok şeyin gerçek üstü olup olmadığını hemen anlayamayabiliyoruz, zaman içinde bizim ile dalga geçiyor beynimiz ya da yazarı diye düşünebiliriz.

Kara mizahın sürrealist bir anlatım ile buluşmasıdır Roland Topor’un eseri olan “Masanın Altında” zamanın eğrilmesi, insanın zorunluluk karşısında eğilmesi ve düşünmediği yaşama zorlanmasıdır…

Her tiyatro eserinin öyküsü kendi kurgusu içindedir. Kurgu öykünün içindedir, öykü belki de kurgunun… her öykünün başlangıcı vardır, vurucu cümle ile başlar, soru işaretlerinin silinmesi ile bitebilir, zorunlu değildir gerçi… 

Florence (Derya Artemel) tercümandır. Güzel bir kadındır. Yayınevi sahibinin gözdesi ve aşık olduğudur. O yüzden o diğer tercümanlara göre daha fazla kazanmaktadır. İşinde titizdir ve her kelimenin yerli yerine oturmasını isteyen titizlikle işine sahip çıkan ve işini zaman yarışı yerine doğru olarak üretime katılması tarafındadır. Tercümanların işi gerçekten zordur, onlar hayat standartlarının çok altında para kazanmaktadır. Hem bekar hem de tercüman… Batının büyük şehrinde tercüman ev kirasını ödemek, biraz da yiyecek almak için evini kiraya verecektir ama o kadar küçüktür ki, ne yapsın, masanın altında bir yer kalmıştır ve orada yaşamaya zorunlu kalan bir kaçak göçmen bulacaktır, çünkü başka şansı da yoktur. Her ne kadar sosyal devlet kavramı yok olmuş olsa da yasal oturum olanın başını sokacağı bir ev (oda) kirası devlet tarafından karşılanır… Florence, çaresiz olanı bulur evine, masanın altında yaşayacak bir kiracı bulur.

Doğu Avrupa’dan gelen kaçak göçmen Dragomir’dir (Memetcan Diper). Daha önce de daha kötü yerlerde yaşamak zorunda kalmış, masa altı belki de en sağlıklı ve lükstür onun için… Çaresizdir, sokakta yaşamak daha tehlikelidir, çünkü sokakta yaşayana işi vermezler, dilenci muamelesi görür. O ayakkabı yapan bir ustadır... Elinde deri ayakkabıyı dönüşürken ustalığın marifetlerini gösterir. Geldiği ülkede sevilendir ama hayallerinin peşinde gelmek zorundaydı, belki de yaşam koşulları onu oradan göz ettirmek zorunda bıraktı, çünkü fakir bir ülkede ustaların kıymeti pek bilinmez, bedava yaptırılmaya çalışılır işler.

Uzun bir giriş yazısı yazdım, diyeceksiniz neden? Çünkü sürrealist olanın da real bölümü çıplaktır ama o çıplak anın kısa sürede olayların döngüsü içinde yok olduğunu düşünürüm.

Sahne’de ayağı olması gerekenden daha uzun bir masa vardır, arkasında bir platform. İki sandalye ile desteklenmiştir. Masa altında ışıklandırama yapılmıştır. Bir ayna masanın ayağında askıdadır. Masanın üzerine tepeden aşağıya inen bir mutfak lambası… Sahne çok sadedir, oyunun ruhuna uygundur masanın konumu. Gerçi sürrealist imgelere uygun masa daha da abartılarak birazda şekli bozuk olabilir miydi diye içimden geçirdim… Oyunun akışına uygun ışık tasarımı yapmış olduğunu oyun süresi içinde gördüm… Kısaca kostüm üzerine de birkaç cümle kurayım; kostüm göçmen işçi için başarılı, yamalı olması ve işçinin titizliğini belirtir konumunda. Temizdir, yaşadığı yere karşı sorumludur. Florence ise tizidir, sadedir. Durumuna uygun bir kıyafet içindedir… Dragomir’in kuzeni Gritzka’nın (Mustafa Ergüven) kıyafeti doğudan gelmiş göçmen gibi değildir, fakat onun sokak müzisyen olması ve sonra ünlenecek kadar salonları doldurur hale gelmiş olması o kıyafetin anlamını ortaya çıkarıyor. Raymonde (Nurkan Törün) ve Marc (Ercüment Acar) kıyafetleri ile yerli beyaz yakalı bir üst kesimi çağrıştırmıyor ilk anda… Marc yayınevi sahibidir, kısıtlı bütçe ile yayıncılık yapan küçük bir işletme sahibi diyebiliriz. Feminen tavırları onun evlenme niyetini ve Florence karşı tavrı karikatür gibi kalmış, absürt bir durum söz konusu… Abartılı davranışları kıyafetten uzak tutuyor bizleri, acaba gerçekten o kıyafet onu taşıyor muydu? Marc sokak müzisyenliğinden konser salonlarında şarkı söyleyen dönüştüğünde elbette bir değişimin kıyafet üzerinde de gözükmesi kaçınılmaz olması gerekliydi diye düşünüyorum…

Söz olunca sözün bize uyarlaması ve sahnede ki geçişlerin içinde ki absürt durumu çıkarması açısından bakıldığında dramaturji çalışması bana göre başarılı olmuş, fakat oyunun son sahnesi yani çözümleme için aynı şeyi söyleyemem. Çünkü cümle yarım kalmış gibi geldi bana, son söz henüz söylenmemiş hissine bir ben mi kapıldım diye seyirciye baktım, çünkü oyun bitmiş oyuncu alkış bekliyor karanlık sahnede ama kimse alkışlamadı ilk anda, biri sanırım anladı ki onun alkışlaması ile hepimiz hak ettiği alkışı sahneye doğru savurduk…

Oyun oyunculuk kadar vurgular üzerine kurulu, çünkü o kurgular seyirciye vurgulu cümleler ile gitmesi gereklidir, en fakir ve orta halde yaşayan ve kaçak olarak ülkeye gelmiş ve kaçak yaşan insanların davranışları. Mimikler, yılgınlıklar, korkular, özgüven yoksunluğu, çekingenlik, yanlış anlaşılma duygusu, ilk adım korkusu… Öykü çok basit gibi sunulmuş ama üzerinde çok çalışılmış. O çalışmanın, alın terinin karşılığını ancak sürrealist ama aynı oranda real, yaşamın içinden alınan bir kesit… batı dünyasının toplum eleştirisinin ve ahlak bakış açısının çelişkisi bu oyunun içinde serpiştirilmiş ve üstelik serpiştirilme yan oyun ya da kısa zamanda sahnede gözüküp ayrılan oyuncular üzerinden veriyor olması oyunun izlenmesini daha da çekici kılıyor…

Ortada absürt bir durum var, masanın altında yaşam ve ev içinde evden çalışan bir tercüman. Absürt olan doğalmış gibi seyirciye sunuluyor, tek fark Raymonde eve gelip arkadaşı ile kısa konuşmasında bu absürt durumun doğal olmadığı vurgusu yapılıyor. Raymonde arkadaşını korur gibi günümüz toplum ahlaki içinde olaya yaklaşırken, yeni boşanmış olmanın yalnızlığını ve arayışını da söz arasında geçiştiriyor. Özlem duyduğu bir arada yaşamın, farklı bir yaşam içinde buluyor.

Günler bir birini izlerken eve hiçbir şekilde haber vermeden Dragomir’in kuzeni gelir. Gritzka’da kaçaktır. Memleketten gelmiştir ve köydekiler hakkında kısa bilgi vermektedir. Dragomir annesini sorar, sessizce geçiştirilir. Göçmenler sokakta kalmayacak masanın altında kalacaktır, izin istenecek ve ev sahibesinin iyi niyeti çıplak olarak ortaya konur, onlara iyilik yapacaktır… Masa altında iki kişi, masanın yanında ve evde bir kadın… Kadın ve erkek yakınlaşması kaçınılmazdır, ilgi yalnızlığın giderilmesidir.

Marc yayıncıdır ve Florence ilgi duymaktadır. Ona kur yapar ama kur ile bu işten sonuç alamayacağını düşündüğü için Raymonde açlır. Onun Florence ile görüşmesini ister, fakat Raymonde başka bir yol izler ve masa altında yaşayanlara bir öneri ile gider. Kendi evinde uygun bir oda vardır ve orada ayakları üzerinde olabilecekleri bir yaşam önerir. Öneri kabul görür ve bir gün masa altı boş kalır… Florence, Marc ile evlenmeyecektir. Ondan iş almayacaktır. Daha zor yaşam koşulları altında olmasına rağmen evine daha doğrusu masa altına bir daha kiracı almaz…

Zaman her şeyin ilacıdır derler ama ilaç olması izin zamanın uzaması gerek sanırım, fakat oyunda zaman eğrilir ve yeni koşullar altında yeniden buluşur masa altı kiracılar ve ev sahibesi…

Oyunun sonu bellidir, fakat oyunun sonuna doğru gelirken oyunun hem yönetmeni hem de Florence canlandıran Derya Artemel rahat, oyunu özümsemiş, rolünün gereklerini yerine getiren ve oyun süresi içinde arkadaşlarının oyununa katkı yapandır. Başarılı oyuna Memetcan Diper (Dragomir) katkı sunar. Gerek masa altında ki dar alanda, gerek yemek yapıp masa başında yemek sunumunda, gerek son bölümdeki duruşu ile oyunun önemli oyuncusu olduğunu oyunu ile kendisini kanıtlar. Oyuncu olmanın gereklerini yönetmenin istemi yönünde başarılı bir şekilde yerine getirirken, Gritzka ile dar alanda çıkardığı performansı ile göz doldurur. Mustafa Ergüven hem ağız mızıkası çalması hem de oyun içinde ki karakterine uygun davranışı, rahatlığı ile oyunun ruhunu yakaladığını düşündüm. Oyunun başlangıcından masa altını terk edişine kadar ki süreçte ağız mızıkası ile yapılan müziği büyük olasılıkla çaldığını düşündüm… Müzik Alper Maral yapmış ve oyuna en uygun müziği yaptığını düşünüyorum, masa altı ve sonrası diye ikiye ayıracağım bir ayrım söz konusu ve her iki süreci de başarılı buldum…

Elbette oyunun mesajları yardımcı oyuncu gibi gözükenler verdiğinizi daha önce yazmıştım, o yüzden her iki kalan oyuncu Nurkan Törün, Ercüment Acar’ı başarılı buldum… Onlar oyunun hem akışını hem de hızını belirleyen bir katkı sunuyorlar…

Bizim Tiyatro yeni bir oyun ile seyirci karşısına çıkmış, 38 yıl sahnelerde olmanın tecrübesi ile oyunu seçmiş ve kendi oyuncuları ile sahne demiş, bize de seyretmek ve alkışlamak düşüyor…

İsmail Cem Özkan



Masanın Altında
Yazan: Roland Topor
Çeviren: Esen Özman
Yöneten: Derya Artemel
Dramaturji: Ayşe Ayter
Dekor-Kostüm Tasarımı: Makbule Mercan
Müzik: Alper Maral
Işık Tasarımı: Ayşe Ayter
Yönetmen Yardımcısı: Mustafa Ergüven
Reji Asistanları: Sedat Yerlikaya, Beyza Nur Bilici

Oynayanlar: Memetcan Diper, Derya Artemel, Mustafa Ergüven, Nurkan Törün, Ercüment Acar