Galata Gazete


25 Aralık 2016 Pazar

Projelerin olduğu yerde…

Projelerin olduğu yerde…

Proje olarak oluşan her oluşum sistemin ve düzenin daha fazla devam etmesi içindir... Projeler sistem değiştirmez, sadece özneler etrafında arayışlar olur... Projeler ile biriken bilgiler parayı verenin hizmetinde olur... Kısaca sisteme hizmet eder ve onun aksak yönlerini “hümanist” bir biçimde düzeltilmesi için programlar oluşmasına katkı sunar. Öte yandan gizli işsizliliğin üstünü örttüğü için proje yapanlar kendilerini toplum içinde daha rahat hissetmesine yol açar, fakat projelerin de ömrü bir yere kadardır, her ilişki sonsuz değildir…

Sızdırılan maillerden hissettiklerimiz bilinir hale gelmiştir...

“12 Eylül sonrası oluşan tüm siyasi partiler ve kitle örgütleri proje olarak mı hayat buldu?”, sorusu kafamın bir yerlerinde dolanır durur, çünkü halk ile birlikte halka hizmet yoktur, aksine halka rağmen sermayeye hizmet daha öncelikli olmuştur. Parlamentoda temsil etme hakkını elde etmiş siyasi partilerin içlerinde proje olmayanlar gerçekten var mı, çünkü hangisi proje hangisi değil bilemez oldum! İdeolojilerin yerini çıkar kaygısı almış ve ilişkiler o kadar iç içedir ki hangi vekilin hangi partiyi temsil ettiğini anlayamaz oldum!

Siyasi partilerin her birinin ömrü sınırlı olmuş, dağılmış yeniden adlandırılmış, yeniden ayrılmış yeniden başka birlik olmuş ve ilginç tarafı isimler değişmiş olmasına rağmen özneler hep aynı kalmış... Hep aynı isimler üzerinden arayışlar devam etmiş...

Yaşadığımız zaman diliminde proje yapmış, yaptığı projeler ile hayatını ikame edenlerin bir hakimiyeti var...

Projelerin olduğu yerde aktivist de olur... Her proje yan projeleri doğurmuştur, örneğin AKP iktidarını desteklemek adına ‘Genç Siviller’  bir dönem her türlü değişik protestoların içinde yer almış, kamuoyu oluşumu için sol içinde çalışmalar yürütmüştür. Daha sonra çıkar kavgaları ve dönemsel olarak açılan davalar bu ilişkinin daha uzun gidemeyeceği anlaşıldığı veya amacına tam ulaştığı için dağılmıştır. Proje yürütücülerine destek veren akademisyenler o dönemde ‘başörtüsüne özgürlük’ için imza kampanyalarına katılarak üniversitelerine ya da kendi özel projeler için kaynak bulurken, dönemin alevi açılımı konusunda Alevilerin ibadet yeri konusunda sessiz kalmışlardır… Çünkü o projede iktidar Alevi açılımını istemiyordu, parayı verene göre özgürlük savunuculuğu!

Soldan devşirenlerin hepsinin liberal düşünceye ve yaşama birden uyum sağlaması sanırım tesadüfü olmasa gerek! Doğal olarak o dönemde başrolde oynadığını düşünenler zaman içinde kandırdıklarını itiraf ettiler, insanın aklına soru takılmadan duramıyor; liberalizm bir proje midir?

Ulus devletinin ortadan kaldırılmasını sağlayan liberal ekonomi politikaları uygulayıcıları birer proje ürünü olarak mı ortaya çıktı, kullanıldıktan sonra tarihin çöplüğüne mi atıldılar? Henüz atılmadıklarını yaşanan zaman diliminde görmekteyiz, lazım olanlar popüler alanda görünürken, kullanılanların en önemlileri Alzheimer hastası olarak hayata gözlerini yumdu! Kısaca liberalizm ulus devletini ortada kaldırmak isteyenler için bir proje olarak Amerika’da ve İngiltere’de hayata geçirildi ve sonra tüm dünyada sosyal demokrat partilerin içine sızan ve liderlerini (satın alınanlar) liberal yaparak işçi sınıfının gerçek bir direnişi olmadan hayat bulmasına olanak sağladılar.

Ulus devlet çöktü ama yerine koyabilecekleri henüz bir sitem oluşturamadılar, arayışlar devam etmektedir. Bu arada devletin yapması gereken her iş şirketlerin eline geçmiş ve artık şirketlerin himayesi ve bilgisi dahilinde değişimler olmaktadır. Şirketler kurumlardan daha fazla projeler para aktardıklarını şirketlere bağlı vakıf çalışmalarından görebilirsiniz.

Projelerin olduğu yerde her türlü çıkar beklentisi var olan tüm ideolojik duruşun yerini çıkara göre dönenlerin oluşturduğu bir güruh yaratılmıştır.

Projelerin hayat bulduğu ülkelerde muhalefet iktidarın yedek değneği işlevine bürünmüştür. Sessiz, direnişsiz, sosyal devletin tüm olanakları özelleştirme, özel istihdam, kazanılmış hakların teker teker ellerinden alınması ile yok olmasına sebep olmuştur. Çünkü proje yapanlar başka proje almak adına gelişmekte olan tüm toplumsal hareketler önünde set olmuşlardır, var olan istikrar korunması onların çıkarları için hayatidir! Projeler yaygınlaştırılmasının temelinde bu kaygıların olduğunu düşünüyorum, tüm projeler direkt ya da dolaylı olarak şirketlerin hizmetindedir, onların çıkarı yönünde biriktirilen bilgiler kullanılmaktadır.

Projeler kapitalist sistemin kendisi için yaratmış olduğu ve son derece verimli bir yöntemdir…

İsmail Cem Özkan


21 Aralık 2016 Çarşamba

İntikam duygusu…

İntikam duygusu…

Gün geçmiyor ki yeni bir olay ve katliam ile gözümüzü açmayalım. Ölüm o kadar sıradanlaştı ki içinde yürüdüğümüz sokakların isimleri bile ölülerden oluşmaya başladı. Koca şehirler sanki mezarlıklara dönüştü, mezarlıkta yaşayan birer ölü gibiyiz, sessiz, içten içe öfke biriktiren, gün geçtikçe en ufak olaya sinirlenen ama gerçek hedefe yönelemeyen bireyler topluluğuyuz…

Öfkeli insanların yüzleri yeryüzü ile aynı renge dönüşüyor…

Ne zaman bir’ huzur operasyonu’ yapılıyor genelde ertesi gün bir katliamın sesi veya sıçrattığı kan deryası içinde gözümüzü açıyoruz. Kan etrafımıza o kadar çok sıçrıyor ki, her yer tek renge bürünüyor…

Her patlama huzur arayışını artırır ve gelmekte olana "nalet olsun yeter ki huzur olsun" diye onay verilir... 12 Eylül Anayasası bu şekilde onaylanmadı mı?

Birileri bir şeyi onaylatmak için öyle bir ortam hazırlar ki, artık onaylanması kalır geriye... “Ölenler öldüğü ile kalır, kalan sağlar kapı kulumdur” der birileri de...

Son günlerde ki kitle katliamı yapan patlamaların ‘pimini kim çekti’ diye sormanın pek anlamı yok, ‘kim hazırladı bu ortamı’ diye sormanın gerçeğe biraz daha yaklaşmayı getirir... Somut durumun somut tahlili soru sormak ile başlar...

Birileri birine laf yetiştireceğine gerçeği açıklamak için doğru sorular sorsun!... Sorular soruldu mu, hiç bir sansür onun önüne engel olamaz... Çünkü er ya da geç o soruların yanıtı ortaya çıkar...

Ülkede tek şeyde istikrar var, algı operasyonu. Algı operasyonu ile her şey kontrol altında oluyormuş gibi yapılır... Gerçek kısa sürede anlaşılır, sorunsuz gibi görülen ortam sorunların içinde girdap oluşturmuştur.

Kaos ortamına ekranlar tartışma programlar ve bilenlerin kafa karıştırıcı açıklamaları evlerin salonlarını doldurur.

“Ekranlara çıkıp ahkam kesenler siz sanıyor musunuz her daim tanımadıklarınız ölecek, çünkü her daim başkalarının acıları üzerine teoriler ve algılar oluşturuyorsunuz!”

Yayın yasağı ile katliamda ölenlerin üstleri örtülüyor.

Yayın yasağının bir diğer anlamı ise “önce üzerini örteyim, sonra yaratılmış gerçeği açıklarım”dır...

Devlet olaylara intikam duygusu ile yaklaşırsa ortada hukuk olmaz...

Devlet, uzun zamandır yaratmış olduğu gerçekliğin içindeki acının intikamı peşinde ama intikamını yaratılmış gerçek suçluyu aramak yerine suçla direkt ilişkisi olmayan güçsüz insanlara acı çektirerek alıyor!

Taşeron cinayetler genelde şirketlerin uluslararası piyasada pazar kapma savaşında kullanılan mesajlaşma yöntemidir... “Bak benim piyasama girersen senin o ülkede ki tedarikçini, montajcını ya da yedek parça satıcını ortadan kaldırım” demektir... Ses getiren cinayetlerin arkasında genelde bu gerçek aranır... Çünkü çıkar çatışması olmayan yerde cinayetin anlamı olmaz... “Ben kıskançlıktan seni öldüreceğim” sözü havada ve kişisel bir şeydir ama toplumsal olaylarda öyle şey olmaz... “Ben işte filan ülkenin refahını kıskandım, oraya yaşadığım yere benzeteyim” diyen bir Ortadoğulu, Afganlı bulamazsınız... Bir çatışmada sadece onlar taşeron olarak kullanılır... Peki, şimdi İstanbul’daki (Beşiktaş) patlamayı hangi çıkar teşvik etmiştir? Birilerin tek hakim olma hırsı mı? O hırsı ona verenlerin başka hesaplarına hizmet etmiyor mu? O hadi erk oldu, peki kime hizmet edecek? Ölümlerin arkasında çıkar çatışması olduğu gerçeğini unutmayın, bu cinayetler bayrak elde protesto etmek çatışmanın üzerine sadece bayrak örtersiniz ve gerçekleri çarpıtır ve hayali düşman ile kavga ederken bulursunuz... Irkçılık, dincilik yaşadığımız kaosa benzin dökmekten başka şey ifade etmez...

Taşeron ne için yaptığını bilmez, sadece uygular... Emir komuta işi böyle bir şey... Ölende bilmez, öldüren de... Siyasi cinayetlerde önemli olan kimlerin bu işten karlı çıktığına bakılır, çünkü kazançlı olanların parmak izi aranırsa o cinayetin olduğu yerde silik de olsa bulunur...

Ölüm ile büyüyenler ölümün içinde yok olur...

Şimdi TAK ve IŞİD sıra ile toplu cinayetlere sahip çıkıyor. Peki, bu korkutma kimin yararına? Sonuç ve hedef noktalarına bakıyorum, canlı bomba ile yapılan eylemlerin amacından çok uzakta olduğunu görüyorum. İntikam ve mesaj vermek adına masum insanları öldürüyorlar. İktidar ve muhatap alma eylemleri intikam duygular ile yapılıyorsa orada sadece istikrarsızlığın üzerine benzin dökmektir... İstikrarsız toplumlarda emperyalistlerin arayıp bulamadığı yağma ortamını yaratır. Yağmalanan kaynaklardan kimseye bir şey kalmaz... Ölen öldüğü ile kalır, cennete gideceğini düşünen canlı bomba da mezarı dahi olmaz... Geleceğe güzel şey bırakmayan Hassan Sabah'tan sadece ölüm kaldı ve kimse onun yaşadığı kaleyi bugün gidip bulamaz bile...

Kan davası ve intikam peşinde koşanların barışı olmaz...

Her yazımda vurgularım, tetiği kimin çektiğinin sanıldığı kadar önemi yok, ona o tetiği çekmek için olanak yaratan ve ortam oluşturan suçludur diye... Ortam ve olanakları ortadan kaldırın ortada tetik çekecek insan olmaz... O yüzden Ortadoğu dışında ülkelerde canlı bomba olayı (bazı uzak Asya ülkeleri de dahil) pek gözükmez... Çünkü onun önlemini alan bir toplumsal sözleşmeden bahsedilir... Eğer bizler sadece tetikçinin peşinden gidersek, sorunun üstünü kendi ellerimiz ile örtmüşüz demektir... Sorunu çözmek için artık doğru sorular sorma zamanı çoktan gelmedi mi? İstanbul katliamını (Beşiktaş, daha sonra Kayseri) TAK, IŞİD ya da başkası üstlenmiş olması beni hiç şaşırtmazdı, şaşırmadım da... Sadece naletlemek, sadece balkona bayrak asmak da yeterli değil, bu işin asıl sorumlusu hükümetten önlem alacak yatırımların yapılmasını beklemek ve istemektir... Örneğin Silopi’yi dümdüz ederek sorun çözülmüyor... Silah ile çözülmüş olsaydı bugün çoktan o sorun gündemde bile olmazdı... Artık sorunu bildiğimize göre çözümü de bellidir... Çözün gitsin...

Ne yapılması gerekiyorsa yapın, masum insanlar ölmesin...


İsmail Cem Özkan

17 Aralık 2016 Cumartesi

Kan davası

Kan davası

Her şey 1937 yılının Kasım ayının ortasında sona erdi, aslında bir başlangıçtı, çünkü Maraş, Çorum, Sivas onu izleyecek, Ankara’nın merkezinde darağacı kurulacak üç fidan asılacak, Kızıldere'de yiğitler teslim alma yerine yerinde infaz edilecekti... Acının sonu yoktu, çünkü darbeler, yasalar, anayasalar hepsi bir şeyler karşı yapılıyordu. 37 yılının 15 Mayısında sona eren bugün aslında devam eden bir öç alma, yok etme, kendisine benzetme operasyonun devamıdır...

Ölüm üzerine politika yapanlar, acılar üzerine topluma hiza verenler yeniden biçim verirken yeryüzü kan, gökyüzü kanın kokusu ile doldurdular. Çocuk babalarından önce ölmeye başladı. Korku beyinlere işlenmeye, kalabalıktan uzak durmak adına toplu cinayetler işlenmeye devam ediyor. Sırf birileri siyasi çıkar uğruna feda ediyor bu ülkenin namuslu, güzel insanlarını...

İdam sehpaları kuruyorlar halka birlikte halkı için çalışanlara karşı.

Ölüm mangaları sabahın ayazında kapıları çalıyor... Canlı bombalar şehirlerin en kalabalık noktalarında kurbanlarını arıyor...

Ülke bir kan girdabının içinde.

Ülke Bağdat, Halep, Musul oluyor gün geçtikçe... Bu ülkenin vatandaşı Sabra - Şatilla kampında ölen hiç bir şeyden habersiz Filistinli oluyor...

Ölüm sadece yeni düzen otursun diye başımızda...

Birileri kasalarına para doldurup gizli hesaplarına para gönderirken, birileri de aniden patlayan bir şeyin kurbanı oluyor...

Her şey 1937 yılında belki de daha önce karanlık salonu mum, lüks, çıra ile aydınlatıp orada insanların boyunlarına ilmik geçirme ile başladı...

Yenidünya düzeni önce parçala sonra birleştir modeline göre yeniden düzenleniyor.

Önce bir bomba patlar, telaş, şaşkınlık, panik başlar, ne oluyoruz diye sorarlar... Arkasından bir daha patlar, katliam olur yine aynı telaş hakimdir, arkasından canlı bomba, arkasından başkası, arkasından intihar saldırısı, ölümler üst üste gelir ve sonunda kanıksanır... Burası bir Halep olur... Kimse umursamaz bile... Yaşadığı yerde sürgün, yaşadığı yerde çaresiz, yaşadığı yerde gözlemci... Her yer Bağdat olur… Kimse sormadan birden Bağdat’ta yaşar bulmuştur kendini...

Şimdi şu patlattı, bu patlattı... Aslında bu projeydi işte sonuç filan da diyecekler... Birisi kalkacak bu hibrit diyecek, öteki taşeron... Diğeri falan başkası filan... Birisi üstlenecek, belki de zıt kutuplar aynı anda üstlenecek... Ama sonuç; anayasa değişimi bu ölenlerin ve yaralıların üzerine örtülecek... Birisi şerbet içip dua etmeye bilmem ne türbesine gidecek... Diğerleri korkacak, çünkü eğer amacına ulaşırsa birisi; ilk yenecek yemek en yakınında ki olacak...

Kötüler sürekli kazanıyorsa adalet kadın ismi olarak kalmaya devam eder.

“Ben dedim oldu” diyenlerin oluşturacağı yasa ve hukuk maddeleri hepsi insanlığın geleceğine saplanmış hançerdir... Onların yaratmış olduğu sistem bugün ülkemizde yaşanmaktadır. Sağcısı, solcusu, dincisi ve de diğer yapıdakilerin hepsi aslında bir birinin karbon kağıda konmuş gibi liderlerinden oluşmaktadır, sadece kullandıkları kelimeler farklıdır...

Başkanlığa karşı olanlar içlerinde ki başkanlığı yaşatmaya devam ediyor... İçinde ki ve dışında ki başkanlara karşı olun!  Tek bilenin hakim olduğu ve tek bilenin her şeyi yönlendirdiği yerde başkanlık zaten vardır ama adı farklı telaffuz edilebilinir...
Fiili olan bu durumu değiştirin, tüm başkanları başınızdan atın!... Çünkü hiç kimsenin bir başkana ihtiyacı yoktur, ortak akıl her şeyin üstündedir de diyemem ama başkandan da iyidir... Başkan olan yerde diktatörlük kaçınılmazdır, eğer lideri denetleyecek ve hesap soracak bir sistem yoksa.

Kan deryası içinde kaç gemi yüzer?

"Ya başkanlık ya kaos" diye büyük puntolar ile başlık atanlar son dönemeci kaos ile aşacaklarını sanıyorlar... Sonra amacına ulaşılınca amaç yolunda her şey mubahtır deyip şerbet içecekler mi?...

Hibrit savaşlarının bir diğer özelliği de kullanıyorum derken kullanılanların olmasıdır... Dışarıdaki pirince göz dikenin evindeki bulgurdan olmasıdır ki artık ülkemizde bulgur da dışarından gelir olmuş...

Kan davası sonuçta hasımların birbirini yok etmesi değildir, aslında kendini yok etmesidir.

Kan davası yaşadığın yerin zenginliğinin tükenmesidir, çeşitliliğin yol olmasıdır. Kan davası güdenlerin yaşadığı yerde kazanan her zaman oraya göz koymuş emperyalist güçler ve onların işbirlikçileridir… Kaybedenler her daim canlarını kaybedenler olacaktır…

Kan davası çözüm değildir, intikam sözleri yangının üzerine benzin dökmektir. Nefret söylemleri ayrışmayı derinleştirir… Bizler neden başkalarının çıkarı için kavga ediyoruz ki? Bunu soracak akil akla ihtiyaç vardır ve o soru için henüz geç değildir. Soru soruldu mu, cevap da gecikmeden bulunur. Cevap ortak aklın ürünü olduğu zaman toplum sözleşmesinin maddeleri olur…

Ülkemizde beslenilen nefret söylemini durdurun! İntikam sloganları artık atılmasın! Dökülen kanlar hepsi bizimdir, canların toprağa düşmesini durdurun!

İç ve dış savaşa hayır, çocuklarımız gelecek kaygısı ile büyüsün, yeter ki can kaygısı olmasın!


İsmail Cem Özkan

14 Aralık 2016 Çarşamba

Gün karanlığa doğar...

Gün karanlığa doğar...

Sabah ayazında yoldaydım, bütün kediler peşime koştu. Ben de elde avuçta ne var kedilerin önüne attım. Baktım cepten bir dolar çıktı nereden geldiğini dahi bilmediğim onu da attım kedinin önüne. Kediler dolara yüz vermediler, yanımdan uzaklaşıp gittiler... Orada bir şeyin farkına bir daha vardım; paraya yüz verenler kedilerden öğrenecekleriniz var, çünkü önüne atılan rakam yazılı kağıtlar sizin karnınız doyurmuyor, yaratılmış gerçekliğin gerçek olmadığını elinizdeki/hesabınızdaki rakamları uçtuktan sonra anlayacaksınız... rakamlar durduk yere uçmaz, adına devalüasyon derler, birilerin hesabına rakamlar aktarılırken siz ne olduğunun farkına bile varmazsınız.

Güneş tepeme doğru yükseliyor ama ayazda sanki güneşle birlikte daha fazla hissettiriyor...

Her şeyi sanki yaratılan gerçekliğin içinde kaybettik...

Sabah haberleri radyodan sesini bize ulaştırdığında bulunduğumuz ortamda birçok insan güzel haber bekliyordu, güzel haber yerine tüketim maddelerine yönelik bol bol zam haberi aldı. Artık hepimiz hissediyoruz; hayat standardı her zam haberi ile biraz daha kayboluyordu, minimum masraf ile yaşamaya çalışanlar için kemer biraz daha daralıyordu, borç hanesinde rakamlar artıyordu.

İstanbul’da vapura binmeden alınan 1 liralık simit oldu 1.25...

Şimdi ülkede devalüasyon yok diyecek biri, simide anlatın bakalım anlayacak mı?

Elbette güzel haber kavramı da sübjektif, nereden baktığınıza bağlı, çünkü simidi tüketen için kötü olan haber, simidi üreten ve üreticiden alıp aracı olan için güzel haberdir...

Bugünlerde birçok çocuk açlıktan ve soğuktan ölüyorsa İsviçre ve diğer bankalara para kaçıranlar suçludur... Çünkü onların hakim olduğu yaratılmış bir piyasada paraya yönelik talep artarken arz başka ülkelerdeki hesaplarda rakam olarak çoğalmaktadır.

Dolar fırladı, ülke istikrarını kaybetti. (zaten var mıydı sorusu saklı olarak)...

Birileri hükümetten çok akıllı ya ona akıl vermeye başladı. Onların elinde ki verilerin binde biri bile elinde yok ama onlardan daha çok şey biliyor! Elbette gemiyi batıran çıkaramaz! Ne yapılması gereken ortada ama kimse cesaret edip o yapılması gerekeni yapamıyor…

Cahilliğin hakim olduğu yerde doğrular rafta bekleyen teorilerdir.

Ülkede sahte dolar fazlalığı var, bakın millet elinde ki sahte doları yakıyor, gerçek olanlar ise offshore hesaplarda... aslına bakarsanız dolar basan banka olması gerekenden daha az para basarak ortalığa rakamlar bırakıyor. Gerçekten birileri kalkıp rakamları kağıt olarak görmek istese dünya sistemi çöker, çünkü olmayan paranın rakamları üzerinden insanlar fakirleşiyor ya da zenginleşiyor…

Denize düşen yılana sarılır... Çaresiz çoğunluk denize düşen gibidir dine ve diktatöre sarılır... Onlara çaresiz olmadığını gösteren yapılar bu sunni dengeyi ortadan kaldırır mı, kaldıracak kadar örgütlü mü?...

Bir ülke istikrarsızlaştığı oranda kaynakları emperyalist güçlerin yağmasına açılır...

Fakirleşen ülkede, zenginleşen bireylerin olması şaşırtıcı gelebilir, fakat bizler buna da alıştık. Sorgulamıyoruz neden zengin olduklarını. Çalıyorlar ama iş yapıyorlar ama yapılan işte bu işten haberi dahi olmayan masum insanların geleceği üzerine oluyor. Çünkü oların zenginliği masumların borcundur!

Yaşadığımız zaman diliminde okula giden çocuklar için gün karanlığa doğuyor… Bunun mecazi anlamı da insanlık için ne yazık ki…


İsmail Cem Özkan 

7 Aralık 2016 Çarşamba

İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?

İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?

Nazım Hikmet’in ustalıkla ele aldığı ve yaşadığı zamanın ruhunu eleştiren büyük bir eseri yeninden sürgüne kaçmak zorunda olduğu ülkede sahnede hayat buluyor. Bu oyun birçok defa değişik yorumlar ile sahneye uyarlanmıştır ama bu sefer Tiyatroadam programı içinde Emrah Eren tarafından yorumlanmıştır. Yönetmen her ne kadar yazıldığı tarihi duruş noktası almış olsa da yaşadığımız çağa ve bugüne yönelik göndermeler yapmaktadır. Zaman, ülke, coğrafya değişmiş olsa da baskının hakim olduğu halkın üstünde kendisini gören devlet ve onun bürokratları olduğu sürece birbirine benzer olaylar her zaman yaşanacaktır.

Herhangi bir şehirde idareci olan Petrof hümanist yaklaşmaktadır kendisine gelen kasabalılara. Onların işini zamanı oldukça aracı kullanmadan yerine getirmektedir. Mesai saati kavramına bakmadan işine tutkun, halkla birlikte halkın içinde ve halkın dili ile hizmet etmektedir.  Birlikte çalıştığı insanlara hiyerarşi gözetmeden davranır, herkesin yardımına koşar… Ama bu pozitif seyri bir şeyler değiştirecektir, o değiştirecek olan kendisine yardım edecek işbirlikçiler ile bir plan hazırlamaktadır. "Kanser nasıl insan etinin, kurt nasıl derinin düşmanıysa ben de Sergey Konstanivoç'in öyle düşmanıyım." diye sesli düşünür ve  Petrof'a yaşamı boyunca çekeceği bir acı vermek istemektedir. 

Petrof bütün iyi niyetliliği ile yanında çalışanlara, devlete ve kasabanın halkına hizmet ederken sinsice arkasından bir şeylerin döndüğünün farkında değildir. Oyun içinde kasketli olarak ortaya çıkan işçi sınıfının temsilcisi böyle bir oyunun oynandığını ve bu oyunu hazırlayanı fısıldar ama pek önemsemez.

Uzun bir süre Petrof’un zayıf noktasını araştıran İvan İvanoviç sonunda istediğini bulur: Sevginin yanı sıra, kesinlikle "otorite" ve "hava"sı olması gerektiğine inandırır onu. Havası ve otoritesi olmayan bir yöneticinin işlerini hakkıyla yapamayacağına ikna eder. Petrof bu iç konuşmalarını baş ağrısı içinde seyirciye ulaştırır, içinde bir kurt onu yemektedir ve yeni tercihine doğru yönlendirilmektedir. Geçmişten gelen, halkın çoğu tarafından kabul görmüş otoriter bir yönetici! Yaşadığının tam tersi bir sürece doğru yönlenmektedir. Aynadaki aksi onu teslim almaya başlamıştır.

Emrah Eren oyunun başlangıcında zamanın tıklamasını ses ile durağan ve hareket eden yelkovan gibi zamanın işlediğini belirlemiş ve bu zaman ve hareket noktasında müziğin durağın ve yükselişine göre tık takları içinde bir değişimin olacağı fikrini baştan vermektedir. Şarap bardağı imgesel olarak sanırım seçilmiş, o Petrof’un eline verildiğinde iç konulmaya geçiş, elinden alındığında zamana dönüşü betimlemektedir. Petrof’un iç sesi her zaman yukarıda ve metin okuyuşu içinde bir planın hazırlayıcısı ve uygulayıcısı olarak oyunun iç sesini seyirciye taşımaktadır. Olayın geçtiği alan herhangi bir devlet dairesi olması onu kimliksiz ve sıradanlaştırmıyor, aksine onu evrenselliğe taşıyan yerel bir yansıma olduğunu sahne düzenin hareketli, ışığın onu destekleyen gölgelemeleri ve müziğin ritmi oyunun içinde kara mizahın dilini daha da öne çıkardığını düşünüyorum.

Çevresinden iyice kopan, çekinilen bir insan olan Petrof acı çekmeye başlar. İşi çözen olmaktan daha çok artık o otoriterdir ve çevresinden hizmeti emirleri ile almaktadır. O her şeyi bilen, her şeye hükmeden ve her şeyden haberdar olduğuna inana ve dünyanın merkezinde olduğunu düşünen bir yerel yöneticidir. O bundan rahatsızdır aslında ve "içinde, yüreğinde korkunç bir karanlık" duymaktadır. Çağrılı olarak gittiği Büyük Kent'te gördükleri, yaşadıkları, bir başka kendisi olan Konstantin Sergeyeviç'le karşılaşması. Sergey Konstantinoviç'i allak bullak eder ve Petrof değişiminden bu yana ilk kez düşünmeye başlar. Bütün olup bitenlerin ayrımına varır, zaman yitirmeden kendi yerine dönüp İvan İvanoviç’i aramaya koyulur. İvan İvanoviç?..

Sorar, sorgular ama kimse böyle birini tanımamaktadır…  

Özel tiyatrolar elbette ödenekli tiyatrolara göre daha ekonomik çalışmak zorundadır. Sahne üzerinde ve sahneye etki eden her şey çok dikkatli hesaplanmak zorundadır, çünkü ekonomik koşullar ve zamanımızın seyircisini kaybeden tiyatro en az masrafla en üst performansı ile seyircisini kucaklaması zorunludur. Tiyatroadam sanırım bunu başarmış, on yıllık sahnede kalma ve semiricisi ile bulaşmasını tam profesyonel bir şekilde gerçekleştirmiş. Oyunun sunumundan, sahnede buluşmaya kadar her adımı iyi hesaplamışlar. Oyuna girmeden elde ettiğim broşürü, afişi, salonda yerleşme ve tiyatro çalışanlarının disiplinli ve kıyafetleri ile dikkatimi çekti. Birçok özel tiyatroda görmediğim eskiden devlet ve şehir tiyatrolarında karşılaştığım o disiplini durumu görmek beni açıkça mutlu etti.

Oyunu yorumlayan, sahneye koyan, bugüne dair söylemleri içinde rahatsız etmeden yerleştiren, oyunu üç bölümden iki bölüme getiren ve keyifli zaman geçirmemize olanak veren ve de kara mizahın güzel yönlerini canlı olarak beynimizde yeniden  canlandıranların emeğine teşekkür ederim..

İsmail Cem Özkan


Yazan: Nazım Hikmet
Yöneten: Emrah Eren
Dekor - Kostüm Tasarım: Barış Dinçel
Işık Tasarım: Yüksel Aymaz
Hareket Düzeni: Esra Yurttut
Oynayanlar: Aşkın Şenol, Baransel Gürsoy, Berk Yaygın, Deniz Özmen, Fatih Koyunoğlu, Gökhan Azlağ, Pınar Tuncegil

6 Aralık 2016 Salı

İzel Rozental gözü ile…

İzel Rozental gözü ile…

Schneidertempel’Sanat Merkezinin üzerine güneş başka açıdan doğmuş olsaydı Galata Kule’nin gölgesi düşecekti, fakat hiçbir zaman Galata Kulesinin gölgesi düşecek kadar açık alanda olmadı ama olmuş olsaydı da mutlaka düşerdi, çünkü o kadar yakında bir yerdedir.

Galata’nın küçük dar sokakları sürprizlere açıktır, sizi şaşırtacak mutlaka bir şeyler çıkar ama elbete görmesini bilene! Oralardan günde binlerce insan geçer ama neyin önünden/yakınından geçtiğinin farkında bile değildir, yokuşun vermiş olduğu diklik insanı nefes nefese bırakır.

Galata’ya bankalar caddesinde yukarıya doğru çıkarken o bölgeye özgü eski bir bankerin yaptırdığı ve yaptıranın ismi ile anılan Kamondo merdivenlerinden çıkılır.  Eskiden o bölgede terziler çokmuş, o terzilerin önemli kesimi de Yahudi inancına sahip insanlarmış. İşyerlerine / evlerine yakın olması nedeni ile bir ibadet yeri kurmuşlar. Aslında oraya başka isim takmışlar ama orada yaşayanlar hepsi Terziler Sinagogu (Schneidertempel) olarak bilinir olmuş.

Gel zaman git zaman, içinden iki dünya savaşı geçiren bu bölgede yaşayan nüfus yapısı değişir olmuş. Yahudiler bu yaşadıkları yerden göçe zorlanmışlar, çünkü ulus devlet dedikleri şey homojen toplum yaratmak. Bu toprakların kadim insanları değişik bahaneler ve korkutmalar ile sessizce oradan uzaklaşır olmuşlar… Sokaklarına bıraktıkları düğün eğlencesinde duyulan kahkaha, ölüm merasiminde duyulan ağıtlardan izler duvarların içine sinmiş ama onları duyanda gün geçtikçe azalmış. Eski kartpostallarda ve anıların saklandığı sanıklarda kalmış…

Cemaati azalan ve yok olan bir ibadet merkezinin sanat galerisine ve buluşma noktasına dönüşümü bu azalma ile çok ilintili olmasına rağmen Yahudiler bizi kırmamak için yakında açılan başka sinagog yüzünden azaldı demişler.

Sanat merkezine dönüşen bu eski kadim yapı içinde geçmişin izlerini taşımaya devam etmektedir.

Her cemaat toplandığında mumlar yakılır, ışıklar balkonları sanki delercesine aşağıya doğru sallanan avize geçmişten bize bir şeyler fısıldar gibidir. Avize yıllar içinde değişime uğramış olsa da işlevi hep aynı kalmıştır.

Avizenin içinde ki ışıklar kristallerin içinden aşağıya doğru kırılarak yağıyor gibidir. Üzerimize düşen kristallerin ışıklarıdır ama o kristaller acı bir olayında adı olmuştur. Kristal Gece olarak duyduğumuz ama Yahudilerin acı içinde yaşadığı bir gece. Avrupa’nın soğuk karanlık bir şehrinde faşist güçlerin emri ve kışkırtması ile çıkan yangından fırlayan ışıklar kristallerin içinden kırılarak insanlığa yansıdığında büyük bir kırılmanın da habercisi olduğunu sessizce karşılanmış.  Sessizlik elbette görecelidir, çünkü çığlık ancak yaşadığı yeri sarsarken dünya bu olayı sessizce izlemeyi tercih etmiştir.

Sessizlik aslında gelmekte olan soykırımın ayak sesidir, çıkarılan yasalar ile hukuka uygun işlenen cinayetler, katliamlar ve soykırımın ilk habercisi işte bu kristallerden sızan ve kırılan ışıktır.

Salonun iki tarafından aşağıya doğru sallanan avizeye bakarken sizi dikenli tel karşılar. O teller bizi herhangi bir toplama kampına doğru alır götürür, çünkü her kamp düşman için üretilmiş ve o dar alanda yaşamaya zorlanmak anlamındadır. Ama bu toplama kampları yaşam değil, ölümdür. Zehirli gazlar ile adına önce toplu cinayet katliam en sonunda da d soykırım yapılan yerlerin adıdır. Toplama kamplarına değişik isimler verilmiş olunabilir ama yaşanan gerçek ölümdür. Kapısında “Arbeit macht frei!” yazı yazan yerlerde özgürlük birileri için ölümdür, ölülerin derilerinden yapılan abajurdur. Çalışmak özgürleştirmemiş, aksine ölümün boyutunu büyütmüştür.

Avizeden kırılan ışığı izlerken önümüze çıkan dikenli tellerin altında tuğlaların izleri vardır. Yanmış topraktan yapılan tuğlaların kızıllığı burada yoktur, çünkü kağıt üzerine bırakılmış siyah lekedir. Her siyah leke benim beynimde kandır… Duvara bırakılan vurulan her hangi bir direnişçinin umut yüklü kanıdır… Duvarın üzerine yazılmış değişik dillerde yazılar ve yazıların altında karikatür… Acının, değişimin ve yaşadığımız zamanı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan İzel Rozental’in beyninden fırlayan, kaleminin ucundan lekeye dönüşen ve bizlerin gözünden yeniden yorumlanan zamanımızın ruhu…

Karikatürleri birbirinden bağımsız Şalom Gazetesinde görmüş ve okumuş, izlemiştim. Şimdi orijinal bir sunum altında yeniden okuma ve izleme şansına sahip oldum. Yaşadığımız çağı bir de İzel Rozental’in gözünden görmek için mutlaka gidilmesi ve görülmesi bir sergi olarak görmekteyim.

Azalan, yok olan ve geriye birkaç anı bırakan yerlerin içinde, anılar sözlü tarih içinde kaldığı içinde toprağa düşen ile birlikte toprağa düşüp yok olmaktadır. İşte anıların yok olduğu bur yerde günümüzde hala bir şey söyleyen ve söylemeye de devam eden bir kültür ve onun yaşayan bireyleri ile tanışmak için önünüzde bir fırsat vardır. O fırsatı sergiye giderek değerlendireceğinizi umuyorum…


İsmail Cem Özkan

4 Aralık 2016 Pazar

Kontrol edilemeyen para kirli mi?

Kontrol edilemeyen para kirli mi?

İnsan temiz olan her şeyi kirletti... Temiz denen şeylerde artık yalan... Evet, yaşadığın yere göre temiz denilebilir ama artık temiz kavramı yok, çünkü dünya tek kubbenin altında yaşıyor ve bizler atmosferimizi kirlettik. Bu kirlilik insan eli değmeyen yere bile taşındı... Organik denen şey yalan, temiz su yalan, temiz hava yalan, insanın kendisi yalan! Ürettiği her şey yalan, sahte, insan ve doğanın kanı üzerindedir…

Kafalarda yaratılan gerçekler gerçeklerden daha gerçektir.

İnsanın en çok yalana inandığı dönemden geçiyoruz... Gerçekler acıdır ve kimse gerçekler ile yaşamak istemiyor. Yaratılan gerçekler içinde daha mutlu ve sağlıklı yaşamak isteği yeniden Uzakdoğu geleneklerinin yeniden canlanmasına sebep oluyor. İnsanlar yaşadıkları yerden ve sistemden kaçmak adına (kısa bir süre de olsa) uzak doğudan gelen her türlü yöntemi denemek için merkezler açtılar. Orada yaratılan atmosfer ile bir anlık içinde mutlu olayı seçen sayısı gün be gün artmaktadır.

Eskiden çamaşır yıkanır ve ulu orta yerde asılır ve kurutulurdu, zaman içinde bu ulu orta yerde asma fikri geri adım attı, iç çamaşırlar daha gizli olarak yerlerde kurutulmaya başlandı, örneğin duvara en yakın diğer çamaşırların arkasında... Daha sonra kurutma makinesi çıktı ve çamaşırın ıslaklığını bile göremeden dolaptaki yerlerini almaya başladılar... Ekonomimizde aynı çamaşır gibi oldu. Eskiden her şey ortada kim neyi yürüttüğü, kim rüşvet aldığı, kimin sonradan zengin olduğu ve nasıl olduğu bilinirdi... Şimdi kurutma makinesinden çıkmış iç çamaşır gibi, kimse görmeden dolaptaki yerini alan zenginler ortalığa serildi. Nasıl oldular?
Zenginlik kavramı içinde ürettiğin malın en düşük maliyette olması istenir. O yüzden maliyet hesabı içinde eskiden vergiler filan girerdi. Doğrudan vergiler zaman içinde yok oldu, artık vergi kavramını duyan yatırımcı yatırımı bu ülkede yapmıyor sadece ürününü ülkeye uygun markalar ile ithal eder konumuna geldi... Maliyet hesabı eskiden ortada yapılırdı, bugün maliyet hesapları kurutma makinesinin içinde yapılıyor ve en düşük vergi ile en çok satacağı ortamı arıyor iş adamları... Küresel sistemde paranın dolanımı işte bu temeller üzerine oturduğundan maliye bölümüne offshore hesaplar karışmış... Yani vergiyi en aza indiren karmaşık yol!...

İnsan insanın kurdudur, kara para ülkenin ve düzenin kurdudur...

Karanlıkta yola çıkanlar kara para yüzünden biraz daha fakirleşirler... Onların patronları daha az vergi vermek ve üretimde maliyeti düşürmek için offshore hesaplarda para transferi ile uğraşırken çalışanların da alım gücünü düşürürler… Peki, bu nasıl olmaktadır? Aslında basit bir şeydir, vergi vermeyen iş adamı, devletin yapması gereken işleri yapamaması anlamına gelir. Sağlık, eğitim, güvenlik, alt yapı çalışması çöker... Bu çöküntüyü açılan bütçe ile çözemeyen devlet dolaylı ve direkt vergileri artırmak ile çözüm arar. Her artan vergi hayat standarttın düşmesi anlamındadır... Vergi vermeyen patron dolaylı olarak çalışanın alım gücünü düşürür... O zamanda dolarda istikrar o ülkede gerçek anlamda hiç bir zaman olmaz... Vergi vermeden para kazanmayı öğrenen, kurlar arası piyasadan parasına para katan da artık yatırım yapmaz, yatırım yapılmayan ülkede ise işsizlik sürekli artış gösterir... İşsizliğin temelinde de bu offshore hesaplar yatar...

Bir yerde kasti bir yangın çıkarılmışsa, önemli miktarda paranın aklanması yatar... Offshore hesaplara giden paranın akıbeti sorulmaması için yangın şarttır. “Ne oldu yatırım yandı kül oldu”, para da bu arada başka hesapta güvence altına alınmış oldu... Kim kontrol edebilir ne kadar malın yandığını? “Kül oldu işte hepsi”, yanmayan da yandı gözükür orada nasıl olsa... Ha yangın ha örtülü ödenek, adı üstünde, üstünde örtü olan ödeneklerin hesabı sorulamaz, çünkü orada devlet sırrı vardır, devlet sırrı dediğiniz de buharlaşan paranın hesabının sorulmamasıdır.

“Vergiler 'küçük insanlar' içindir.” L. Helmsley der bu söze G.W. Bush “Gerçek zengin vergiden nasıl kaçacağını bilir.” diyerek sözü açan katkı sunar.  

Offshore çıktı rekabet yok oldu... Üretmeden para kazanmak ve rakamlar ile oynayarak sanal piyasanın oluşması sağlandı... Olmayan malın karşılığı kazanılmış para ile ulus devletin yaramış olduğu tüm sosyal alanlar çöktü, yıkıldı...

Offshore finans işleri olan yerlerde zengin ile fakir arasında uçurum artar. Devletin yapması gereken sosyal projeler rafa kalkar… Offshore devlete verilmesi gereken verginin yasal boşluklardan yararlanılan hile ile verilmemesi anlamındadır...

Parçalanan ve ayrıştırılan toplumlarda hangi yasa gelirse gelsin sözde kalır, çünkü karar verici güçlü olan olacaktır…

Her doğan insan verimli olsun diye eğitiliyor ve hizmete hazırlanıyor. Biri yatak odasında, diğeri savaş meydanında... Diğer kalanlar ise savaş ve yatak odasında tüketileni üretmek için zamanını ya kiraya vermiş ya da satmış şekilde... İnsan kendi ürettiği değerlerinin kapı kulu oluyor...

Paralı askerin birinci görevi öldürmektir, ikincisi öleceğini anladığı an kaçmaktır...

Ülke ekonomik krizin ortasında savaşa gireceğim diyerek güya sorunların üstesinden geleceğini düşünenler, ekonomisi zayıf olanın yenilgisi kaçınılmazdır. Cephede kazanılan masada kaybedilir... savaş para demektir, parası olan her koşulda kazanır... Ama Kuveyt gibi bir ülkenin parası olması onu işgalden kurtaramamıştır, sadece para değil, ilişki içinde olduğun arkanda sağlam bir örgütsel güç yoksa işgal edilmesi düşünülen ülke tarafından işgaline izin verilir... Savaş yıkımdır, sadece can kaybı olmaz...

Kapitalist sistem kontrol edilebilir kara paraya her daim göz yummuştur, çünkü haksız rekabet ve firmaların bir birini yutması bu kara piyasa ile olmaktadır. Kara piyasada dolanan mallar, emek ve para var olan sistemin daha iyi işlemesi için kullanılır ve arz ve talep bu piyasada görünmeyen eller ile sistem kontrol edilir... Ama her işin bir riski vardır, kontrol edilen birden kontrol dışında düşebilir...  Sistemi kontrol edenler ellerinde ki sistemden de olabilirler...


İsmail Cem Özkan