Galata Gazete


21 Şubat 2024 Çarşamba

Kaderimize hep tek yönlü yollarda yürümek düştü...

Kaderimize hep tek yönlü yollarda yürümek düştü...

Birinci dünya savaşı öncesidir. Balkanlar savaşları ile Osmanlı Devleti artık bir Anadolu devleti olma özelliğine doğru “zorunlu göç” yaşanmıştır. Her kitlesel göç kavramı aslında bir anlamda soykırımdır, çünkü göç edilen yerlerde kültürün de kazanması ve yerine yeni sahiplerinin kültürünün konumlanmasıdır... Eskiye dair ne varsa yok edilir ya da yeni sahiplerinin ihtiyacına göre dönüştürülür.

Balkanlardan koparılan Türklerden sonra Avrupa’da artık “Türk Sorunu” yoktur!

“Hasta Adam” olarak tanımlanan devletin parçalanması ile güçlü devletlerin masasında, strateji uzmanlarının hazırladığı haritalarda yeni gelişmelere uygun şekilde güncellenmiştir.

Balkan savaşları henüz bitmişken, Avrupa’nın yeni ve en genç gücü Prusya / Almanlar yeni hedeftir...

Almanlar düşmanlaştırma sürecindedir, bu süreç savaşa doğru hazırlıktır.

Düşmanlar ile çevrili bir alanda yeni bir devletin oluşturması çok güçtür ama bunu Almanlar başarmışlar. Almanlar sanayisi, savaş için yeterli altyapısını oluşturmaktadır.

Devletlerin uluslaşma sürecinde Avrupa'nın ortasında bir mucize gerçekleşmekte...

Uluslaşma aynı zamanda yeni sömürü modelini de ortaya çıkarmıştır. Emperyalizm zamanın ruhudur. Almanlarda bu ruha uygun politikalar ve yeni kaynak arayışındadır... İngiliz ve Rusya arasına sıkıştırılmış Almanlar "hasta adamın" topraklarından da pay istemektedir...

Pay almak için Almanlar Bağdat Demiryolu hattı Konya’da ilk kazmayı toprağa dokundurduğu anda, kaderimiz çizilmiş gibidir. Bizim alnımıza kazınan yeni yol haritamızda: İngiliz ve Rusya’nın hedefindeki Almanların ittifakı olmaya zorlanacağımız bir süreçte ortaya çıkmıştır. Yanına alırlarsa toprakları istedikleri gibi çizemeyeceklerdir, o yüzden yenileceği önceden tahmin edilen ittifakın içine sürüklemek, toprağın sınırlarını çizme hakkını da ortaya çıkarmaktadır.

Birinci dünya savaşı başladığında bizim ittifak seçme hakkımız yoktu...

Tek yönlü gidilen bir yolda, zorunlu ve istem dışı geliştirilen politikalarla bir anlamda savaş hükümetine dönüşmüş bir hükümet söz konusudur. İktidardaki partinin hürriyet hedefinden kısa sürede çark etmek zorunda kalmış ve savaştığı/ düşmanlaştırdığı Abdülhamid'e benzemişti. Abdülhamid'in politikanın karikatürize edilmiş mirasına sahip çıkmıştır...

Tarihimizde demiryolu sanayileşme adına atılmış en önemli adımdır ama aynı zamanda bizim ilerideki Suriye sınırımızı belirleyecek bir hatta dönüşeceğini kim bilebilirdi?

Balkanlardan göçe zorlanan Türkler, Anadolu içinde yeni yaşamlarını kurarken, bir anlamda Avrupa’dan Anadolu toprağına medeniyet getiren bu tehcir kurbanları, yeni kurbanlar yaratacak politikanın da dayanağı/zemini de olacaktır...

Emperyalizm zamanın ruhudur ve devletler paylaşım savaşına doğru hızla gitmektedir... Büyük savaş için girdap oluşmuştur, o girdap içine halkları, devletleri içine alarak savrulmaya başlamıştır.

Bizim o tarihlerde topraklarımızın çoğu çöldür ve çöl fırtınası içinde savrulmaktadır... Yakın tarihimizde bizim için parçalanmanın başlangıcı Balkan Savaşları olarak gözükebilir ama esas parçalanma Birinci Dünya Savaşında gerçekleşecek, sonuç olarak Anadolu’ya sıkışmış bir devlet ile bu oluşan girdaptan çıkacaktık...

Kaybımız çöl kumudur ama çöl kumu altında bıraktığımız insanlarımızın kanı, vücudu ve yeni sanayinin ihtiyacı olan petroldür... Petrolü alanlar bize çölleşmeye yüz tutmuş topraklarda yaşama hakkını verdiler. Bu topraklar içinde dünya güçler dengesinden hep uzakta yaşayan, geçiş ya da başka söylem ile tampon ülke olma özelliğine doğru iteklendik. Bu ülkede çağdaşlaşma adına yapılan her adım, içte geliştirilen muhalefet ile çağdaşlaşma için atılan tek adıma karşı iki adım geriye doğru gitmişiz. Osmanlı yürüyüşü ne yazık ki yeni kurulan devlet içinde geçerlidir. Kaderimiz değiştirmek için tarih içinde birçok örnek olmasına rağmen, bizim siyasetimiz: emperyalist politikaların ve devletlerin her zaman adamı olmuş, onların çıkarı bizim çıkarımızdan daha öncelikli görülmüştür.

İşgal altında İstanbul’da oluşturulan politikalar ve manda isteyenler yeni cumhuriyetin ruhunu belirlemiş ve Osmanlı’dan günümüze kadar devam edecek özel kolejlerin, okulların devamı sağlanarak eğitimde fırsat eşitliği ortadan kaldırılmış, parası ve devlet içinde ayrıcalıklı olan ailelerin çocukları her zaman diğer çocuklardan daha farklı kültüre sahip olarak yetiştirilmiştir.  Ülkemizde hiçbir zaman fırsat eşitliği olmamıştır. Eşit vatandaşlık hiçbir zaman olmamıştır, aynı şekilde laiklik bize özgü bir anlatım olarak kalmış ama özde laiklik hiçbir zaman olmamıştır. O yüzden bu kabul edilmeyen nedenler hala ülkenin en zayıf yönünü ortaya çıkarmakta ve hiç bir zaman bir arada, birlikte, ortak hedefe doğru giden politika oluşturulamamıştır…

İsmail Cem Özkan

20 Şubat 2024 Salı

Darbeden sonra Dev - Yolcuların örgütlenme arayışları…

Darbeden sonra Dev - Yolcuların örgütlenme arayışları…

 

Notabene yayınevinden çıkan Darbeden Sonra Devrimci Yol 1980-1992 adlı kitap tarih yazıcılarına katkı sunacak bir derleme kitabıdır.  Kendi duruşunu ortaya koyarak dönem hakkında zaman zaman fikirlerini beyan etmiş, bir anlamda taraf olduğunu da yazar vurgulamaktadır.

 

Kitabın tümünden çıkarılacak sonuç: 1980 ve sonrası süreç bir anlamda yenilgi ve sonrasında Devrimci Yolcuların örgütlenmek adına yaptıklarının ders alınacak öyküsüdür. Öykü henüz bitmiş değildir ama uzun bir de yol alınmıştır.

 

Kitap, “Devrimci Yolcular 12 Eylül sonrası mücadele etmemiştir!” suçlamalarına karşı, bir Devrimci Yolcunun kanıtları ile yanıt niteliğini de taşır, çünkü merkezi yapının yakalamasına rağmen Devrimci Yolcular bulundukları noktada yaşam alanları oluşturmuş, direnmişler, mücadele etmişler ve merkezi yapısı olmasa da sürekliliğini korumuştur.

 

12 Eylül sonrası yenilgi sonrası ve yenilgi sürecinde başlangıçta yurtdışında oluşturulan merkezi yapı ve o yapının olaylara müdahalesi ve sönümlenmesi ayrıntılı bir şekilde kitapta yerini almış. O dönemi merak edenler için genel fikir verecektir, elbette o süreci anlatacak kitaplar çıkmaya devam edecek, ayrıntılar ile bireylerin duyguları da zaman içinde anı kitaplarında ortaya serilecektir.

 

Siyasi bir örgütlenmede önemli olan devamlılıktır. Bugün Devrimci Yol adı hala geçiyorsa bir devamlılığın var olduğu ve merkezi örgütsel yapısı olmazsa dahi Devrimci Yol ilkelerini ve ideallerini paylaşanların toplum içinde var olduğu anlamına gelir…

 

Yenilgi sonrasında ülke içinde gelişen örgütlenme arayışları…

 

1985 yılından itibaren sıkıyönetimlerin kalkması ile birlikte ülkede açık faşizmin yerini daha kontrollü ve kısmi özgürlüklerin yaşanması ile birlikte 12 Eylül öncesinden gelen siyasi birikimleri, tarihi mirası taşıyanlar, örgütlerinin ideallerini taşımak adına bir araya gelmelere başladığı dönemdir…

 

80’li yılların ikinci yarısı değişik siyasi örgütler veya taraftarları bu dönemde dergi çıkardıkları günlerdir.

 

Gençlik hareketi geçmişten gelen öncülük görevini bu süreçte de görmekteyiz. Öğrenci derneklerinin kurulması, tartışmalar gençlik içinde bir hareket alanı yaratırken, ister istemez el yordamı ile kendisine yol arayanlar 12 Eylül öncesinden gelen ağabeylerinin, babalarını ya da yakınlarından duydukları örgüt isimlerinin yaratmış olduğu aidiyet duygusu ile düşünsel olarak birbirine yakın gördükleri ile yan yana gelme sürecidir.

 

Dernekler, sıcak tartışmaların olduğu süreçtir…

 

Bir anlamda 12 Eylül karanlığı bitmiş havası içinde öğrenci dernekleri ile demokrasi filizlenmektedir. Öğrencilerin inatçılığı, direnci polisin ve devletin yapmış olduğu operasyonları boşa çıkarmış, dernekler kendi akacağı yolunu açmıştır. Bu döneme paralel olarak öğretmenler, öğretim elemanları ve kamu çalışanlarının da örgütlenme çalışması vardır…

 

Sol fraksiyon ayrımı yapmadan bir arada, ortak bir şey yapma girişimlerinin olduğu süreçtir.

 

Devrimci Yol bu sürece merkezi örgütlü müdahil değildir ama geçmişten gelen kalabalık ve büyük yerel örgütsel yapısı var. Doğal olarak nerede bir demokrasi mücadelesi varsa orada bir Devrimci Yolcu veya kendisini oraya yakın olan biri mutlaka vardır… Devrimci Yolcuların içinde yer aldığı her oluşum bir anlamda kendi öznellerinde “arayış” örgütüdür. 

 

Öğrenci Dernekleri sürecinde dergilerde yayınlanmaya başlanır, bu süreçte elbette kendisine Devrimci Yolcuyum diyenlerinde dergisi olması kaçınılmazdır, orada amaç bir merkezi yapı kurmak değildir. Derginin işlevi var olan mirası ileriye taşımak, var olan karmaşada yan yana gelme, bir tartışma platformu olması düşüncesindedir… Yayınlanan tüm dergilerde yok edildiği düşünülen bir yapının aslında yok olmadığı, ortam oluştuğunda Devrimci Yolcuyum diyenlerin yan yana geleceğini göstermesidir.  

 

Yani bir hareket kurmak, yeni bir şeyler söylemek değil, Devrimci Yol mirasına sahip çıkmaya çalışanlara karşı “öyle yağma yok, biz buradayız” denmektedir… 

 

Mayıs, Demokrat Arkadaş, Demokrat Ekonomi, Türkiye Yazıları, Demokrat Muhalefet, İşçilerin Sesi, Devrimci Gençlik… gibi dergiler de merkez olma, hareketi temsil etme ve onun adına konuşma ve yazma hakkına sahip olduğunu belirtmemiştir. Dergiler ve çevresi yaşanan olaylara yazıları ile korsan veya yasal eylemler ile müdahil olmaya çalışırlar…  Her dergi çevresi, başka çevrelerin oluşmasına da neden olmuş, dergiyi eleştirenler dergi dışında bir araya gelmiş ve örgütlenmeye çalışmışlar ve yeni dergilerin oluşmasına katkı sunmuşlar. Bütün bunların dışında yer alanlar değişik şehirlerde otonom yapılar oluşturmuş ve kendi anlayışlarına uygun eylemlikler yapmışlardır. Bunlar ile ilgili bilgiyi kitapta bol bol bulacaksınız.

 

Yazar kitapta bölümler halinde olayları ayrı ayrı ele almış o olayların içinde yer alanların gözlemleri ve konuşmaları üzerinden yıllar içinde gelişen Devrimci Yolcuların bir araya gelişleri ve oluşturdukları birliklerin sönümlenmiş tarihini yazmaktadır.

 

Ortada merkezi yapısını korumuş, olaylara müdahil olan Devrimci Yol örgütü yoktur ama 1985 ve sonrası yıllar Devrimci Yolcuların örgüt aradığı, el yordamı ile kendilerine bir yol açmaya çalıştıkları yıllardır. Kitabı okurken Vedat Türkali'nin Bir Gün Tek Başına romanı okur gibi oldum. Kapı kapı dolaşıp örgüt arayanların çaresizlik yılları ve sonrasında açılan davalar, uzun süre cezaevinde örgütlü olmadıkları halde merkezi örgütlü gibi yatmaları…

 

1990 oluşturulan “Devrimciler Platformu” ile ilk defa ülke içinde kısmi olsa da bir anlamda “merkezi yapı” oluşturulmuş. Merkezi yapı oluşturanlar kendilerini anlatmak için Devrimci Yol liderlik kadrosu ile görüşmeye gitmişler. Ve o görüşmede beklemedikleri tepki almışlar, çünkü onlar “yeni örgüt ihtiyacı vardır ve biz bunu oluşturduk, geçmişin örgütsel yapısı bugünü kucaklayamıyor” derken Oğuzhan Müftüoğlu “Ben yaşadığım sürece Devrimci Yol vardır. Kimse Devrimci Yol artık yok diyemez.” diyerek tartışmaya son noktayı koymuştur.

 

Bir yıldan az yaşayan “Devrimciler Platformu” İstanbul başta olmak üzere kadroları ile olaylara müdahil olmuş, birçok alanda birden hareket etme özelliği göstermiştir. Bu örgütlenme deneyimi de kısa bir süre sonra başlayacak olan “Tartışma Süreci” içinde dağılacaktır.  Bu süreç kitap içinde ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır.

 

Kitap eksikliklerine rağmen tarihi olayları kronolojik isteyenlere için bir başvuru kaynağı olmuştur. Bu kitap ile o kronoloji içine girmeyenlerde kendi notlarını yayınlayacağını umuyorum, çünkü Devrimci Yol İstanbul, Ankara ve İzmir’den oluşmamaktadır.  Ülke sathında açılan davalar ve o davalarda yakını olanlar da bu karanlık dönemde otonom olarak kendilerini koruyan ve ideolojilerini anlatan çalışmalar yapmıştır, henüz onların hikayesi gün yüzüne çıkmamıştır. Cezaevi süreçleri ve o süreçlerin ortaya çıkarmış olduğu hayal kırıklıkları, direnişler, yeniden bir araya gelen yoldaşlık ilişkisini dostluk ilişkisine döndürenler… Bir de halk tabiri ile “eteğine taş dolduranlar”, o taşı zamanı gelince atmak için fırsat kollayanlar… Eteklerinde taş depolayanların yaratmış olduğu olumsuz havalar da bu sürece dahildir.

 

Her şeye rağmen Devrimci Yolcular merkezi bir örgütleri olmamasına rağmen hayata müdahil olarak katılmışlar ve taraf olduklarını göstermişlerdir. Günümüzde Devrimci Yol fikriyatını savunan siyasi partiler, dergi çevresi, otonomlar mevcudiyetini koruyor. Var olan zamanın kitabı da sanırım ileride yazılacaktır.

 

Ertuğrul Bilir, uzun bir süreçte bu süreç içinde yer alanlar ile görüşmüş, kaynak taraması yapmış, çıkan yayınları incelemiş. Sabır ile ince ince işlediği kitabı okuyucusuna sunmuş… Devrimci Yol 12 Eylül sonrası tarihini merak edenler için başvuru kitabı olma özelliğini koruyor. Kitaptan yararlanacaksınız, kendi tecrübenizi aktararak yeni basımlara katkı sunabilirsiniz…

 

İsmail Cem Özkan

 

Darbeden Sonra Devrimci Yol 1980-1992

Ertuğrul Bilir

NOTABENE YAYINLARI

ISBN: 9786052604168

 

19 Şubat 2024 Pazartesi

Bir insan iki cinayet!


Bir insan iki cinayet!

 İnsan yaşamında iki defa ölebilir mi? Sorusu size garip, anlaşılmaz, imkansız olarak gelebilir, fakat okuduğum kitap bu sorunun yanıtının evet olduğu kanısı bende uyandırdı. Fatma Nudiye Yalçı ülke içinde ve ülke dışında bir cinayete kurban gitmiştir. Ödünsüz, inandığı yaşamı yaşayan, düşüncesini inat ile devam ettiren, haklı olduğunu ve sonunda kazanacağı bir dünya özlemi içindedir. Kitap tercümesi yapar, yazılar yazar. Aydın ve iyi eğitim almış biridir. Babıali sokakları ve çevresi yabancı değildir. Dönemin solcuları arasındadır, batı eğitimi aldığı için dünsüzdür. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile evlilik yapar ve ondan Marksizm ve sosyalizm fikri ile tanışır ve onun hayatı bir anlamda o tercih ile değişir. Sertellerin çıkardığı Resimli Ay dergisi o dönemde aydınların uğrak yeridir, bir anlamda orada bir araya gelinir, arkadaşlıklar kurulur ve yeraltına itelenmiş sol düşüncenin nefes aldığı bir alandır. Bu arada boşanır. Artık bağımsız, ödünsüz bir kadındır.

Resimli Ay dergisinde Hikmet Kıvılcım ile tanışır. Kıvılcım ile birlikteliği yoldaşlığa, mücadele arkadaşlığına doğru evirilmiştir. Zamanlar Kıvılcım ile birlikte kurdukları Marksizm Bibliyoteki adlı kitabevine doğru taşır. Kıvılcımlı Kütüphanesi adı altında yayıncılık yaparlar, orada Marksist kitapların tercümesini yapar.

Devlet onların yaptığı çalışmalardan rahatsızdır. Genç Cumhuriyet homojen bir ulus devleti kurma derdindedir, kuruluşunu komünist düşmanlığı üzerine kurulmuştur. Komünistlerin okudukları Marksist kitapların Türkçeye kazandırılması devleti rahatsız etmektedir. Henüz kitap piyasaya çıkmadan yasaklanma kararı alınabiliyor, çıkanlar ise toplatılıyor…  Nazım Hikmet popülerdir, şiirleri elden ele dolaşmaktadır. Genç Cumhuriyeti bunlar çok rahatsız eder, devlete bir anlamda başkaldırı olarak algılanır. Ve cezalandırılmaları gereklidir ama öyle bir ceza verilmelidir ki o yola eğimli insanlara gözdağı verecek, devletin gücü gösterilecektir!

Bir biri ilgisi olmayanları bir araya getirecek ve zamanımızda da bol bol uygulanan kumpaslar kurulacaktır.  Askeri öğrencilerin odasında Nazım Hikmet’in şiiri bulunacak… Bu şiirlerin izleri takip edilerek Kerim Korcan adında bir gence iş bağlanır. Kerim Korcan Marksizm Bibliyoteği  kitabevinin müdavimidir, oradan çıkan kitapları okumakta ve okutmaktadır.  Abisi ise o şiir bulunan askeri kışlada askerdir. Sonuçta şiir onların odasında bulunmuştur. Kurgulanmış soruşturma için ortam oluşmuştur ve operasyon başlar. 25 Nisan 1938'de, Hikmet Kıvılcımlı ile Fatma Nudiye Yalçı, beş gün sonra da, Kerim Korcan gözaltına alınmış, Sansaryan Han’da meşhur işkencelere tabi olurlar ve Korcan burada “itirafçı” olur.  Ve tarihimizi meşhur Donanma davası (10 Ağustos 1938) başlayacaktır… Yavuz Zırhlısında yapılan yargılamalar sonucunda “orduyu isyana teşvik ve komünist faaliyette bulunmaktan” dolayı önceden verilen karar uygun olarak suçlu bulanacaklar (29 Ağustos 1938).  Fatma Nudiye Yalçı bu karar üzerine ülkenin değişik yerlerinde yer alan cezaevlerinde uzun bir süre (on yıl) kalacaktır. Bu süreç içinde Kıvılcımlı ile aynı şehirlerde bir arada olamazlar, cezaevleri farklı farklıdır ve evli olmadıklarından dolayı da farklı bir çizgi izler. Kıvılcımlı cezaevinde başka bir kadın (Emine Hanım) ile gönül ilişkisine girer ve cezaevinden çıktıktan sonra onun ile evlenir. Fakat bu evlilik yoldaşlı ortadan kaldırmaz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı cezaevinden çıktıktan sonra (1950) Vatan Partisini kurar, Fatma Nudiye Yalçı ise (1954) yılında partiye üye olur ve çalışmalara katılır.  1957 yılında seçim çalışmalarında yaptıkları konuşmaları suç olarak tespit eden devlet partiyi kapatır ve dava açar. 1958 yılında tutuklanır ve iki yıl hapis kaldıktan sonra serbest kalır.  Hakim karşısında "... vatandaşı ezmek, adaleti hiçe saymak, kanunları parçalamak cinayettir." diyerek isyan eder, çünkü üzerine suçlar atılmıştır, yasalar içinde yapılan çalışmalar olmasına rağmen parti kuruluşundan itibaren suçlu ilan edilmiş ve yeterli gerekçe gösterilmeden yukarında alınan bir karar ile cezaevinde kalmışlardır. Suçsuzluklarını bilirkişilerin verdikleri raporlar ile ortaya çıkmıştır, serbest kalmışlardır.  

1965 yılına kadar değişik işlerde çalışır, ama o devletin istenmeyen insanıdır. Zor koşullar altında yaşamı sürerken Dr. Hikmet Kıvılcımlı birlikte aldıkları karar sonucunda 27 Kasım 1965 tarihinde Sirkeci Garından Bulgaristan’a doğru yola çıkar. Bulgaristan’dan sonra Doğu Almanya’ya geçer, orada Bizim Radyo’da kısa süre çalışır ve yeniden Bulgaristan'a döner. TKP adına İsmail Bilen ilgilenmemiş, o da “istenmeyen insan” ilan etmiştir bir anlamda. İlk ölümünü Türkiye'de işkence ve cezaevi süreci zamanında ilgisi olmayan olaylardan kurmaca suçlar ile almış, hayatının önemli bölümünü tabutluk denen hücrelerde, nemli cezaevlerinde kalmıştır. Üretmesi gereken yıllarda o cezaevi kısıtlı ortamında yaşamaya zorlanmış, bir anlamda onu orada yaşarken öldürmüşlerdir… İkinci ölümünü yurtdışında yaşayacaktır. Otorite karşısında dik duruşu, inancını ve hayata birlikte baktığı yoldaşını koruması onun sonunu hazırlayacaktır. Tedavi için gittiği Varna’da ayağı kayarak öldüğü kayıtlara geçmiştir. (1969) O dönemde tesadüf bu ya muhaliflerin çoğu ayağı kayarak ölmüş… Yıllar sonra mezarı bulunmuş ve mezar taşına Latince “Home sum, humani nihil a me alienum puto / insanım, insancıl olan hiçbir şey yok ki bana yabancı kalsın.” Marks’ın sözünü yazmışlar…

Yukarıda okuduğunuz tüm bilgiler “Fatma Nudiye Yalçı, Kadın Komünist Yoldaş” kitabının içinde yer almaktadır. Belgeleri ile söyleşiler ve anılar içinden cımbız ile çekilen gerçekleri okuyucusuna sunuyor. TKP tarihi içinde farklı bir profil çizer Kıvılcımlı ve çevresi. Onların muhalif duruşu, ödünsüz inançlarına sahip çıkmaları, parti ve Sovyet çıkarı böyle gerektiriyor susalım dememişler, bize özgü, bizden bir politik hat çiziyorlar ve başlarına hem devletten hem de dostlarından gelen baskıyı ve parmak izi bırakılan cinayetleri anlatmaktadır… Tarih bizim ama bizim tarihin ne kadarını gerçekten biliyoruz... Yalanlar ve saptırılmış gerçeklikler arasında sıkışmış gerçekler bir bir zaman içinde ortaya çıkacak mı?

 

İsmail Cem Özkan

 

Fatma Nudiye Yalçı

Kadın Komünist Yoldaş

Memnune Kayagil

Belge Yayınları

ISBN:9789753448079

 

13 Şubat 2024 Salı

Zaman değişiyor, ruh hep aynı kalıyor!

Zaman değişiyor, ruh hep aynı kalıyor!

Zaman değişiyor, kişiler çoktan tarihin sayfalarına da yerini almış, devletin mekanizmasında rol alanlar hiç değişmiyor. Rejimler değişse de, ülke isimleri değişmiş olsa da sanki ölen yokmuş gibi aynı hatalar, aynı şiddet, aynı önyargı ile insanları ötekileştirip, onlar ile sonu gelmez savaş içinde… Bir anlamda tarihin değişmez rolü, geçmişte hiciv edilmiş devlet adamları/insanları bugün de hiciv edilmeye devam ediliyor…

Sahnede büyük bir daktilo, yanında satış kasası, arkasında Markopaşa dergisinin birinci sayfası, yan tarafında ay…  Ay, bende Resimli Ay dergisine doğru bir çağrışım yaptı. Serteller tarafından çıkarılan dergi, mizah dünyamızın önemli kilometre taşlarındandır, bir anlamda Markopaşa dergisi onun çizgisini devam ettirecektir…  Sahnedeki dekor insanı ister istemez ikinci dünya savaşı yılları ve hemen sonun doğru zamana davet ediyor…

“Faşizme selam, komünistleri / aydınlar baskı altına al” süreci…

İkinci dünya savaşı yaşandığı zaman diliminde ülkemizde bir sıkıyönetim hakimiyeti var. Meclis kararı ile sıkıyönetim sürekli uzatılmaktadır. O dönemi genellikle günümüzde sürekli tekrarlanan “ekmek” meselesinden biliriz. Ekmek, karne ile dağıtır o yıllarda, elbette dağıtımında haksızlıklar, kayırmalarda olur, fakat o yıllarda bir de “aydın kırımı” vardır. Aydın, solcu, muhalif olanlar “komünist, Moskova uşağı” olarak fişlendiği yıllar… Sıkıyönetimde en fazla siyasi şube mesai yapar. Siyasi şubenin merkezi Eminönü’ndeki Sansaryan Han’dır. Oranın tarihi aydın kırımının tarihidir bir anlamda, kimler gelip geçmiş oranın sorgu odalarından? Sadece o yıllarda mı kullanıldı, elbette değil, devlette devamlılık esastır, uzun yıllar o han işlevini solcular ve muhalif olanlar üzerinde ayrım yapmadan uygulamıştır.  

Açlık ile aydınları hizaya getirmeye çalışan bir Hitler hayranı iktidar ve o iktidarın Hitler’den ödünç aldığı direktifleri, fikirleri karikatürize ederek / abartarak ülke içinde uygulamıştır. Varlık Vergisi ile azınlıkların elinde olanları alıp, Türk sermayesi yapma girişimlerini hiç saklamadan uygulamıştır… “Faşizme selam, komünistleri öldür, azınlıkların elinde olanı al” süreci…

İkinci dünya savaşı henüz bitmiştir, ülke içinde dünyadaki gelişmelere paralel olarak kısmi bir özgürlük havası oluşmuştur, en azından açıkça Hitler taraftarı politikalar günlük siyaset içinde uzaklaşma söz konusudur. Henüz iktidar değişmemiştir, Saraçoğlu iktidarı devam etmektedir. Açlık ile hizaya getirmeye çalışan aydınlarda bu dünyadaki gelişmelere paralel olarak bir umut içindedir. O süreç içinde Sabahattin Ali, Aziz Nesin yan yana gelerek bir dergi çıkarma fikrini ortaya atar, o güne kadar çıkan mizah dergilerinden farklı ve gerçek bir toplumsal hiciv dergisi olacaktır. Markopaşa dergisinde yazarların isimleri olmayacaktır, her söz derginin sözü olacaktır. 

Osmanlı devletinden ödünç alınanlar, sanki ödünç değildir, meçhule giden zamanda, sanki sürekli aynı şeyleri yaşar gibi tekrar tekrar dönüyor…

Markopaşa dergisinin öyküsü, o derginin arka fonunda geçen toplumsal çalkantıyı izleriz. Bizi hayal dünyasına davet ederken ilham perileri bizi o döneme uçurur. Oyuncuların kıyafeti askılı pantolon, gömlek kıyafet olarak seçilmiştir. Askılı pantolonlar bir zamanlar modaydı, bir dönem kullanıldı ve sanırım yok oldu gitti…  Çok sade kıyafetlerde ne abartı vardır, ne de gözü yorar, donmuş zamanın kıyafetidir. Sahne ortasında küçük bir masa ve etrafında tabure. Sahnenin iki tarafında yer alan mikrofonlar. O mikrofonlar çok önemli bir işlevi vardır, oyunun arka fonunda uçan bir martı sesi olur, bir efekt, bir toplumun sesidir, bölümler arası geçiştir öte yandan…

 İlham perileri kimlere ilham vermektedir? Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz. Aynı periler gerçek hayat içinde birden fazla role bürünür, dizgici, mizanpaj ve çaycı… Mahir, Hamza ve Seyfi. Üç isimde Arapçadan ödünç alınmış ülkemizde çok sık duyduğumuz isimlerdir, seçilen isimler rollerini de anlatır bir anlamda … Dedikoduya meraklı ama aydın Ermeni kadın, onun komşusu orta sınıf bir Türk kadının rolünden, kulağı duymayan, gözü görmeyen vapurdaki meraklı yolculardır bu üç peri… Oyun baştan sona bir imgeler ve göndermeler üzerine kurulmuştur… Her gönderme günümüzde de devam eden bir soruna parmak basar. Özneler değişmiştir ama içerikler ne yazık ki devam etmekte…

Oyuncular her rolün hakkını veriyor, hatta rolden role geçerken seyirciyi öyle bir alıyor savuruyor ki, seyirci ister istemez her öykümün içinde karakterin kim olduğunu hemen anlıyor, devamlılık, sürükleyicilik muhteşem. Gerek ses, gerek mimik, gerek vücut dili ile her oyuncu sahnede kelimelere hayat verdiğini seyirciye hissettiriyor… Periler zaman zaman canlandırdıkları kişilere fırça atıyor, sana söylemedi mi, yapma, bak başına gelecekler derken aslında onların cesaretini, o kavgacı yönlerlerini öyle bir ortaya seriyor ki, her insan bugün dahi yapmaya cesaret edemeyeceği bir büyük bireysel ve arkadaş dayanışmasını, kardeşliğini de anlatıyor.

Dergi etrafında üç insan, daha sonra onlara katılanlar ile büyük bir birikim ortaya çıkarıyor.

Sadece üç insan değildir, dergiye yazı yazan, dizgi yapan, mizanpajından yazı işleri müdürlerini içine alan kocaman bir aile olurlar, okuyucusu ile toplumsal muhalefete dönüşüyor.

Dergi beklenmeyecek kadar ilgi görür, ilgi gören bir dergiye de iktidarın gözlerinin dikilmesi kaçınılmazdır.

O dönemin iktidarının görüşleri dışında görüşün filiz atmasına izin mi verilecektir, elbette hayır! Önce maddi baskı başlar, arkasından basılacak matbaalar bir bir korku ile baskı yapmamaya ikna edilir, arkasından polis ve siyasi baskı…

Dergi siyasiler işlerine geldiği kullanmayı da ihmal etmez, hatta Markopaşa dergisi sıkıyönetimin uzatılması için meclis görüşmelerinde bahane olmuştur.  Okuyucuna gözdağı vermek adına, yazarları bir bir tutuklanır, sorgulanır. Dergiyi toplum içinde okuyanlara gözdağı verilir, baskı henüz sonuçlanmamıştır, bitmiş bir şey yoktur havası verilmeye özen gösterilir.

Dönem tek partili dönemdir, gerçek muhalefeti bir dergi ve etrafındaki insanlar olmuş, sessizlerin sesi olmuştur.

Mizahın dili, her türlü baskı aygıtından daha keskindir, toplum içinde dergi toplu okunur, konuşulur olmuştur. Matbaalar basmaya korktuklarında dergi teksir makinesi ile çoğaltılır, çare tükenmemiştir, fakat iktidarın baskısı bitmemiştir. Azizi Nesin Bursa’da sürgün hayatına başlamıştır, Rıfat Ilgaz tedavisine devam etmektedir, Sabahattin Ali ise uzun bir yolculuğa doğru iteklenmektedir…

Mahkemeler Markopaşa için çalışmaya başlar. Aldığı kararlar ve yasaklar sonucu Markopaşa, birçok kez isim değiştiriyor; Merhumpaşa, Malumpaşa, Ali Baba vs. isimleri alıyor, sonra “nedense” ismine “tekrar” kavuşuyor, fakat Markopaşa bu kez Orhan Erkip’in gazetenin imtiyazını sahte olarak ele geçirmesi ile “komünist avcılığı yapan gazete” haline gelmesi… Kötülük her yeri kuşatmıştır, özgürlük, insan gibi yaşamak, fikir hürriyeti isteyenler karanlığa doğru çekilip orada boğulmak istenmiştir. Saray entrikaları devlet politikası olmuştur.

Derginin çıkışında “maksadımız, sadece gülmek için gülmek değildir. Gülerek düşünmek ve faydalı olmaktır.” denmiş, amacına uygun çıktığı sürece yayın yapmıştır.  Siyasi hiciv dergisi, siyasi kara mizah oyunu ile yeniden hayat bulmuş, bizlerde onu sahneden izledik.

 Amacına uygun, amacını taşıyan oyunda emeği geçenlere ayrı ayrı teşekkür ederim. Sahne düzenlemesinden, seçilen müziklere, ışık düzenlemesi, efektler ile oyunculara hareket alanı bırakmaları, oyun içinde sesleri ile yaptıkları efektler, taklitler ile ve bana göre en önemlisi seyirci ile girdikleri diyalogları ile muhteşem bir oyun. Sahne aydınlık, salon karanlık gelebilir sizlere, gözlemim tersidir. Salon sahneden yayılan ışık ve cümleler altında seyirciler hem gülmüş, hem düşünmüş hem de derginin çıkışına uygun aydınlanmışlardır…

Erdem Akakçe, Bülent Çolak, Fatih Koyunoğlu üçü de sahnede oyunun ruhuna, perilerin onlara verdiği ilham ile bizi bir dünyaya davet ettiler ve o davette bize yönetmen Emrah Eren’in yönlendirmesi, Ahmet Sami Özbudak’ın kelimelerine hayat vermişlerdir. Çok başarılı bir ekip çalışması yapmışlar, bir anlamda Markopaşa ekibi gibi 25 Kasım 1946 ruhunu, sorunlarını, aydınların başına geleni bugüne taşımıştır.

İsmail Cem Özkan

 

Meçhul Paşa

Yazan: Ahmet Sami Özbudak
Yöneten: Emrah Eren
Sahne ve Kostüm tasarımı: Barış Dinçel
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Müzik: Deniz Bayrak
Hareket Düzeni: Gizem Erdem
Yönetmen Yardımcısı: Güney Zeki Gökerf
Afiş Fotoğrafı: Mehmet Turgut
Afiş ve Broşür Tasarımı: Ethem Onur Bilgiç
Oyun Fotoğrafları: Emre Mollaoğlu
Sahne Amiri ve Işık Kumanda: Uğur Aksu
Ses Kumanda: Berkcan Kılıç
Reji Asistanları: Yasemin İşcan, Berkcan Kılıç, İpek İlbeyli
Oynayanlar: Erdem Akakçe, Bülent Çolak, Fatih Koyunoğlu 

 

8 Şubat 2024 Perşembe

Tolstoy’dan günümüze değişmeyen insanlık trajedisi…

Tolstoy’dan günümüze değişmeyen insanlık trajedisi…

Üç buçuk saat süren ve iki bölümden oluşan bir eserin eleştiri yazısını olabildiğince kısa tutup yazmaya çalışacağım, çünkü genel kanıya göre okuyucular artık ne klasik eserleri okuyor, ne de uzun yazıları... Yazı işleri sürekli bu konuda eleştiri yapıyor, ben de uymaya çalışıyorum! 

Biletleri gösterip salona girdiğimizde Napolyon savaşını anlatan sahneyi dolduran Napolyon ve ona biat eden, onun için savaşan ve ölen askerlerin sahneyi kapatacak boyutta bir resim ile karşılaştık… Koltuklara oturduktan sonra o kocaman resim içinde ayrıntılara bakıyorum, kafamın içinde bir senaryo yaratıyorum sanırım…  Anons yapılıyor, telefonları kapatın fotoğraf çekmeyin uyarısı…

Bir Roma yatağının üzerinde yaşlı bir adam oturmakta ve “su” diye bağırmaktadır. Su hayat demektir, nefes gibi…

Kafamın içinden Tolstoy’un yazmış olduğu ve yıllar önce okuduğum “Savaş ve Barış” adlı romanı geçiyordu. Resmi tarihin ya da tarih kitaplarının yazmadığı günlük hayat ve insanlara yansımasını romanların içinden yakalamayı seviyorum. Okullarda okutulan tarih kitapları kazananı anlatır, bir de yenilenlerin kayıplarını… Tarih kitaplarında neden ve sonuç ilişkisi o tarihi kimin yazdırdığına bağlı olarak değişir, her rejim kendi tarih kitabını yazdırır… Karşılaştırmalı tarih okumak içinde yabancı dil bilgisi yanında çok iyi kaynaklara da ulaşmak gereklidir ki, sıradan bir okuyucu için çok zordur. Benim gibi tarihe meraklı, resmi tarihi sorgulayanlar için romanlar önemli kaynaklardır, çünkü o romanların kurgusu içinde arka fonda da olsa savaş ve savaşın yaratmış olduğu çatışmalar ve hayaller, insanların savaşanlara karşı tutumu, var olan olayları algılayışları bir kurgu içinde anlatılırsa da aslında gerçeğin bir başka boyutunu içinde taşır.

Savaş ve barış, her ne kadar bir arka fonunda savaş olsa da tutkular, insanların hayata bakışı, beklentileri yaşadıkları çelişkileri içine alan trajedi, dram ve zaman zaman hicvin o sivri dilini de içine alan epik bir eserdir.  

“Su” diye bağıran bir konttur ve hastadır, ölümünü beklemektedir, aslında etrafında birikenler de onun ölümü ve sonrası elde edecekleri mirası beklemektedir. Rusya değişmektedir, geleneksel feodal yapı çatırdamaktadır, varlıklı olanlar borç içinde, çocuklarının evliklileri üzerinden para arayışı içindedir.

Her davranış, her söz bir imgeyi de içinde barındırır. Özlemler, arayışlar arasında ölüm vurgusu ve bir çıkar çatışmasının, ona bağlı olarak gelişecek olan duygusal ya da hesaplara dayalı ilişkiler, çıkar çatışmasının ortaya çıkardığı kargaşanın temelinde var olanlar imgeler ile sahneye aktarılır…

Tolstoy’un bu büyük eserini Eva Mahkovic sahneye uyarlamış. Yönetmen Aleksandar Popovski ise uyarlamayı yeniden ele almış olduğunu düşündüm. Dört ciltlik bir kitabı sahneye uyarlamak çok zordur, çünkü yazarın kurgusunu hem bozmayacak, hem de o kurguya uygun bir tarihi çizgiyi izlemek zorundadır.

Tanıtım broşüründen yönetmen “bana önemli görünen bölümleri seçtim.” diye yazmaktadır.  

Oyunun kurgusu, Tolstoy’un kurgusu ile çelişmemesi gereklidir, romanın ruhunu, zamanını, insanını bugüne taşırken karikatürize etmemesi önemlidir.  Sonuçta sağlam bir kurgu ve öykü dokusu olmazsa oyuncular, sahne düzenlemesi müzik ne kadar başarılı olursa olsun oyun çöker. 

Her seyrettiğim tiyatro eserinde zaman zaman gözlerimi kaparım, oyunu ses ile de izlemeye çalışırım, çünkü o ses, oyuncu seçimi, oyunculara verilen rolleri gerçekten yerine getirip getirmediğini algılamamı sağlar. Bu oyunda da beni rahatsız eden bir şey bulamadım, o yüzden gerek oyuncu seçimi, gerek sahne düzenlemesi, gerek 19. Yüzyıl ile bugünü harmanlayan dekor, kostüm seçimi, özellikle kullanılan plastik sandalyeler, silahlar ve rock ve rap müzik karışımı ile yapılan kolaj benim çok hoşuma gitti, çünkü zamanın kıvrılmasını hissettim sahnede. Zaman öyle bir kıvrılıyor ki Napolyon Moskova önlerinden birden savaşan askerler salona girmiş, modern silahlar ile savaşırken, savaş aleti aynı zamanda basgitar oluyor. Kurşun sesi notlardır ve bizlere dokunuyor notlar, her birimizi yaralıyor belki, belki de üzerimizden geçiyor, sahneden oyuncuya doğru gelen bir kurşun bir soylu askerin vurulmasına sebep oluyor…

Oyunda mikrofon kullanılması beni rahatsız etti açıkçası, çünkü ses tek bir yerden geliyor gibi, sağdan ve soldan, oyuncudan çıkan ses dijitale döndükçe sesi izlemek için gözümü kapadım, sahneden gelen sesleri dinledim, kendimi bir anda bir zamanlar radyoda yayınlanan arkası yarın okumalarına gittim. Belki yönetmen özellikle benim yaşımda yaşayanlara o duyguyu vermek istemiş olabilir, sahnede canlı oyun var ama gözünüzü kapattığınız an radyo başında arkası yarını dinler gibi yaşadığımız odaların, salonlara gittik. Genelde arkası yarınlar geç saatlerde konurdu, belki halkın çoğu dinlesin diye o saatlerde konurdu… Arkası yarınlar sayesinde birçok klasik eser ile tanışmış ve o eserleri okuma fırsatını yakalamıştık, dinlemek ile okumak arasındaki farkı o zamanlarda elde etmiştim.  

Belki de mikrofon kullanımı sahnenin derinliğinin olması ve diyalogların bir bölümü orada geçmesi, seyirciye ses ulaşımında bir sorun olabilir kaygısı böyle bir çözüme iteklemiş olabilir.

Oyuncuların her biri özenle seçilmiş ve her oyuncu kendisine verilen görevi başarı ile yerine getirmiş, dekor kalabalık oyunculara alan açmakla kalmamış, bir özellikle kar sahnesinde bizi kuzeyin o dondurucu soğuklarına götürdü, o sahnelerde bazı seyircilerin kazaklarını giydiğini gözlemledim…

Savaş toplumda çürüme artmıştır, köylüler bir köle gibi kullanılmaktadır, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, ihanet… Toplumun her hücresine doğru yayılmaktadır. Kadınlar evlerinde gününü gün edemez hale gelmiştir, savaşın çıplak yüzünü de o aristokrat aileleri de görmekte, çocuklarını savaş meydanlarında kaybetmektedir.

Moskova yanıyor, Rus aristokrasi ve halkı direnmiş ve kazanmış. Savaş isteyenler, savaşmaktan başka işi olmayanlar, aristokrat çocukların güç gösterisi büyük bir yıkım ile sonuçlanmış… Savaşı yöneten ve Moskova’yı kurtaran komutan savaş sonunda kazananın olmadığı açıklarken, aristokratları ona karşı nefret söylemi ve linçi… Her savaşın bir kazananı yoktur, öç alımı da olmayacaktır, meydanlarda verilen savaş sonlanmış, masum insanlar ölmüş, onbinlerce insan birbirini boğazlamış, bir komutanın, bir liderin arkasından gidenlerin sorgusuz ölümü, oyunun sonunda sorgulatıyor…

Ödenekli tiyatroların buna benzer oyunları sahneye daha fazla taşıması tiyatro açısından önemli görüyorum. Özellikle belirli yönetmenler ile devam eden sürece, dışarıdan gelen yönetmenlerin oyun koyması ve bizim oyuncular ve teknik çalışanlar ile sahneye yeni yorumları taşımaları önemli görmekteyim… Bu bizim tiyatroya bakışımıza katkı sunarken yeni kapıların açılmasına da sebep olabilir. Işıkların kullanımı bu oyunda sahne zemininden ışık verilmesini takdir ettim, dekor ile ışığın uyumu, her oyuncunun mikrofonu ve onun kumanda masasından yönetimi kolay bir iş değil, seçilen müzik ve iç konuşmaların doğru zamanda ve eksiksiz sahneye taşınması çok dikkat isteyen işlerdir… Karın sahneye yağdırılması bizim tiyatrolarımız için yeni bir şey değil, daha önce birçok oyunda görmüştük ama burada karın yağması ve sahnede o hava basıncı ile verilen bir anlamda büyük bir balonun zemin olarak kullanımı da yerinde ve muhteşem bir görsel şölenin oluşmasına sebep olmuş. Işık, duman, hava öyle bir dengeli ki, oyuncu üzerinde dolaşırken rahatsız bile değil, sanki savaşın olduğu cephede! Spotlar hem sahne içinde, hem sahne önünde ve sahneyi direkt yanlardan gören alandan oyuncular üzerine ya da zemine düşerken seyirciyi nereye bakması gerektiğini de yönlendirendir, aynı zamanda ışığın renkleri konuyu daha öne çekerken, oyuncuları o atmosferin içine davet etmektedir.  Bunları tasarlamak ve her oyunda yeniden komuta etmek kolay değil ve zor olanı başarmışlar…

Tarihi bir de oyunu izleyerek yeniden yorumlayın, belki resmi olan, okulda okutulan ve ezberletilen şeylerin dışında yaşanmışlıkları da görebilirsiniz. Savaş zamanında aşkta yaşanıyor, tutkuda, özlemde, kaybedilen arkasından dökülen gözyaşı da… Savaş sadece kahramanlık hikayesi değildir, ölümdür, acıdır, karda donmaktır… Oyunun atmosferini, tarihi bilgisini oyunun başında anlatıcı zaten anlatıyor, ki ben bunu çok doğru buldum, seyirci salona gelirken o konuda araştırarak gelmiyor, orada öğrenecek. Zamanı, o zamanın davranış biçimini ve öyküsünü… Zamanın kıvrıldığı buna benzer oyunlarda ön bilgi her zaman seyirci için öğreticidir…  

 “Savaşlar olmasın, barış hemen şimdi!” diye sözümü bitireyim… Savaş rüzgarlarının fırtınaya, hortuma dönüştüğü bu zamanda barışı istemek ve bunu dillendirmek gerek…

İsmail Cem Özkan

Savaş ve Barış

Yazan: Lev Tolstoy

Uyarlayan: Eva Mahkovıc

Çeviren: Aslı Önal

Yöneten: Aleksandar Popovski

Müzik: Kiril Djaikovski

Dramaturg: Başak Erzi

Dekor Tasarımı: Sven Jonke, Vanja Magić

Kostüm Tasarımı: Canan Göknil

Işık Tasarımı: Osman Aktan

Efekt Tasarımı: Erhan Aşar

Yardımcı Yönetmen: Juš Andraz Zidar

Yönetmen Yardımcıları: Cem Baza, Çimen Baturalp, Yunus Erman Çağlar, Deran Özgen

Oyuncular: Ayşegül İşsever, Berfin Berber, Can Başak, Defne Gürmen Yüksel, Deran Özgen, Dilara Demirdüzen, Doğan Altınel, Ersin Bağcıoğlu, İlker Sami Kılıç, İpek Uğuz, Levent Üzümcü, Melisa Demirhan, Mesut Çırak, Murat Bavli, Mutlu Güney, Nevzat Sinan Taştan, Ogeday Erkut, Osman Kaba, Salih Şimşek, Sefa Turan, Taha Karakaş, Yağmur Topçu

6 Şubat 2024 Salı

Yolda depremin sesini duyduk…

Yolda depremin sesini duyduk…

Geçen bu zamanda yoldaydık. Üç kişi arkada, iki kişi önde olduğu bir aracın içindeydik. Yoldaydık, İstanbul dışına doğru gidiyorduk. Arada molalar veriyor, sonra yine aracın içine binip gidiyorduk. Karanlığın içinde, önümüzü aydınlatan farların yol göstericiliği ile bize sunulmuş yolun üzerindeydik. Tek yönlü bir yoldaydık sanki arkamızdan gelen araçlarının farları aydınlatıyordu arabanın içini, önden gelen araçları uzaktan görüyorduk, çünkü otoban dedikleri yoldaydık, sadece yolu görüyorduk...

Sadece yolu sabahın ayazı içinde görürken mola vermiştik, bir telaş vardı, deprem olmuş diyordu birileri. O kadar çok deprem görmüştük ki, artık kanıksamıştık. Depremler neden gece yarısını geçince olur, sabaha karşı? Sabahın ayazı yeryüzünü teslim aldığında yer oynamış, üzerine emanete bırakılmış beton binalar yerle bir olmuştu. Eski depremlerde ölümler kerpiç evlerde ve taş evlerde olurdu. Taşın altında kalan canlar, insan ölürse şehit hayvan ölürse telef denirdi... Erzincan depremi benliğimize kazılmıştı ama bitmez bilmeyen depremler benliğimize kazımakla kalmamış, işlemişti..

Doğuda olursa deprem ölümcüldür, katliam denir ama batıda olursa daha az kayıplar ile geçer diye bir algı oluşmuş ama İzmir bu algıyı tersine döndürmekte... Katliam olmakta her deprem sonrası, çünkü toprak üzerine bırakılan betonlar yer hareketi ile yerle bir oluyor, zemin sulanıyor! Katliamdır aslında her deprem sonrası ölüm, bir kişi de ölse, binlerce de olsa ölüm ölümdür ve ateş düştüğü yeri yakmaya devam ediyor ama bu işin sorumlularını nedense hiç yakmıyor...

Sabaha doğru bir yerdeydik, moladaydık. Deprem olmuş dediler, haberler canlı yayına geçmişti. Karanlıktı her yer, ısınmak için çay içelim haberlere bakalım dedik... Çayın sıcaklığı da ısıtmadı bizi, çünkü deprem bir şehri değil, tam tamına on bir şehri yok etmiş gibiydi... Yıkıp geçmiş bir büyük dalga, üzerine kondurulmuş binalar çökmüş, kayıplar henüz net değildi. Korkunç haberi sunuyordu muhabirler, izliyorduk... Cep telefonuna düşen görüntüler, haberler, yakınını arayanlar.. Moladaydık ve biz de sallanıyorduk... Sıcak bir şey aradık, yoktu, o şehirde üşüyenler ile üşüyor, beton altında kalanlar gibi nefessiz kalmıştık. İzliyorduk bilinç dışında, yabancılaşmışlık. Anılar geçiyordu kafamızın içinden, kaç defa yakalanmıştık depreme?

Daha öncede yaşamıştım depremi, üstelik babam, annem ve kardeşimle, o zamanlar çok küçüktü yeğenim çekirdek ailem kutu bir evde, sallanmıştık, savrulmuştuk ses ile... Savrulmuştuk bilinçsizce, sarılmıştık birbirimize... Bir kibrit kutusunu birisi sallıyor ve bizler kibrit tanesi olarak içinde birbirimize kenetlenmiştik... Yaşamıştık korkuyu... Yaşamıştık depremi, o dalga bizi içinde olduğumuz bine ile savurmamıştı ama o haberleri izlerken savrulan insanların sessizliğini duydum! Sessizliği binlerce kilometre uzakta duyuyordum!

Sabahın ayazı üzerimize düşmüştü, yola çıkmıştık ve geri dönmek olmazdı, devam ettik deprem bölgesine doğru, gidiyorduk! Sessizdik... Çaresizdik. Gidiyorduk kader ortaklarım ile birlikte... Kader birliği oluşmuştu, sessizlerin sessizliği birleştirmişti bizi... Haberlerde rakamlar geçiyordu, rakamlar bize bir şeyler anlatıyordu belki, farkında bile değildim. Korkunçtu, korkunç boyutu ilerleyen saatlerde artıyordu. Artçı dalga bizi de sallıyordu, bir an önce çıkmak gerek, çıkmak! Ayaz kucakladı bizi...

Rakamlar ile konuşuyorlardı ama kurtulanlar rakamları ile değil, canları ile konuşuyorlardı. Çaresizliğin, şaşkınlığın, ayazın teslim aldığı gözler ile anlatmaya çalışıyorlar, yaşadıklarını kavramaya çalışıyorlardı. Akşam yemeğini yerken gördükleri sokakları, evlerini bir daha asla görmeyeceklerini bilmiyorlardı. Komşularının öldüğünden haberi yoktu, ya çocuğu, eşi, onlar neredeydi?

Sessizdik, ayaz etkisini artırmıştı, gün doğacaktı... Yola çıkarken amacımız vardı, şimdi geri dönmeyi düşünür olduk, çünkü deprem yolları da savurmuş, yıkılmıştı binalar gibi... Dönmek, korkunçtu, acıları yanımıza alarak...

Sessizdi yollar, biz de üzerimize düşmüş çığlıkların ağırlığı, eziliyorduk. Haberlere bakıyorduk cep telefonumuzdan, gelen maillere, yakını arayanların haberleri.. Şarjımız bitti, haberleri duyamayacağımızı düşünmedik bile, hemen girdik başka bir mola yerine haberlere baktık, sorduk neler oluyor diye... Bir yandan da doldurduk... Bir yandan da boşaltamadık gözyaşlarımızı... İçime aktı, içimiz üşüdü, sessizce döndük, döner dönmez evde ne var ne yoksa kullanılacak eşyayı oraya göndermek için giden tırlara/ kamyonlara bıraktık... Satın aldık gözü dönmüş, fahiş fiyat yapanlardan battaniyeyi, battaniye fiyatları birden yüz katına çıkmış, olsun dedik aldık, temiz olsun, yeni olsun diyerek aldık ve paketi ile gönderdik...

Bir yıl olmuş, hiç acı biter mi bir yılda?

Ne kadar çok acı ile yoğrulduk... Acıyı yaşarken acılar üst üste bindi..

Biz öyle bir zamana denk geldik ki, zaman çatladı, tarih kırıldı, biz savrulduk... Zamanın ruhunu arıyorlar, biz insanların ruhuna Fatiha okuyoruz durmadan... Durmadan okumak...

Zaman kırıldı, insanlık kırılıyor, bitmedi, devam ediyor...

İsmail Cem Özkan

5 Şubat 2024 Pazartesi

Oy yoksa hizmette yok!

Oy yoksa hizmette yok!

"Benim partime oy vermezseniz size hizmet yok" demek aslında bir devlet politikasının direkt ifadesinden başka şey değil. Özellikle ulus devleti anlayışı homojen toplum yaratmak için öteki olanları kendi belirlediği kurallar içinde kendi toplumu içinde erimesini ister, kendisi gibi gözükmeyen, itiraz edenlere hizmet götürmemiş, sadece sürgün yerleri ve devlet derelerinin oluştuğu alanlar olmuş...

Devlete sahip olduğunu ve devletin partisini kendi kurduğu partisi olduğunu düşünen ve devlet adına konuşan biri, elbette bu söyleme gelmesi olağandır, çünkü o artık devletin kendisi olduğunu düşünmektedir. Öyle kadirdir ki, hukuk maddelerinde olanı değil, kendi arzusuna göre o maddelerin yorumlandığına şahitlik eder... Her şeyi bilen, her şeye yol veren ya da engelleyen biridir.  İstediğine yardım, istediğine ise engel koyabilen bir gücü temsil etmektedir. Bu ülkede “ona rağmen” bir şey olamaz, çünkü o tek bilendir, tartışmasız meşru liderdir!..

Seçim senin, ya ceza ya da ödül al!

O, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirlediğine göre elbette kendisi gibi düşünmeyenleri ve davranmayanları cezalandıracaktır. O "benim partime oy verdiğiniz sürece kısaca adaylarım kazandığı sürece siz hizmetten yararlanacaksınız!" demektedir...

Vermeyenlerin başına ne gelir?

İstanbullular bunu yaşayarak görüyorlar. Örneğin ulaşımın taksi boyutu kamunun önünde olmaktadır. Belediye yönetimi yeni taksi plakalarının verilmesini istemektedir, çünkü nüfus artmıştır, şehir yatay ve dikey olarak büyümüştür. Ulaşımın çözümü için yeni taksilerin şehir karayolunda olması gerekmektedir. Aksi halde korsan taksi uygulaması şehrin her alanında olacak ve bu da belediye bütçesine girmesi gereken vergiler vb. paradan yoksun olması anlamına gelir.  Taksi sahipleri ise arz ve talep konusunda söz sahibi olduklarını düşünmekte ve yeni taksi plakaların oluşması demek taksi plakasının talebi azaltacağını ve fiyatlarının düşmesi olarak algılamadalar… Plakaya karşı talep ne kadar artarsa onların kasasının dolması ve yeni yatırım alanlarının oluşması anlamındadır, belediyenin ve devletin ne kadar zarar ettiğinin önemi yoktur, onlar öncelikle liberal ekonomin gereği önce bireysel bütçe, sonra kamu yararı! Bu çatışmaların olduğu zamanlarda ise taksiler istediklerini müşteri olarak görüyor, istemediklerini yolda bırakıp gidiyor, çünkü onların rekabet edecek başka araç plakaları oluşturulmasına izin verilmiyor...

İstanbulluların yaşamı yukarıda siyasi çatışmanın yüzünden her geçen gün daha da kötüleşmektedir… hastası ile yolda taksi bekleyenler, acil bir yere ulaşmak isteyenler korsan taksilere yönelmekte, bu da dolaylı bir karaborsanın oluşumunu tetiklerken kara paranın toplum içinde belirleyici olacak şekilde sahte bir yaşam kalitesinin yükselmesine sebep olmaktadır. Arabası olan ve korsan taksi işleten biri emekli maaşının kaç lira olduğunu ne düşünmesi için bir neden yoktur, korsan taksiden daha fazla para kazandığı sürece maaşı bankada hesabında kalabilir!

Tröstleşmiş bir anlayışta arz ve talebi belirleyen paraya hükmeden olur...

Taksi sahipleri çıkarlarına geldiği gibi zam istemeye, yeni taksilerin şehrin karayolunda olmasına izin vermiyorlar, çünkü o gücü hizmet götürmeyeceğim diyen birinden alıyorlar...

Bir şehir düşünün, iki ayrı metro işletmesi var, biri devleti temsilen bakanlığa ait, diğeri belediyenin.

Bir şehir düşünün, karayolunun bir bölümü belediye denetiminde, bir bölümü bakanlığın. İkisi yan yana gelip sorun çözmek yerine sorunu çıkılmaz yapıyorlar, çünkü muhalefet başarılı olamaz, tek başarılı olacak vardır o da iktidar, yani tek bilen ve belirleyenin iktidarı için muhalefet her zaman başarısız olmaya mahkum olmalıdır...

Demokrasi ötekinin haklarına saygı duymak ve azınlık haklarının pozitif ayrımcılık yapılmasıdır... Bizde azınlık hakları yok, herhangi bir sorun olursa mutlaka o sorunu yaratan ve büyüten o azınlık üyesi “güvenilmez” insanlar olarak gösterilir ve peşinen linç kampanyaları başlar ve nefret söylemleri geliştirilir...

Demokrasiden liderlerin en anladığına gelirsek eğer, var olan ülkemizdeki tüm siyasi partilerin liderleri ve eş başkanları aynı pencereden bakar, her şeyi bilenler onlardır, onların tercihleri ve kapalı kapılar arkasında yaptıkları pazarlıklar üyelerine rağmen olur. Tarihi yazanlar her zaman kazananlar olmuştur,  kaybedenlerin tarihi kimsesizler mezarlığıdır…

İsmail Cem Özkan