Galata Gazete


15 Haziran 2014 Pazar

Katiline aşk olmak!

Katiline aşk olmak!

İnsanlık tarihinin en korkunç buluşu bayraktır, çünkü elinde bayrak taşıyan biri potansiyel olarak katildir. Çünkü onun için ölecek ya da öldürecektir. Bayrak ile ölüm kelimeleri özdeşleşmiştir, çünkü bayrağı bayrak yapan üzerinde ki sözde kandır!
Bayrak sınır çekmek demektir, bu bayrağın asılı olduğu yer benimdir! O benim olanı/ alanı korumak için her şeyi göze alırım, onun için en değerli şey olan yaşama hakkını bile ortadan kaldırırım demektir. 
Bayrak sıradan bir bez konumundayken birden kutsallaşması ve o kutsallık atfedilen şey için ölmek ve öldürmek adına insanlık değerlerini ayakaltında almak ve savaş demektir. Savaş, insanlığı yaratmış olduğu değerleri yok etmek ve talan anlamına gelir. 
Bayrak, cinayeti devlet adına işlemek ve yasal bir görev haline getirmektir.
Bayrak, erk sahibini temsil eder.
Bayrak, devletleri sembolize eder, halkları değil.
Bayrak taşıyan biri temsil ettiğini söylediği halk adına cinayet işlemek ve onun adına (Mahkemeler ve olağanüstü koşullara uygun kurumlar adına) insanı darağacına, ölüm mangaların eline vermek anlamına gelir.
Bayraksız devlet olmaz, bayraksız halk olur!
Bayrak halkı temsil ediyor sözü koca bir yalandan ibarettir.
Devletin güçlü olduğu zamanlarda bayrak sembolü çatışan kesimler için o kadar önemli değildir, karşısındakini küçük görmek ve göstermek için başka semboller seçilir. Ama var olma ve yok olma sürecinde ise bayrak sembolü önem kazanır, birileri gökyüzüne çekmek için uğraşırken, ötekisi ayakaltına almaya çalışır. 
Kısaca bayarak sadece bir semboldür, o sembol ortadan kalktığında yeni sembol yerini alır. Tarih, bayrakların çöplüğü konumundadır.
Bir ülkede bayrak konusunda hassasiyet baş göstermişse, o ülkede parçalanma ve yok olma korkusunun bürokratik idareciler tarafından hissedilmesi ile ilgilidir. Bürokrat idareciler var olan alışkanlıklarının ve kazanılmış haklarının yok olmaması için toplumu bir arada tutan (daha doğrusu devleti) değerlere sarılmaya başlar. Kutsal mekanlar, kutsal semboller üzerinden bu dönemde provokasyonlar ve çatışan kesimler arasında düşmanlığın daha fazla körüklenmesine önem verilir. Devleti elinde bulunduranlar ellerinde ki gücü karşısındaki yok etmek için ya da bastırmak için acımasızca kullanır. 
Bayrak, halkı değil, devleti ve sistemi temsil eder. Devlet, halk adına karar verir ama halkın çıkarından çok sermayenin çıkarını savunur. Ya da daha geniş düşünürsek, devleti kim idare ediyorsa onun çıkarları yönünde karar alır ve uygular. İster bir parti, ister bir sermaye grubu, güçlü olan için düzenleme yapar ve onun istikrarı için her türlü önlemi almaktan geri durmaz. 
Bayrak, her zaman faşizmi temsil etmez ama potansiyel olarak faşizmin ruhunu içinde taşır. 
Bir ülkede veya herhangi bir yerde bayrak indirme provokasyonu, o ülkenin dinamikleri ve yeniden yapılandırıldığı dönemde önem kazanır. 
Bayrak indirmesi karşısında tepki veren geniş kesim, kim adına ve neden tepki verdiğin bilemeden, birilerin sadece kamuoyu olma özelliğini taşırlar. Bu tepkiler var olan çatışmayı daha da derinleştirmekten başka anlam ifade etmez. 
İstikrar adına geniş halk kesimleri var olan tepkinin ölçüsünü kaçırıp ırkçı zeminde kendilerini bulabilir ve genellikle ırkçı faşist konumda olduklarının farkında değillerdir. 
Eğer bir ülkede kaotik bir yapılanma varsa, orada kaçakçılık, kara para ve her türlü düzen dışına düşmüş ama kontrollü bir ilişkiden söz edebiliriz... Her ülke, ülkeyi yönetenler tarafından tam olarak kontrol edildiği kabul edilir ama bazı ilişkiler ülke yöneticilerin çıkarlarına uygunsa görmezden, duymazdan gelinir. 
Ülkede bir suç işlenmişse, orada sorumluluk görmezden ve duymazdan gelen siyasi iradedir. 
Suçu işleyen kadar o suç için ortam hazırlayan da suçludur.
Bazı emirler direk verilir, git yap denir, ikinci emirler ise endirekt şekilde verilir, ortam hazırlanır ve o ortamda kişi ya da kişiler o suça hayat verirler. Bu ortamı hazırlayan elbette bu işte parmak izini bırakmaz ama sadece sonuçtan yararlanan olarak gözükür... Genelde endirekt emirleri karşında yer alanlar ve yandaşlarına çaktırmadan verebilir... Bu da yöneticilerin, toplum mühendislerinin becerilerine bağlıdır. 
Emirler sadece gündem değiştirmek için verilen birer araçtır...
Bayrak, nefret duygusunu canlı tutmak için insanoğlunun yaratmış olduğu en tehlikeli buluştur... 
Elinde bayrak ile dolaşan birini görürseniz, katiline aşık olmuş birisini görürsünüz, çünkü o bayrak, onu hem kurban hem katil olarak tanımlar. 
Bayrak yüzünden milyonlarca / milyarlarca insan öldü, o kadar büyük tehlike ki atom bombası etkisi yanında sıfır kalıyor... 
İnsanlık için bir şey yapmak istiyorsanız, bayrakların hepsini yakın!
Birbirinize sarılın ve sevgi ile dünyaya bakın… Sevgi ile dünyaya bakanların olduğu yerde bayrak olmaz…
İnsanlık tarihi bölünerek ve yeni sınırlar oluşturularak bir çok cinayete ev sahipliği yaptı, insanlar bir araya gelip, birlikte yaşamaya başlayınca tüm savaşları, nefret söylemlerini ve bayrakları yok edecektir. 
İnsanlar birlikte başaracak!
İsmail Cem Özkan



Sözcükler Can Yücel’i Özler

Sözcükler Can Yücel’i Özler 

Rampa Tiyatrosu tiyatro mevsiminin sonlandığı bu günlerde Tiyatro Simurg uzun bir süredir sahnelerde hayat verdiği oyuna yeniden hayat vermesine olanak verdi ve bizde konukları arasındaydık. Rampa Tiyatrosundan kısa bahsederek oyunumuza doğru adım atalım.
Rampa Tiyatrosu, tiyatro mevsimi sonlanmasına yakın bir zaman içinde İstanbul’da Sıraselviler Caddesine yakın bir yerde tiyatro severlerin hizmetine girdi. Metin Boran yönetiminde tiyatro, değişik gruplara ev sahipliği yapmaya başladı ve orada keyif dolu zamanların yaşanmasına olanak sundu. Tiyatroların üzerinde kara bulutların dolaştığı bir dönemde, tiyatro için bir alan açmak cesaret isteyen bir iştir. O cesareti Metin Boran gösterirken uzun süredir ütopyası içinde olan sahneye de hayat vermiştir.
Tiyatro Simurg, Can Yücel’i hayatını yine Can Yücel’in sözleri ve kelimeleri ile hayat vermiş. Can Yücel yaşamına bakarken yaşadığımız tarih çizgisine yine onun yaşamına ve sözcüklerine vuran olaylara da bakmış oluyoruz. Can Yücel gözü ile Can Yücel’in hayatını sahnede görme fırsatını yakalıyoruz.
Mehmet Esatoğlu, tiyatro tarihimiz içinde kendisine özgü bir yeri vardır, o özgünlük ve ilişkiler içinde birbirinden değerli insanlar ile dostluk kurmuş, gözlemler yapmış, onların deneyimlerinden yararlanmasını bilmiştir. Deneyimlerini, dağarcığına işlediği anekdotları zamanı gelince sahneye taşmayı da bilmiştir. İşte Can Yücel! Mehmet Esatoğlu değimi ile Can Baba sahnededir. Üstelik onun hakkında oluşmuş olan bir çok söylemler ve destansı kurguların dışında gerçek Can Baba ile sahnede yerini almıştır.
Yaşamış bir insanın hayatını ve bir anını sahneye almak çok zordur, çünkü duruş noktasına göre değişen gerçekler; her bireye başka şeyler çağrıştırır. Doğal olarak başka sonuçlar çıkarılır. Üstelik, bu özgün eseri odaklandığınız insanın cümleleri ve kelimeleri ile kurgulamak başlı başına büyük zorluktur. Çünkü öyle kelimeleri seçeceksiniz ki seçtiğiniz kişinin özgün kelimeleri olsun ve yan yana gelen cümleler aynı zamanda devamlılık göstermek zorundadır. Kurguyu yapan için zorluk burada başlar. Belirli bir indeks çizgisi izlenirken, aynı zamanda seyirciye de mesaj vermek zorundadır. Bir bütünlük içinde hem odakladığınız insana saygı göstereceksiniz, hem de onun yaşamına girmiş çıkmış, iz bırakmış anların tarihi dokusunu bozmayacaksınız. Bir roman, öykü veya şiir; yeniden başkalarının cümleleri ile yeniden yaratma sürecidir ve yaratılan eser başkalarının olmayacak, yeniden yaratanın sesi, resmi olacaktır.
Can Yücel, edebiyat dünyamız ve aydınlarımız arasında özel bir konumu vardır, babasının eski bir bakan olması onu inandığı yaşamı ve tercihlerini belirlememiş, o bildiği ve inandığı yaşamı tercih etmiş ve yaşamıştır. İşin kolayına kaçmamıştır, iyi bir eğitim almış, dönemin önemli bir partinin üst kademesinde yer alan babanın namından ve olanaklarından yararlanmamış, sınıflı toplumda kendisi içinde olmasa da işçi sınıfının yanında yer alarak sınıf ile bütünleşmiş, beyin emekçisi olmuş bir şairdir. Kendisine örnek aldığı Nazım Hikmet gibi hayata bakmış, Şeyh Bedreddin Destanında yaşayan bir kahraman gibi hayata bakmış yaşayan bir devrimcidir. Dostları ile içten ve katıksız bir sohbet içinde olmuş, argoyu yerinde kullanmaktan çekinmemiş, Neyzen Tevfik gibidir. Haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır, düz yazıları dergi gazete köşelerinde kaleme alarak duruşunu bozmamıştır. Yargılanmıştır, dayak yemiştir, horlanmıştır, acı çekmiştir ama o Nazım Hikmet gibi memleket sevdası olmasını ortadan kaldırmamıştır. İngilizce dilinden yapmış olduğu tercümeler ve seçtiği eserler bile kendi anlayışına uygundur.
Kanser hastalığını öğrendiği an bile moralini bozmamış, yaşama eskiden olduğu gibi bağlı ve hicvin ve kara mizahın dili ile gülümsemeyi sürdürmüştür.
Mehmet Esatoğlu, yazmış, yönetmiş, oynamış…
Yaşanmışlıklarını, duyduklarını, okuduklarını ve Can Yücel’in kelimeleri ve sesi ile sahnede yerini almıştır. Tiyatro yaşamın aynasıdır derler, o aynaya hem kendisini hem de Can Babanın görüntüsünü almıştır. Sahne de yalnız değildir, bu ağır sorumluluğu Bilgesu Ataman sayesinde kefili bir izlenceye dönüştürmüştür.
Mehmet Esatoğlu işte öyle bir adamı sahneye taşırken, ne argo yönünü abartmıştır, ne de yok saymıştır. Hiciv ve mizah iç içedir. Bilgesu Ataman ise her ne kadar yardımcı oyuncu gibi gözükse de aslında başroldedir. Esatoğlu ve Ataman başrolü paylaşmıştır, bir birlerine destek olurken, zaman zaman biri diğerini gölgede bırakacak kadar öne çıkmaktadır. Bu oyunun tek düze olmaktan çıkarıyor. Ses ritmi inişler çıkışlar içindeyken, oyuncu da bu sese uygun hareket etmekte ve sesin vermiş olduğu ritim içinde Can Yücel şiirlerinin ritmini yakalamaktadır.  
Kronolojik bir çizgi yerine, ileri ve geçmişe doğru yolculuklar ile Can Yücel’in daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Oyun bir bütün olarak başarılıdır. Oyuncular ve teknik çalışanların katkıları ile seyirciyi ayağa kaldıracak derecede başarılıdır.
Tiyatro Simurg, bu bütünlüğü yakalamış ve ekibin başarısı Mehmet Esatoğlu’nun başarısını taçlandırmıştır.
Oyunu ayakta alkışlamış ve bu başarılarından dolayı Tiyatro Simurg’u kutlarım.
İsmail cem Özkan

Sözcükler Can Yücel’i Özler 
Yazan / Yönetmen: Mehmet Esatoğlu
Bilgesu Ataman
Mehmet Esatoğlu

Işık ve Efekt: Fecri Taşdemir 

5 Haziran 2014 Perşembe

Nefret söylemi!

Nefret söylemi!

Bu ülkede nefret söylemleri genelde iktidar eli ile geliştiriliyor ve seslendiriliyor. Sanırım bu Osmanlı’dan bize kalan bir miras. Yahudileri, Romanları, Alevileri ve Diğer kültürden olanları hiç tanımamış, görmemiş, geleneğini bilmeyen insanların nefret söyleminde bulunması sanırım yaşadığımız zamanın ruhunda var.
Yaşadığımız zamanın ruhu; daha çok para, daha çok özgürlük için başkasını ezme üzerine kurulu olmasındadır.
Değerlerin yok edildiği, her şeyin para ile ölçüldüğü bir zaman diliminde nefret söylemine karşı hepimizin yapması gereken bir ödev var, çünkü ortak mücadele edilmeyen söylem, sonunda hepimizin celladı olacak ya da ellerimize kan bulaştıracaktır.
2. dünya savaşından sonra yaşanan Yahudi Soykırımı etkisi ile devlet eli yürütülen kampanyalar ne yazık ki nefret söylemini ortadan kaldırmamış, nefret söyleminin derinden derine yayıldığına ve ırkçı sağ partilerin zaman içinde oy almalarını beslemiştir. Irkçı yapıların birincil varlık sebebi devlettir, devletin el altından yapmış olduğu politikadır. Kısaca devlet eli ile propaganda, yasaklamalar ve’ tek yönlü tarih bilinci’ ırkçı düşünceye kan vermiş, yok olması gereken düşmanlık tezi bizzat devlet eli ile ülkenin, toplumun en küçük birimine kadar yayılmıştır.
Devlet, ne zaman ekonomik kriz ve dolaylı olarak siyasi krize girerse azınlıklar zarar görmektedir.
Yukarıda yazdığım nedenlerden dolayı, nefret söylemine karşı; devlet olanaklarının dışında, devlet işbirliğinden uzakta yapılan her etkinlik benim gözümde daha anlamlıdır, çünkü devletin varlık sebebi; düşman yaratmak ve olası düşman tehlikesi var olduğu sürece kendisini yaşatacak ve koruyacaktır.
Bu zaman diliminde ve yeni kuşağın tipik özelliği konumuna gelmiş okuyan ama anlamayan ve idrak edemeyen bir nesil var. Bu kuşak, ikinci dünya savaşı filmlerinde soykırımı anlatan sahnelerde dahi kahkaha ile gülebilmekte, yaşananları birer masal ve eğlence aracı olarak düşünebilmektedir. Yaşanmış olan acılar, onlar için bilgisayar oyunu gibi gelmekte ve tek amaçları eğlenmek olduğu inancı içinde refleks göstermekteler.  
Sözünü ettiğim kuşak her ne kadar iyi niyeti olsa da iktidarın; eğitim, siyasi, askeri politik tercihleri ile birey belirlemektedir. Birey, nefret söylemini geçmişten gelen bir miras ve doğal şeymiş gibi algılamaktadır, hatta kullandığı kelimelerin nefreti beslediğini ve yaşattığını bilmemektedir.
Eğitim, aynı zamanda geçmişin nefret söylemini, kulaktan kulağa oyun oynayan çocuklar gibi bire bin katarak gerçeklikten uzaklaşmakta ve yeni yaratılan gerçekliği kabul etmesini doğurmaktadır.
Yaratılan yeni gerçeklik, o ülke sınırları içinde doğru kabul edilmekte ve karşılaştırmalı tarih araştırmalarına kapalı bir ezber eğitimden geçen kuşağın, düşünce ve davranışını belirlemektedir.
Ülkenin ilk eğitiminde verilen tarih bilgisi, üniversitede sadece tarih bölümlerinde okuyan öğrencilere; “öğrendiğiniz hepsi yalandı, artık doğruları öğrenme zamanı geldi!” diyen öğretim üyesinin sözünde saklıdır. Tartışmalı doğruları tarih bölümünde öğrenenler, mezun olduktan sonra görev yaptıkları ilk eğitim okullarında gittiklerinde; bilerek, onlara verilmiş olan müfredata uygun kitaplarda ki ‘yalanları’ (resmi tarih) öğretmek zorunda kalmalarını kimse açıklayamaz…
Karşılaştırmalı tarih eğitimi, nefret söylemine karşı mücadelenin en önemli ayağı olabilmesi gerekirken, siyasi çıkarlar ve tercihler bu tarih eğitimi sadece ideal eğitim modeli olarak ortada bırakmaktadır. Eğitim ile aptallaştırılan çocuklar, dillerine bulaşmış olan nefret söylemi cümleleri kullanırken ayıklama şansına sahip değillerdir. Öncelikle, dilde ki nefret sözcüklerinin temizlenmesi için; yaşananların bir destan ve masal olmadığı gerçeğinin yeni kuşaklara aktarılmalıdır. Toplumun her katmanın bu sorumluluğun altında el atması gerekmektedir.
Bilirim ki; ezilenlerin tarihi yaşanan gerçekleri yazar, bizler sadece okuruz...
Umarım, okumak ve gözlemci olmaktan çıkar ve birlikte; nefret söylemine karşı, dide ki ırkçı kelimelerin temizlenmesine karşı bir şeyler yapabiliriz…
İsmail Cem Özkan