Galata Gazete


26 Kasım 2017 Pazar

The Rake’s Progress (Hovardanın Sonu)

The Rake’s Progress (Hovardanın Sonu)

Mayıs ayıdır, İngiltere’de bahar kendisini kokusu ve çiçekleri ile hissettirmiştir. Kalbi olmayanın bile aşık olacağı mevsimdir. Bir bank yeşilliklerin içinde. İki kumru cilveleşmektedir baharın verdiği coşku ile. Tom bu havdan mı yoksa belirsiz niyetinden dolayı mı bilinmez kucağında ki Anne’ye evlilik teklif etmiştir ama Anne’nin babası Trulove buna karşıdır, çünkü Tom hiç çalışırken görmemiştir, tembelliğin yanında yaşananlara karşıda duyarsız olarak görmektedir. Kısaca baba kızının geleceği için karşıdır evlenmelerine ama eğer Tom istediğini yaparsa yani düzenli işe girerse bu sefer görüşünü değiştirecektir. Bunu da açıkça Tom’un yüzüne söylemektedir. Tom ise umursamaz tavır ile “zekamı kullanırım, şansıma güvenirim” demektedir yani kaderine güvenmektedir, alnına ne yazılmışsa onu yaşayacaktır, onu değiştirmek için hiç çaba sarf etmeyeceğini vurgulamaktadır.

Tom tek başınadır, bankta düşüncelere dalmıştır. “Keşke biraz param olsaydı” diye düşünürken sahnede Nick Shadow belirmiştir. Nick Shadow Tom’a bilinmeyen amcası tarafından miras bıraktığını söyler. Mirası almak için Kendisi ile birlikte Londra’ya gitmesi gerektiğini belirtir. Peki Nick Shadow kimdir, ölen amcasının son anına kadar yanında çalışmış sadık yardımcıdır (uşak). Aynı görevini yeni patronu Tom yanında da sürdürmek istediğini belirtir. Ücret konusu ise öncelikle denemesini ister ve eğer memnun kalırsa bir sene bir gün sonra ücret konusunu konuşacaklarını belirtir.

Olayın örgüsü ya da kader çizgisi diyelim burada kırılmaktadır. Bir sene bir gün sonra hesaplaşacaklardır ama Tom bunu pek önemsemez, çünkü istediği servet birden önüne serilmiştir. Evlilik teklif ettiği Anne ve babasının rızasını alarak Londra’ya doğru yola çıkmıştır.

Mother Goose genelevindeler. Shadow ona Londra yaşamını tanıtmaktadır ama Tom bu konuda içi rahat değildir, huzursuzdur ve hala ayrıldığı sevgilisine karşı özlem duymaktadır. Parası vardır ve önünde ona hizmet eden insanlar vardır, hatta genelevin patronu Goose onu kendisine istemiştir. Eğlenecektir ve Tom’da buna katılacaktır.

Tom’un gece yaşantısı onu sevdiği kadından uzaklaştırmıştır, artık o köyde kalmıştır ama Anne Tom’un aksine huzursuzdur ve merak etmektedir. Tom’dan haber alamayınca o da Londra’ya doğru yola çıkmıştır.

Tom’un yeni hayatı hovarda adlandırılacaktır. O eğlence dünyanın yeni zengini olarak tanınmaktadır. Bu yaşantısı Tom’a sıkıntı vermektedir ve artık evlenmesi gerektiği konusunu aklına Shadow sokar. Üstelik sakallı Baba Türk meşhurdur. Onun afişlerini göstererek onu başka bir dünyanın içine bir anlamda itekler Shadow.

Ve Tom evlenir…

Yeni bir dünyanın pırıltılı dünyasında yaşayan Tom aradığını bulamamıştır. Evlilik ilk çatırdamasını Anne  ile karşılaşmada yaşanır. Evlenmiş Tom eski sözlüsünü başından savar ama Tom istediği yaşam değildir ve bir tartışma sonunda artık kararı nettir, ayrılacaktır…

Boşlukta olduğu bir gün rüya görür ama rüyası gerçek mi yalan mı anlayamaz. Bir ekmek makinesi yapmıştır, dünyada açlık sorunu çözecektir. İdealisttir, olmayacak şeyleri olur görür ve belki de buna Shadow etki yapmaktadır. Bilinç altı bilince çıkmıştır ve sona doğru gitmektedir.

Planı başarısızdır ve elinde ki tüm servetini kaybetmiştir. Artık toplum içinde değildir. Ondan kalanlar müzayede satışa çıkmıştır. Fakirdir ve tüm geçmişi satılmaktadır.

Shadow bir yıl bir gün sonra mezarlıkta Tom ile buluşur. Gerçek niyetini ve kimliğini açıklar ve ondan üç soruya doğru yanıt vermesini ister. Üç iskambil kağıdını bilirse ölmeyecektir. Shadow kendi hayatını ortaya koyduğunu hiç düşünmez, çünkü Tom kesinlikle bilemeyecektir. Shadow Tom’un yaşamından bağlantı kuran ilk kartı seçer, kupa kızı. Kupa kızı Anne’dir. Tom bunu kendi düşünce yapısı içinde bulur, ikinci soru ve üçüncü soru da hilelidir ama hileyi Tom boşa düşürür. Shadow yenilmiştir ama ateşler içinde kaybolurken Tom hakkında da dilekte bulunur ve Tom delirir. Geçmişi artık hayaldir ve cinnet onu bir tımarhaneye gitmesine sebep olur.

Tımarhaneye kapatılan Tom kendisini mitolojiden alınan Adonis sanmaktadır. Venüs’ün çocuğu.. Venüs olarak gördüğümüz kişi ise elbette Anne’dir. Babası ile gelir ve aklını kaçırmış eski sevgilisi ile kucaklaşır. Fakirdir, aklı yoktur ve geçmişin hayali artık gerçeklikle bağını koparmıştır. Tom Anne gidince kendisine gelir ama fazla sağ kalmaz ve son nefesini verir.

Oyunun son sözü, ki bizim eski yazarlarımız da yazılarını bitirirken bu yazdan alınması ders diye vurgulu bir cümle kurarlardı. Ki Elif Naci benim aklımda kalan en büyük köşe yazarlarındandır. Beyni her zaman dinç kalmış vücuduna isyan etmiş olduğunu düşünürüm… Bu oyunun kahramanları sahnede yerini alır ve son söz olarak; Şeytan, hovarda ellere her zaman yaptıracak iş bulur.

Ve alkış…

Öykünün kurgusu ve sahnelenişi beni etkilemedi dersem ayıp olur, sahnenin sadeliği, görselin kullanımı, seçilen görüntülerin içinde oyuncuların hareketleri ve seslerin oyunun yazımına uygun seçildiğini okuduğum kaynaklardan öğreniyorum… Belki tiyatroya daha fazla aşina olduğum için bu opera beni daha da sarmaladı diyebilirim… Oyunda dikkatimi çeken bölümler arasında boşlukların uzun olması… Sahne değişimi sırasında seyirciyi sanki müzik ile kucaklamaya devam etselerdi diye düşünmedim değil, çünkü ara verildi sanıp ayağa kalkan seyirciler gördüm, öykünün içinden seyirci çıkıyor ve yeni başlayan bölümde yeniden öykü ile kucaklaşıyor…

Oyunun kostümleri, koro muhteşem diyebilirim, seçilen görüntü içinde sırıtmayan renkler ve dönemini çağrıştıran kıyafetler oyuna daha bir katkı yaptıklarını düşündüm… Özellikle bu oyuna tiyatro ile ilgilenenlerin gitmesi ve görmesini çok arzu ederim… Emeği geçen tüm çalışanları alkışı hak ediyorlar, alın terleri sahneye düşen, düşmeyen tüm emekçilere teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan



The Rake’s Progress (Hovardanın Sonu)
Igor Stravinsky
Librettosu (Opera Metni: W.H. Auden And Chester Kalman
Müzik Yönetmeni: Can Okan
Rejisör: Aytaç Manizade
Dekor Tasarım: Efter Tunç
Kostüm Tasarım: Ayşegül Alev
Koro Şefi: Paolo Villa
Işık Tasarım: Yakup Çartık
Devinim Ve Jest: Canberk Yıldız 
Operanın Başrollerinde; Kenan Dağaşan, Ali Haydar Taş (Trulove), Gülbin Günay, Otilia İpek, Burcu Soysev (Anne Trulove), Caner Akın, Onur Turan (Tom Rakewell), N.Işık Belen, Umut Kosman, Umut Tingür (Nick Shadow), Peyman Dorkan, Arzu Semerci (Mother Goose), Aylin Ateş, Jaklin Çarkçı, Özge Kalelioğlu (Baba The Turk), Ahmet Baykara, Çağrı Köktekin (Sellem), Sercan Gazeroğlu, Yücel Özeke (Keeper Of The Madhouse) dönüşümlü Olarak Rol Alıyorlar.
Başkemancı: Seda Subaşı Yalçın

25 Kasım 2017 Cumartesi

Göçmenleeeer…

Göçmenleeeer…

Bir gemi, denizin ortasında. Gemi kaptanı ve çalışanları, bir de mülteci olanlar. Mülteci olanlar seyircidir, onlara doğru konuşur kaptan. Seyirciyi oyunun içine dahil edip onları birer oyunun parçası yaparken, seyircilere sorduğu soruları seyircilerin arasından seslenen oyuncular cevaplandırır. Sahne seyircilerin olduğu yerdir ve oyunun akışı kaptan köşkü olan sahneye doğru geçiş ile oyunun gerçek mekanı sahnede yerini alır. Elbette oyunun akışına göre seyircilerin arasından oyuncular sahneye veya sahneden seyirciler arasına geçişler olur ki, mülteci olan zaten seyircidir.

Bir gemideyiz, denizin ortasında dalgaların arasındayız. Her birimizin kimliklerini imha etmemizi istiyorlar. Kimliklerimizi denize atıyoruz. Her birimiz artık kimliksiz, ulussuz, vatansız ve yeni umutlara doğru yol alıyoruz. Eşitiz, kaderimiz ortak… Dalgalar bizi ya içine alacak ya sahile bırakacak!

Gemideyiz, gemiye binmeden önce bize verilen ve su üzerinde kalmamıza yardımı olacağı söylenen can yelekleri. Onların bizi suya batıran birer taş olacağını bilmezdik, su içine düşmeden. Bizim acımız, bizim çaresizliğimiz başkalarına ekmek kapısı olmuş, hile hurda ile bize can suyu vereceklerine ölüm nefesi satmışlar.

Gemideyiz, batıya doğru yol alıyoruz. Elbette Afrika’dan gelen için kuzeye yol almak anlamına gelir. Nereden geldiğimizin hiç önemi yok, çünkü denize düşenlerin hareketsiz vücutlarını deniz kendi zamanına göre karaya atıyormuş, o yüzden hiç birimizin ismi yok mezarlıkların taşlarında, sadece DNA kodlarımızı yazmışlar, belki bir gün bir yakınımız bizi arar diye. Her birimiz eşitiz, toprağa karışırken de…

Adadayız, canlı değiliz, canlı olanlar bize göre şanslı, çünkü onlar hala umutlarını hayallerini taşıyorlar. Topraktayız, her birimizin kıblesi farklı toprak altında kendi kıblemize dönüp yatıyoruz. Yeryüzündekiler yan yana yığılmış toprak parçası olarak görüyor belki de… adada bize yardım edenler, çaresiz. Onlar da sorunlar içinde mücadele ediyorlar, verilemeyen sözlerin çaresizliği içinde elinde ki avucundaki ile çözüm yolları arıyor, gelenlerin dillerini, kültürlerini, acılarını bilmeden. Sınır dahi olmadıkları bir savaşın sonunu yaşıyorlar. Afganistan’dan gelen, Somali’den gelen, karışmış, iç içe geçmiş, ten rengi, saç rengi, göz rengi, vücut yapısı fark etmeden her biri eski siyasi yaşamın dili ile mülteci, bugünün dünyasında göçmen! Küresel dünyada sınırları fiili olarak ortadan kaldıranlar kendi dillerini de geliştirmişler. Zamanının dili mülteciyi kabul etmiyor, çünkü mülteci bir ülkeden başka ülkeye sığınmaktır ki, liberal düşünce yapısında para, düşünce, sistem sınır tanımadan hareket ederken neden insanlar sınırı olsun ki, o yüzden mülteci yerini göçmen almıştır. Göçmen sınır içinde de dışında da özgürce hareket edebilir, ucuz emek gücü demektir.

 “Ülkelerimiz ölüyor. Bir ülke ölmeye başladıktan sonra yapacak bir şey yoktur”

Denizden bir çocuk cesedi çıkınca vicdanımız sızladı ve kısa zamanda unuttuk, çünkü savaş komşudaydı ve oranın yangını bizim iç siyaset çekişmemiz olmuştu. Mülteciler için verilen yardımlar ve mültecilerin şükran duyguları iktidarın gözünü kamaştırmıştı ama gerçekler ne kadar uyuyordu orası tartışmalıydı ama kimse bunu tartışacak kadar bilgi birikimi yoktu.

Sahil kasabalarımızın ve ekonomimizin merdiven altı üretimi canlanmıştı, mültecilerin korkularını paraya döndürenler can yeleklerini suda batanı yapmışlar, gemilerin su üzerine bir süre gidip batanını yapmışlardı. Sahil kasabanın varoşları parayı görmüştü, korkuyu, ölümü paraya döndürmüştü. Ayrı bir ekonomik hayat başlamıştı. Ölen ülkelerden kaçanlar başka ülkelerin son nefesine şahitlik ediyorlardı belki de…

Savaş ve açlık insanları çaresiz bırakıyor. “Öleceksek de bu yolda ölelim” diyerek kendilerini yollara atanların trajedisi her büyük buhran zamanları ortaya çıkar, ekonomisi iyi olanlara doğru göç kaçınılmazdır. Ülkelerinden kaçıyorlar, kaçmasalar zaten ölecekler, onların elinde ki belki de en son seçenek gitmek…  gidilen ülkeler ister istemez göçmen ülkesine dönüşüyorlar, belki de sessiz bir devrimin figürleri ve özneleri oluyorlar göçmenler…

Gelişmiş ülkeler kendilerince önlem alıyorlar.  Yeni teknoloji geliştiriyorlar. Oyunda kalp atışını tespit eden alet ve dikenleri telleri ekolojik hale getirilişin reklamını görüyoruz. Ele güne karşı insan haklarına saygılı olmak adına yasaların istediği gibi hareket ederken aynı zamanda kapıları kapatan duvar ören ülkeler bütündür Avrupa…

Mülteci demek ya da küresel kapitalizmin dili ile göçmenler organ ticaretin meşru hale getirilişi anlamına da gelir, çünkü arkasında bıraktıklarına karşı duyulan suçluluk hissi, ekonomik çaresizlik bu organ ticareti yapan mafyanın eline düşmek anlamına gelir mafya aynı zamanda örgütlere eleman kazandıran işlevi de vardır. Her insanı birer sermaye olarak gören mafya her mülteciyi de canlı para görmektedir.  Her insanın organları başka insanın ihtiyacıdır ve parası olan bu ihtiyacı alır ve piyasada ki değerini belirler. Organ nakli ameliyatları başarılı olduktan sonra etik değerler bir yana iteklenmiş ve hemen şimdi organ ticareti ve borsası yaşayan ekonomimizin sırlarla dolu ekonominin parası olmuştur. Oradan elde edilen paraların ne amaçla kullanıldığı ve kimler tarafından yönlendirildiği hala açıkta değildir. Organ ticareti kurbanları az gelişmiş veya ölmüş devletlerin vatandaşları olurken alıcıları ise göçmenlerin/ mültecilerin hareket ettikleri hedef ülkenin vatandaşlarıdır. Organ ticareti yapmasına onay verende aslında alıcı ülkenin karanlık politikalarıdır.

Mülteci gelen ülkelerin ekonomileri canlanır, çünkü durağan hale gelmiş nüfus artışlarına dışarıdan gelen bu insanlar emek gücü, birikimleri ve yeni arayışlar için ortam arayan zekin insanlar demektir. Almanya ekonomisi mülteci akımı öncesi durağana girmiş, Amerika ve diğer ülkelerin teknolojileri altında ezilmektedir. Ağır sanayisi vardır ama teknolojik anlamında geriye düşmüştür. Nüfus artışı ise ağır sanayinin ihtiyacını karşılayacak dinamik kas gücünden eksiktir. İşte tam bu zaman diliminde alman ekonomisinin can suyu gelen bu yeni mültecilerdir. Mülteciler Almanya iç siyasetinde göçmen olmuşlardır. Onlardan beklenenler ve onların yaratmış olduğu yan tesirler iç siyasetin konusu olmuştur. Faşizm Almanya’da yeniden canlanıyor ve taban buluyorsa önceden tespit edilemeyen göçmen sorunun sonucunun ürünü olduğunu artık biliyoruz, çünkü göçmenler homojen gibi gözüken toplumun parçalanmasını ve yeninden anlayış itibari ile biçimlenmesi anlamına gelmektedir. Almanya göçmen ülkesi değildir, “multi-kulti” gibi konu başlıklarına gündemine almış olsa da geçmişten hesaplaşılamamış, yüzleşilememiş tarihinin etkisi fırsat bulduğunda toplum içinde taban bulmakta ve emperyalist duygular içinde saldırganlaşabilmektedir. Almanya ekonomisini öncelikli düşündüğünde toplumsal değişim karşısında geri politikası onu yeni bir kaosun içine atmıştır. Ekonomik güç demek siyasi güç anmalına geldiğini bileler ama siyasi gücü yaratamamıştır en azından bugün!

Oyunun sonunda Almanya’ya ulaşan mültecilere kaptan öğüt vermektedir, Almanya başbakanı Merkel bizi davet etti deyin ve üstünüze Merkel tişörtü giyin diyerek bu öngörüsünden de tişört satarak para kazanmak yoluna gitmektedir.

Ve alkışlar…

Oyunun sahne düzenlemesi dağınıktır. Parçalanmış veya batmış bir mülteci gemisi kaptan köşkü olarak düşünülmüş ama o sanırım hayata tam geçmemiş gibi geldi bana... Oyuna katısı çok azdı… Işık oyuncuları takip etmesi, gerektiğinde oyuncunun vurgusunu büyütmesi gerekliydi, yeteri kadar üzerinde çalışılmamış geldi bana, elbette bu görüşümün oluşmasına sebep salonun en arka sırasında izleyici olmamın da etkisi olabilir… Video yeri ve seçilen görüntüler ile başarılıdır, ama video sanki bir kere “play” demiş oyuncular o görüntüye yetişmek ve görüntü içinde olmak için çaba sarf ettiklerini düşündüm. Fırtınalı sahnede suyun coşmuşluğu içinde videonun etkisi güzel olmuş ama kaptan denize atacağı mülteciler konusunu konuşurken görüntünün birden ortadan kalması ile kaptanın aniden sahneyi terk etmesi ve geçişlerde zamanın tam ayarlanmamış olduğunu düşündüm… Ama genelde konu ile ve sahne ile özdeşleşmiş bir video çalışmasını gördüm. Acaba perde düz bir alan klasik boyut olması yerine başka biçimler düşünülebilir miydi? Video görüntüsü içinde sahnede oyuncular… Düşünülmesi gereken bir ayrıntı olarak kafamda bir yerde duruyor, elbette burada özel tiyatronun maddi konumu bu arayışı etkilediğini de düşünmekteyim…

Oyuncular açısından düşündüğümde yönetmenin tüm istemlerini yerine getirmiş ve başarılı bir şekilde hem ses, mimik hem de konuyu kavrayış açısından başarılı buldum, usta oyuncuyu büyüten yanında başarılı usta oyuncular ile aynı sahneyi paylaşmaktır. Oyun bittiğinde alkışlar oyuncuların başarısına gönderilen birer saygıdır. O saygı ibaresi olan alkışlar aynı zamanda oyunun her aşamasında görev almış çalışanlarınadır…

Mülteci konusu içinde bulunduğumuz toplum sorunlarından biridir ve bu ülkede çocuk işçiliğinden, emek hırsızlığına kadar, dünya markaları için çalışan taşeron firmaların en ucuz emek deposu olmasının yanında rekabet eden şirketler daha ucuza bulduğu ve hiçbir güvence vermeden ve sınırsız zamanlar içinde iliğine kadar sömürdüğü bir sessiz toplumdur. Sessiz ve aşağılanan, sokakta yaşama mahkum edilmiş ve her türlü kötülüğün sebebi, kaynağı olan görülen bu mülteciler içimizde yaşamaktadır ve onları tanımadığımız için onlardan çekiniyoruz, onları yalnız bırakıyoruz. Bugün sol adına emek adına siyaset yapan partilerin hiç birinin mülteci projesi ve söylemi yoktur, olanların da gücü yoktur. Mültecilerin göç yolunu anlatan bu oyun batıda ki mültecileri sahnede gördük. İçimizde yaşayanların sadece ucundan sorununa dokunmuş oyun izledik, ki en azından mülteci konusunda atılmış çok önemli bir adım olarak görüyorum. Bu ülkede yaşayan mülteciler anladığım kadarı ile hala yok, izleyenler bizim dışımızda yaşayanların sorununa baktı…

Alkışlar dostlar tiyatrosu çalışanlarına ve ustasına…


İsmail Cem Özkan

Göçmenleeeer 
Yazan: Matei Visniec
Çeviren: Zeynep Irgat, Osman Senemoğlu
Yöneten: Genco Erkal
Sahne Tasarımı ve Kostüm: Claude Leon
Dramaturji: Genco Erkal
Video ve Ses Tasarımı: Ümit Kıvanç
Müzik: Nâzım Çınar
Işık Tasarımı: Hakan Özipek
Görüntü Araştırma: Melih Tatlıcan
Oynayanlar: Şirvan Akan, Ayşe Lebriz Berkem, Lütfi Can Bulut, Cem Çetin, Genco Erkal, Yiğit Yarar

22 Kasım 2017 Çarşamba

Bizim aile

Bizim aile
Yazıldığı dönemin ruhunu ince ince satır arlarına yediren bir kara mizah başyapıtı olarak gördüğüm “Bizim Aile” yeniden sahnelerde canlanıyor. Beyaz perde de yansıyan ışığın yerini üç duvar arasına ışığın yansıması almıştır. Beyaz perdeye ulaşmadan kullanılan teknik üç duvar arasında kullanılan teknikten çok farklıdır. Üç duvar arasında yaşanan sıcaklık, duygu, seyirci ile iletişim birebirdir. Beyaz perdeden yansıyan duygu ise daha donuktur ama seyirciyi öyle bir kucaklar ki sımsıkı sarar, onu kendi dünyasından çıkarıp kendi dünyasına alır ve o dünyada kulağına bir şeyler fısıldar insan sıcağı ile. Oyuncuları beyaz perdede devleştiren bu sıcaklığın direkt seyirciye geçişini yapan yönetmen ve yazarı bir ülkenin kültürünü, anını, tarihini ve inceden inceye işlenen eleştirisini verir. Sadık Şendil kimin yanında durduğu açıktır ama duruş noktasını öyle bir şekilde sunar ki cepheleşme yerine bir arada yaşamı savunur. Bir arada olunca her türlü zorluğa karşı direnilir. Üstelik öyle keskin laflara filan gerek duymadan, sade, insan sıcaklığı içinde ve tolumun en küçük bireyi olan ailenin kültürü içinde…
Sahnenin perdesi kapalıdır, henüz perde arkasında ne olduğu belli değildir, perdenin önünde bir alan. O alan içinde “Bizim Aile” oyunu için Devlet Tiyatrosu çalışanları ellerinde enstrümanları ile oyunun öncesi hazırlık yapmaktalar. Notlar salonun içine doğru düzensiz olarak yayılmaktadır. Her çalgının salonun bir köşesine dokunan notaları biraz sonra başlayacak oyun için ön hazırlık ya da çalgı aletinin ısınmasını anlatmaktadır. Doğru sesin seyirciye ulaşması için notlar ve sesin ahengini kontrol eden bir çalışan her dokunuş titiz bir şekilde kontrol etmektedir. Tiyatro ortak üretilen ve ortak amaç uğruna yapılan çalışmaların bütündür. Büyük bir organizasyon. Her çalışan görevinin bilincindedir. Verilen rolü en iyi şekilde yerine getirmek için oradadır ve her biri salona gelen seyirciye verdiği değeri emeği ile taçlandırmaktadır.
Kırmızı kalın perde açılacağını salona verilen anons ile anlıyoruz. Işıklar ağır ağır kapanırken, sahnenin ışığı perdeden açık bulunan alandan seyirciye doğru gelmektedir. Işık olmazsa tiyatro olmaz, çünkü ışıktır tiyatroya derinlik veren, ses ışığın verdiği güç ile sahnede ki yerini alacaktır ama bu demek değildir karanlıkta ve üstelik zifiri karanlıkta tiyatro olmayacağını. Biliyorum daha önce zifiri karanlıkta izlediğim oyunlardan dolayı. Üç duvarın olduğu yerde ışık sesin buluşmasıdır. İkisinin ahengi oyuncuların oyunculuğunu ortaya çıkaran ve onları seyircinin yüreğine doğru nefes olmalarına sebep olacaktır.
Notlar düzgün olarak seyirciye ulaşmaya başlamıştır. Oyun perde demektedir.
Perde!
Açılır perde, sahne birbirine benzeyen ama kapı sayısı ve renk farklılığı taşıyan iki evin (dönemine uygun gecekondu) olduğu ile karşılaşıyoruz. İki ev ayrıdır. Her birinde yaşayan iki ayrı aile. İki bölüme ayrılmış sahnede, ayrıların birlik olmasını bir aileye dönüşmesini anlatan oyun başlamıştır. Dans, ritim, ses, ışık, canlı müzik ve nostalji. Elbette klasik Türk filmi ile büyüyen, zaman zaman ekranlara gelen filmin duygusunu hala içinde hissedenler için nostalji.
Aile bireyleri her birinin ilgi alanı farklıdır. Her birinin hayata bakışı ve duruşu ayrıdır ama bir ailenin içinde bir arada yaşamaktadır. Bir arada farklılıkları ile güzeldir. Eşlerini kaybetmiş bir ev kadını ve bir fabrikada ustabaşı. İki ayrı ailenin birleşmesi. Görücü usulü ile olur, eğer bugün yaşasalardı facebook aracılığı ile buluşurlardı! İki ailenin birleşmesi hızlı olur, çünkü söz ağızdan bir kere çıkar ve aracı olan ailenin niyeti ve saygınlığı bu zamanın daha da kısalmasına sebep olur.
Senaryosuna sadık kalınmıştır, zamanın ruhu ve olayların örgülenmesi o dönemin duyguları ile sahnededir. Bugün yaşayan gençler için yabancı olan duygular, bizim için büyük bir keyif. Yaşanmışlıklar ve anıların kafamızın içinde canlanmasına sebep olurken sahnede ki oyunu da takip ederiz. Kahkahanın salonu doldurduğu anlar kafada yaşananın salonda yanşan ile kesişme anıdır. Bugün yaşasaydı acaba nasıl yazardı diye düşündüm oyunun bana fırsat verdiği anlar. Bugün çok şey değişti, insanlar aynı evi paylaşıyor ama yalnızlar, aslında paylaşılan mekansal zorunluluk ve ekonomik gerekçedir. Aynı evde birbirinden bağımsız ve birbiri ile sosyal medya aracılığı ile konuşan, izleyen aile…
İki ayrı aile bir nikah ile birleşir. İşçi sınıfının hakim olduğu yerde emeğinden başka geçim kaynağı olmayan ailenin bireylerinin sınıf atlama heyecanı, mücadelesi ve yaşadığı andan zevk alan ve onun gereklerini yapanlar… Zengin kız, fakir oğlan. Fakir oğlan üniversitede öğrenci, sınıf atlamak için diploma almaya aday. O dönemde zengin kız fakir oğlan aynı okula gidiyordu, bugün ki gibi özel üniversiteler yaygın değildi. Zenginler çocuklarını okutmak için öyle arayışa filan girmezdi, çünkü iyi okulda okumuş çocuğu istediği bölümü kazanacak kadar eğitimli olduğunu bilirdi. Öteki ise bireysel çabası ile ancak ona adım atabilirdi.
Yazıldığı dönemde gençlerin duvar yazısı yazması ve sokakta yanşan bir kavgada taraf olması da işlenir. Afişler asılır gece yarısı, sokak duvarları gazeteye dönüşürdü. Öğrencilerin ve gençlerin sisteme karşı duruşunun ifadesiydi. Henüz sokak çatışması yoktur. Daha naif ve heyecan kokan sokak hareketlerinin başlangıcı. Gelmekte olanın ve sistemin ülkeye biçtiği sol henüz net değildir ama ağır ağır gelecek günlerin ağırlığı hissedilmektedir. Dolmuş, o dönemin en alttakiler için önemli bir gelir kaynağıdır ve bugünde dolmuşlar aynı işlevi sürdürür ama bugün ile karşılaştırılamayacak kadar olanaklardan kıttır. Taksitle alınan dolmuşun her gün arızası ile uğraşır. Futbol kurtuluş için ideal alan değildir ama profesyonel anlamda para kazanılacak ve çamurlu sahalardan kurtuluşu da sembolize etmektedir.
İki aile bir aradadır ve onları aile yapan ise dışarıdan gelen saldırlar karşısında bir arada durmalarıdır.
Zengin baba fakir oğlanı kendi kızına göre olmadığını düşünür ve kızının iyiliği” için oğlanı uzaklaştıracaktır. Aşk fakir ve zengin ayrımı yapmaz. Kız tüm zorluklara rağmen fakir oğlanı seçer. Onun yaşadı fakirhaneye gider.
Zengin baba kızı için aileyi toptan ezmek ister ve evlerini elerlinden alacak kadar ileri gider. Aile birbirine kenetlenmiştir. Usta artık hepsinin babasıdır. Anne hepsinin anası. Aile bir aradadır ve bir arada en kötü günde neden bir arada olacaklarını bilince çıkararak bir arada yaşamaya gönüllü olarak katılırlar.
Evlerinden uzaklaştırılan aile parkta yaşamaya iteklenir. İşten atılan baba ailesini kanatlarının altına almıştır. Tüm çocuklar işsiz babasına yardımcı olurlar ve her biri ilkokula giden hariç eve para getirir.
Ve bir gün zengin kızın babası ile usta yüzleşir.
Yaşar Usta; “Bak beyim, sana iki çift lafım var.
Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde.
Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak?
Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören!
Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor...
Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi anlatmaya çalışıyorum.
Seeen, büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey!..
Sen mi büyüksün?..
Hayır, ben büyüğüm!
Beeen, Yaşar usta!
Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok!
Ama şunu iyi bil: Ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın.
Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi.
Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz.
Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz.
Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?
Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma oğluma! Dokunma gelinime!
Eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni!
Anlıyor musun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile!..”
Bu tiradı dinlerken gözlerimizin önünden Münir Özkul geçti. Bugün hala aynı sıcaklığı ve aynı sesi duymak…
Bir arada kalan aile her zorluğu yenecek ve mutlu sona gelinecektir. Klasik Yeşilçam filmi bize mutlu sonu her daim vermiştir, içimizde her daim bir umut yaşatmıştır. Umudun en güzelini her daim hayal ettik, her daim yaşamın çirkefliğine karşı mutlu sona varacağımıza inandık. Karanlığın ağır bastığı bu günlerde eskiye ait ne varsa çok ilgi görüyorsa işte bize verilen bu umuttur.
En altta olan ve toplumun en küçük parçası aile bir arada yaşadığı ve birlikte mücadele ettiği sürece kazanacaktır.
Yazımızın buraya kadar bölümü konusu üzerine yoğunlaşmıştır, fakat oyunculuk konusuna gelirse sizi fazla yormadan hemen belirteceğim, her oyuncu kendilerine verilen rolü çok başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Oyun için özel olarak bestelen bölümler oyuna güç katmış, her oyuncu kendisi için verilen müzik parçasını hiç aksatmadan seyirciye aktarmıştır. Işık ve ses bu konuda oyuncuya verilen teknik destektir. Işık ve ses kumandasında olanların işi gerçekten zordu, çünkü çok fazla mikrofonu ve ışığı oyun içinde kontrol etmek ve gerektiğinde sesi, ışığı indir yükseltmek büyük dikkat isteyen şeylerdir ve başarılı bir şekilde yerine getirilmiştir.
Oyunu izlerken iyi ki şehir ve devlet tiyatroları var diye düşündüm, çünkü onlar olmasaydı bu oyunu ne sahnede görebilirdik ne de bunlara uygun sahne olurdu. İyi ki devletin ve kamunun desteği tiyatrolara devam ediyor… özel tiyatroların bu kadar masraflı oyunu bu kadar geniş bir çevreye ulaştırması gerçekten zordur…
Oyunca emeği geçenlerin her birine teşekkür ederken, fırsatı olanların gitmesini ve eğlenmesini isterim. Salonları her daim dolu olacak bir oyun uzun yıllar sahnelerden eksik olmasın…
İsmail Cem Özkan
Bizim Aile
Yazan: Sadık Şendil
Yönetmen: Aziz Sarvan
Dramaturg: Hatice Yurtduru
Oyunlaştıran-Şarkı Sözleri: Sinem Bayraktar
Müzik: Mertol Şalt
Sahne Tasarımı: Ayhan Doğan
Kostüm Tasarımı: Ayşen Aktengiz
Koreografi: Özge Midilli
Efekt Tasarımı: Gökhan Suna
Işık Tasarımı: Murat İşçi
Yardımcı Yönetmen: Selçuk Yüksel
Yönetmen Yardımcıları: Ada Alize Ertem, Berk Samur
Oyuncular: Funda Postacı Kıpçak, Nevzat Çankara, Tevfik Şahin, Müge Çiçek Türkoğlu, Ercan Demirhan, Yalçın Avşar, Mehmet Soner Dinç, Onur Demircan, Yiğit Ali Uslu, Tarık Köksal, Pınar Demiral, Zeki Yıldırım, Tankut Yıldız, Züleyha Karyağdı, Esra Ülger, Serkan Bacak, Gülsün Odabaş, Alp Tuğhan Taş, Cihat Faruk Sevindik, Aziz Sarvan, Emrah Derviş Soylu, Ertan Kılıç

Kapılar işaretlendi…

Kapılar işaretlendi…

Kapılar işaretlendi. İşaretli kapılarda yaşayanlar artık ötekidir. Oradan ya sürülecek ya da öldürülecekler.

Onlar işaretlenmişlerdi.

Kapılar işaretlendi, acıların sesi çıkacak o işaretli kapılar arkasından, çünkü acı kara bulutu işaretli kapılar üzerine birikmeye başlamıştı.

Kapılar işaretlendi, ilk değildi bu coğrafyanın tarihinde.

Kapılar işaretlendi yıkılmadan önce devlet, devlet adına hareket edenler, devlet düşmanı gördükleri ve bölücü olarak düşündüklerinin kapılarını işaretlediler. Kapıları devlet adına ve devletini korumak adına işaretlemişlerdi.

Kapılar işaretlendi ama kapıları işaretlenmeden önce işaretlemeyi yapacak güç için uzun bir süre devlet üzerinde çalıştı. Devlet kendi savunma mekanizmasını kurmuştu sessizce ve yer altında örgütlenmesi ile…

Kapılar işaretlendi, kendi iktidarını korumak adına örgüt kuranlar tarafından…

Karadeniz sahilinde bulunan şehirlerde yaşayan gayr-ı Müslim vatandaşlarımızın kapılarına işaret kurulması ile başlar bu kapılara işaret kurma geleneği. O zaman iktidar yer alan padişah adına kurulan milisler devletin birliği ve dirliği için, bu topraklarda ezan, bayrak, lider, millet yok olmasın diye kurulmuş milislerin amacına uygun olarak korkuyu yaymak adına kapılara işaret koymuşlardı. Kapılara işaret konulmasından korkmayanların kelleri vurula demiş iktidarın güçlü sesi. Kapılarına işaret konulanların kelleri yaslara uygun şekilde kadıların nefesi ile alınan kararlar ile vurulmuş. Ya çıkarıldıkları mahkemeler ile ya da mahkemeye çıkmadan bulundukları yerlerde linç ile kelleleri vurulmuş…

Korku toprağa sindi mi, kuşaklar boyu sürer.

Korkunun olduğu yerde eski ilişkiler, güzel dostluklar, barış ortamı yok olur. Kapı komşusu, kapı komşusundan korkar olur. Çünkü bir kere vurulmaya görsün kelleler, nerede duracağı belli olmaz…

Devlet adına yapılan her katliam o devlet sınırları içinde suç değildir ama insanlık suçu olarak tarih kayda alır. Yapanların yanına kar kalır, çünkü ne soruşturmaya uğrarlar ne de hesap soracak bir güç vardır karşılarında. Var olan güç zaten onlara kellesini aldığını eve gidin yerleşin der. Ölenlerin yerlerini hemen doldurur linç edenler... Uzaklardan gelirler, bilmedikleri yerde yaşarlar, korkuyu getirenler kendi güçlerinin de sınanmayacak olduğunu belirtiler. Korku üzerine kurulur tüm ilişkiler. O yüzden sonradan gelenler kendi aralarında yaşar, orada yaşayanların arasından uzakta… Zorunlu olmadıkça ilişkiye girmezler.

Kapılara işaret konuldu. İşret koyanların devleti yok oldu ama gelen de işaret koyanların korkusundan güç aldılar, yeniden örgütlediler yeni devlet korku üzerine yükseldi.

Barış ortamı dedikleri sessizlik içinde biat etmektir.

Korku devletin birliği için gerekliydi, birlik dedikleri de tek lider, tek parti, tek din, tek mezhep, tek bayrak, tek millet, tek… tek… tek… Bu toprakların üzerinden ezan sesi eksik olmasın diyenler kilise çanların sesini yok etmişti… Barış ve huzur kelimesinin anlamı açıktı, anlamayanlar hala huzuru başka yerde aramaya çalışıyordu.

Devletin yeniden süt tozu ile biçimlendirenler, aldıkları süt tozu karşılığında ülkeye yeni rota çiziyorlardı. Süt tozunun hatırı kahve gibidir. Uzun soluklu ve huzuru bozabilecek potansiyellerin üzerine korku bulutları toplamak… 

Maraş’ta göreceli rahat yaşayanlar, çoğunluğun gözünde kapısına işaret konulacaklar olarak görülüyordu. Kapısına işaret konulacaklar zenginlerin kapısı değildi, aynı mezhepten gelen varoşlarda oturanlardı… çünkü zenginlik çoğunluğun hakkıydı ve çoğunluk devletin dini, mezhebi ve bekası için var olanlardı… Bu coğrafyanın üzerinden ezan sesi eksik olmasın diyenler, sanki ezanın sesini yok ediyorlarmış gibi “gavur” gördüklerinin üzerine acımasızca saldırdılar. Önce kapılara işaret koydular, işret konulan kapılarda yaşayanların henüz dünyaya gelmemiş hamile kadınların karnında ki çocuğu da öldürecek şekilde saldırdılar. Öldürdüler... Katliam yaparken devlet kendi halkını koruyor, ötekinin ölümüne seyrediyordu. Devlet zaten halkının güvenliği için vardı… 

Korku zaten bu toprakların ruhuna sinmişti.

Kapılara işret koyanlar tarihten alıyorlardı güçlerini…

Ölenlerin yerlerini öldürenler alıyor, ölenler suçlu öldürenler kahraman ilan ediliyordu.

Kadıların yerini hakimler almıştı ama nefes aynıydı…

Kapılar yeniden yeniden işaretleniyor…

Kapıların işaretlenmesi bir arada yaşama kültürü gelişmediği sürece devam edecek, çünkü devlet homojen toplum istisnasız yaratılana ve o homojen topluma uygun standart bireyi eğitilip topluma kazandırılıncaya kadar devam edecek!

İsmail Cem Özkan

18 Kasım 2017 Cumartesi

Sanat

Sanat

Bir gün bir galeriden bir tablo alınmıştır. Yalnız tablo beyaz zemin üzerinde beyaz boya ile çizilmiş üç çizgiden oluşmaktadır. 200 bin Euro fiyata alınmış ve satışı yapan sanat galerinin sahibi aynı tabloyu hemen 220 bin Euro’ya satın alacağını bildirmiştir. Sanat galerisi sahibi aslında satmak istemediği bir tabloyu satmıştır ama galerinin iş yapıyor gibi gözükmesi içinde satış yapmak zorundadır. Önemli olan ticari hayatta paranın hareket halinde olmasıdır. Meta ve para değiş tokuş yapılan unsurlardır.

Beyaz zemin üzerine beyaz boya ile çizilmiş olan tablo üç arkadaşı 25 yıllık dostluğunu sorgulamaya ve yüzleşmesine sebep olacaktır. Uzun bir zaman birbiri ile iyi geçinen ve birbirini örnek alan üç arkadaşın birden bir tabloya ve verilen para karşısında düşülen şaşkınlık karşısında verilen tepkilerin trajik komik unsurların bol kullanıldığı kara mizah unsuru içinde eğlenceli bir oyuna dönüşüştür.

Üç insan, üç arkadaş ve üç arkadaşı üç usta oyuncu yıllar sonra sahnelemektedir, çünkü 90’lı yıllarda oynan oyun arada başka sanatçı ve tiyatro gruplarınca oynanmış, seyirciyi yakalamış bir oyun bu sefer 90 yıllarda sahneyi birlikte paylaştıkları ve sonra aramızdan ayrılan Cüneyt Türel’in anısına oyun yeninden perde demektedir.

Üç usta oyuncu sahneyi her alanını rahatlıkla kullanıyor. Elbette gençlere taş çıkaracak oyunculuk, oynarken eğiten, eğitirken oyunculuğun nasıl olması ve oyun sırasında oyuncular birbirlerini nasıl desteklemesi gerektiği gösteren bir oyun.

Oyun, yeni açılan ve asansör boşluğuna düşen işçiler ile anılan, eski stadyumun yerini alan büyük bir gökdelenin en alt katında oluşturulmuş sahnede kendine mekan bulmuş. Oyun, yaklaşık 400 kişinin aynı anda seyrettiği bir salonda oynandı. Havalandırmanın sesi her ne kadar dikkat dağıtıcısı olsa da oyunu izleyen ışık zaman zaman oyuncuların hamlesinden sonra sahneye düşmüştür. Oyun sonrasında parayı veren ve sahne kuran mekanın sahibine teşekkür edilerek oyun sonlandı…

Yeni bir sahne, tiyatro için mekanını açmış, Kasım ve Aralık programı dolu olarak gözüküyor. Sahne sanatları gün geçmiyor ki yeni alanlara kavuşmasın, aşırı derecede artan AVM çılgınlığı yanında büyük gökdelenler ve onların altında oluşturulan tiyatro salonları ve sergi salonları ile sanat kendisine yeni yaşam alanları bulurken, elbette burada sanat kavramının beyaz zemin üzerine beyaz çizgi çizmek anlamında kullanıyorum…

Bugün plazalar, AVM'ler neden sanata kapısını açıyor? Hemen yanıt vereyim, nerede hareket orada bereket ve sanata yatırım yapanlar ondan beklentileri sadece paradır... Paranın öncelik olan yerde sanatta para karşılığında verilen rolü en iyi bildiği şekilde yapmaktadır.

Bütün binalar, bütün şehirler alın teri ve kan üzerine kurulur ve yükselir. Kan üzerine yükselen yerlerde ise sanat kendisine yaşam alanı bulur ya para sahiplerine hizmet eder ya da sokağa... Sokağa hizmet eden, baldırı çıplak ve emeğinden başka geçim kaynağı olmayan ve de yükselen ne varsa onun temelinde alın teri ve kanı olanlar ancak sanatı sokakta veya bugünlerde ekranlar aracılığı ile evinin bir köşesine sızan şekilde görmektedir.

Sanatı dokunulmaz kılanlar; sanatın çekiciliğinden faydalananlardır...

Plazalarda yer alan sanat galerileri sana bana seslenmez, parası olan ve orada sergilenecek eseri satın alana seslenir. Yatırım için satın alanlar ise onu dokunulmaz kılarak değer kazanmasını ve artı değer ile kasasına para getirtmesini hesaplar. Kısa vadeli yatırım veya uzun vadeli yatırım yapanlar halkı değil sadece kendi cebini düşünür ve satabileceği şeye yatırım yapar.

Bugün tiyatrolarda sergilenen eserler, plaza içinde yer alan tiyatrolarda oynanan oyunlar sistemi rahatsız edenler olmayacaktır, şirketler tarafından desteklenen ve şirketlere ait özel tiyatrolar ancak para getirdiği sürece sahne diyebilir...

Elbette bütün bunların dışında sokaktaki insan, alın terinden başka tutunacak dalı olmayanlara seslenen sanat da vardır ve var olmaya devam edecektir...

İsmail Cem Özkan

Sanat

Yazan: Yasmina Reza
Türkçesi Ve Yöneten: Gencay Gürün
Sahne Tasarımı: Barış Dinçel
Oynayanlar: Cihan Ünal, Can Gürzap, Mutlu Güney

Işık: AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu

9 Kasım 2017 Perşembe

Bir İsyancının Savunması

Bir İsyancının Savunması

Perdeler kapalı, oyunun başlamasını bekliyoruz. Son yıllarda çoğu oyun perde açmadan perde demektedir, gözümüz biraz ona alışmış, perde olunca arkasında ki sahne düzeni bize ilk anda ne diyeceğini merak içinde bekliyoruz, çünkü dekor bir oyunun dinamik oynanıp oynanmayacağını fısıldar, elbette bu fısıltı size ilk önyargı oluşmasına sebep olur… Her olaya bakışımız bir anlamda önyargıların bir bütünü ve önyargılarımızın parçalanması değil midir? Tiyatro bize önyargılarımız ile yüzleşmemizi en hızlı şekilde gösteren bir sanat dalıdır. Oyun başlar ve biter ve sonuçta elimizde; eğer almışsak dersimizi, yıkılmış bir önyargı ve yılların birikimi olan kalıplarımızın çöküntüsü kalır. Tiyatro bize sahneyi ayna olarak tutar, üç duvarın derinliği içinde canlı yaşanan, dinamik, seyircisi yani biz ile iletişim kuran bir sahne sanatıdır. İletişim karşılıklıdır, seyircinin oyuna ilgisi sahnede yaşanan ve önceden replikleri belli olan oyunun dinamik, heyecanlı, seyirciye doğrudan verilen mesajlar ve uyarıcıların da gücünü belirler. Aynı replikleri cansız seyircinin önünde okumak ile aynı replikleri oyunu ilgi ile izleyen ve oyun ile bağ kurmuş seyirci önünde söylemleri, mimikleri farklıdır. Tiyatro her oyunda yaşayan iletişimdir…

Ankara Birlik Tiyatrosu zamanın ruhuna uygun ve yaşadığımız döneme uygun mesajı içinde barındıran bir oyun seçmiş. Emmanuel Robles’in yazdığı ve ülkemiz sahnelerine Gül Göker yönetiminde Kaya Öztaş çevirisi ile hayat verilmiş. Oyunun konusu herhangi bir ülke topraklarında da geçebilirdi, fakat olay nerede geçtiği, zamanı ve olayın kimler etrafında döndüğü açık ve çıplak olarak seyirciye verilmektedir.

İkinci dünya savaşı sonrası, Hollanda Endonezya’yı işgal ettiği günler. Hollanda işgal ettiği ülkede kendi ulusal sermayesi için acımazsızca sömürü düzen kurmuştur. Yerli halka hiçbir hak vermezken, onların direnişini acımasızca bastırmayı kendisinde hak olarak görmektedir. Mahkemeler emperyalist Hollanda çıkarları için Hollanda yasasını Hollandalılar için ayrı, yerli halk için ayrı olarak uygulamaktadır.

Petrol ve kauçuk için işgal ettikleri topraklarda çiftlik sahipleri ve sermaye sahiplerin çıkarları ve onların siyasi iradelerine uygun olarak mahkemeler karar verirken karar vericiler üzerinde siyasi bir baskı söz konusudur.

Hollanda işgalcileri devletin işleyişini sömürge kültürüne uygun olarak sadece kendi pencerelerinden bakmakta ve çıkarlarına uygun olmayanları radikal ve en baskıcı şekilde yok etmektedir. Savunma hakkı sözdedir, polisin sorgusu esas gibi gösterilirken aslında esas olan çıkarlardır. Siyasi davalar aslında gözdağı için verilen kararlar ile halka sunulmaktadır. Medya sermayenin yanında ve olaylara onların gözü ile bakmaktadır. Medya aracılığı ile oluşturulan hava aslında mahkeme öncesi verilmiş karardır, geriye sadece uygulama kalmaktadır.

Direniş baskının olduğu yerde haktır, oluşmaması zaten imkansız gibidir. Her rejim kendi sonunu hazırlar. Ne kadar çok özgürlükleri kendileri için baskı kurma özgürlüğü gördükleri sürece, ona direnişte aynı derecede büyür. Her iktidar kendisine karşı girişilecek olan herhangi bir olayı bastırma adına baskıyı genişletir ve büyütür, aynı şekilde yer altında örgütlenmeye de olanak sunar. Çünkü radikal yapılar özgürlüklerin en az olduğu ortamlarda kendilerine yaşam alanı bulur ve büyür.

Hollandalı bir fabrika işçisi olan “Keller” Hollanda’dan gelmiş bir göçmendir. Hollanda’da doğmuş, orada işçi olmuş ve dürüst bir vatandaştır. Saftır ve saf olduğu için Hollanda’da çalıştığı elektrik ile ilgili bir fabrikada yaşanan bir hırsızlıktan dolayı suçlanmış ve göz altında ona zor ile kabul etmeleri telkin edilmiştir. O suçsuzdur ama olayın kapanması için polis bir suçlu bulmak zorundadır, o suçlu da işkence altında vereceği ifade ile bulunacaktır. İşkence Hollanda devleti içinde kendi vatandaşına layık gördüğü bir yargılama ve ifade alma yönteminden biridir. Suçlanan kişinin arkasında güçlü bir yoksa suç mutlaka onun üzerine kalır. Sorguda her şeyi kabul eden Keller, gerçek suçlunun bulunması ve olayın açığa kavuşması sonucunda aslında suçsuz olduğu gerçeği ile karşılaşır ve özür dilenmesi yerine unutması istenir. Eğer şikayetçi olursa resmi makamlara yanlış bilgi vermekten yani işkencede kabul ettiği gerçeği yüzüne vurulur ve devleti yanıltmaktan dava açılacağı gözdağı verilerek serbest kalır. Hem işkence ile kabul etmiş kabul ettiği içinde şimdi dava açamaz… devletin bu yüzünü gördüğü için ülkesinden binlerce kilometre ötesinde ki ülkeye gelmiş ve orada da bir fabrikada işçi olarak girmiş, aynı şirketin lojistik işlerini yapan bir kolunda gemide çalışan Kitty ile tanışır ve evlenir. Kitty artık ev kadındır.

Hayat artık Keller ailesi için tek düzen almıştır. İşe gidip gelme ve hayattan uzakta ama hayatın içinde değişimler onların evinin duvarlarını da tırmalamaktadır. Yerli halkın haklı direnişi ve Hindistan’da Gandi’nin pasif direnişi Kelleri yerli halkın direnişini haklı görmeye kadar iteklemiştir. Eşinden habersiz olarak sokakta yaşanan direniş ve ona uygulanan vahşilik karşısında tarafını seçmektedir. Ölümün karşısındadır. Halkın zarar görmesi onun vicdanını kanatmaktadır ve yapanları eleştirmektedir. İçten içe Hollanda işgaline karşı emekçi dayanışması içindedir. Aynı fabrikada çalıştığı ve direnişin önderlerinden olan Kajin ile arkadaş olmuştur.

Evdeki tek düzen ve kendisini tekrarlayan günler Kitty’i çalışma yaşamına davet eder, o artık sıkılmıştır, o da üretime katılmak ister. Eşinin kendisine olan ilgisizliği gün geçtikçe artmaktadır. Evlilik öncesi çalıştığı şirkete iş başvuru yapmış ve kabul edilmiştir. Ayrılık kaçınılmazdır.

Kaçınılmaz olan değişim kapılarını çalmaktadır. Ve Keller direniş hareketinin bir eylemine katılma kararı alır ve ilk eylemi çalıştığı fabrikaya bomba koymak ve o sırada yapılmakta olan bir davanın sonucuna etki yapması muhtemel bir siyasi eylemin parçası olur. Parçalanmakta olan ailesi ve geleneksel ve yaşam tercihinin dışında ölümü yücelten bir eylemin gönüllüsü olması…

Oyun bundan sonrası seyircinin algısı ve düşünce yapısına seslenir.

Fabrikaya gidip bombayı koymuştur. Bomba yemek sepetinin içinde fabrikaya rahat sokulmuştur, çünkü beyaz işçiler yerli işçiler gibi üstlerini aratmak istemez. Çünkü onlar kendi çıkarları ve ülkelerine hiçbir şekilde karşı eylem yapacakları düşünülmez. Zaten beyaz işçiler yerli işçilerden daha iyi maaş almakta ve daha diğerlerine göre daha hafif işlerde çalışmaktadır. Bu durumda beyaz bir işçinin fabrikaya ve işadamlarına karşı suikast yapması düşünülecek şey değildir! Beyaz işçi olan keller bu avantajını kullanarak üstü aranmadan bombayı fabrikaya sokmuş ve istenilen yere bırakmıştır. Fakat çalışırken bombayı bıraktığı alana iki yerli temizlik işçisinin gittiği görünce koyduğu bombayı yerinden alır ve bomba düzeneğini bozar. Bu arada fabrikada ki ustası tarafından yakalanır.

Bu olay kısa zamanda duyulur ve hakkında karar mekanizması hızla çalıştırılır ve anında linç ile yüz yüze gelir arkadaşları onu linç etmiştir ama yaralı olarak polis o kargaşadan alır ve polis merkezine götürür… 

Polis merkezi; Hollanda kraliçesi ve Hollanda bayrağı olan hakim ve polis müdürünün masaları yan yana olan bir odadır. Sorgu orada eldeki veriler ile yapılmaktadır. Hakim Hazzelhoff görmüş geçirmiş tecrübelidir. Sakin ve olaylara dışarıdan bakacak kadar mesleğine hakimdir. Polis şefi Shultz ise karşındaki güze göre sesini yükselten ya da azaltan mesleğine bağlı ve korumakla olduğu çıkarlara uygun davranabilecek biridir.

Sorgu işkencede alınan bilgilerin seyirci önünde sağlamasıdır. Keller olayı kabul etmiştir. Ve kendi penceresinden olaya bakmaktadır…

Yönetmen Gül Göker olayın örgüsünü seyircinin önünde örerken seyircinin kulağına sorular fısıldamaktadır. Kim haklıdır?  Amaca hizmet eden her eylem haklı mıdır? Kim nereden bakıyorsa haklılık kavramı ortaya çıkmaktadır. Devlet kimin suçlu olduğunu temsil ettiği çıkarlara göre karar vermiştir, peki halk suç kavramını nasıl tanımlamaktadır? Halk adına hareket edenler? Bombayı koymuş ama patlamadan yerinden almış bir beyaz işçi… Halkın üzerine bomba atmış ama patlamayan bombalar yüzünden idam edilen bir yerli direnişçi… Ölen yerli ve emekçi insanlar…

Olayın öyküsünü yazarken oyuncuların sahnede ki performansını da gözlemledim. Hazzelhoff rolünde Ender Yiğit, sakin ve sahneye hakim ses tonu ve mimikleri ile usta oyunculuğunu bir kere da seyirciye göstermektedir. Shultz rolü Özgürefe Özyeşilpınar ses tonlaması ile hareketlerinin zamanında ve ustaya yakışır şekilde kontrollü şekilde vurgulaması ile Ender Yiğit’in ustalığının gölgesinde kalmadan kendisini göstermektedir. Kitty rolü ile Bilge Can Göker kendisine verilen rolü benimsemiş ve ustalığını sahnenin her yerini kullanırken en doğal şeyi yapıyor gibidir. Ses tonlaması ve hareketleri ile usta oyuncuların oyununa büyük destek vermektedir. Onun sesinde ki tonlama Keller rolünde ki Serkan Çetinkaya’nın oyunculuğunu öne çıkarmaktadır. Van Rook rolü Alinur Uğurpakkan ve bekçi rolü Hakkı Şahin oyunun bir kara mizah olduğu vurgusunun altını çizmektedir. Her ikisi de başarılıdır. Oyun da Sederia rolü ile Dilek Denizdelen direnişçi, inançlı ve halkının acısını kendi sesinde ve yüzünde biçimlendiren bir direnişçi ile Kajin rolü ile Murat Değirmenci’nin vurgusunu yani lider kavramını ve kafalarda soruların oluşmasına neden olan sözlere hayat verir. Her iki direnişçi acımasızdır ve atılan bombalar ile öldürülen halkının acısı ve öfkesinin sesidir. Bizi oyunun temel sorusuna yönlendirdiler, her eylem meşru mudur? İşçiler ölmesin diyerek kendisini yakalatma riskini göze alıp bombayı etkisiz kılan Keller, yerli isyancıların gözünde haindir. Keller aynı zamanda Hollandalılar gözünde de haindir. Keller’i Hollandalılar gözünde hain gösteren ise politikacı Van Oster rolünde Rıdvan Uludaşdemir’in başarılı oyunudur. Kısa bir sahnededir ve oyuna aynı soruya öteki pencereden bakmamıza sebep olan soruyu yöneltir. Keller cezalandırılmalıdır, başka Hollandalı onun gibi direnişçilere sempati duymasın, bırakın üye olmayı… Kajin’in aynada ki yansımasıdır…

Oyun metini çelişkiler iç içe geçmiş ve seyircinin kafasında değerleri ile yüzleşmesine olanak sunar… Oyun bitmiştir, yaşadığımız çağın olaylar ve olaylara yaklaşımız olaya nereden baktığımıza bağlı olarak değişmektedir. Tek dorunun ve tek cevabın olmadığı zamanlarda bizlerin tutumu nerede durmaktadır?

Oyunu rahatlatan ise dekordur. Zamanın ruhunu taşırken oyuncuların sahne içinde rahat davranmalarına olanak sunmaktadır. Her sahne değişimi ışığın kararması ve o karanlık zamanda gelmekte olan sahnenin metnine uygun düzenlenmesi iyi düşünülmüş, zamanın sesi saatin yelkovanını hareket ettiren mekanik sesin olması ve zamanında çalan telefon sesi, ses kumandasında ki emekçinin dikkati oyunu daha akıcı kılmış, oyuncuların ustalıklarını öne çıkarmıştır. Teknik alt yapının özenli olması oyunu bir şölene ulaştırmıştır.

Fırsatı olanların bu oyunu izlerlerken sahne arkasında oyuna hayat verenleri de görmelerini umarım, oyunu oyun yapan sahnede ki ışıktır, ışığa hareket veren sestir. Sese ritim veren ise müziktir. Benim izlediğim oyun Kadıköy’deki Barış Manço Kültür Merkezi salonundaki oyundu ve gördüğüm, hissettiği ve yaşadığım kadarı ile başarılı ve ince ince işlenmiş bir oyundu… Her biri kendisine verilen rolü oyunun ruhuna uygun şekilde yerine getirmiş ve başarılı bir sahne uyarlaması ile karşılaştım…  

Emeği geçenlere teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan




Ankara Birlik Tiyatrosu
Bir İsyancının Savunması
Yazan : Emmanuel Robles
Çeviren : Kaya Öztaş
Yöneten : Gül Göker
Dekor Tasarım : Özhan Özdil
Işık Tasarım : Yüksel Aymaz
Müzik : Cafer Ozan Türkyılmaz
Teknik : Nisan Gül Göker
Oyuncular:
Ender Yiğit, Özgürefe Özyeşilpınar, Bilge Can Göker, Alinur Uğurpakkan, Serkan Çetinkaya, Hakkı Şahin, Murat Değirmenci, Dilek Denizdelen, Rıdvan Uludaşdemir


6 Kasım 2017 Pazartesi

Ortak rüya görmek kadar kötü bir şey yoktur...

Ortak rüya görmek kadar kötü bir şey yoktur...

Her insan farklıdır ve yaşama farklı pencereden bakar, o yüzden standartlaşma her insanı belirli kalıp içinde yaşama ve düşünmeye zorlamak anlamına gelir. İnsan doğası gereği parmak izi kadar farklıdır, onları bir birine benzer kılan şey dna yapısından kaynaklanır. İnsanları birbirine benzermiş gibi gösteren şey ise ortak kültürdür, her kültürün kendisine özgü davranış biçimleri vardır ve bu eğitim ile sağlanır. Doğduğu coğrafya, yaşadığı ortam insanın dış biçiminde değişimlere yol açarken düşünce yapısında da değişimler hatta kalıplar oluşturur, o yüzden bazı coğrafyada yaşayanların düşünce yöntemi, diğer coğrafyada yaşayanların düşünce sistematiği açsından farklılıklar gösterir, çünkü düşünceyi belirleyen içinde bulunduğu kültürün konuştuğu dildir. Dile hakim olanların düşünce sistematiği ister istemez insanı biçimlendirmekte ve ona göre davranış kalıpları oluşmasına sebep olmaktadır. Fakat bu benzerlikler her ne kadar farkında olmasak da zor ile bireyin üzerinde gerçekleşmektedir. Zor çoğu zaman acı vermeden gerçekleşir.

AKM (Atatürk Kültür Merkezi –Taksim) yıkılacak…

Zaten fiili olarak yıkıldı, şimdi yasal olarak yıkılacak ve yerine yeni bir bina inşaat yapacaklar, işlevi ne olacağını şimdiden söylemek zor... Belki ilahilerin okunduğu bir yer, belki opera... Ama belki de hiç biri, birilerin konaklayacağı pahalı mekan! Peki, AKM'ye normalde kimler sahip çıkması gerekliydi? Oradan ekmeğini yiyenler öncelikli olmalıydı, ekmeğini oradan kazananlar neden hep sessiz kaldı, ses çıkarıyor gibi yapıp sessizce maaşlarını almaya devam ettiler?

Birileri ekmeğini başkalarının emeği ve mücadelesi üzerinden kazanmaya ve yemeye alışmış...

Bakın binlerce KHK mağduru var, onlar pusuda yatmış mücadele edenlerin mücadelesinin sonucunu bekler... Kazanırlarsa teşekkür bile etmeden maaşlarını almaya devam edecekler, olmaza kader diyecekler, belki de tanrı bizi açlık ile sınıyor diyecekler...

AKM yıkılacak...

KHK mağdurları ölüm ile yüz yüze kalmış insanların durumunu göz ucu ile takip ediyor... Her gün dayak yiyen, gaz altında kalan, plastik mermi ile çürümemiş yeri kalmayanların inatçı kavgasını okumuyor/görmüyor bile... Başka şehirlerde randevu usulü buluşmalar ve görev savma etkinlikleri...

Her birey kendi vicdanını bir şekilde temizliyor ki hayat güzel ve olması gibi akmaya devam ediyor...

Sonuç AKM yıkılacak, bir iki sanat sevdalısı üzülecek, bir iki basın açıklaması... Ekmek yiyenler ekmeklerini yemeye devam edecek, diğerleri belki de Londra’da sahneleyen bilmem ne operasını izlediğini arkadaşına anlatacak!

Yaşadığımız zamana bir ad taktım sonunda! "para eden her şeyi yağmala kültürü/zamanı içinde yaşıyoruz..."

Var olan tüm değerler, birikimler hepsi hapsi yağmalanıyor ve yağmaya karşı direnen birkaç insanın mücadelesinin sonucunda ne olacağını bekleyen binler…

Suç devletin uydurduğu bir kavramdır. Yasaya koyarsa suç vardır, koymazsa suç yoktur...

Kitaplara bakıyorum, yaşanmışlıkların nasıl metaya dönüştürüldüğünü görüyorum...

En nefret etiğim şey iktidar ve gücü olanın yanında olup onun gücünden kendisine hak çıkaranlardır... Hangi dönem olursa olsun güçlü diye onu haklı görenleri asla affetmem ve onların bu davranışını yaşama saplanan hançer olarak görmeye devam ederim...

Türkler için ak ile kara var, arası yok... Ya yarimsin ya da kara toprak...

Bir adamı/kadını savunurken onu öyle abartıyorlar ki öyle abartıyorlar ki yahu diyorsun bulunmaz Hint kumaşı ama adamı ya tanıyorsan, diyorsun ki yahu bu kadarı da olmaz, yağcılığın sınırı var, ama durmuyorlar başlamışlar fireni boşalmış kamyon gibi bayırdan aşağıya gidiyorlar. Her iki tarafta aynı mantıkta biri kara diyor öteki ak, sonuçta bir duvara toslayacak bu kamyon ama kimse akıllanmayacak... Bir insanı göklere de yerin dibine de indirmeyin bırakın somut veriler ile somut tahlil edin ayağı yere bir bassın!

Son günlerde yaşanan operasyonlar tutuklanmalar mantık ile alakası yok, tamamı ile siyasi... Hukuk sadece rafta duran bir kağıt bütünlüğü... Şimdi bu ak adam kara adam yarışı bizi bir yere götürmeyecek... Çıkmak gerekli bu garip girdaptan... Çıkmamız o kadar girdap var ki, girdap içinde girdap yaşıyoruz, birinden çıktık diyoruz ötekinin girdabında başka yere savrulmuşuz…

AKM yıkılacak, yerine yeni bir bina yapacaklar, park yapmayacakları kesin, çünkü var olan zihniyet park yerine bina yapıp üzerini yeşile boyama merakı içinde… Düşünceler yağmalanıyor, insanları bir kalıba sokup benim gibi düşün ve benim hatalarımı görme diyor… Benim gördüğüm rüyayı gör diye zor ile baskı kuruyorlar ama zorun kimse farkında değil. Eğitim müfredatı yine değişti. Sınavlara verilen isimler değişti ama sınav hep var olmaya devam ediyor…


İsmail Cem Özkan 

1 Kasım 2017 Çarşamba

Benerci kendini niçin öldürdü?

Benerci kendini niçin öldürdü?

Nazım Hikmet’in başyapıtlarından birini sahnede alın terine bulanarak yeniden yorumlanmasını izlemek bana büyük bir keyif verdi, çünkü geçtiğimiz bu karanlık çağın içinde “Tarihin sonu inanılmayacak kadar güzel olacaktır.” diyen bir ses bir kere daha anımsatıyor, bugün direnenlerin haklı mücadelesini ve kazanacaklarını.

Ölüm verilen kavgada en son istenilendir, çünkü bizler yaşam, doğa ve sevgimiz için kavga ediyoruz. Bu düzenin tüm olumsuzluklarını tersine döndürecek bir düzen kurma kavgasıdır. Bizler yaşamı savunurken nasıl olur ölümü kutsarız. Son yıllarda sol anlayış içinde ölümü kutsayan ve ölüm üzerinden politika yapanlar ve onlar ile kendi varlıklarını tanımlamaya başladılar, fakat sol ölüme karşı duruşu sembolize eder. Nazım Hikmet şiirini bitirirken özelikle bu duruma dikkat çeker.

«Kavgada
              kendi kendini öldüren
                             anetli bir
                              cenazedir
                               benim için:
                       Ölüsüne
                                 ellerimiz
                                       dokunamaz.
                       Arkasından
                                    matem marşı
                                          okunamaz.»


Sen artık
         bu kitapta:
noktaları
         virgülleri
              satırları taşımıyorsun.
Sen artık
         bu kitapta
koşmuyor
         bağırmıyor
                   alnını kaşımıyorsun.
Sen artık
         bu kitapta
                   yaşamıyorsun.

Ve Benerci sen
         bu kitapta:
kendi kendini öldürmene rağmen
benim ellerim senin
                      kanlı delik
                             şakağına dokunacaktır.
Cenazende
         dosta düşmana karşı
                        matem marşı
                                   okunacaktır:

Nazım Hikmet bu sonu yazarken tesadüfen bu sonu düşünmemiştir, onun düşündüğü gelecek hepimizin düşündüğüdür…

Sahneye dönersek eğer bir tiyatro eleştirisi olarak önünüzde duran yazı amacına ulaşır.

Eskişehir Sanat Tiyatrosu ikinci sezonunda İstanbul’da “Benerci kendini niçin öldürdü?”  oyunu ile sahnelere ve İstanbul izleyicisine merhaba dedi. Nazım Hikmet’in bu şiirini uyarlayan ve yöneten Erkal Ulut, sahnede şiire hayat veren Latif Tiftikçi ve diğer emekçilerin alın teri sahne toza değerken yeniden yaratılan ve her sahnelendiğinde yeniden yaratılacak bir şiiri bugüne taşımış ve geleceğe sesini bırakmıştır. Işık ve efekt yönetimi Dilara Acer yapmış. Oyuna büyük katkısı var, hem pratik hem de oyuncunun tonlamasına, vurgusuna daktilo sesi ve hafiften derinden ve olayın akışına uygun gelen müzik seçimi ile oyun sahnede monoton olmaktan kurtarılmış ve yaşanır kılmış. Dekor üç ahşap v şeklinde açılan merdivenin sahne içinde olayın akışına göre biçim alması güzel bir düşünce hem de sahnenin iyi kullanılması açısından pratik bir iş olarak karşımızda durmaktadır. Ahşap merdiven gerek olduğunda duvar, gerek olduğunda bir sandalye, gerek olduğunda pencereye dönüşmektedir. Oyuncuya hareket alanı sağlayan dekor, oyuna dinamizm katmış…

Sonuç olarak oyun büyük emeğin ürünü olarak hem yazarına hem de seyircisine saygısını elinden bırakmadan dinamik ve sıkılmadan izleyeceğiniz, izlerken solun ve devrimcilerin hangi olaylar karşısında nasıl bir tepki verdiğini hissetmekteyiz.  Hislerin yerini akılın aldığı, sabırlı ve ömrünü devrime adamış bir devrimcinin direnişine şahitlik ederken devrimcilerin sınırı olmadığını dünyanın öteki ucunda yaşanan bir olayı İstanbul’da bir şairin masasında yankı bulduğuna şahitlik etmekteyiz…

Fırsatı olanların gidip görebileceği bir oyun, alkışı bol olsun…

İsmail Cem Özkan

Benerci kendini niçin öldürdü?
Yazan: Nazım Hikmet
Uyarlayan ve yöneten: Erkal Ulut
Oynayan: Latif Tiftikçi
Işık ve efekt yönetimi Dilara Acer

Dekor: EST