Galata Gazete


30 Kasım 2014 Pazar

Kelimelerin arasında tatmin oluyorlardı!

Kelimelerin arasında tatmin oluyorlardı!

Bugün yolum kitabevinin önünden geçti, içeri girip sol adına çıkan dergilere bakayım dedim. Dergiler bölümünde her bir dergiye bir dakika ayırsam bir saatten fazla zamanımın orada kaybolacağını hesapladım ve sadece birçoğunun isimlerine bakıp ayrıldım. Demek ki bu ülkede sol adına yüze yakın dergide bir şeyler söyleniyor... Soruyorum şimdi kendi kendime bu dergilerde yazılan kelimelerin kaçı bana ulaşıyor? Sanırım önemli bir bölümünden orada haberdar olduğuma göre, çoğu denizde oluşan dalganın etkisi kadar!
“Birileri kendini dergilerin sayfalarında kendilerini tatmin ediyor” diye içimden geçirdim ama Marks 11. tezinde ne diyordu; “oysa sorun onu değiştirmektir.” diye söylemiyor muydu?
Ne oldu da sol dergi kapaklarının altında kendisini tatmin eder konuma geldi ya da başka söylem ile eylem yapamayan sol, ulusal mücadele arkasına takılmış, onların kazanımlarından doyuma ulaşır konuma geldi?
Sol, sınıf mücadelesi yerine ırk, halk, din, mezhep … mücadelesi yapanların kazanımlarının kendi kazançları görür hale geldi?
Dayanışma yapmak ile mücadele etmeyi bir birine karıştıran, mücadele yerine ‘birilerinin yararına’ diye susup ‘sessizce’ beklemek, onlardan ayrılma olasılığı olan kitle ile bağ kurmak için sipere yatmış bir asker gibi beklemek, sol mu oluyor?
Bu ülkede sol, sol olabilseydi, sol adına bir şey yapacak konumda olabilseydi ulusal mücadelenin içine düştüğü girdap bu şekilde olmazdı. Ne de Kobenê'de ISİD bu kadar rahat saldırı yapabilecek konumda olamazdı, çünkü ISİD’i yaratan kurumlar yaratmaktan/ desteklemekten  önce birkaç defa daha düşünmek zorunda kalırdı. 
Sol, dayanışma ile mücadeleyi bir birine karıştırmamış olsaydı ve görevini yapıp ayakta durabiliyor olsaydı yaşadığımız sorunları daha farklı şekillerde yaşıyor olabilirdik.
Bugün AKP, iktidarın tek değişmez gücü olarak görünüyorsa, karşısında gerçek anlamda solun olmadığındandır. (var olan CHP vb gibi sol adına işlevi olduğunu söyleyenler sadece AKP iktidarının ömrünü uzatmak ve onun tıkandığı noktalarda ona destek ve yol açıcı olma özelliğini göstermektedir. AKP ne zaman bir çıkmaz yola girse onun yedek değneği olarak kendisine Marksist diyen soldan, MHP ve BBP gibi sağın en uç noktasına kadar kesim iktidarın yedek değneği olması tesadüfi değildir.) 
Ulusal mücadelenin sınırı ve gücü bellidir, o sınırı ve gücü ile zaten konumunu ortaya koymuştur, ama sol ne gücü ortada, ne de yapabilecekleri... çünkü sol ortada yok, olduğunu söyleyenler ise dergi ve gazete sayfalarında kendilerini tatmin etmekteler.
Dergi ya da gazete sayfasından "bu gidişatı durduracağız" diye bağırmak hayatta örtüşmeyen bir çığlık olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
Marks önemli olan “değiştirmektir” der, sol kendisini değiştirememiş hatta yaşadığı travmanın etkisi ile kendisinin yaratmış olduğu geçmiş mücadelenin anıları ile ayakta tutmaya çalışmaktadır. 
Bugün satılan dergilere baktım, kaç kişi geçmişinin değerlerini küçük çaplı da olsa ranta dönüştürüyor diye... Geçmişe övgü, geçmişin kahramanlıklarından destan yazmak satışa etkisi oluyorsa, yazılır! çünkü önemli olan derginin masrafını çıkarmak, gerisi ... bırakalım gerisini isterseniz...
Bütün bunların dışında bir de projeci sol / solcu vardır! Onlar için her şey mubahtır... Para için yapmayacakları şarlatanlık yoktur. Bir gün AKP'den ya da onların iktidar olduğu belediyelerden proje alırlar, o taraflı olurlar.  Bir gün İstanbul Kültür Başkenti projesinden para alırlar o tarafa yönelirler. Bir an ulusal mücadele yapanlardan para alırlar o tarafa yapışırlar, başka gün bir hareket kurulur onun yayın organından itibar almak için yazar olurlar… yani her şey olurlar, yeter ki ün ve para olsun. Ünü olanın parası olur diyerek her yerde kendilerini göstermek isterler... Projeciler bu ülkenin sol damarı için çok tehlikelidir ama projecesiz de sol olmuyor günümüz koşullarında! Her sol katmanın içinde günlük dile vurmuştur artık proje! Şunu da bir projelendirelim arkadaşlar sesi kulağıma dokunur ve geçer! 
Bugün kitabevine gittim, sol adına çıkan bir çok yayını orada gördüm. Sol kendisini var eden sınıfın yanı olan sokak/ işyeri yerine kelimelerin arasında tatmin olmuş şekilde durduklarını fark ettim!

İsmail Cem Özkan  

20 Kasım 2014 Perşembe

Mukaddes Gezmiş hep oğlu ile yaşayacak!

Mukaddes Gezmiş hep oğlu ile yaşayacak!

Bir oğul var, içeride.
İdama mahkum edilmiş ama meclis henüz onaylamamış.
Bir umut…
Meclis koridorlarında, özel bürolarda görüşmeler, pek umutlu sonuç yok ama umut her daim vardır, çözüm olmalıdır. Çünkü verilen karar hukuki değil siyasidir ve siyasi ihtiyaçlara uygun şekilde mahkemeler karar vermiştir. İşi kısaca siyasilere havale etmiştir, çözüm yeri meclistir.
Gözleri kan bürümüşler ellerini evet diyerek havaya kaldırıyor.
Meclis onayladı.
Mecliste olmayıp gizli evet diyenler oturuma katılmadı.
Bir avuç insan hayır dedi. Ülkenin onurunu bu bir avuç insan kurtarmaya çalıştı ama kurtaramadı, çünkü çoğunluk onursuzca evet diyerek el kaldırmıştı.
İdam günü henüz belli değil, sokağa çıkma yasağı sürüyor.
Sabah, ayaz, henüz gün doğdum demeden bir avukatın kapısı çalar, avukat bilir son yolculuğa şahitlik edecektir.
Karanlık sokakların sessizliğini bir jeep motoru bozar.
Cezaevi kapısı gıcırtıya açılır, bir telaş vardır.
Görevini yapanlar, emir alanlar, görev belleyenler oradadır.
Kapılar açılır, kapanır.
Ses avluda kurulmuş darağacının ağaçlarına vurur.
Üç genç, üç yiğit, yaşlarından büyük olgunlukla sergiledikleri savunma ve halk sevgisi.
Aile sevgisi, ülke sevgisi bütün sevgiler ağaca asılacaktır.
Bir bildiri boyunlarından aşağıya asılacaktır.
Dışarıda, evde ölüm haberini bekleyenler...
O bekleyenler arasında ananeler, babalar ve kardeşler vardır.
Ölüm kaçınılmazdır ama umut sonsuzdur, bir gün daha nefes alması demek sevenlerin rahat nefes alması demektir.
Üç delikanlı, üç devrimci hayattayken işkence gördüler, ölüme giderken son nefesleri de işkence altında olduğunu yıllar sonra öğreniyoruz.
Daha çok işkence çeksinler, acı çeksinler diye ipte sallandırıyorlar.
Kolay ölüm yok diyorlar, o kadar öç alma ve nefret duygusu biriktirmişler ki, acıyı uzatıyorlar.
Aynı acı evde ailenin her ferdi de yaşıyor.
Son nefes verildiğinde bir göz damlası nefes gibi süzülüyor...
Deniz Gezmiş için ve onun yoldaşları için nefes gözyaşına dönüşüyor...
O dönüştürenlerden biri olan Mukaddes Gezmiş (20 Kasım 2014) aramızdan ayrılmış...
Oğlu ile buluşacak…
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun bir neferi, önderi, yoldaşı Deniz Gezmiş bir 6 Mayıs sabahı aramızdan ayrıldı, ona ilk nefesinde şahitlik eden, son nefesini kendi nefesine katan annesi 20 Kasım günü oğlu ile buluştu...
Güle güle gözyaşını nefese dönüştüren yiğit devrimcinin anası...


İsmail Cem Özkan

16 Kasım 2014 Pazar

Tiyatrolar özelleştirilirken…

Tiyatrolar özelleştirilirken…

Bir kamusal alan özelleştirildiğinde o alan tamamı ile ticari olur ve iş yerlerinde olan verimlilik yasası kar üzerine ve artı değer üzerine kurulur. Devlet eli ile yapılan işlerde önemli olan kar değil, kalitedir. Kaliteli ve düzenli bir hizmet bir süre sonra kalitesini düşüp, yardımcı başka hizmetlere ihtiyaç duyulur hale getirilirse, o alanın devleti küçültme bahanesi ile özelleştirilip ve bu suret ile devletin o alandan elini yok ederek, hizmette kaliteden önce kar olması sağlanır. Kar hizmeti her zaman iyileştirmez, kar amaçlı görüntüsel birkaç değişim hizmetin daha kaliteli olmasını değil, reklam ve ışıltılar altında göz aldanmasından başka bir şey ifade etmez.
Kar temek olan yerde kaliteli ve düzenli hizmet satın almak ancak hizmeti alanın ekonomik durumu ile ilgilidir. Örneğin bir ilaç sanayisi yöneticisi açıkça parası olan ülkelere göre ilaç üretiyoruz, parası olmayanlara daha düşük maliyetli ve etkisi az olan ama aynı ismi taşıyan ilaçları üretip pazarlıyoruz diyebilmektedir. Kısaca parası olana göre hizmet, parası olmayanın o hizmetten yararlanabilmesi için ya borçlanması ya da durumuna razı olup sessizce kabullenmesi ya da isyan etmesi gerekmektedir. Ki isyan bugün ki koşullar altında terör, anarşi olarak sunularak korku aracı olarak kullanılmakta ve isyan etme hakkı olanların isyanı korku ile bastırılmakta ve hukuk düzenlemeleri ile bu hakları ellerinden alınmaktadır.  
Bir biri arkasında devlet tiyatroları ile ilgili haberler gelmeye devam ediyor, kapanacak kara bulutu devlet tiyatroları ve o tiyatrolardan hizmet alanların üzerinde durmaktadır.  Bu kara bulut dağılacağına gün geçtikçe yoğunlaşmakta ve çağdaş tiyatronun ve klasik tiyatronun (yüksek bütçeli ve oyuncu sayısı yüksek olan) sahnelerden uzaklaşması, daha düşük bütçeli ve kar amaçlı oyunların sahnelerde yer alması anlamına gelmektedir. İki kişilik oyunlar, dekor masrafı olmayan, binaların bodrum katlarında ya da çatı katlarında oda tiyatrosu konumuna dönüşen yerlerde oyunların sahnelenmesi o ülkede tiyatronun yaşıyor anlamına gelmez, çünkü müşterinin beğenisine göre (satışa uygun) oyunlar sahneye konarak tiyatronun geçmişi ile onu izlemeye muhtaç olan kitlenin bağını koparmaktır.
Devlet tiyatroları ülkemizin kültürüne katkısı sorgulanamaz, bugün oyuncu konusunda belirli bir kalitede yetişmiş eleman varsa bunun en önemli nedeni devlet tiyatrosunun olmasıdır. Bugün üniversitelerimizde tiyatro bölümlerinin olma sebebidir aynı zamanda. Devlet tiyatroları çölde bir vaha işlevi görmekteydi, vahanın suyunu ortadan kaldırırsanız çöl olması kaçınılmazdır.
Devlet tiyatroları sahneleri tek tek satılıyormuş... Tek tek derken alıştırılıp, “hadi bizde sahne yok, sahnesiz devlet tiyatrosu olmaz” denilerek tüm perdeler bir daha açılmamak üzere kapanabilmesi anlamına gelebilir...
Yaşanan bugünkü kara bulutların temelinde devlet tiyatrosunda çalışanların basiretsiz, sadece kendi ceplerini ve çocuklarını düşünmenin getirmiş olduğu bencil davranışlar olabilir.
Bu kötü gidişte tiyatroya gitmeden maaşını banka hesabında gören ama dizilerde boy göstermekten çekinmeyen oyuncularında emeği olduğunu göz ardı edemeyiz... Ama her ne kadar suçu çalışanlarda ararsanız arayın temel suçlu ne oyuncu ne de çalışandır, çünkü onlara o olanağı veren siyasi irade ve tercihtir.
Siyasi irade gözden çıkarmasaydı tiyatroları, o asalak, bencil olanlara öyle bir ayar verirdi ki, ne dizilerde boy gösterebilir, ne de beyaz perdelerde...
Siyasi irade tercihini kapatma tarafında kullandığı için devlet tiyatroları laçkalaştırıldı, birer adam kayırmaca, emekliliği garantili kurum haline getirildi...
Tiyatrocu arkadaş, devlet tiyatrosu, balesi, operası kapanıyorsa bu laçkalaşmaya ses çıkarmadığın için suçun büyüğü sende!
Örgütlenerek meslektaşına; “kardeşim ne oluyoruz, emeğini koy, ekmeğini hak et” denmedi!
Arkadaş, dost sohbetlerinde tiyatro yönetiminde ya da yönetmen konumunda olan tiyatrocu emekçisi birilerini pohpohladın, birilerine sahnede yer vermedin, bunun suçlusu sensin!
Evet, siyasi irade iradesini saklamadı ama sen onun iradesine körükle gittin...
Bugün, tiyatroma sahip çık diyorsun, elbette seyirci olarak ve hizmete aç biri olarak destek veriyoruz sizin çığlığınıza, fakat var olan sorunları çözmek için, sorununa sahip çıkmak için sen ne yapıyorsun?
Tiyatrolar bu siyasi iradenin tercihi olarak kapanacak gibi, çünkü çölde politika yapanlar, çöl ortamının olması için her türlü saldırıyı gerçekleştirecektir. Bütün kamusal alanları kar gözlüğünden bakıp verimli olmadıkları için kapatmaktalar ya da özelleştirmedeler. Fakat özelleştirme göreceli olarak refah kazandırmış gibi gösterse de gerçek anlamda parası olana parası kadar hizmet sunmaktan başka bir şey değildir.
Kamunun malı kamuda kalmalıdır, kamu hizmetleri kar amaçlı değil, düzenli, sistemli ve devamlı hizmetin kaliteli sunmak için yeninden örgütlenmeli ve yaşatılmalıdır. Laçka edilen, personel sayısı konusunda şişirilen kurumlar siyasi tercih olarak öyle olmuştur, siyasi tercihlerin yaratmış olduğu bu yük, özelleştirmeyi değil, yeninden yapılandırmayı ve yaşatmayı gerektirmektedir.
Sağlık, eğitim, güvenlik özelleştirildikçe fırsat eşitliği ortadan kalkmakta ve hizmet parası olanın parasına göre prensibine dayalı kar amaçlı hale gelir. Bu da yasalarda olmayan cinayetlerin yaygınlaşması demektir.
Bütün insanlar eşit doğar ama nefes aldığı andan itibaren eşitlik ortadan kalkıyorsa isyan etme hakkı ezilenlerin hakkıdır. O hak gezi direnişinde hayat bulmuştur ve meşrudur.
Özelleştirilmeler durdurulmalı, özelleştirilen kamu hizmetleri yeniden kamunun yani halkın olmalıdır.
Her kese eşit hizmet ancak kar amaçlı olmayan hizmettir.

İsmail Cem Özkan 


13 Kasım 2014 Perşembe

Toprağa beton döktük, toprak öldü!

Modern yaşam dediğimiz, şehirde yaşam olarak algılandı. Şehir ticaret ile doğdu, korku ile büyüdü, çünkü insan kazandığını kaybetme korkusu ile bir arada ve güvenli ortamlarda yaşamak istedi. Bir arada olmak hem daha rahat savunma hem de güvende olma hissini büyüttü, geliştirdi.
Başkalarının emeği üzerinden zengin olmak isteyenler gitti, başka şehirleri işgal etti, çünkü şehir zenginlik demekti, altın elmayı yemek anlamına geliyordu.
Şehir demek ticaret demektir, aynı zamanda yağmalanmak!
Şehirde yaşayanlar, biraz gözü para hırsı ile dolanlar doğayı yağmalamaya başladı önce, sonra en yakın arkadaşını yağmaladı, öldürdü, onun zenginliğine kendi zenginliğine kattı.
Düşman her zaman en uzağında ki değil, en yakınında ki oldu.
En yakınındakinden korunmak için yollar aradı insan!
Şehir, önce en yakınındakine göre biçimlendi.
Kapılara kilit takıldı, kasalar icat edildi.
Zenginlik hep bir yerde saklı tutuldu, yağmalanmaktan korktuğu için göstermekten çekindi!
Zaman geçti, devir değişti, zenginliğini göstermek bir itibar sayıldı, zenginliğini göstermek için her fırsat kullanıldı.
Gösterişli binalar içinde, gösterişli toplantılar ile zenginlik sergilendi.
Zengini yanında olmak da bir güç gösterisine dönüştü.
Zaman içinde zenginler ve zenginlere yakın bir çevre oluştu.
Büyüdü, büyüdü…
Sonra büyük şehirler işgal edildi, çünkü büyük şehirler daha çok yağmalanacak zenginlik demekti.
İstanbul işte bu zenginlik ve gösterişin kurban oldu.
Her fırsatta yağmalandı, her fırsata seferler düzenlendi.
En son fetih batıdan geldi.
Hem dini hem de geleneği değişti.
Ayasofya’dan saraya kadar gecekondular dizildi önce sonra küçük yangınlar ile ortadan kalktı.
Su içinde yer alan bostanlar zaman içinde görevini göremez oldu, bereketli toprakların üstü taş ile dolduruldu, sonra betona dönderildi.
Deprem oldu, taş altında kalmaktan korktular, taş binaların yerini ağaç ve ahşap binalar kapladı. Onu da yangın alıp götürdü.
Yangına karşı taş, depreme karşı ağaç.
Korkuyu yenemediler, korkuyu yaratan doğa gücünü unutmayı seçtiler.
Bütün şehir düşmandan kaçırılırcasına yağmalandı.
Bereketli toprakları üzerinde taşıyan yedi tepe bir biri arkasına beton ile kaplandı, yüksek tepe diye en güzel ibadethaneler oralara yaptılar. Uzakta da görülsün, zenginlik ve güç halk üstünde gölgesi dursun diye daha büyük, daha görkemlisi yapıldı.
Birer birer tepeler betona dönüştü.
İstanbul’da tepeler yok denecek kadar az kaldı…
İstanbul yedi tepeli şehir derlerdi şairler, şimdi tepeleri gören ve bilene aşk olsun!
İstanbul yedi tepeli şehir dışına yayıldı, yayıldı, nice tepeleri kapladı ve her yeri beton yaptı. Her tepenin üstü beton ile örtüldü, üst üste insanlar orada yaşamaya zorlandı.
Eskiden yeşil olan, bostan olan yerler, meyve yetişen bahçeler birer birer yok oldu, topraktan ağaç, ot yerine beton çıktı. Otun yerini beton aldı.
Isındı doğa, ısındı şehir, kayboldu önce kar, arkasından yağmur...
Şehir toz, gaz ve ses gürültüsü oldu. Kuşlar havai fişeklerin çarpması işe öldü, doğada yaşayan kirpiler, yılanlar, börtüler böcekler ilaçlar ile öldürüldü, çünkü insan hayvandan tiksindi, korktu.
İnsan hijyenik ortamda yaşamak istedi, çevresini homojenleştirdi. Önce doğayı beton ile kaplayarak homojenleştirdiğini düşündü, çamur artık yoktu, ayakkabılar çamur, toprak olmuyordu. Sevindi. Arkasından komşusunun dilini değiştirdi, kendi gibi konuşmayanı ya sürdü, ya da kapısına işaret koyarak korkuttu, korkmayanı da öldürdü...
Doğadan sonra çevresini homojenleştirmek istedi, beton üzerine kan döktü. Erk sahibi kimse o kendi dilini, dinini, yaşam bakışını doğru gördü ve diğerleri de kabul etmesini bekledi. Beklemekle kalmadı, okul açtı, okulda çocuklara öğretti, eğitti, kendi tarihini gerçek ve değişmeyen tarih diye anlattı.
Zaman döndü, tepeler beton oldu.. Bir iki tepede kalan yeşili de din adına ibadethane yapma bahanesi ile o kalan yeşil alanda betona dönüştürdü, ibadethaneyi yeşile, alt katını da süpermarkete dönüştürdü...
İstanbul’da tepe kalmadı ama onun yerini alan gökdelenler aldı. Şimdi dünyada en fazla gökdelen olan şehirler kategorisinde ilk beşe girdiğimiz için övünür olduk...
Doğa sessizce intikam alacağı günü bekliyor gibi...
Doğanın sessizliği korkunçtur...
Korkunç bir geleceği ya da anı üzerine beton dökenlere yaşatacaktır...
Doğa her zaman üzerinde yaşayanlardan daha güçlüdür...
Toprağın üstüne beton döktük, toprak öldü, ama doğa hala yaşıyor, ölüler bir gün ayaklanacak ve üzerimizi kaplayacaktır.

İsmail Cem Özkan


Darbeler ve sonuçları…

Darbeler ve sonuçları…

Ülkemiz 1952 yılında NATO’ya üye olduktan sonra yaşanan tüm darbelerde NATO’nun izini görmemiz mümkündür, çünkü bizim NATO üyeliğimiz ile Gladio "stay-behind” ülkemiz topraklarında örgütlenmesi iç içe olmuştur. Ülkemizde 60, 71 ve 82 darbesi ile NATO ve dolaysıyla Amerikan çıkarları yönünde düzenlemeler olmuştur. 60 darbesinden sonra gerçekleşen 12 Mart 1971 darbesi ülkemizin rotasını rayına oturma girişimi olarak gündeme gelmiştir.
NATO, 61 anayasasına giden yolda önemli dersler çıkarmış, ülkenin öznel koşullarına uygun mücadele yöntemleri geliştirmişti. Gladio 60 darbesi ile artık oturmuş, her türlü şartta mücadele edecek şekilde örgütlenmiş olarak kendisini ispatlamıştı.
71 darbesine giden yolda Gladio, darbe ve müdahale için ortam hazırlıklarına Vedat Demircioğlu öldürülmesi arkasından Kanlı Pazar gibi olaylar ile başlamış, koşullar oluşması için elinde ki her olanağı kullanmıştır. 15- 16 Haziran 1970 işçi sınıfının kendisini sınıf olarak ifade etmesi var olan korkuyu büyütmüş ve müdahale kaçınılmaz hale gelmiştir.
12 Mart günü “Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.” denilerek darbe gerçekleşmiştir.
12 Mart rejimi sol harekete karşı geniş çaplı bastırma eylemi olarak kendisini ifade etmektedir. 11 ilde sıkıyönetim ilan edilerek, hemen arkasından gençlik gruplarının, derneklerin ve sendikaların faaliyetleri yasaklanmıştır. Sol kanadı temsil eden gazeteler ve dergiler ya bir süre için yasaklanmış ya da tamamıyla kapatılmıştır. Sıkıyönetim bölgelerinde grev ve lokavtlar yasaklanmıştır. Böylece, ordu faaliyetlerini daha ziyade güvenlik sağlamada yoğunlaştırmıştır. Kısaca 12 Mart devrimcileri ve lider kadrosunu yok etme harekettir.
71 darbesi sonrası sol yapıların kısa sürede yok olacağı, çatışmalar sona ereceği, kayıtsız teslim olacağı farz edilirken; gençlik ve işçi sınıfı içinde yeniden örgütlenilmiş olması darbeyi destekleyenlerin beklentilerini boşa düşürmüş ve 1 Mayıs katliamı ile yeni darbenin haberi verilmiş olunuyordu.
Gladio yeni bir dönemde de kaos yaratma görevini üstüne almıştı ve 12 Eylül’e giden süreç için toplumsal katliamlar, aydınlara karşı girişilen korku dalgası ve cinayetler sıradanlaşıyordu.
Devrimci mücadele; anti faşist mücadele olarak büyümüş, Gladio ihtiyacına uygun yerlerde kitlesel katliamlar için ortamlar yaratılmış ve uygulanmıştır. Devrimci mücadele işte bu Gladio uygulamalarına karşı direnişçi güç olarak halk arasında kitlesel güce erişmiştir.
Kitlesel güce erişen devrimcilerin darbe karşısında nasıl tepki vereceği 12 Eylül darbecileri tarafından zaman zaman test edildiği darbeci generallerin anılarında vardır. Onlardan biri Fatsa Nokta Operasyonudur. Bu operasyon için darbeci general bizzat darbe öncesi durumu yerinde kontrol etmek için gitmiş ve koordine etmiştir.
Arkasından TKP ve sendikaların gücünü bir suikast ile test ediyorlar ve ona gelecek tepkilere nasıl yanıt vereceklerini hesaplıyorlardı. 12 Eylül en son dönemecinde Çorum olayları ile karşılıyordu.
Devrimci hareketler yetmişli yıllarda liderlerini kaybetmişler ve yeniden toparlanması bir anlamda yeniden el yordamı ve yaşanan süreçlerden ders çıkarılarak yapılmıştı.
12 Eylül darbesinden önce ülkeyi cephelere bölmüş olan Gladio ve ona askeri, stratejik, lojistik katkı sunan bir siyasi partiyi (MHP) 12 Eylül darbesinden sonra sol ile birlikte aynı hücrede birbirine kaynaştırma adı altında ezmiş ve ülkenin cephesel görünümü görüntüsel olarak ortadan kaldırılarak bir “kurtarıcı” olarak asker ve Gladio alkışlanmıştır.
Darbeciler, 12 Marttan farklı olarak 12 Eylül devrimci liderleri ve merkez komitesinde yer alanların hepsini imha politikasına gitmemiş. Bu davranışın temelinde sanırım 71 faşist dönemi sonrası yok edilen örgütlerin yerine daha güçlü ve daha özgün örgütler oluşmuş, onlar ile mücadele daha çetin geçmiştir. Bu sefer merkez komitelerinin sağ olarak kalması, liderlerin destanlaşması engellenmiş ve yenilgi dönemi ile iç hesaplaşmaların yeni devrimci yapılar kurulması önünde engel olacağı beklentisi olabilirdi.
Yaşayan merkez komitesi üyeleri yeni oluşmakta olan her yapılanmanın önüne kendisini koyması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü onların mücadelesi ve tecrübeleri üzerine atılacak her adım onlardan referans alması gerekmektedir.
Sol, dayanışma üzerine kendisini inşaat etmiştir, cezaevi sürecinde bu dayanışma durumunun ortadan kalması ve yalnızlaşma ile sonuçlanmış. Bu yalnızlaşma ise var olan organik ilişkilerin farklı algılanmalarına sebep olmuş, her algı kendi gerçekliğini yaratmıştır.
Gladio’yu yönetenler gerek gördüklerinde Gladio’nun hedefini, önceliğini ve içinde yer alan örgütsel ilişkileri tavsiye edip yeniden yeni insanlar ile yeniden kurgulayabilmiştir. AKP iktidarı sürecinde Gladio’nun Susurluk ile ortaya serilen ilişkileri yeniden ve “ülkenin çıkarına” uygun olarak biçimlendirilmiş ve yapılandırılmıştır. Geçmişte anti Komünist olarak örgütlenen ve olası düşman olarak kuzey komşumuzken, onun yerini yeni düşmanlar almış, yeni ittifak güçleri “baskı altında kalmış İslam kesim” olarak formüle edilmiştir.
Darbeler ve darbelerden sonra yaşanan süreçler hep birbirinden farklıdır. Bugün yaşadığımız sürecin üzerine hala 12 Eylül öncesi ilişkilerin gölgesi vuruyorsa, burada 71 darbesinde yaşanan ve liderleri imha politikasının dışında bir politikanın yansıması olarak okuyabiliriz. Yenilgi süreci sonrası oluşan travmatik davranışlar ve olumsuz yaklaşımların yaratmış olduğu atmosferi Gezi Direnişinde yaşanan kendiliğinden gelişen süreç kırmış olmasına rağmen tamamı ile parçalayamamış ve kendisine özgü bir siyasi örgütlülük kuramamıştır. Gezi Direnişi yeni bir gelecek için içinde önemli ipuçlarını taşıyan bir süreç olmasına rağmen, süreç yeteri kadar olgunlaşamadan direniş, zamana ve ülke sathında yer alan forumlara dağılarak bir anlamda ileri için zıplama işlevini gerçekleştirememiştir. Ama hiç geçiremeyecek anlamında umutsuz değilim, çünkü kimse zamanın ne sürprizler yapacağını önceden bilemez, sadece tahminleri olur!
Sol, 12 Mart yenilgisinden sonra kısa zamanda yeni yapılar kurmuş ve ülke sathında örgütlenilmiş olmasına rağmen, 12 Eylül yenilgisi sonrasında solun hem tecrübe hem de ilişkiler açısından daha fazla olanaklar olmasına rağmen gün geçtikçe daha da küçülmekte ve yeni ve kitlesel bir sol örgütlenme yaratılamamıştır. Bu gelişmenin en önemli nedeni olarak lider kadroların hala yaşıyor olması ve onların geçmişin alışkanlıkları içinde olaylara yaklaşımı olduğunu düşünmekteyim. Onlara rağmen yeniden bir şey yapmaya çalışanların ise ilişkileri yeniden kurmaları ve lojistik, maddi yönden zayıf olmalarında aranmalıdır diye düşünmekteyim.

İsmail Cem Özkan

9 Kasım 2014 Pazar

Surların Öte Yanı Zeytinburnu

Surların Öte Yanı Zeytinburnu

Eskiden evlerde ansiklopediler vardı, oturma odaların duvarlarını süslerdi. Arada lazım olunca sayfaları açılır, bakılır ve sonra bir daha anımsanacağına kadar orada kalırdı. Elbette bir daha anımsama yerine evin tozları alınırken aşağıya alınır, tozları silinir yeniden konurdu. Zaman içinde ansiklopediler evlerin oturma odalarından uzaklaştı, yerlerini plazma teveler aldı. Oturma odalarında kitaplar eski değimi ile anarşinin sembolü olarak görüldü, kitaplar ekranlarda suçlu gibi sergilendi, yayıncılarına cezalar verildi, okuyan çocuklar sırf kitap evde bulundu diye DAL grubuna misafir edildi, işlemedikleri suçlardan dolayı yıllarca cezaevlerinde örgüt üyeliğinden yattılar.  Kitaplar birer prestij olarak sunulması zaman içinde yeniden gerçekleşti ama prestij kitaplar da işletmeler ve kurumsal kimlikli yapılar için geçerliydi. Onlar, gelen misafirlere sunulmak için hazırlanmıştı ve içerikleri ansiklopedilerin içeriklerine benziyordu. Elbette ansiklopedilerin okunduğu kadar okunuyor ama biçimi, sayfa düzeni, fotoğrafları ile gözü doldurur şeklinde üretilmişti. Bu kitaplar bir proje olarak ortaya çıkmış ve proje sonunda ürün olarak okuyucusu ile buluşuyor.
Elimde Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları – 1 “Surların Öte Yanı Zeytinburnu” adlı kitap Burçak Evren yönetiminde ortaya çıkmış bir çalışmadır. Kitabı dikkatlice ve her bir kelimesini okuyarak inceledim. Öncelikle kitabın oluşumuna sebep olan bütün emeği geçenlere teşekkür etmek isterim, çünkü çok iyi düşünülmüş ve ayrıntılı bilgilerin olduğu bir çalışma olmuş. Bir bilimsel çalışma titizliği içinde bir bölgenin tarihi konusunda önemli ipuçlarını içinde barındıran ansiklopedik bir çalışma olmuş. En sonunda söylemem gereken cümleyi baştan söyleyerek kitabın içeriğine birlikte göz atabiliriz.
İstanbul, yedi tepeli ve surlar içinde kendi tarihini oluştururken, hemen surların batı yakasında alan ve Marmara denizi ile sınır olan yerin de bu şehrin tarihi ile bağlantılı olarak kendi tarihini oluşturmuştur. Bugün Zeytinburnu olarak bildiğimiz ilçe İstanbul tarihi ile iç içe geçmiş, hatta Bizans imparatorunun ilk fısıltısı bile burada çıkmıştır. O fısıltının çıktığı kaynak bir berekettir. O bereketin olduğu kaynaktan çıkan su şifalıdır. O şifalı su dönemlerin salgın hastalıklarına karşı ilaç olmuş, hastaları tedavi etmiştir. Çayırlar, ormanlar, bahçeler, bostanlar ile sur içinde havanın esen politik rüzgarından bağımsız olarak sessiz, sakin bir mesire yeri olarak doğmuş olmasına rağmen, seferlere çıkan orduların derlendiği, ilk emirlerin oluşturulduğu yerdir aynı zamanda. Zafer ile dönen, taç giyen imparatorlarında giriş yaptığı kapıdır. Bugün o kapının yerinde yedi kule zindanlarının surları ve kapatılmış duvarlar olmasına rağmen, bugün dahi şehri teslim alan Fatih olarak adlandırılacak 2. Mehmet burada atını denize sürmüş ve teslim alacağı şehri görmüştür. Otağlar kurulmuş, seferler yapılmış, toplar surların duvarını dövmüş, toprağı kan ile sulanmıştır. Kan ile ulanan topraklar aynı zamanda şifa veren kaynakların olduğu yerdir. Söylenceler vardır, destanlar üretilmiştir ama şehrin sahibinin değiştiği gibi buranında kaderi yeni sahipleri ile birlikte değişmiştir. Yedikule Zindanları burada oluşturulmuş, iktidara karşı gelen, savaşa girilen ülkelerin büyükelçilerin gözaltında tutuldu yer olacaktır. Nice feryatlara ev sahipliği yapacaktır. Ama surların öte yanı olan Zeytinburnu olarak bildiğimiz yerin kaderi sanayileşme ile bir daha geri dönüşü olamayacak şekilde değişmiştir. Önceleri ordular için kılıç, ok yapan yerler, kış koşullarında sefere çıkan askerler için giysi üreten debbağlar deriye hayat vermiştir. Kazlıçeşme debbağların yeri olarak bilinir şehrin yeni sahipleri ele geçirdiği günden beri. Havası değişmiştir, şehrin bu tarafına gelenler burunlarını kapatır, keskin kokular içinde göçmenlerin getirildiği yeni teknolojilerin yaşam alanı bulduğu yerdir. Sanayileşen, aynı zamanda şifahaneler ile İstanbul’un kadim kültürlerin burada sağlık aradığı hastahenelerin kurulduğu yerdir. Yaşanan salgın hastalıklara karşı burası bir sağlık yuvası konumuna gelmiştir. Bugün Ermeni ve Rum hastaneleri hala hizmet vermeye devam ederken, ordunun hastanesi yaşanan dünya savaşı koşullarında taşınmış ve bir daha yerine geri dönmemiştir. Bugün Belediye Binası olarak hizmet vermeye devam etmektedir.
Bir fetih ve değişen çehre buranın kader çizgisini olabildiğince değiştirmiş ve Osmanlı döneminde yaşanan siyasi gelişmelerden de ilk olarak etkilenen yerlerden biridir. Mevlevilerin ilk defa Galata bölgesinde açtıkları Mevlevihane’nin ikincisi bu ilçe sınırları içinde açılmış, bugün dahi turizm amaçlıda olsa hizmet vermeye devam etmektedir. Mezarlıkları Osmanlı mozaiğinin bir görünümü gibidir, her kültürün burada mezar yeri vardır, bir çoğu da zaman içinde yok olmuş, yeni gelen mezarlık sahiplerine yeni yerler açılması için sahipsiz olanlar yok edilmiş, yağmalanmıştır. Mezarlıkların önemli bölümü her ne kadar günümüze kadar gelmemiş olsa da izleri bugün dahi var olan mezarlıklar içinde görülebilinir.
İlkler yeridir Zeytinburnu. İlk sanayileşme burada olmuş, ona dayalı olarak ilk gecekondu burada hayata geçmiş. ilk gecekondu affı burada uygulanmış. İlk dolmuş burada ortaya çıkmış. İlk işçi sınıfı ve dayanışma dernekleri burada kurulmuş. İlk imece usulü devlet eli olmadan yollar yaşayanlar tarafından yollar burada yapılmış. dışarıdan gelen göçmenler buraya yerleştirilmiş, balkan ve orta Asya kültürler mozaiği burada oluşmuş. İdam edilen cumhuriyet sonrası ilk başbakan mezarı buradadır.
Bugün dahi surlar kenarında bostanlar bulunmasına rağmen, geçmişin geniş alana yayılan bağları, bahçeleri ve çimenlikleri yoktur ama Veliefendi hipodromuna sıkışmış bir yeşillik çimen bulunmaktadır. Geçmişin yaşanan eğlenceleri, Nevruz ve hıdrellez etkinliklerinden bugüne taşınan bir iz kalmamıştır ama yasal düzenlemeler tarihin tozlu raflarında yerinde durmaktadır. Çimenliklerde yaşanan kadınlı erkekli gezmeler yasaklanmış, bu yasak tam yüzyıl sürmüş olmasına rağmen yasaların kağıt üzerinde kaldığına dair bilgiler de yine yeni yasal düzenlemeler ile öğrenmekteyiz.
Zeytinburnu bugün yağmalanmış konumdadır, gecekondular burada bir ihtiyaç ile doğmuş ama zaman içinde birer rant alanına dönmüş, Zeytinburnu’nda yaşayanların paradigmalarına uygun ama çağdaş şehir yaşamı ile ilişkisi olamayan bir çarpık ilişkiler ve sosyal düzenlemeler oluşmuş. Tabakhaneler buradan taşınmış, havası değişmiş ama tabakhanelerde üretilenin pazarlandığı alan olmuş bir Zeytinburnu ile karşı karşıyayız. Limanı ticari konumundan çıkmış, küçük bir balıkçı barınma yerine dönüşmüş, sur kenarında kalan ama eskiden şehir dışında bir mesire yeri olan yer, şehrin tam göbeğinde kalmış konumdadır. Mesire yeri olan çayırlar, köşkler, bahçeler bugün birbirinden çirkin betonarme binaların aldığı, belediyenin yaptığı ve halan yeşil olarak kalan küçük alanlar olarak yaşamaya çalışmaktadır.
Ülkenin bir mozaiği olan Zeytinburnu, çağdaş belediyecilik hizmetinden yararlanmak için değişmeye çalışmaktadır. Birincil derecede deprem bölgesi olması yüzünden öncelikli değişim alanı olması sebebi ile her türlü yeniden yapılanmaya açık şekildedir. Belediye çağdaş bir Zeytinburnu yaratmak için projeler üretmekte ve bazılarına hayat vermiştir. Bugün şehir merkezi sayılan yerde bir kültür merkezi yaparak Zeytinburnu çağdaş sanattan faydalanabileceği bir mekana kavuşmuştur. Çağdaş bir şehir, sur dışında yeniden oluşturulması zorunludur, elbette bu orada yaşanmış güzellikleri ortaya çıkaracak şekilde olursa Zeytinburnu yeni kimliği ile daha göze dokunan yer olma potansiyelini içinde yaşmaktadır.
Elimde tuttuğum kitap onaltı yazar tarafından ortak bir çaba ile oluşturulmuş, kitabı yayına hazırlayan Burçak Evren şehir kültürüne önemli bir katkı sunmuştur. İmkanı olanların bu kitabı okumalarını öneririm, muhteşem bilgilerin içinde yer aldığı ve sizi düşünmeye iten ve şehir kültürümüzün gelişiminin kısa bir tarihçisi ile yüzleşeceksiniz.

İsmail Cem Özkan

Surların Öte Yanı Zeytinburnu
Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları – 1
4. baskı 2011

ISBN: 975-92356-0-9

4 Kasım 2014 Salı

Nasuh Mitap geçti bu dünyadan…

 
 


Nasuh Mitap geçti bu dünyadan…

İlk söz bir bildirge ile söylendi, son söz henüz söylenmedi. Çünkü mücadele bitmedi. Devrimci yol engebelidir derdik, ama en önemlisi bir devrimci yolcu kutuplara gitse kendi yaşayacağı alan açar ve fikrimizin yayılması için nüveler kurar, geliştirir ve mücadeleyi kucaklar derdik...

Nasuh, Mahirlerin yarattığı mücadele geleneğini taşıdı, bir devrimcinin nasıl olmasını yaşamı ile gösterdi. O içeriden çıktıktan sonra geçmiş üzerine fazla konuşmadı, küskünlükleri büyütmedi, danışıldığında düşüncesini söyledi ama illa ben bunun başına oturayım yönlendireyim demedi. Gençlerin önünü açtı, elinizde geçmişin birikimi var, iyi değerlendirin ve bizim hatalarımızdan ders çıkarın dedi... Ama pek sesini sanırım duyuramadı, çünkü henüz Devrimci Yol fikrini aşabilmiş bir örgütlenme yaratılamadı. Bugün dahi hala Devrimci Yol dergisinden alıntı yapılıp konuşuluyorsa, geçmişin deneyimlerine güzellemeler yapılıyorsa ortada henüz başlanamamış bir mücadele ve örgüt sorunu duruyor demektir...

Nasuh Mitap ismi polis kayıtlarına ilk defa ne zaman düştü bilemiyorum ama THKP-C süreci Mahir Çayan ve arkadaşlarının bıraktığı mirası Kızıldere sonrasında Devrimci Yol bünyesinde yeniden yorumladığı bir kurul içinde aktif rol oynadı. Devrimci Yol kurucu üyesidir ve Ankara’da merkezi davada yargılanan önemli bir sanığıdır. İşkencede beli kırılmış, DAL sürecinden sağ olarak çıkmayı bilmiş bir direnendir. O, iki faşist askeri darbe sürecini yaşamış, her iki süreçte de yoldaşlarını kaybetmiş, yenilgiyi tatmış ama yeniden ayağa kalmayı bilmiş bir devrimcidir. O devrimciliği, ‘insanın insanlığa sahip çıkması’ olarak algılamış ve yaşam ilkesi haline getirmiştir.

Devrimcilik dayanışmadır.

Okula ilk gittiği yıllarda emeği ile ekmeğini kazanmış, ömrünün son deminde de yine ekmeğini emeği kazanmasının onurunu yaşamıştır.

Devrimci Yol süreci çok kısa sürede çok işler yapmış, belki de yaşlarının gereği tam örgüt olamadan yenilgiyi yaşamışlardır ama yenilgi geçmişte başarılan güzellikleri yok etmemiştir. Fatsa deneyimi üçüncü bir yolun varlığını kanıtlamış ve toplumun yeniden bir arada yaşayabileceği bir sistemin ilk nüvelerini yaşatarak kanıtlamıştır. Direniş Komiteleri ile Çorum’da ve diğer katliam denemelerinde Maraş olayının tekrarlanması engellenmiş ve birlikte mücadeleyi öne çıkarmıştır. Dönemin koşulları içinde sol içinde siyasi çatışmaların sıcak çatışmalara dönmemesi için orta yolcu kabul edilen tutum sergilemiş olmasına rağmen kısa süreli çatışmadan da kendisini kurtaramamıştır. Devrimci Sol ayrılığı gücünün önemli bir bölümünü yok etmiş olmasına rağmen, mücadeleye devam demiş ve inandıkları yoldan geri adım atmamışlardır. Devrimci Yol geleneğinde özgün söz söyleme ve özgün eylemler geliştirme vardır. Her ne kadar dikey örgütsel yapısı olmuş olsa da yatay örgütlemenin her türlü olanağından yararlanmış ve 12 Eylül mahkemelerinde birden fazla Devrimci yol davalarının açılmasına sebep olmuştur.

Mamak süreci yenilgi sürecidir, cezaevlerinden bugüne taşınan eteklerde birikmiş taşlar durmaktadır. O taşlar yeni bir örgütlenme yöntemi ile ortadan kaldırılabilirdi, fakat ne yazık ki Devrimci Yol örgütlenmesini aşan ve mücadele içinde yarattığı pratiği ile Devrimci Yol eleştirisini yaratan bir süreç oluşmadı. THKP-C eleştirisi Devrimci Yol olmasına rağmen, Devrimci Yol eleştirisi henüz yapılabilmiş değildir. Teoride yapılan eleştirilen hayatta karşılık bulması önemlidir, Nasuh ve yoldaşlarının taşıdığı gelenekte ise eleştiri pratik süreç ile olur.

Nasuh Mitap bir sürecin önemli bir tanığıdır, onun yaşamı bir dönemi anlamak için ipuçlarını içinde barındırır. Onun hayatını anlatmak demek siyasi gelişmeleri gözden geçirmek ve onun duruş noktasından yeniden yorumlamak demektir. Köşe yazısı boyutunda bunu yapacak ne yazık ki gücüm yok. Başaran Aksu sözünü ödünç alarak diyebilirim ki; Nasuh Mitap “iradenin etik suskunluğu”

Ölenler bu dünyadan gittiler ama onları yaşatacak şey mücadeledir... Onları aşıp güzel günleri görmektir...

Tek tek gidiyorlar geleneği yaratanlar...

Gelenek ancak mücadele içinde yaşar. Ölenleri sözler ile anmak önemli değildir, onları aşan ve pratiğimize onların eksiklerini tamamlamaktır. Onlar, Mustafa Özenç duygularında seslendirdiği gibi; “o büyük gün geldiğinde...” zaten aramızda olacaklar.

İsmail Cem Özkan

“O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla
kara toprağın altından, ben de haykıracağım.
Unutup geçmişte kalan acı dünü
kimbilir belki bir kış günü
üzerimi yorgan gibi kaplayan
bembayaz karın soğuğundan....
ya da sonbahar mevsiminde
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım
ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da
kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma
o müjdeyi ben doğadan alacağım
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.”


Mustafa Özenç