Galata Gazete


20 Aralık 2023 Çarşamba

Kelimelerimi savurdum…

Kelimelerimi savurdum…

İstanbul sokakları adımlarımı not ediyordu, ben ise kelimeleri etrafa saçıyordum, belki biri tutar ve bir cümleye dönüşür diye... Yarına karşı iyimser bakışım içinde, umudumu büyütürken, iyimserliğin sadece hayal dünyasına ait olduğunu düşündüm.

Hayal bir iyimserlik miydi? İyimserlik bir anlamda kötü olacakları ortadan mı kaldırıyordu?

İstanbul sokakları kimlerin hayalini saklıyor, kimlerin hayalini sonlandırdı?

Sokakları adımlıyorum, asfaltın üstünde. Asfaltın koptuğu veya eskidiği noktalarda ortaya çıkmış Arnavut kaldırımlarının üzerinde geçmişte bırakılmış kelimeler aradım, vücut bulmuş bir cümle... Yağmalanmış şehirde ömrünü tamamlayan taşlar gibidir hayallerden kalan izler… Hepsi sanki yok olmuş gibiydi, bir susuz yazdan kalan, buharlaşan havada savrulup gitmişlerdi.

Çölden gelen sıcak dalga neleri öldürdü?

İstanbul’daydım, Konstantinopolis fısıldadı bana, henüz isim değiştirmemiş zamandan bugüne... Gölgeler vurdu yeryüzüne, güneşe baktım, bulutların arkasına saklanmıştı.

Güneş bulutun arkasında olunca yeryüzünde gölge olur mu?

Kelimeleri aradım sadece, Arnavut kaldırım taşların gölgesi altında...

İstanbul zamanı not ediyordu, ben ise zamanın içinde savrulmayı anlatıyordum...

Gölgeler fısıldar mı?

İstanbul olmadan önceki zamanlarda postalların sesleri altında, sessizce gözyaşı dökmüştü… Bir anne Galata Köprüsü üzerinde çocuğun elinden tutmuş, şaşkın gözler ile postalların çıkardığı sese kulak veriyordu. Galata Köprüsü her ses ile dalgalanan denizin içinde sallanıyordu, bir ayyaşın şarap kokan ağız kokusu Galata köprüsünden saray burnuna doğru savruluyordu... Ben de kelimelerimi o yöne savurdum, bir balık suya dalga bıraktı...

Saray burnunda bir heykel durur tek başına, Karadeniz’e doğru bakar. Hemen dibine bıraktım kelimelerimi... Belki bir çocuk görür alır bir tanesini...

Sessizce izledim zamanın çizgisini...

İstanbul beni sessizce izledi, not tutmadı bu sefer...

İsmail Cem Özkan

16 Aralık 2023 Cumartesi

Kürtsün Türk olarak kaldığın sürece…

Kürtsün Türk olarak kaldığın sürece…

 

Birinci dünya savaşı sırası ve sonrasında dağılmakta olan Osmanlının çok hızlı bir şekilde topraklarını kaybetmesi ve yeni devletlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır... Osmanlı ilk önce batıda, büyüdüğü topraklarda kaybetti... Avrupa'da Türk sorunu daha doğuya kaydırılırken, içinden onlarca devletçik çıktı...

 

Her kıtlık, birileri için fırsat anlamına gelir.

 

İstanbul, o tarihlerde buğdayını Macaristan ve Ukrayna’dan alıyordu, savaşın içine girince ekmek sorunu ile yüz yüze kaldı... Un fabrikaları buğdaysız kalmış, ekmek üreten fırınlar buğdaysız... Bugün büyükşehir belediyelerin yaptığı gibi İttihatçılarda büyük ekmek fabrikaları kurmuş, İstanbul ahalisi ekmeksiz kalmasın istemişti, fakat göz ardı ettikleri bir şey oldu, balkanları kaybetmeleri, arkasından Rusya ile girilen savaş hammadde sorunu ortaya çıkarmıştı... "Önce ekmekler bozuldu" derken Oktay Akbal, sanırım o günlere bir gönderme yapıyordu... İstanbul yeni savaş zenginleri ile tanışır...

 

Osmanlı devleti dağılmaktadır, bir bir topraklarından parçalar koparılmakta, maceraperest İngiliz ajanları yeni devletlere ilham kaynakları olmaktadır. Maceraperest arkeoloji ile ilgilenen İngiliz kadın erkek soylusu Osmanlı toprakları üzerinde kralı atıyor, sınırları çiziyor, atadıkları ailelere anlamlar yüklüyordu...

 

Türkler uluslaşırken, elbette (kabul edelim etmeyelim) diğer halklarda uluslaşma sürecini yaşıyordu... Osmanlı dağılırken yaşanan isyanların hepsi uluslaşma isyanıdır. Bugünden o günlere bakan bazı tarihçiler için dini isyanlar olarak algılatılır, çünkü ümmetçi toplumdan ulus topluma dönüşürken kendileri için hak gördüklerini diğerleri için hak görmez bir anlayış vardır. Uluslaşmak bir birikim, zeka, medeniyet olarak algılanıyor, o da Osmanlı devletine hakim olan Türklerin hakkıdır!... Diğerleri için ise uluslaşmak isteyenleri ise cahil, ümmetçi din kisvesi altında emperyalizme hizmet edenler olarak algılatıyorlar...

 

Tarih, kazananların uydurduğu yaratılan gerçeklik üzerine kuruludur, fakat zaman o yaratılan tarihin de parçalanması anlamına gelir, çünkü zaman içinde oluşan siyasi atmosfer bazı yalanları daha fazla sürdürülmesini ve tekrarlamasını ortadan kaldırır... Devletin yalanı zayıfladıkça ortaya çıkar, uydurulan gerçeklik o devlet için zayıf halkası olur.

 

Küreselleşme ulus devletinin parçalanması anlamındadır, parçalanan sadece devlet değil, uydurduğu mitlerdir…

 

Kürt sorunu ile yeni tanışanlara Kürtlerin tarihi çok yeniymiş gibi anlatılır, kökleri konusunda sürekli yeni teoriler ortaya çıkar… Bugünü anlamak için köklerine kadar inmek yerine, yakın tarihte yaşanmış olan uluslaşma sürecinde bakmak yeterlidir, çünkü bugün yaşadığımız sorunların temelinde o süreç yer almaktadır. Yüzleşmekten korktuğumuz, tarihin yeniden yazılmasını istemediğimiz o başlangıç süreci hiç konuşulmaz, sadece kahramanların homojen anlatımları söz konusu olan bir tarihi anlatım var olmaya devam eder. Türklerin uluslaşma sürecinde, o süreç içinde Kürtlerin konumuna bakmak gerek, çünkü Kürtler Türkler ile birlikte ortak bir vatan hayal ederken, bir anlamda devletin bekası için birlikteliğin kaçınılmaz olduğunu düşündüler...

 

İttihat ve Terakki Partisi kurucuları ve teorisyenleri içinde Kürtlerin olması, Lozan antlaşmasında Kürtlerin temsilci olarak orada olması tesadüfi olmadığını görürsünüz... Her ne kadar Lozan antlaşmasına gidenler ileri zamanlarda sanki hiç oraya gitmemiş gibi isimlerin üstü çizildi ve birer isyancı, ümmetçi gerici olarak tanımlandı, ölü vücutları bilinmeyen devlet deresine atıldı... Ortak vatan hayali ile yola çıkanlar, daha önce ulus devleti kuranın hayali altında yok sayıldı…

 

Çözülemeyen sorun!

 

Kürt sorunu yaşadığımız devletin çözemediği sorunlardan sadece biridir... Devlet ideolojisini savunanlar için Kürtlerin uluslaşma hakkı bir gerici istemdir, o yüzden o tür istemi olanlar ya şeyhtir ya da dede! Sonuçta dede de şeyh de bir İngiliz ya da geniş anlamla yazarsak emperyalist devletlerin “maşasıdır”... Bu resmi bakış açısına sahip olunca yaşanmış tüm Kürt isyanları “haksızdır”, isyan edenlerin başına ne gelmişse “hak ettikleri” için gelmiştir... "Ben uluslaşabilirim, çünkü bu benim hakkımdır, Osmanlı devleti zaten benimdi" demekten başka şey değildir... Benim dışımda uluslaşmaya gidenlerin başına ya tehcir gelir ya da devlet deresi!

 

Kürtlerin uluslaşması ve ulus devlet istemesi neden çok “absürt” geliyor bazılarına?

 

Birçok insana saçma geliyor, çünkü öyle bir eğitimden geçmiş ki, “üstün ırk” Türkler altında yaşamaya ve Türklerin izin verdiği kadar özgür olmaları onlara “hak/ lütuf” olarak verilmiştir. “Nankörlük yapmayın bugün ülkemizde Kürt bir cumhurbaşkanı olabilir, Kürt genelkurmay başkanı, …” Onlar sadece “Türk ulus devletinin” çıkarını savunduğu sürece onlara “Kürt” denilme hakkını verir...

 

Devletin üst kademesinde göreve gelen o Kürt "bende Türk kadar eşitim ve onun hakkı kadar benimde hakkım var" demiş olsaydı ne olurdu? Devlet kurumları ona izin verir miydi?

 

Çok yakın zamanda yapılan seçimlerde ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı adayı olduğunda kendisini “Kürt” olarak tanımlamadı ama “Alevi” olduğunu açıkladığında ittifak içinde olduğu siyasi partilerin tepkisi ne oldu? İktidarın tüm olumsuz koşullar altında seçimi kazanmasını nasıl açıklayabiliriz, devlet refleksi burada işin içine girmiş midir?

 

Bugün, Kürt meselesi hala varlığını koruyorsa, o sorunun üstünü örtme çalışmasının devam ettiği anlamına geliyor... Sorun vardır, bunu Süleyman Demirel cumhurbaşkanı olduğu zamanda devlette kabul etmiştir ama devlet kendi çözümünü dayatmaya da devam etmektedir, yanında eski ya da solcu olduğunu iddia edenleri birer nefer olarak almış halde...

 

İsmail Cem Özkan

9 Aralık 2023 Cumartesi

Sen Hamlet değilsin!

Sen Hamlet değilsin!

 

Bir karavan kampı içinde hayatlarını devam ettirmeye çalışan bir seramik ustası, fakat seçtiği müzik, giydiği kıyafet, karavan üstünde sembolü ile bizi yaşayan 68 kuşağının bir parçası olduğunu hissettiren bir hava var. Sahnenin bir yanında kahvesini yudumlayan saçı sakalı birbirine karışmış genç ve sahnenin orta kısmına doğru önündeki kitaplar ve yazı masası olan bir kadın…

 

Üç insan bir sahnede belki henüz oyun başlamadan bize mesaj veriyor…

 

Günümüzde olduğu hissi ise çalan müzik, içerikten daha çok cep telefonu ve hoparlöre bluetooth ile bağlı olması, bir müzik sitesinden seçilen müzikler. 

 

Bugünden geçmişe bakış ya da geçmişin bugün ile yüzleşmesi…

 

Seyirciler salona girerken, ellerinde ki biletlerin üzerindeki rakamları izliyor. Seyirciler karanlığın içinden süzülen ışığın altında gelecek seslere, hareketlere, belki de sadece eğlenmek, belki de bir anlık durumuna uygun bir şeyler duymak için oradalar. Sahnede üç insan, salonda onlarca insan... Sahnede bulunanlar sanki seyirci yokmuş gibi kendi rollerine hazırlanıyorlar, seyirciler de seyretmeye hazırlanıyor, cep telefonlarını sessize alıp, bir grup insan ise sahneyi cep telefonun kamerası ile kayda alıyor…

 

Oyun başlama saati geldi.

 

Oyuncu ilk sesi verir ve oyun başlar… Sessizce söylenen artık ses ile söylenmeye başlar.  Kostüm, dekor, müzik: harekete ve sese dönüşür…

 

Çocuklar, seçemedikleri ebeveynleri, terk edilmişlikleri, yalnızlık içinde ama hep bir aradaymış gibi yapılarak büyümeleri… Oyunun kırılma noktasında seçmenin ne kadar güç olduğu, özgüven eksikliği, kulaktan dolma inançların hayatı nasıl biçimlendirdiği, trajedinin komediye dönüştüğü, yaşayan ve sorgulayan için ise drama dönüşen kara mizahın bir parçası olduğunu görüyoruz… Kendi günlük sorunları ile uğraşan ama çözüm arayışı yerine var olan ile idare eden, sorunları zamana yayan bir anne… Hayatına biçim veren yıllara duyduğu özlem ve o özlemi yaşayarak, tercih etmek zorunda kaldığı hippi yaşam (burada sembol karavan ve kamp) gösteren, sanki yıllar geçmemiş gibi o saflığı arayan bir annenin iki farklı babadan olan çocukları ile anlık yüzleşmesi… Kırılma noktası, çünkü yüzleşme bir anlamda parçalanma demektir…

 

Olayın kurgusu anne (Leyla) çocuklarına bir açıklama yapmak istediği gün başlar, o önemli açıklama üçüncü evliliğin bir panoya asılan yazı ile ifade edilen duyurulmasıdır. Söz direkt söylenmez, çünkü direkt söylemek Leyla’ya göre kötü şans getireceğine inanç vardır, dolaylı, dolaşılarak söylenir ama etkisi değişmez.  Leyla’ya Taylan’ın amcası, kocasının kardeşi yıllar sonra evlilik teklif etmiştir ve kabul görmüştür. Fakat geçmişin kötü anları Taylan’da canlanmıştır, çünkü amcası kardeşini solcu diye ihbar etmiş, Metris cezaevinde ölümüne giden yolu açmıştır.

 

Kardeş, kardeşi bir anlamda öldürmüştür…

 

Leyla dul kalmıştır ama kısa süre sonra yaşam tercihine uygun olarak başka bir erkek ile evlenmiştir. O evlendiği kişiden de kızı Lerzan hayata gelmiştir. 

 

Leyla, Lerzan ve Taylan ile karavanda yaşamaktadır ama kullanmadıkları evleri de vardır, henüz satılmamıştır, o evde yaşanmış anılar vardır. Kısa sürede anlaşılacağı üzere o ev amcanın Leyla'ya evlilik etme sebebidir.

 

Taylan bu haberi duyar duymaz annesinin kararını değiştirmek için sert tepki verir, çünkü bilmektedir; amcası babasını öldürdüğünü! Bir anlamda verilen tepkiler ile Shakespeare’in Hamlet’i şimdiki zaman içinde Taylan’da vücut bulmuştur.

 

Taylan bir cafe’de çalışmaktadır ama aynı zamanda oyuncu olmak için seçmelere hep Hamlet oyunu ile katılır. Hamlet ile kendisini eşitlemiştir.

 

Lerzan ise abisinin aksine analitik düşünmekte ve hayata matematik kuramları arasından bakmaktadır. Yalnızdır, çaresizdir, çıkış kapısını tek başına bulacak kadar da cesareti yoktur, çünkü anne onu öyle bir markaja almıştır ki, o çemberin içinde kaderi ile baş başa gibidir. 

 

Taylan 68 kuşağı içinde bizim tarihimiz içinde sembolik bir isimdir. Bir dönem bir çok anne ve baba çocuğuna Taylan ismini vermiştir. Devrimci ve 68 ruhunu Taylan ismi ile sembolize edilmiş ama o Taylan kendisini bir oyun kahramanı ile özdeşleştirmiştir, bir anlamda kendisini ifade ederken yaşamdan kopuk, yaşamın içindedir… Sınırlanan bakış açısı içinde tepkisini yüksek ses ile ve keskin hareketler ile verir…

 

Oyunun içeriğine çok girdik ama bizi esas sahneye bağlayan ise oyuncuların performansıdır… Nesrin Kazankaya (Leyla) o kadar başarılı bir şekilde hayat verir ki, evet o 68 kuşağının saf, isyankar, barış, sevgi ve “çakarları” kıran, belirli anları seçerken dinsel ritüellere bağlı, o ritüellere uyduğunda mutlaka mutlu ve eklediği olacakmış hissi içindedir ve onu başarılı bir şekilde tepkileri, çocuğunu kucaklaması, çocukları ile diyalogu, seçilen dans figürleri, seçilen müzikleri ile o anne kucağını göstermektedir…

 

Nesrin Kazankaya yanında Barış Yalçınsoy ise gerek sesi, gerek hareketleri ile oyunun odak noktasındadır… O bir anlamda Hamlet’i canlandırır, diğer anlamda Taylan’dır… Annesi ile sevgi- nefret ilişkisini o kadar iyi vermektedir ki, yüzüne fırlatılan alçılı su, o su ile oluşan duygu kabarması ve annesi ile yüzleşmesi… Birbirini anlamayan aslında kelimelerin derinliklerinde anlayan bir yüzleşmedir. Leyla oğluna kendi gerçekliğini, oğlunun gerçekliği içinde açıklar: “sen Hamlet değilsin!”.

 

Biraz gölgede kalmış gibi hissetmişsinizdir kızı Lerzan (Liona Süzme), fakat öyle değildir. O, o kadar başarılıdır ki, seyirci ile yaptığı diyalog, oyunun ana damarını sessizce ve inceden inceye çizmektedir. Yurtdışına gidişi ve dönüşü, aslında onun çizdiği alan içindedir tüm çatışmalar. Aracı olmak istemektedir, fakat annesini de çok sevmektedir. Farkındadır ama güçsüzdür. Benim gözümde canlandırdığı rolüne verdiği o masum duruşu, sesi, şarkılarda ki vurguları ile öne çıktı…

 

Oyunda başarılı oyuncular bir birinin başarısını daha görür kıldı, hepsinin başarısı oyunu bir bütün görmeleri, her anını her sahnesini o ortak duygu üzerine inşaat etmeleridir… Müzik, dekor, kostüm, konu, ışık öyle birbirinin besliyor ki, seyirciye olayın örgüsü bilinçaltına ilmek ilmek işleniyor… bir anlamda 68 kuşağı, diğer anlamda modern insan eleştirisinin kara mizahi yorumunu oyunda görmüş olduk…

 

İsmail Cem Özkan

 

Sen Hamlet değilsin

Yazan, Yöneten: Nesrin Kazankaya

Dramaturji: Şafak Eruyar

Yönetmen Yardımcısı: Barış Yalçınsoy

Dekor Tasarımı: Sabahattin Özbakır

Işık Tasarımı: Önder Ay

Kostüm Tasarımı: Nilüfer Moayeri

Reji Asistanı: Liona Süzme

Oynayanlar: Nesrin Kazankaya, Barış Yalçınsoy, Liona Süzme

7 Aralık 2023 Perşembe

Güneş doğuyor mu, batıyor mu?

Güneş doğuyor mu, batıyor mu?

 

İnsan gölgesine bakarak güneşin doğduğunu ya da battığını anlayamaz, biri için batarken diğer için doğar belki güneş, bulunduğunuz noktaya göre değişir.

 

Türkiye'de var olan sol ile aramda mesafe gün geçtikçe uzuyor, belki onlar batan güneşe doğru duruyor ya da ben! Gölgeler uzamakta, nedeni ise tarihe bakış açımız ve tarihi yeniden yorumlama anlayışımızdan kaynaklanıyor...

 

Türkiye devletini Osmanlı İmparatorluğunun devamı olarak düşünüyorum, imparatorluktan ulus devlete dönüşüm olarak adlandırıyorum.  Sermaye birikimi yaratılarak burjuva kültürünün oluşumu için ulus devleti Sevr Antlaşması ile kaybedilen topraklar üzerinde, son Osmanlı imparatorluğu meclisinin aldığı karara uygun olarak yeni bir isim ile kurulması olarak algılıyorum...

 

Kurtuluş savaşı adı verilen savaşın aslında "kurtuluş" olmadığını, yıkılan dağılan devletin yeniden "kurulma"sı olması olarak okuyorum. Son İstanbul'daki Osmanlı Meclisi Ankara’da kurulan ilk meclis olduğunu ve devamlılık arz ettiğini, son Osmanlı meclisi ile karar altına alınan Mîsâk-ı Millî kararları ile ulus devletinin sınırlarının çizildiğini düşünüyorum...

 

Mudanya Mütarekesine kadar İngilizler ve emperyalistler İttihat ve Terakki Partisinin ayakta kalan örgütlenmesi ve lider kadrosunun rüştünü ispatlaması beklemiş… Ve o mütareke ile yapılan antlaşma ile İngilizlerin gözetiminde Yunanlıların işgal ettiği alanlardan çekilmesi ile sonuçlanması ile yeni devletin sınırlarının çizilmesi ve bu çizilen sınırların Lozan ile kayıt alması olarak okuyorum...

 

Yunanlıların kapitalist bir devlet olmadığı, emperyalist devletlerin doğal olarak "maşası" olması yüzünden İzmir’e yapılan çıkarmanın bir işgal olduğu, bunun da Ankara’da oluşacak devletin alt yapısını ve kitlesel desteğin sağlanması için yapıldığını düşünüyorum. Bu sayede Avrupa’da oluşan "hasta adam" tanımlı "Türk sorunu" kavramının ortadan kaldırılması hesaplanmış (İngiliz ve diğer emperyalist devletlerin oluşturduğu stratejiye uygun olarak) diye okuyorum...

 

Anadolu ve Mezopotamya topraklarında oluşan devletin, balkanda oluşmuş olan imparatorluğun taşınması olduğu fikrine sahibim... Ankara merkezli devlet aslında balkan devleti olan Osmanlı İmparatorluğun farklı coğrafya içinde yaşaması ve devamı oluşumu olduğu fikrini savunuyorum...

 

Ankara merkezli devletin yeniden kurulması ile İstanbul merkezli hükümetin tasfiyesi ve ulus devleti kurulması için oluşan tüm engellerin ortadan kalkması ile ülke içinde sermaye birikimi devlet eli ile yaratılarak bir burjuva yaratılması sürecidir...

 

Bir burjuva devleti olabilmesi için sermaye birikimi şarttır ve o koşullar altında Anadolu’da bir yerli ve milli burjuva yoktur ve o yüzden İzmir İktisat Kongresi ile alınan kararlar ile “karma ekonomi” adı verilen bir burjuva yaratma süreci devlet eli ile oluşturulmuştur. Sanayileşme bir anlamda demir yolu ağının ülke sathında kurulması anlamındadır, o yüzden Onuncu Yıl Marşında dile getirilen demirağ'ı bir anlamda burjuva yaratımının dillendirilmesinden başka anlamı yoktur...

 

Ulus devleti kendisini korumak için yapmış olduğu tüm “devrim” adı verilen reformlar zaten İttihat ve Terakki Partisi programında olan ve gerçekleştirmesi için atılan adımların somut hale getirilmesidir...

 

İttihat ve Terakki Partisi gerçek anlamda tüzüğüne ve stratejisine uygun iktidara gelme süreci Ankara merkezli iktidarın kurulması ile gerçekleşmiştir... Tek adam ve tek düşüncenin ülkeyi nasıl felakete götürdüğü gerçeği ile yüzleşilmesi ve onun eleştirisi olarak oluşur, fakat Ankara merkezli yeni devletin Osmanlı tek adam yüzleşmesinin eleştirisi değil, aynada yansıması olarak biçimlenmiştir.

 

İktidar kavgasının bu tek adam tartışması üzerinden olduğu ve tek adam rejimi ile birlikte yönetim konusunda fikir ayrılıkları partinin kadrolarının tasfiyesi ile sonuçlanmıştır... "Devrim kendi çocuklarını yemiştir", onu da İstiklal Mahkemeleri ve suikastlar ile gerçekleştirmiştir.

 

Ulus devleti anti-emperyalist bir savaş sonucunda kurulmamıştır, tersine emperyalist devletlerin beklentisine uygun, anti-komünist ideoloji temelinde kurulmuştur.

 

Devletin kurucularının belirlediği, stratejilere uygun tek parti, tek lider, tek ideoloji, tek din (Lozan'da kabul edilmiş azınlık kavramı ile belirlenen dinler ayrı tutularak), tek mezhep, tek bayrak, merkezi planlanarak karma ekonomi ile burjuvazi yaratma ve o süreç sonunda kapitalist devletler ile entegre olmuş ( batı medeniyetleri örnek alınmıştır, hedef “muasır medeniyet” seviyesine çıkarmak olarak belirlemiştir.) Kapitalist bir ulus devlet oluşturmaktır.

 

Ulus devleti kurmanın tek amacı vardır; sistemi kapitalist yapmak ve biriken sermaye ile ülkenin sanayileştirerek kalkınmasını sağlamak ve ileri aşaması olan küresel çapta oluşan rekabet koşullarına uygun yerli ve milli sermaye şirketlerin yer almasıdır...

 

Ulus devleti içinde yer alan ve Osmanlıdan miras kalan çok kültürlü, çok uluslu yapının parçalanması ve homojen bir devlet oluşturulmasıdır. Kürt, Alevi ve sonradan ülkeye göç etmiş ya da yerli Türk olmayanların Türkleştirilmesi ve sünnileştirilmesi devlet politikasıdır...

 

Ankara merkezli ulus devleti kurulduktan sonra 12 Kürt isyanı olması tesadüfi değildir, çünkü İttihat ve Terakki Partisi kuruluşunda ve sonrası Lozan’da yer alan Kürt temsilcilerin isteklerinin yok sayılması, göz ardı edilmesi bir anlamda Kürt ulusal mücadelesini bir bütün olarak çıkarmasa da parçalı çıkmasının temeli olmuştur. Dersim isyanı adı verilen katliam ile ulus devleti bir anlamda homojen devlet olarak kuruluşunu ilan etmiştir...

 

Hatay'ın daha sonra Türkiye’ye katılması ile Mîsâk-ı Millî sınırlara büyük oranda ulaşıldığı ve yayılmacı istemlerin olmadığının ilanı "yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesi ile dış politika devlet politikası olmuştur... Bu dış politika Kıbrıs ve Suriye iç savaşı (Arap Baharı) sırasında bozulmuştur, henüz yerine devlet politikası oluşturulmamıştır...

 

Tarihi bu açıdan bakınca elbette "Kemalist Devrim" adı verilen geçmişten bir anlamda kopuş, yüklenen anlamları ve uygulamaları farklı algılıyorum ve devletin resmi söylemi ve tarih anlayışı dışında düşünmeme yol açıyor...

 

Resmi devlet tarihi anlayışı ile devrimci bir siyaset ve sol bir politika oluşturulmayacağını savunuyorum, o yüzden var olan tüm resmi olanın dışında var olanları aramak, bulmak ve yorumlamak solun görevi olduğunu ve ona uygun yeni bir bakış ve duruş ile yeni bir gelecek için devlet projesi oluşturabileceğini düşünmekteyim...

 

Tarihi ayrıntılar içine sıkıştırıp bütünü görmeyi ortadan kaldırabilirsiniz, duruşunuzu öyle bir noktaya konumlandırırsanız ki, örneğin sınıfsal bakış açısı içinde işçi sınıfı, ezilenler tarafından konumlandırırsanız hangi etnik kökene bağlıysanız oradan aynı yere bakın farklı şeyler göreceksiniz... Her durduğunuz nokta size başka kapıların ve hayatın bir yönü ile karşılamanızı sağlayacaktır.

 

Sosyalistlerin birincil görevi fakirleri övmek ve onları "işçisin işçi kal" diyerek örgütlemek değildir, tersine onları burjuvaların kültür birikimine ve hayat standartlarına taşıyacak yolların açılması için mücadele yolları bulmasıdır... İşçi devleti burjuvaların kullandığı hakların işçilerinde kullanmasını ve eşitsizliği ortadan kaldırılmasıdır... Kısaca sınıfı ortadan kaldıracak ama devleti de mutlak yapmayan ve çözülmesine yol açacak bir devlet anlayışını geliştirmesi gereklidir... Devlet var olduğu sürece sınıflar var olacaktır, sınıfların olduğu yerde ise ne özgürlük, ne demokrasi ne de eşitlik olur...

 

Tarih devletin eğitimine uygun yorumlandığı sürece bağımsız ve özgün bir mücadele ortaya çıkamaz. Sol günümüzde olduğu gibi muhafazakar olur, tutuculaştığını içinde yaşadığımız anın sorunlarına çözüm üretmek yerine güçlerin birinin peşinde olmasını ortaya çıkarır...

 

Bugün ülkemizde sol gerçek anlamda yoktur, var olduğunu iddia edenlerin ise laiklikten bahsetmesi ile ne kadar ulus devleti bakışı içinde olduğu gerçeği ile karşılaşırız... Üniter devlet anlayışı ile Kürtlerin istemlerini göz ardı eden, onların kurtuluşu ancak bizim liderliğimizde, bizim izin verdiğimiz koşullar altında olacak demek ve üstten bakışın bir yansıması olarak ortaya çıkar...

 

Ulus devleti, laik bir devlet oluşturmadı ülkemizde. Eğer oluşturmuş olsaydı homojen toplum olma yönünde bir eksiklik olarak görürdü, o yüzden halifelik ve Şeyh'ül-İslam kavramını Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında bir kurum kurarak ve bu kurumu anayasada değiştirilmesi “teklif dahi edilemeyen” maddeler arasına koyması ile laiklik kavramının ölü doğmasına neden olmuştur... O yüzden Aleviler bugün dahi Cem Evleri konusunda mücadele etmesi şaşırtıcı değildir, çünkü homojen devletin oluşumunda aldığı karar Alevileri asimile edip Sünni bakış içinde eritilmesidir...

 

"Eşit vatandaşlık" kavramı kuruluşunda da olmamıştır, sonra da olmamıştır, sanki ülkede eşit vatandaşlık kavramı varmış gibi algı oluşturulmuştur... Eşit vatandaşlık kavramı belki hukuk maddesi içinde yazılmıştır ama hayatın içinde ve uygulamalarda hiç olmamıştır...

 

Bugün de yeni burjuva devleti  kuruluşunda olan sorunlar varsa ve çözülmemiş demektir ki devlet politikası gereği yaşamaya devam ediyordur, çünkü sorunu devlet yok saymış ve "ülkede bilinmeyen dilde konuşan vatandaşları" görmezden gelmiştir...

Sorun vardır ve hala çözülememiştir...

 

Bugün muhalefet çözülemeyen sorunlara yanıt bulmak zorundadır, fakat devlet tarihi anlayışı içinde olunca sorun var deniyor ama çözüm yolu açıkça ortaya konamıyor...

 

Ne yazık ki ben de sol ile aramda oluşan bu tarihe bakış açısından kaynaklanan bir uzaklık gün geçtikçe kendisini daha fazla dayatır oluyor, çünkü devleti resmi tarihe göre tanımlayanlar ile ortak bakışım flulaşıyor...

 

İsmail Cem Özkan

 

17 Kasım 2023 Cuma

Hepimiz sessiz kurbağlarız!

Hepimiz sessiz kurbağlarız!

 

Devlet Tiyatroları ikinci defa seyircisi ile buluşturduğu Kadın Oyun Yazarları Festivali açılış oyunu Küba’dan gelmiş olan Küba Ecos Company - "Bernarda, Hayır!" adlı halk dansı flamenko ve modern dansın iç içe geçmiş olan bir gösterim ile başladı.

 

Ana Rosa Meneses, Federico García Lorca’nın şiirinden ilham alarak ya da yeniden yorumlayarak Flamenko dansının ritimleri eşliğinde, sahneye uyarlamış. Oyun modern dansın sahnede görsel şöleni eşliğinde seyirci ile buluştu.

 

Siyahlara bürünmüş periler bir su kaynağının kenarında bir trajediye şahitlik edeceklerdir. Toplumun baskısı Bernarda’da sembolize edilecektir. Eline aldığı baston ile bir düzen kurarken, toplumun o güne kadar değişmez kurallarını da uygulamak ister ve bu sayede bir düzen kuracağına ya da var olan düzen devamını sağlayacağını düşünür. Kıyafetinde ki haç, inancın, geleneklerin baskı aracı kullandığını sembolize eder.

 

Oyun, şiirin kelimelerden kurtulup insan vücuduna büründüğü ve sahneye uyarlanarak beden hareketinin İspanya’dan dünyaya yansıyan bir dansın evrene uyarlamasını görürüz. Ayakların oluşturduğu ritme, vücudun kıvraklığı ve eller ile o kıvraklığa eşlik eden ses.

 

Görsellik içinde bir anlamda sazlıkta dans eden karatavuğun çiftleşme sürecinde oluşturduğu danstır. O dans içinde büyük bir trajediyi saklar, beyaz saçlı kadınlar, doğurganlıklarını yok etmeden beyaz saçlı çocuklar doğuracaktır. Aşk hikayesinde o çocukların kaderi; intihar ve sonucu ölüm. Geriye kalan ölümün arkasından duyulan acı ve toplumun yaratmış olduğu normların yıkılışına ya da parçalanmasına şahitlik ederiz. “Her birimiz tohumuz, toprağa serpilen” ama bazen buğday tanesi sessiz bir kurbağa dönüşür ve sessizlik içinde acıyı vücutlarında oluşan dalgalar ile evrene yayarlar…

 

Şiirsel bir anlatımda kıyafetlerinde imge olarak kullanılır ve bölümler arasında renk değiştiğine şahitlik ederiz. Siyah renk normal yaşamı, beyaz renk ise yası ve ölümü sembolize eder…

 

Zamanın geçişidir bir dolunayın gece boyu yolculuğu, o zamanın geçişinde trajedinin üzerine beyaz örtü serilir, ölümün saflığı ve yaşanmışlıkların sonu, huzura eriş ve arkasına bıraktığı gözyaşıdır…

 

Kulaktan kulağa ulaşan efsaneler halkın arasında bir dansın hareketleri içinde sessizce ifade edilir, dansa eşlik eden sözler, trajedinin evrensel bir dile dönüşürken yerel olanın vurgulanasıdır. Sözler İspanyolcadır, o dili hiç anlamadan dinleyen içinde saklı olan öykünün acısı ile irkilir, konu evrenseldir, dili anlamayı gerektirmez.

 

Kadının “hayır” deme hakkını kullanması bu oyunda nasıl bir acıya doğru yol açacak zincirleme olaylara sebep olacağını perilerin çırpınışları ile görürüz. “Hayır” demek var olan düzenin parçalanmasıdır, kader olarak kadına yüklenen rolün yok olmasıdır…

 

Bir su birikintisi içinde ekolojik dengenin kanat çırpıntıları arasında dalga dalga yayılarak yeni bir ekolojik dengeye doğru gidişidir…

 

Yürekleri burkan çığlıklar değersizleştirilen kadına bakışa karşı bir isyandır…

 

Gerek olursa kendi iradesi ile hayatına sonlandıran kadının o saf temiz beyazlar içine bürünmüş vücudu beyaz saçlı bir doğurgan kadının uçağında yeni hayata yönelmesidir…

 

Adela hayatını sonlandırma kararı verip sonlandırması ile hepimizden daha özgürdür… Ve o özgürlük hepimize beyaz kıyafetler içinde sunulmuş, Bernarda’nın elindeki baston (asa) elinden alınmıştır. Acı gerçeklik ile yüzleşirken gözyaşları ile perilerin gaz yaşlarına karışmıştır… Otoriteye yani Bernarda’ya karşı direnişin sembolü evde çalışan ev yardımcısıdır, oyun boyunca aynı kıyafetler ile görürüz. Adela’yı bir anlamda kanatlarının altına alır ve korur ama trajik sonu değiştiremez, onun acıklı hikayesini anlatmak kalır eline…

 

Şair yaşadığı zamanın ve kültürün tanığı ve taşıyıcısıdır. Lorca zamanın tüm değerlerine karşı bir direnişin ve ölümü ile sonuçlanan yaşamın aykırı şairidir. O ispanya iç savaşı ve sonrası oluşan düzende özgürlük ve onu baskılayan rejime karşı sessiz ama etkili dizelerin sahibidir. Rahatsız olanlar onun bu üretimini ancak vücudunu ortadan kaldırarak sonlandıracağını düşünmüştür ama o erken yaşlarda öldürülmüş olsa da dizeleri insanlığa büyük bir miras olarak kalmış ve küresel insanlık kültürünün en önemli sembolleri arasında yerini almıştır. Eserleri sahnelerde, idama giden bir devrimcinin ağzında hayat bulur…

 

Lorca imgeleri ve yarattığı eserleri ile var olmaya devam ediyor.

 

Ana Rosa Meneses yeniden yorumlarken, onu bugüne taşırken, kullandığı dil, kullandığı ışık, sahne düzenlemesi, modern dans sanatının ekolojik sorunlar ile buluşurken toplumsal yönünü de hayır haykırışı içinde yaratmış. Bir sahne şovunu kadına yakışan, kadın yazarları destekleyen bir festivalin ilk gösterimde olmasını o anda salonda olanların bravo sesleri eşliğinde alkışlar ile sahneye doğru gönderilmiştir. Sahneye çiçek değil ama salon dolusu alkış atılmıştır… 

 

 

İsmail Cem Özkan

 

 

 

Yazan & Yöneten: Ana Rosa Meneses
Işık Tasarımı: Fernando Javier Alonso Couzo
Koreografi: Ana Rosa Meneses
Müzik-Beste: Noel Gutiérrez Quintana 

Oyuncular:
Ángela Yanelis Badell Vega
Ailín Rodríguez Hernández
Amelia García Bravo
Alejandra Torres Hernández
Liz Mar Santana Moya
Isabela Delgado Morales
Keyla Rodríguez Suárez
Carolina Cuenca Valle

 

10 Kasım 2023 Cuma

Dün dündür ama bugün, bugün müdür?

Dün dündür ama bugün, bugün müdür?

 

Geçmişi anmak ya da aramızdan ayrılanları mezarı başında yad etmek bir anlamda gün ve yıllar geçtikçe göstermelik ama onun yanında ulusalcılık söylemleri çok önde olmaya başladı... Zaman eskiden savunduklarının yerine günün ihtiyacına uygun söylemlerin gelişmesini beraberinde getirdi. Sanki geçmişte sadece Türk ırkı için mücadele edilmiş ve sarsılmaz birer Kemalist gibi gösteriliyor...

 

Ulus devleti içinde, ulus devleti aşan bir ütopyamız bize özgü, kimsenin ya da o zamanlar çevremizde yaşanmakta olanların tekrarı ve öykünmesi değil, yerele uygun, bu toprakların gerçeği üzerine basan bir gelecek nüvesi oluşturmaktı… Bugün ise o yerel, ayağı bu topraklara basan bölümünün altı, ulus devleti ve kurucuların ideali üzerine oturmakta ve bizler denmekte "Atatürk’ün yapamadığını yapacak ve onun devrimlerini daha ileriye taşıyacak 'devrimci' cumhuriyeti kuracağız!.."

 

Bugün siyasi krizin temelinde bir cepheleşme ve o cepheleşme uygun taraftar olma durumu söz konusudur. Genel olarak sol, iktidar ile uzlaşamayacağına göre, muhalefetin çoğunluğuna ayak uydurmayı en basit, en anlaşılır ve var olan kitleyi koruyan bir örgütlenme modelini seçti, çünkü geçmişi ile yüzleşen değil, geçmişin üzerine bir sünger çekip, ileriye doğru adım atmayı daha uygun gördü! Geçmişte kısaca yenilgi öncesi ve sonrası cezaevi sürecinde eteklerde taş biriktirenler, o etekteki taş nasıl olsa zaman içinde dökülür ya da o eteği kullananlar bu dünyadan göçer… Zaman her şeyin ilacıdır!

 

Solun hayata bakış, tarihe doğru algıları konusunda geçmişten kopuk ama devamıymış gibi bir algı oluşturulup, tümden solu başka bir zemine oturtan anlayış var. Antifaşist mücadele 12 Eylül öncesinin karakteristik özelliğiydi. Faşist saldırılara karşı nerede olursa olsun direniş haktı ve meşruydu. Fakat 12 Eylül sonrası oluşan siyasi atmosfer içinde liberalizmin ağır basması ve bireylerin siyasi, ekonomik sorunları altında sudan çıkmış balık gibi çaresizliği ile örülen yeni bir anlayış oturtuldu. Devlet dairesine giremeyen, devletin tüm olanaklarından dışlanan bireyler kapı kapı dolaşan seyyar satıcı konumuna büründürüldü. Ansiklopedi pazarlaması bir anlamda çaresiz bireye “çaresiz değilsin” denildi ve onu anlayışından ve yaşam tercihinden uzaklaştırıp yeni bir hayata bakışı empoze edildi. İşveren arkadaş, çalışan arkadaş, arkadaş arkadaşın üzerine basarak saadet zincirinin birer parçası oldu… Emekçi, emekçi kaldı, ama bazıları patron! Bizden olan patron bizi daha fazla sömürdü, üstelik sigortasız, bir ekmeğe muhtaç ama anıları ile yoldaş, çıkar üzerine konumlandı…

 

Cumhuriyeti yeniden kurmak!

 

Bugünlerde Türk solu adına yapılan etkinliklerde, özellikle milli bayramlarda geçmişte anti - faşist mücadele içinde olmuş olan yapıların ortak söylemi “çürüyen cumhuriyeti yeniden kuruluş ilkelerine uygun kurmak ve yaşatmak! Bu anlayışa uygun olarak her hareket farklı söylemler ama içeriği aynı olan söylem geliştirilip, ona göre örgütleniyorlar. Sendikalarda, gençlik arasında tipik Kemalist solculuğu yapılıyor. Açıkça çoğunluk “Mustafa Kemal'in askerleriyiz!” diye slogan atmıyorlar ama üstü kapalı söz oyunları ile ona benzer şeyler yapıyorlar. Milli bayramlarda, herhangi protestoda Türk bayrağı elde, balkonuna bayrak asıp güya iktidara nispet yapar gibi ellerini sallıyorlar… Muhalefet olmak iktidara bayrak elde kurucuları anmak ve savunmak olarak algılanıyor. Bu iktidarın Kemalizm ile hesaplaşmasında taraf olmayı getiriyor, o hesaplaşıyorsa, bizde savunuruz. 12 Eylül öncesi Turgut Özal “ben köprüleri satacağım!” dediğinde Halk Parti başkanı Calp o dönemde “sattırmayacağım!” İnadının başka bir devamı… Ekran önünde oynanan karagöz Hacivat gölge oyunu özneler değişerek hep siyaset sahnesinde oynanmaya devam etti, çünkü cepheleşme topluma ve siyasete başka bir söylem geliştirmesini engelliyor…

 

Cepheleşmeye taraf olan, çatışma devam ettiği sürece dahil olduğu yerde bulunmak ve devam etmek ile yükümlüdür…

 

68 kuşağının devrimci gençlik liderlerinin devamı olduğunu iddia eden hareketlerin ortak özelliği 1 Kasım 1968’de Samsun’dan başlayan gençliğin yürüyüşü temel olarak alıp, sonrası gelişmeyi işine geldiği gibi yorumlayan söylemler geliştirildi…  O gençlik liderlerinin idam sehpasındaki, toplu gladio’nun işlediği katliam öncesi yazılan makalelerde ki son sözleri bir anlamda o yürüyüş bir eleştirisi gibidir. Sonuçta bugün genel kabul gören anlayışta “geçmişte biz aslında ulusal hareketiz” denmekte, bizim sosyalizm gibi bir hedefimiz yoktu, var olan anayasanın uygulanmasını ve “tam bağımsız Türkiye” istiyorduk denmektedir.

 

Bize özgü devrimci hareketi Kemalist çizgi içinde onun devrimlerini korumak ve aşmak üzerine hareket ettik... Bugün onların devamcısı olduğunu iddia edenler kendilerini bu zeminde görüyor ve tabanı bu zemine uygun düşünce ve ittifak halindedir...

 

Tarih, resmi tarih anlayışı ile yorumlanınca sizi istenmeyen yerlere götürdüğünü, hatta 12 Eylül öncesi karşı tarafta gördüğün ile iktidara inat seçim ittifakı bile kurulur konuma geliyor… Genel olarak Türk solu içinde 12 Eylül öncesi örgütlenmiş ama duygusal bağ dışında bir bağı kalmamış, “öteki” olarak kabul edilmiş kültüre sahip olanlar var olan siyasi hareketler ile duygusal bir bağ kuramıyor, çünkü onları dışlayan bir kurucuların cumhuriyeti var. Tek bayrak, tek millet, tek din, tek lider anlayışı içinde “öteki” kendisini nasıl orada hissetsin? Hissetmesi için tek yol vardır, o da asimile olmuş olmasıdır. AKP döneminde ise “açılım” sürecinde ise halkın çoğunluğunun “ötekilere” karşı bakışında ve ötekinin toplum içinde kendisini ifade etmesinin önü “göreceli” de olsa açılmıştır. Geçmişe dayalı bir ortaklığı olan ama bugüne dair bugünü kucaklayan bir ortak zeminim yok… “Bir arada yaşamak” kavramının temeli sol tarafından tam olarak doldurmamıştır, sadece sözde, içerik olarak cumhuriyet kurucuları ve onun öncesi İttihat ve Terakki anlayışı dışında bir söylem geliştirmemiş olmalarıdır.  

 

Kısaca sınıf temelli bakmak yerine ulusal temelli bir duruş söz konusu... Ulusal temelli bakan ve örgütleyen asılları varken elbette halk geçmişin antifaşist mücadelesinde en saflarda olanları değil, çıkarına uygun, çıkarını koruyacak patilere daha fazla teveccüh resen de olsa göstermektedir…

 

İsmail Cem Özkan

6 Kasım 2023 Pazartesi

Kılıçdaroğlu gitti de, gelen…

Kılıçdaroğlu gitti de, gelen…

 

CHP içinde değişim elbette olumlu ama CHP gibi düzen partisinin başında kimin olduğunun pek önemi yok, görevi; muhafazakar partiyi iktidara taşımaktır ya da iktidarda tutmaktır...

 

Tarihimizde CHP iktidara ya darbe ya da azınlık hükümeti olarak gelmiş... CHP bu kaderini değiştirecek mi, soru bu olsa da cevabı hepimizin kafasında bellidir...

 

CHP hiçbir zaman sol çizgide olmadı ama yakınında oluşan gölgeye biraz dokunduğu zamanlar olmuştur.

 

CHP sol çizginin gölgesinden daha da uzaklaşıp solcuları kendisine oy vermeye mecbur bırakan anlayış, CHP politikası içinde hep var olmuştur ama en garibi ve en kötüsü solcular CHP kuyruğuna takılıp, düzen partisinden düzen değişikliği beklentisi içinde olması...

 

Sol değişim demektir, toplum içinde dengesiz olan ücret farkının ortadan kaldırılması, yaşam kalitesinin en üst şekilde yaşayanların seviyesine çıkarmak için mücadele etmesidir. Fırsat eşitliği yaratmayı savunmasıdır… En önemlisi devlet mekanizmasının çözülmesini ve sınıfsız bir toplum için devlet baskı aracının ortadan kaldırılmasıdır. Sol devleti savunmaz, tersine devlete ihtiyaç duyulmayacağı bir ortam yaratmak için hedefli mücadele etmesidir...

 

Bizde sol, burjuvazinin sorunlarına çare arayan ve onların yarattığı krizleri çözmeye talip olan bir görüntü içindedir. Sosyal demokratlar bu işe talip olmuşlar ve ona göre örgütlenmişlerdir, sosyal demokratlar toplum içinde eşitsizliği burjuvazi lehine koruyan ve savunandır. Kapitalist sistemin daha fazla yaşaması için sosyalistlerin önündeki en büyük engellerden biridir, çünkü sol ağzı ile sağ politika yapar. Bizdeki sosyal demokratlar ise sağ ağız ile sağ politika yapmakta ve solu burjuva partileri arasındaki cepheleşme politikasında CHP şemsiyesi altında tutması ile kendisine rol biçmiştir…

 

Kılıçdaroğlu CHP tarihinde en kötü başkan olan bir şahsiyet olarak tarihte yerini almıştır. O onu iktidara taşıyan Deniz Baykal’ın hemen önünde yerini almıştır. Kılıçdaroğlu eğer seçimi kaybettiği gün istifa etmiş olsaydı, gizli görüşmeleri, kapalı kapılar arkasında pazarlıkları bu kadar ortaya çıkmazdı... Hatta bu kadar tahribata rağmen itibar bile kazanabilirdi. En azından CHP tarihinde “adam onuru ile geldi onuru ile gitti” denilecek söylemlerin oluşmasına bile sebep olabilirdi. Kaset skandalından sonra “paraşütle geldi, seçimle gitti” denilecek bundan gayri!

 

Kılıçdaroğu, İyi Parti’yi sola yaptığı gibi umursamaz arkasında ve gölgesinde kalacak politika izleyerek onların onuru ve duruşları ile dalga geçmiştir... “Altılı Masa” denen oluşumda Kılıçdaroğlu adaylığını İyi Parti başkanı ile konuşmak yerine, medya üzerinden fısıltı olarak duyurmayı seçmiştir. Tüm yaptığı davranışlar gibi gizli, kapaklı, içten pazarlıklı bir durum izlemiştir.

 

Asıl hedefe giden tüm yollar mübahtır.

 

Sağ partiye sola yaptığı gibi yapınca, doğal olarak sağcı sağ politikayı ve davranışları çok iyi bildiği için yemiş gibi yapmış ve yenilgi sonrası patlamıştır...

 

Solun bugün dahi CHP yaklaşımı değişmemiş, sadece lider adını değiştirerek burjuvazinin sorunlarını çözmeye aday konumdadır...

 

Sol, burjuvazinin sorununu değil, işçi sınıfının sorunlarını çözmek ve onu iktidara taşımak ile yükümlüdür. Bu tarihi görevini bir yana itip ne yazık ki 12 Eylül'den bugüne günlük burjuvazi partiler arasında oluşan cepheleşme de taraf olmuştur... Bu da solu toplum içinden uzaklaştırmış, CHP şemsiyesi altında bireylerin makam kapma yarışına girmiştir...

 

CHP içinde politika yapan eski solcuların hepsinin ortak özelliği; makam veya ihale kapmak için o şemsiyenin altına girmiş ve geçmişten gelen ilişkilerini kullanarak orada bir alan kapmasından başka şey değildir.

 

Sol kendi politikasına dönmediği sürece toplum dışında marjinal ve yeni nesil ile kucaklaşamayan, büyüyemeyen, cılız ama “küçük olsun benim olsun” politikası ile CHP, HEDEP ve benzeri oluşumlardan proje kapmak ya da en azından belediye meclis üyeliği, fırsatı olunca milletvekili ve muhtar seçimlerine girmek olarak bir siyasi hat izlemektedir.

 

“Bay bay Kılıçdaroğlu” dedi CHP delegesi, peki sol, “bay bay sosyal demokrasi” diyebilecek mi?

 

İsmail Cem Özkan

 

29 Ekim 2023 Pazar

Pop yıldızı yaratmak!

Pop yıldızı yaratmak!

 

Cumhuriyetin 100.yılı nedeniyle yapılan pr çalışmaları ve reklamlar ve de ekranlara çıkıp ahkam kesenlerin hepsi bir kişi putlaştırma, kutsama yarışına girdi... Hatta yapay zeka kullanılarak yeniden bir pop yıldızı olarak yarattılar.

 

Cumhuriyet sanıldığı gibi öyle tesadüfen tek bir adamın aklından çıkmadı, onun öncesi büyük bir birikim var... O öncesi de ilk anayasayı yazan, hani meşhur Ziraat Bankasını kuran adam var, gerçi sürgünde kısa sürede idam edildi ama önemli konu o değil ama onun ile demokrasi, özgürlük, hukuk mücadelesi başlar, aslında o da yalnız değildir, onun öncesi de vardır... Mithat Paşa mezarı bugün Abide-i Hürriyet mezarlığındadır...

 

İttihat ve Terakki partisi liderleri kendisini İstanbul’un işgali ile biten savaş sonrası fesih edip yurtdışına kaçınca, o hareketin kadroları Anadolu'ya sürülmüş Balkan göçmenleri üzerinden yeni bir devlet kurma arayışı içindedir... elbette bu girişim işgalcilerin bilgisi dahilindedir, çünkü balkanlarda veya geniş anlamda konuşursak eğer, Anadolu topraklarında kurulacak devlet Avrupa'daki “Türk Sorunun” çözümüdür…

 

Anadolu'da, unutulmuş topraklarda ve bozkırın ortasında bir devletin oluşturulması öyle kolay değildir. Siyasi ortam, ekonomik, koşullar izin vermesi bir yana, elde ki kadrolar buna uygun olmasaydı; istenmiş olsa dahi kurulamazdı. Cumhuriyetin kurucu kadroları eğitimli, bilgili, devlet geleneği içinden gelmiş donanımlı insanlardır. Kadroların her biri birden fazla dil bilmekte, devletin değişik basamaklarında çalışmışlardır... Atatürk'ü diğer ittihatçı liderlerden farklı kılan ise, sürekli yenilenen ve kendisine bağımlı kadrolar ile yoluna devam etmesidir.

 

Atatürk bir ittihatçı kadro içinden gelmektedir ve her kadro aslında gözü karadır, öndedir, kavgadan ve mücadeleden kaçmaz... Trablusgarp savaşına İtalyanlara karşı savaşmaya Enver Paşa ile gitmiş ve her ikisi de şarapnel ile yararlanmıştır. Onlar orada vatanı kurtarmaya çalışırken Balkanlardaki doğdukları, eğitim aldıkları şehirler artık Osmanlı devletine ait değildir... Bu süreç içinde ittihatçı kadrolar ülkenin geleceği için bir arada, sürekli fikir geliştirirler...

 

100. yıl kutlamalarında özellikle biri yüceltilir, onun ismi ve portresi ile cumhuriyete bir elbise giydirilir. Dokunulmazdır, hatası yoktur, o hep ilklerin insanı olarak sunulur... Tarihi kişileri küçümsemek de, çok yüceltmekte onun içinin boşaltılması anlamına gelir.

 

Yaşadığımız zaman diliminde ve daha öncesinde de yaşadığımız içi boş, günün gerçeklerinden uzak, bir boy gösterisine dönüşmüş reklam spotları içinde kutlama olmaktadır...

 

Yaşanan krizlerin nedenleri, neden bu kadar medeni dünyadan uzak, insan haklarından bir habersiz, yasaların ve hukuk maddelerin birer kağıt üzerinde leke olarak görüldüğü bu süreç, tarihimizin hangi zamanlarında yaşanmıştı, bugünü diğer günlerden farklı kılan nedir? Bunları konuşmak yerine bir iç bölünmüşlüğün cephesel savaşını andıran ama düşük yoğunluklu bir savaşın içindeyiz izlenimi vermektedir.

 

Akıl tutulmasını yaşıyoruz...

 

Siyasi İslam’ın Kemalizm ile yüzleşmesi ve başarısız olduğu bir zamanda, başarısızlığı başarıya doğru taşımak eğiliminde olan muhalefetin olduğu bir süreçteyiz.

 

100. yıl, 10. yıl coşkusu üzerine oturmuş, sanki o günleri yeniden yaşıyormuş ama özneleri değiştirilmiş halet-i ruhiyeden uzak ama onu öykünen sözde işler...

 

Kurucu kadroları yok sayan, kadroların yarattığı cumhuriyet anlayışını aşamayan, o günkü tek adam ve ona karşı yapılan mücadeleler, bugün dünden farklı ve daha geri, yaşadığı coğrafyanın sorunlarından uzak, savaşın içine çekilen, sürekli çalıştırılan bir ülke görünümü içindeyiz.

 

Cumhuriyetin 100. yılında "yurtta sulh, cihanda sulh" demenin koşulları ne yazı ki yok, gerçi söyleyende yok... Barış olması için tarihi ile barışık, eşit vatandaşlık koşulları içinde, yasaların güvencesi altında, hukuk maddelerini bir kara leke olarak görmeyen, çağdaş, çoğulcu, laik bir düzen olması gereklidir. Biz hala kurucuların “muasır medeniyet” amacından uzak, o amaca ulaşamamış bir devletin 100. yılını vitrin düzenlemesi ve ışıkları altında kutluyoruz...

 

"Gerçek şudur ki Kemalizm bir ideoloji değil, tarihsel bir olay ve o olay üzerine bir görüştür. İki yüz yıldan beri başlayan modernleşme akımının doğru yolunu bulması, ona yönelmesidir." Uğur Mumcu

 

Uğur Mumcu gibi düşünüyorum, modernleşme hareketi ne yazık ki yolundan çok uzağa düşmüş, Büyük Ortadoğu Projesi içinde kendisine verilen rolü oynamaya çalışan bir ülke konumdayız. Bugün abartılan dayanışma mitingleri ile Ortadoğu politikasına bilgisizce, tarihi gerçeklerden uzak, duygusal tepkiler ile bodoslama dalıyoruz... Suriye'de yaşanan "Arap Baharı"na "taraf" olunca "bertaraf" olduğumuz gerçekliği ile yüzleşmeden, yeni savaş çığlıklarının atılması bizi ortaçağ karanlığına doğru sürüklüyor...

 

Savaş gemilerinin boğazdan boy göstermesi, savaş uçaklarının gökyüzünde fazla gözükmesi gurur kaynağı olarak algılanmaya başlamışsa savaş kapımızı çalıyor demektir...

 

Kurucu babaların bize bıraktığı miras yaşadığımız zamandır...

 

Şehirlerde ışıltı vitrinlere bakarak emeklilerin, işçilerin açlığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor... Mültecilerin sefaleti, ev bulamayan sabit gelirli insanların trajedisini hiçbir bayrak örtmez...

 

Yaratılan gerçeklikler hepsi birer propaganda aracıdır.

 

Kimin yarattığının pek önemi yoktur, toplum içinde oluşan algılar elbette çatışacak ortamı bekler... Ne yazık ki toplumumuz cepheleştirilmiştir, bu cepheleşme bir arada yaşamın, bir arada olanların hoşgörüsünü de ortadan kaldırıyor...

 

İsmail Cem Özkan

26 Ekim 2023 Perşembe

100 yılda bir…

100 yılda bir…

 

AKP ve diğer siyasi İslamcılar 100. yıl kutlamasına gönüllü ya da isteksiz katıldıklarını yaşadığımız süreçte görüyoruz, ona rağmen parçalı, seçim yenilgisi yaşayan muhalefet, Türk solu ve benzeri taraftarı evlerinin penceresine bayrak asma yarışına girmeli, hatta üzerinde Atatürk olunca daha keskin AKP taraftarı olmadığını kanıtlamış olur... Milliyetçi, solcu, devrimci, ümmetçi ama siyasal İslamcı olmayan "en çok Atatürk'ü biz seviyoruz, yaşasın cumhuriyet!" yarışmasına girmiş, banka, yandaş gibi gözükmeyen şirket ve belediyelerin reklamları görünürde çok coşkulu… Birçok şirket reklamı ise yasak savar gibi, ucuza kurtarmışlar, coşku yerine görünürde coşku. Gerçekten kutlamış olsalardı çalışanlarına birer ikramiye vermeleri gerekmez miydi, çalışanların omuzları üzerinde cumhuriyet sayesinde sermaye biriktirdi hepsi…

 

Cumhuriyetin yok saydıkları ise sessizce kenardan izliyorlar, galeyana gelip dükkanları yağmalanmasın, Sansaryan Han eğer eski işlevinde açık olsaydı orada sorgulamamak için diye dua ediyor olmamalılar... Bu ekonomik krizde acaba yeniden bir Varlık Vergisi çıkar mı diye korkuyla, elinde avucundakini satıp yurt dışına kaçayım diye düşünen iş insanları endişe ile gelişmeleri izliyor...

 

Yüzyılda değişenler arasında çarık yerini ayakkabı aldı ama kaliteli ve insana yakışan ayakkabı yerine parasının yettiği kadar ayakkabı alır konumdaysa… Damlı evlerden apartmanlara çıkmak gelişme ise, ağanın yerini patronların aldığı ama hala elinde avucunda kendisini savunacak hukuk maddesi olmasına rağmen savunamıyor, mahkeme kapısına gittiğinde, genelde kaybeden kendisi olduğuna göre; değişen nedir?

 

Padişahın gölgesinin yerini padişah yetkiler ile donanmış bir liderin alması değişim midir?

 

Cumhuriyetin kazanımları sayılmak ile bitmez derler, yok ettikleri toplum içinde çeşitlilik, halkların bir arada yaşadığı İstanbul semtlerinde yaşamış olan Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Bulgarların... Ne kadarı kaldı bu şehirde ve ülkede?

 

İnancı, dili farklı olan bu ülkenin insanları milyonlar ile ifade edilen şehirlerde on binde biri bile yer tutmuyor... Yok edilen, yok sayılanları saymak ile bitmez diyecek başka biri, evet ulus devlet ideolojisi homojen toplum yaratma adına, tek bayrak, tek dil, tek millet, tek lider… anlayışı ile 100 yıldır bu ülkede hayat buldu. Düşünelim bir kere daha, dünyada hayat standardı yüksek ülkeler arasına yani o medeni, muasır milletler arasına girdik mi? İnsan hakları konusunda kaçıncı sıradayız? İşçi ve çocuk ölümlerinde? Saymakla bitmeyen istatistiki rakamlar… Yolsuzluk, rüşvet gibi konuları hiç açmıyorum, tüm üçüncü dünyada yaygın olan şey bizde de yaygın olmuş ne gam! Üretimde, kendi kendine yetme ideali ve hedefi hepsi yalan oldu... Var olanı satıp, olanı korumamak küreselleşme diye yutturuldu ve en iyi ulusun birikimlerini satan liderler hep omuzlarda taşındı…

 

Bugünlerde cumhuriyet kutlanırken, 100 yılda ne başardık, neyi hedefledik ama ulaşamadık diye düşünmek gerek... Ve ulaşamadıklarımız o kadar çok ki, bırakın bir arada huzurlu yaşamı, ülke tarihinde olmadığı kadar keskin sınırların oluştuğu ve ayrılıkların beslendiği, nefret söylemlerin her gün yenisinin eklendiği ülke olduk... Tarihin en kırılgan dönemini yaşıyoruz belki, insan hareketleri tarihte olmadığı kadar yoğun ve rakamlar çok yüksek.

 

Mülteci alan ülke mülteci ihraç ediyor…

 

Ülkenin sosyal yapısı göçmenlerin kontrolsüz şekilde hareket etmesi ile değişiyor, ona bağlı olarak köle emek gücünün ülkeye girişi ve işçilerin kazanılmış haklarının yok sayılması… O kadar çok sorun birikti ki, Osmanlı devletinden devralınan sorunlar ile yüzleşemeyen ülkemiz, yüzleşmeyeceği sorunlar yumağı içinde krizden krize koşuyor…

 

Çözüm yerine üzerini örtme siyaseti ile geldik bugüne…  

 

Savaşan ülkelerin gökyüzünden füzeler uçarken, bizim sınırlarımızın üzerinden bomba yüklü uçaklar, silahlı insanları taşıyan planörler, kalabalıkların içinde patlayan canlı bombalar ile güvencesiz, gelecek perspektifinden uzak bireyler topluluğu olduk…

 

Günümüzde devletler hem itfaiyeci hem de kundakçı rolünü oynuyor...

 

100. Yılına giren cumhuriyetimiz devlet geleneği çok eski olmasına rağmen, çalışanlarını hala köle olarak gören, emeklilerini yük olarak görüp, onlara hizmet yerine elindeki avucundakini almayı planlayan ekonomi yönetimi, öğrencilerin ve hastaların müşteri gözüyle bakıldığı bir düzenden uzak, insana yakışan, nefret söyleminden uzak bir cumhuriyet oluşabilir mi?

 

Kutlama yerine yüzleşme, yeni hedeflerin koyma zamanıdır...

 

Her yıl dönümleri aslında bir şeyin kapısını açmak için fırsattır ama bizim geleneğimizde açmak yerine kapatmak ve o görmek, konuşmak istemediğimiz hepsi kapalı bir yerde kalıp çürümesi beklenir ama bu beklenti hep boşuna olduğunu hepimiz biliyoruz ama bilmezlikten geliyoruz…

 

İsmail Cem Özkan

 

25 Ekim 2023 Çarşamba

Rumuz Goncagül

Rumuz Goncagül

 

Bol paçalı pantolonların, geniş yakalı gömleklerin hakim olduğu zamanda, çaresiz kalmış ve bir çıkış yolunun evlilikten geçtiğini düşünen kocasından kalan maaş ile geçinmeye çalışan ama maaşı yetmeyince alt katlarında olan odayı Sıtkı’ya kiralayan İnsaf Hanım ve kızı Gülsün’ün başından geçen trajik- komik olaylardır…

 

İstanbul’un tarihi semtlerinden biri sahnemizdir. Apartmanların arasına sıkışmış bir bina. Düzenli kirasını ödeyen ve kirasında artış yapmayı uzun yıllardır kesmiş bir kiracı… Nasıl yapsın ki, maaşı belli, gideri bellidir, hayat sürekli pahalanmakta, alım gücü azalmaktadır. İçine düştüğü geçim sıkıntısı ve toplumsal baskılara bir de giderek değişip dönüşen kent hayatının zorluğu eklenince kiracı İnsaf Hanım, kızının geleceği için bu sıkışmışlığın içinden kendince bir çıkış yolu bulur. Kızının bir evi, bir güvencesi, bir yuvası olması için Goncagül rumuzu ile gazeteye kızıyla birlikte mektup yazar.

 

"Aile kızıyım, ev işlerini becerir, güzel yemek pişiririm. İlkokul mezunuyum. Babam vefat ettiği için annemle, kendi evimde oturmaktayım. Ahlâklı, geçimliliği olan biriyle evlenmek istiyorum. İç güveysi de olabilir. İsteklilerin Goncagül rumuzuna yazmaları"

 

Gazetede ilan yayınlandıktan sonra kısa sürede 261 talipliden mektup gelir. Bu kadar talipli ile görüşmeyeceğini anlayan İnsaf Hanım, kiracısı Sıtkı beyden yardım ister. Sıtkı, anne kıza yardımı kabul eder ve çaktırmadan kendi yazdığı mektubu öne çıkarır, ama pek karşılık bulmaz istekleri ama ona rağmen diğer talipler ile o da görüşür.

 

Oyun bu şekilde başlar ve taliplilerin her birinin evlilikten beklentisi ve çıkarı farklıdır.

 

Olayların örgüsü böyle devam ederken sahnede gördüklerime gelirsek eğer, sahne sade, iki perde ayna yansıması gibi konulmuş, araya bırakılmış bir boşluk, o boşluktan arka tarafta duran müzisyenleri görürüz.  Sahne rampadan oluşmakta ve rampa aynı zamanda ev işlevi de görmektedir. Perdeye yansıyan el çizimi görseller ile olayların nerede geçtiği, nasıl bir atmosfer içinde olduğu fikrini vermektedir.

 

Karamsarlık, siyah beyazdır…

 

Yanlara dizilmiş sandalyeler ve oyunda geçen tüm kahramanların sahnede olmasını sağlarken, aynı zamanda izleyici konumundadır. Oyuncudur ama seyirci koltuğunda oturan gibi seyircidir aynı zamanda… Seyirciyi oyunun içine davet etmektedir sessizce.

 

İzlediğim oyun Ortaoyunun modern anlayış ile epik tiyatro içine ilmek ilmek dokunmasıdır. Müzikler, sözler her biri olayı seyirciye taşırken, aynı zamanda seyirciyi de sesleri, alkışları ile sahneye taşımaktadır.  Arkada orkestra, oyunun başından sonuna kadar oradadır, ayrılmaz, gerek olduğunda oyuna arkadan ses olarak dahil olmaktadır. Pavyon, gece yaşantısının sesi, ışığı sahneye seyircinin üzerine vurmaktadır…

 

Timur Selçuk üstadın ezgileri ilk yazıldığı kadar canlıdır. Oktay Arayıcı öyle bir oyun inşaat etmiştir ki, söyleyeceği sözü oyunun içinde, tüm sahnelere yaymıştır. İki büyük sanatçının elinden çıkıp Zafer Algöz yönetiminde günümüzde sahneye taşınınca trajediyi, eğlenceli halde yaşar bulduk. Dramdır ama komiktir, yaşayanlar için trajedi olan seyircisi için komik konumdadır ama günümüze doğru esen olaylar zincirinde teknoloji gelişmiş olmasına rağmen temel çelişki hale varıdır ve doğal olarak yaşamaktadır. Bugün dahi ev sahibi kiracı, yükseltilmeyen maaşlar, alım gücünün yok olması, ev sahibi rant için binasının yıkılmasını istemesi, daha fazla para için hayatların parçalanması…

 

Uğur Keleş izlediğim oyunda sahneyi tam dolduran, rolünü o kadar güzel abartmış ki, sanki doğal bir şey yapıyor gibidir. Yüksek ökçeli ve tabanlı ayakkabı, bir pavyon müdavimi, ayarladığı kadınları pazarlayan bir erkek, her andan büyük bir şevk duyan biri karakteri… Sahnenin tam ortasında mimikleri, gözlüklerini kullanımı ve sesi ile adeta bir şov yapmaktadır… Her rol her insanı kucaklamaz, işi gereği olarak yapan vardır ama işini özümsemiş, içselleştirmiş ve bunu yaparken de hayat damarlarında akan kanın coşkusun artırmış oyuncularda vardır. Sanki bu rol onun için biçilmiş gibidir. Refik Mayısoğlu masum, çaresiz ana ve kızın duyguları ile oynayıp, onların acısından, trajedisinden ekmek kazanmak için kumpas kurandır… Elbette o kadar çok sıçramıştır ki, bir gün yakalanacaktır, yakalanır ama adalete teslim edilemez, adaleti yakalayan kendi eli ile verir, çünkü adalet karışıktır, sonuç alacak kadar net değildir. Mahkemeye düşenin ağzı yanmıştır, o girdaplı süreçlerden bir şey çıkmayacağını bilir…

 

Refik Mayısoğlu’un kurbanıdır tesadüfen orada bulunan Ayşen. Fark etmiştir el yazısından ve yıllar sonra ilk eşi ile yüzleşme fırsatı doğmuştur. Bir yüzleşme, aynı zamanda olayın üstünün kapatılması… Duygu Gökhan pavyon şarkıcılığı, o sürece giden yollarda yaşadığı acılar ile oluşmuş olan tecrübesini Gülsün’e aktarır, onun başından geçmesin ister. Çaresizlik insanı beklemediği bir sürece sürükler, yanında yatan kocan olacağına satın alan bir erkek de olabilir… Duygu Gökhan bu oyun içinde parlayanlardan biridir, aynı zamanda seyirci ile iyi iletişim kuran diğer oyuncular ile bir bütünlük sağlar… Sahneyi kullanması, sesini çok iyi ayarlayarak seyirci ile birlikte sözlere nota katması…

 

Efe Erkekli, komşu, kiracı ve aşık Sıtkı olarak karşımıza çıkmaktadır. Gençliği, dinamik duruşu, hareketli olması ve rolüne ayrı bir içerik vermiştir.

 

Zafer Algöz oyuncuları çok iyi tanıdığını oyunun bütününden oluşan süreklilik, akıcılık ve sahne kullanımından anlıyoruz…

 

Şebnem Bilgeer benim izlediğim oyunda Gülsün’ü canlandırıyordu. Dilek Güven ile birlikte rolünü o kadar doğal hale getirmiş ki, seyirci ile rahat iletişime geçiyor…

 

Oyuncuları tek tek değerlendirmek yerine hepsinin rolünü çok iyi yaptığını, seyircinin alkışları ile oyun sırasında ve sonrasında katılması, şarkıları birlikte söylemesinden ve mutlu olarak anı yaşadıklarından anlayabiliriz.

 

Peki, hiç mi eleştirilecek yönü yok derseniz elbette var! Oyunun zamanı ve ruhunu bugünkü kuşak bilmeyebilir, çünkü yeni kuşak gazeteleri sadece dijital olarak görüyor ve çoğu okumuyor bile… Geçmişte gazeteye verilen bu tip ilanlar günümüzde web siteleri ve uygulamaları içinde var. Oyun henüz başlamadan önce zamanın ruhu, gazeteye neden ilan verildiği, neden bir rumuz kullanıldığı yeni kuşaklara açıklanmasına fayda var diye düşünüyorum, örneğin bir anlatıcı gelecek oyunun başında kısa bilgi verecek ve seyirciyi oyunun içine davet edecek… Bu iş için bana göre Halet Rezâki rolünde oynayan Erdoğan Aydemir çok rahat bir şekilde yapabilirdi.

 

Bu kadar sıkıntının içinde bir normal nefes almak için tiyatro salonları bir olanak sunuyor, ben de bu olanaktan faydalandım ve içimdeki oluşan karabulutları bu oyunu izleyerek dağıttım, anlıkta olsa orada çok eğlendim, şarkılara katıldım, Timur Selçuk şarkılarının o muhteşem dünyasına dalıp birazda geçmişime doğru yolculuk yaptım…

 

Oyunda emeği geçen tüm çalışanlara teşekkür ederim, bu oyunu sahneye taşıyan, emek veren, planlayan, salonun kapısında bizi karşılayandan, uğurlayana kadar herkesin emeğine sağlık…

 

İsmail Cem Özkan

 

Rumuz Goncagül

 

Yazan: Oktay Arayıcı
Yöneten: Zafer Algöz

 

OYUNCULAR:

Dilek Güven
Eylem Yıldız, Şebnem Bilgeer 

Efe Erkekli
Duygu Gökhan
Rezâki Erdoğan Aydemir
Engin Delice
Ahmet Dizdaroğlu
Uğur Keleş
Buğra Kağan Kahraman

 

Müzisyenler:
Piyano: Rahim Ozan Demir
Ud: Bayramcan Boy
Klarnet: Ercan Yalazan
Keman: Ahmet Bekir Bağcı
Kanun: Harun Uğur Kaya
Ritim: Berat Melemez
Vokal: Şebnem Bilgeer

Dekor Tasarımı: Nur Sinem Mete

Kostüm Tasarımı: Burcu Melek Bozan

Işık Tasarımı: İ.Önder Arık

Müzik: Timur Selçuk

Müzik Direktörü: Rahim Ozan Demir
Koreografi: Kerem Kuraner

Dramaturg: Derya Özer

Yönetmen Yardımcıları: İşdar Gökseven, Eylem Yıldız, Ergun Akvuran, Ahmet Dizdaroğlu

Görsel Tasarım: Cihan Kahraman

İllüstratör: Nur Sinem Mete

Asistan: Şebnem Bilgeer

Sahne Amiri: Burak Akyüz

Kondüvit: Ersin Sönmez

Işık Kumanda: Ozan Çelik

Dekor Sorumlusu: Necati Işık

Aksesuar Sorumlusu: Serkan Dürser

Kadın Terzi: Nimet Çelebi

Erkek Terzi: Meral Şeker

Perukacı: Zeynep Bolkısık Bağ

Projeksiyon Kumanda: Korhan Boduroğlu, Uğur Akcan

Afiş Tasarım: Cem Yılmaz