Galata Gazete


30 Eylül 2016 Cuma

Sol, yeniden işçi sınıfının ellerinde yükselmelidir!

Sol, yeniden işçi sınıfının ellerinde yükselmelidir!

Sol üzerine birçok yazı okumuş ve hatta bir bölümünüz yazmıştır. Sol bir umudu simgelediği için konulara konu olur, çünkü solun dışında yer alanlar umutları söndürmek ve var olanın devamından yanadırlar. Sol yeniden yaratır, alın teri ile oluşturur, alın yeri her daim fabrikada, tarlada akacak değildir, yeri gelir barikatta, yer gelir omuz omuza kavga ederken. Solun sembolü alın teridir. Alınterisiz elde edilen şey sola yakışmaz, solcuya hiç yakışmaz! Ne yazık ki zaman değişti, liberal dünya da alın teri hoş görünmemeye başlandı, çalmak, yalan söylemek, dolandırmak genel geçer kabul gördü. Her şeye bir kulp bulundu, her şey yaratılan gerçeklikler ile anlatılır ve anlaşılır kılınmaya başlandı. Sol yeniden özüne dönmeli, yeniden işçi sınıfının elleri üzerinde yükselmeli, yeniden bütün ülkeleri işçileri birleşin, sizi yok etmeye çalışanlara karşı barikatlara diye haykırmalıdır. Sınırları ancak sol yok edecektir, sol en altakilerini birleştirir, sermayeyi değil!

Bütün ülkelerde ne yazık ki solcuların kafası çok karıştırıldı, elde ettikleri tüm değerler liberal ekonomin yarattığı yapay gündemler ve algılar ile ve sol içinde işbirlikçiler ile teker teker kaybedildi. O kadar karışıklı yaratıldı ki, işçi sınıfının eneği ile yarattığı sendikalar kağıttan bir yapıya dönüştürüldü, sermaye istediğini alırken, sendikalar işçi sınıfına akıl vermeye kalktı, ayağa kalkma dedi, çünkü devletin bekası için!

Dünyada ki solcular gibi Türkiye solcusunun da kafası çok karışık, çok karışık olduğu içinde birçok soruya net yanıt veremiyor, veriyormuş gibi yapıyor...

Ülkemizin öznel sorunu gibi duran bir adı konulmamış ama müzakere massı devrilen iç savaş vardır.Yaşadığımız iç savaştan dolayı en önemli mesele, yurtseverlik ya da vatanseverlik kavramı sürekli gündemde duruyor. Vatan sevgisini ülke birliği ve bütünlüğünü korumaya mecbur jandarmanın zihni ile karıştırılanlar, diğer kesim ise ben jandarma değilim birisi ayrılmak istiyorsa ayrılsın diyerek sorgusuz sualsiz destekleme ve hatta onların safında savaşma olarak algılıyor... Bunların dışında olan alternatifler genel kabul görmüyor, çünkü toplum baskısı ve de devlet baskısı diğer alternatiflerin yaşaması için ortam yaratmıyor.

Peki, solcu bu ortamda ne yapmalı?

“Ben komşularım ile sıfır sorunlu hatta sınırı olmayan bir dünya özlüyorum ve yaratacağım” iddiasında olmak zorunda… “Tek devlette ben kuracağım rejimimi/devleti yaşatacağım” demek iddiası artık gerçekçi değil...

Sesli düşünüyorum; “Bu teknoloji bilgisi ile ben kuracağım devlette ancak halkıma bugünden daha geri yaşam sunabilirim, o yüzden teknolojik olarak bağımlılık ilişkim olmak zorunda, çünkü teknoloji üretecek ne alt yapım var ne de ona uygun düşünce yapım... Şimdilik soyut özgürlük mücadelesi kavramım var elimde... Hala adına örgütlenme diyebildiğimiz ama saç ayakları eksik olan örgütlenmem, var olan teknoloji içinde bağımlılık ilişkisi... Yaratmış olduğum her hangi bir yazılımım ve aracım yok... Önce bir bağımsız olalım sonra bakarız diye içimizden geçirmekteyiz belki... Ona uygun belki uluslararası bir dayanışma örgütlenebilir...

Neden olmasın!

Ben bugünden geleceğe doğru bir sosyal düşünüce yapısı kuramazsam zaten ortada bir sorun var, geleceğin nüvelerini içinde bulunduğumuz ilişki ağı içinde ekmek ve büyütmek ile sorumluyum... Nasıl bir toplum istiyorum, ona göre örgütsel ilişkimi o isteğe uygun örgütlerim ki, ileride dün/bugün savaştığımız diktatörler içimizden çıkmasın...

Şimdi yurtsever olduğumuzu iddia ediyorsak, o zaman ülke birliği içinde sorunu çözümü aramak diye bir sorun çıkıyor önümüze ama diğer yandan komşular ile sınırları ortadan kaldıracak bir ilişki de beni zorluyor...”

Solcu ne yapacak bu durumda?

Sıfır sorun ve iç savaş!

Bizim dışımızda zaten bir iç savaş yaşanıyor...

Bu iç savaşın tarafı olan halk aynı zamanda güney sınırımızı oluşturan halk...

Onlar ile sıfır sorun yaşamak için öncelikle ‘Kürt Sorununu’ çözmek zorundayız...

Peki, Kürt sorunu nasıl çözülür?

Direkt ayrışma ile mi?

Ayrışmayı savunursanız bu sever yurtseverlik konusu gündeme gelir. Peki, ayrışmayı savunmamak ama “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” diye bir ilkemiz var. Ne olacak? Sol işte bu ilkenin hayata geçirmesi için ortam hazırlamak ile yükümlü… Halk kendi kaderini kendisi bir referandum ile mi, başka yöntem ile demokratik koşullar içinde kararını açıklayacak ve ondan sonra ki ilişki çizgisi birlikte ya da ayrı şekilde ama sorunsuz devam edecek. Ayrışma demek batıda yer alanların ayrışan tarafa göçmesi anlamına geldiği gerçeğini göz ardı etmemek gerek, çünkü gönüllü ayrışanlar kendi ülkelerinde yaşama hakkına sahiptir, ayrıştık ama ben gitmiyorum deme hakkı ne yazık ki yok... Daha önce yaşanmış tarihi gerçeklerin de var olduğunu unutmamak gerek...

Bizim isteğimiz ve beklentilerimizin dışında tarih akar... Her olasılık ortada olmalı ve en kötü senaryoyu kendimize odak noktası almamız gereklidir...

Kürt sorunu çözülecek ve sıfır problem olacak... Nasıl olacak?

Sol bunu düşünürken aynı zamanda Ermeni sorunu var...

Ermeniler ile sıfır sorunlu, var olan bir devlet ilişkisi içinde ilişki kurmak zorundayız. Ama yan tarafında Azeriler... Onları da yok sayamayız, onlar da komşumuz... Komşular arası ilişki bizim sınır ilişkimizi belirler konumda... Bu sorunu nasıl ortadan kaldıracağız? Çünkü yurtseverlik içinde; komşular ile sıfır sorun ve hatta sınırların ortadan kalmasını savunmak var... Karşılıklı gidiş gelişlerde ve çalışma ve de yaşama hakkı konusunda tüm bireyler karşılıklı olarak hakka sahip olmak zorunda...

Bulgar sorunu ve de Yunan sorunu var... Her iki sorun üzeri tozlanmış rafta duruyor ama bugün yaşadığımız tüm tepkilerin ve reflekslerin temelinde Bulgar sorunu yatıyor dersem? Çünkü henüz yüzleşilememiş ve tartışılamamış bir Bulgar sorunu varlığını alttan alta yaşamaya devam ediyor. Birçoğumuz ‘İttihatçı Refleks’ diyor ama bu refleksin kaynağı Bulgar sorununda yatıyor... o Dönemde yaşanan olaylar ve büyük balkan göçü, yenilginin getirmiş olduğu travma… O travma İttihatçı bir yapıyı ortaya çıkardığı gerçeğini unutmayalım!

Solcular yukarıda anlattığım sorunlar içinde kendisini tanımlamak zorunda...

Soruları sormadan ve cevaplar verilmeden kendi kendine solcuyum demek ile solcu olunmuyor... Bugün örgütlerin her olay karşısında nasıl tavır alacağı konusu sorun olarak duruyorsa, nasıl bir gelecek istediği konusunda doğru tespitlerinin olmamasından yatıyor...

Ayrışmayı savunarak Türkiye sol hareketi kuramazsınız, çünkü ayrışma sizi bir cephenin tarafı yapar ve sadece savaşır ve onlara lojistik destek vermekten başka işlev bırakmaz... Savaşın tarafları hatalı da olsa savunmak ile yükümlü olursunuz... Savunmanız yüzünden ülkeyi kucaklama konusu engel olarak önünüze çıkar ve her saldırıya açık kapı bırakır... Çünkü ülkemizde tek bir halkın ayrışmasını savunmak olmaz, çünkü heterojen bir yapımız var ve her ayrışmak isteyene hadi ayrış demek ülkenin birliğini ve bir arada yaşama ilkesinin ortadan kalmasını savunmak anlamına gelir... Dayanışmak ayrı bir şeydir...

Devlet saldırıyor, mazlum bir halk kendisini var etme mücadelesi içinde. Onun ile dayanışır, onun temel haklarını alması için sen de kendi programını ortaya koyarsın...

Ortada Kürt sorunu var ve o sorun çözülmeden ülkede demokrasi adına bir adım atılamıyor, orada bir kilitlenme söz konusu... Öncelikle Kürt sorunu çözmek gereklidir, yoksa başka alanlarda ne yazık ki adım atılamıyor, savaş ekonomisi ve politikası birçok şeyin önünde engel ve kontrol edilemeyen kara paranın kaynağı olarak ortadadır.  Kara paranın hakim olduğu yerde her türlü hukuk dışı gelişme olağan sayılır.

Solun üstüne düşen görev ağırdır.  Bugün ki siyasi konjonktüre bakarak sanki sol çaresiz gibi gözükmektedir. Ülke gittikçe şeriat ister konuma gelmiş… Bu duruma gelmesine sebep olan şey ülkede yaşanan iç savaşın rolü olduğunu unutmamak gereklidir.

Şeriat bayrağı altında ümmet olarak birliği savunanlar sanki çözüm yolu gösteriyormuş gibi toplumda algı oluşturuyorlar... Şeriatın çözümsüzlük ve daha kanlı bir gelecek olduğunu artık hepimiz biliyor ve yaşıyoruz...

Sol kendisini yeniden ortaya koyabilmesi için siyasi hedefleri net olan bir program ile kamuoyunun önüne çıkmak zorundadır...

Yaşadığımız kaos ve girdaptan çıkmak için, siyasi hedefleri net olan bir program etrafında geleceğin nüvelerini yaşatabileceğimiz yeni bir yaşam biçimini ortaya koymak ve yaşatmaktan geçiyor... Kürt sorunu konusunda kafası net olan ve bu sorunu nasıl çözeceğini açıklayan ve şeriata karşı gerçek alternatifin bu program olduğunu açıklayacak bir proje...

Öyle soyut şekilde ben iktidara geldiğimde bütün sorunlar sihirli değnek ile çözeceğim masalına kimse inanmıyor... Şeriatçılar bakın kendi içlerinde ümmet çatısı altında Kürtler ile birlikte yaşamlarını kurmuşlar, yaşatıyorlar hatta IŞİD saflarına cihatçı ithal ediyorlar... Onlar için sorunun çözümü ortada... Devletin çözümü mutlak çatışma ve katliam... Onun çözümü de ortada... Bir grup solcunun çözümü de mutlak destek şeklinde tarafların bir yanında saflarda...

Peki, bu durum sorunu bugüne kadar çözdü mü?

Bakıyorum etrafıma, hala savaş var, hala iç savaş devam ediyor… Hala insanlar ölüyor, hala sınır komşularım ile sorunlar çözülmemiş, hatta gün geçtikçe karmaşıklaşıyor. Ermeniler başka yerden bir lobi için kaynak bulmuş, ülkemiz içinde bu lobicileri finans ediyor, kendileri için en doğru yöntem belki... Belki de olması gereken… Ortada kalmış birçok sorun sahipsiz ortada... Sol ortada, polis ile etrafı sıkıştırılmış, halktan kopuk sloganlar ile gerçek sorun ile uğraşmak yerine kendisince öncelikli olan eğitim alanında şeriat ile mücadeleyi öne almış, çünkü şeriat artık bu ülke için gerçekten yakın bir problem ve her an gelmesi muhtemel... Mutlaka mücadele edilmeli ama onları yaratan ortam ve devlet anlayışı ile nasıl ve hangi boyutta mücadele edilmesi gerektiği net değil... Sadece eğitim ile çözülecek iş değil, eğitim sadece görünen kısmı… Devletin her biriminde şeriatçılar örgütlenmiş konumda... Özel hareket polisleri bile artık “İstiklal Marşı” yerine “tekbir” getirmektedir...

Bu girdaptan sadece bizi örgütlü sol çıkarabilir ya da dış güçlerin çıkarları bize yeni bir rol verir ve biz de o rol içinde kendimize düşeni oynamaya devam ederiz...


İsmail Cem Özkan

26 Eylül 2016 Pazartesi

Tarih yazıcıları bizi kandırıyor mu?

Tarih yazıcıları bizi kandırıyor mu?


Tarih bilimsel bir olgu değildir, yazanın duruş noktasına ve dünyaya bakış açsına göre değişen bir olgudur. Bilimsel olmadığı içinde tarih yazıcıları arasında çelişkiler her daim varlığını korur. Bir konuda uzlaşı varsa büyük olasılıkla o konu yakın tarihimizi ve bugünü etkilemiyordur… Tarih yazıcıları yakın tarihimizi yazarken ya da resmi tarih söylemini geliştirirken aslında bizlerden birçok gerçeği sakladığını, yaşadığımız olaylar ve sonucunda o olaya bakarken bir kere daha anlıyoruz. Aslında bize görmemiz gerekeni gösterip, algılamamız gerekeni sakladıkları yaşanan süreçlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Yaşadıklarımıza dönüp dönüp bakma ihtiyacı duyuyorsak bilelim ki bizlerden çok şey saklanmıştır. Saklanan gerçekler bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır diye umut ederiz ama ne yazık ki bazı gerçekler beklentilerimizin ötesinde dahi ortaya çıkmıyor, çünkü o beklenti içinde olanlar artık bu dünyada ne gölgesi kalmıştır ne de izi. Tarih en çok yakın tarih konusunda yalan söyler ya da gerçeklerin bazı şeylerini gösterir… Bizlere denir ki karşılaştırmalı tarih ile olayları inceleyin belki şansınız varsa gerçeklere yakın bir gerçek ile yüzleşebilirsiniz… Çünkü resmi tarihlerin hemen hepsi istisnasız propaganda amaçlı ve tamamı ile algılar ile oynayan söylemlere sahiptir. Tarih yazıcıları eğer resmi tarih yazıyorsa ister istemez yalan söylemek zorundadır, çünkü onu besleyen, kamuda ikame edenin söylemi ile paralel olmak zorundadır. Yalnızca tarih yazıcıları mı? Elbette değil, günlük olaylara bakan gazeteciler, onlara görüş bildiren akademisyenler bu propagandanın birer parçasıdır. Bağımsız, özgür olmayanlar ister istemez resmi söylemin sınırları içinde yaşamak zorundadır, çünkü kaybedecekleri; maaşları ve çocuklarının okul parasıdır…

Bugün, ülkemiz ve içinde bulunduğu coğrafya kaos ve bitmez tükenmez krizlerin içinde çatışmalı bir şekilde varlığını korumaya çalışıyor. Tek tanrılı dinlerin çıktığı, peygamberlerin bol olduğu bu coğrafyada sanki kader gibi yazılmış alınlarına; çatışın, öldürün, kan ile nesilleri büyütün ve sürekli nefret tohumu ekin denmiştir. Huzur aranmıştır, ama huzur bu coğrafyaya çok yabancıdır. Kim ki iktidarı tam eline geçirmiş, baskı ile huzuru yaratmış ama baskısı biraz ortadan kalktığında kendisi için olan huzur huzursuzluğa ve katliamlara dönüşmüş. Tek adamların, tek düşüncelerin, tek doğruların, tek tarih inancının hakim olduğu bu coğrafya bu teklere inat çoktur, karmaşık bir tarih çizgisi vardır ve tek adamları yıkan yine tek gibi gözüken tek olmayan güçler vardır. Kısaca tek diye savunulan şeyler tekler teker yıkılmış yerlerini karmaşık ve daha çatışmalı ortamlara bırakmış… 

Ortadoğu sürekli yeniden şekillenen bir coğrafyadır ve bizler bu coğrafyanın bir parçasıyız.

Birinci dünya savaşı sonrası ellerinde cetveller ile haritalar çizilmiş, sınırlar yaratılmış, her yaratılan sınır içinde yeni tarih söylemler geliştirilmiş, gururlar okşanmış, vicdanlar rahatlatılmıştır. Çöl ortasında kalan bir tren yolu ve çürümüş vagonlar birilerinin kahramanlığı olmuş, öteki tarafın yüz karası. Ellerinde cetvel olanlar ise başka bir tarih çizgisi içinde kendi vatandaşına daha fazla refah, daha konforlu hayat sağlamış. Bir yerde çöl üzerinde deve sidiği ile şifa arayanlar, öte yanda uzaya insan gönderenler… Tarih dengesiz akmaktadır, her ne kadar tek bir dünya atmosferi içinde olmuş olsak da… Yeni kurulan devletler ve o devletlerin bir biri ile ilişkileri ellerinde cetvel olanların çıkarlarına göre belirlenmiş. Gerek görüldüğünde bir biri ile çatıştırılmış, gerek gördüklerinde bir askeri darbe! Onların kaderi bu olmuş, alınlarına yazılan yazılar sürekli çıkarlara göre silinmiş yeninde yazılmış, kimse bu yazılanı ve silineni bilmemiş, çünkü resmi tarih bizden o gerçekleri hep saklamış her daim gururumuz okşayan şeyler anlatılmış, kahramanlıklar destanı içinde kendi içimizde ki ötekini ezmişiz. Sömürülenin sömürüleni olmuş, ezilenin ezileni olmuş… Ezilen kahraman, ezilenin yeni kahramanlarını yaratmış... Hepsinin üstünde elinde cetvel olanlar “bizim çocuklar” diyerek şampanya patlatmış…

“Yeşil Kuşak” süreci içinde değerlendirilir İran iktidar değişikliği… İran’da Şah’ın iktidarından Humeyni iktidarına dönüşüm konusunda her daim sorular varlığını korumuştur, çünkü bu değişiminde taraf olan Amerika, Tahran’da konsolosluğu basılıyor ve rehine krizi yaşıyordu. Fakat olayların sonucuna bakılınca ve arkasından Irak ile girilen savaşa ayrıntılı bir şekilde baktığımızda bütün bu olayların Humeyni rejiminin topluma içine tam yerleşmesi için neden olarak kullanıldığı ve algılar ile oynandığı gerçeği ile karşılaşıyoruz. Amerika ve o dönemin Sovyet rejimi istemeden İran’da Humeyni İran devletinin başına gelip oturamazdı. Çünkü İran kuruluşu bizim gibi iki dünya arasında tampon olarak kurulmuş ve ikisinin çıkarına uygundur. Bugünden bakarak o güne dair kafamızda ki soruları sormaya başlarsak eğer, her soru başka yanıtı ortaya çıkardığı gerçeği ile karşı karşıya kalabiliriz ve en ilginci de o döneme ait tüm belgelerin hala gizli olduğu ve belirli kasalarda saklandığı gerçeği ile karşılaşırız.

Ortadoğu’da bugün yaşanan mezhepler savaşı için İran’da iktidar değişimi yapıldı ve acaba Şah o yüzden mi sürgüne gönderildi? Şah iktidarda kalsaydı acaba mezhepler savaşı bugün ki gibi keskin olabilir miydi? Lübnan’da bir Hizbullah örgütünden bahsedebilir miydik? Şah neden devrildi ve yerine Humeyni getirildi, Humeyni gelmesi İran’ın siyasi hedeflerinde nasıl bir sapma oldu ve kimler bu iktidar değişiminden karlı çıktı?

Bugün yaşanan kaos ve çatışmaların temelinde ‘yeşil kuşak’ filan şeylerden bahsediyoruz, o halde İran analiz edilmeden ülkemizin iç çatışması ve darbeler süreci anlaşılabilir mi? İran tıpkı Türkiye gibi iki kutup arasında geçiş ya da tampon ülke olarak kurulduysa -ki bana göre öyle- o halde neden rejim değişikliği önemliydi İran’da? Neden Pakistan ve ülkemizde bu olay gerçekleşmedi? Pakistan ile kader birliği yaşıyor muyuz? Onlar kadar iç çatışma keskin olmamasına rağmen neden ve nasıl bir İslam’ı merkezli canlı bombaların hedefi olduk?

‘Yeşil Kuşak’ ve onun takibi ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ve onun eş başkanı konumuna getirilişimiz ellerinde cetveli olanların bir projesidir. Ve her projenin bir finans edeni ve çıkarı olanı vardır. Proje yapanlar ise o paraya verenin amacına uygun olarak çalışır ve onlar için bilgi toplar ve onlara gönüllü olarak ajanlık yaparlar. Her proje bir anlamda parası olana gönüllü olarak ajanlık yapmaktır… Proje yapmak ve proje üzerinden beslenmek soğuk savaş ve sonrasında ortaya çıkan ve çok daha ekonomik ve verimli bir olgudur ve o projeler tarihi yazıcıları gibi algılar ile oynamak ve kamuoyu oluşturulmak için kullanılan sivil inisiyatiflerdir. Ve ‘Sivil Toplum’ kavramı bu projenin bir ürünü olarak karşımızda durur… Aktivistler, sivil geçen kurumların birer gönüllüleridir… Devletlerde tıpkı birey ve dernekler/vakıflar gibi proje yaparlar ve o projelerde gönüllü olarak birçok şeyin lideri gibi gözükmek için canla başla çalışırlar ama ellerinde cetvel olanların sadece amaçlarına ve çıkarlarına uygun davranmak ile yükümlüler…

Tarih yazıcıları bu projelere bakarak bir şeyler yazıyorlar, elbette proje amacına ve sonucuna uygun söylemleri kullanarak…


İsmail Cem Özkan

20 Eylül 2016 Salı

Yaratılan düşman!

Yaratılan düşman!

Dünyada düşman kavramı sürekli bir hayalet gibi gezer ve bir gün bakarsınız düşman siz olmuş olabilirsiniz, çünkü kimin sizi düşman ilan edeceği çıkar çatışması sonucunda ortaya çıkar ama düşman ilan etmeden önce size öyle olanaklar yaratır ki, artık beni düşman ilan edebilirsin diye diklenen bir kedi konumuna dönüşebilirsiniz. Kedi kendisini aslan gördüğü an artık düşmanı boldur!

Düşman olanlar önce sizin kahramanız olabilir. Kahramanlık destanlarınız romanlarda, senaryolarda hatta şiirlerde konu olmuş dahi olabilir, fakat o kahramanlık döneminin parıltılı vitrinlerinde bir an gelir ki vitrinin lambalarından bazıları ömrünü tamamlar ve sönük bir ışıkta aydınlanan vitrin bir bombanın hedefi olabilir… El Kaide işte öyle bir sürecin sonucunda düşman ilan edildi. Önce Sovyet sistemin Afganistan tercihi karşısında Amerikan gizli servisi tarafından beslenen Arabistan’ın en soylu ve de köklü ailesinin bir ferdi dağların kartalı, şahini olmuştu. İslam dünyasının yeni lideri, İslam dünyasının en üst rütbesini almaya ramak kalmışken birden değişen koşullar ve demir perdenin yerini yeni rejimin alması ile birlikte Amerikan için istenmeyen adamı ilan edildi, çünkü onun Afganistan’da bulunması artık Amerikan çıkarlarına ters gelmeye başlamıştı, çıkarlar o tersliği açıkça ilan ediyordu. Afganistan Amerika için stratejik konumda olan bir ülkeydi ve yeni düşmanı ve kontrol etmesi gereken coğrafyanın lojistik yolu üzerindeydi… Bu arada Amerika yeni ürettiği hafif silahlarını deneyebileceği bir tatbikat alanıydı. Tatbikatının uluslararası kamuoyu tarafından eleştirilmemsi için bir düşmana ihtiyacı vardı, seçim ile gelen ve kendi desteklediği Taliban bu düşman konumuna uymuyordu… Ülke uzun süredir istikrarsız ve kaosun hakim olduğu bir yer. Yerel güçler savaşmak için her şekilde dışa bağımlı, teknolojiden uzak bir coğrafyanın içinde ortaçağa sürüklenmiş haklar topluluğu… Afgan üst kimlikti ve Afgan halkının olmadığı bir coğrafyanın haklar mozaiği İslam şemsiyesi altında eritilmeye çalışıyordu.

İslam ne zaman batı için düşman oldu?

Batıda ne zaman islamofobi kavramı geliştirildi ve sağın yükselişine kontrollü izin verildi?

Bugün geriye doğru baktığımızda çok uzak bir zamanda gerçekleşmiş kavramlar ve çok uzun yıllardır gündemimizde olan kelimeler olduğunu düşünebiliriz, ama bu kavramlar çok yenidir. Batı için İslam İran devrimi sonrasında geliştirilen stratejilerin bir ürünü olarak karşımıza ciddi bir şekilde çıktı. Yeşil kuşak ve onun devamı olan Büyük Ortadoğu Projesi aslında bugün yaşmadıklarımızın teorisini yani eski değim ve bir zamanların popüler söylemi ile doktrinidir. Kısaca üzerinde tartışılmayan yaratılan yeni dogmadır. Bütün insanlığın kabul etmek zorunda olduğu ve baş eğdiği yeni öğreti insanlara dayatıldı. Kimin çıkarı için? Elbette bugün bu yaşanan mezhep ve din savaşlarının en kazançlı çıkan kesim için… Kapitalist sistemin yaşadığı buhrandan çıkış kapısı olarak görülen savaş ve onun için üretilen evrensel düşman! Bir coğrafya ile sınırlı kalmayan ve geniş alanda savaşın olacağı ama bu işten karlı çıkanların topraklarında olmayacak olan sıcak savaş. Kapitalist sistem ulus devletini yıkmaya karar verdikten sonra yeni düzeni kurabilmesi için yeni arayışlara girdi, aslında girmek zorunda kaldı, çünkü ulus devlet artık yeni ihtiyaçları karşılayamayan ve hatta paranın evrensel hareketi önünde en büyük engel olarak ortaya çıkmıştı. Sermaye evrensel olarak yirmi dört saat hareket edecek ve önünde hiçbir engel olmayacak. Bu borsalar eli ile dünyada güneşin hiç batmadığı yeni bir imparatorluğun doğuşu anlamına geliyordu. Fakat bu düzenin kurulabilmesi için ulus devlet ve onun politikaları başlangıçtaki amacından çoktan uzaklaşmış ve artık gerici ve değiştirilmesi gereken bir sorun olarak ortaya çıkmıştı.

Kapitalist sistem yapısal sorun yaşıyordu ve bu sorunu aşabilmek için yeniden bir dünya savaşına benzer koşulun yaratılması kaçınılmazdı.  İki savaştan büyük dersler çıkarılmıştı. Bu sefer ki dünya savaşı adı konulmadan devam edecek ve ulus devletlerin yeniden yapılanması için gerekli olan sermaye akışı bu savaşlarda elde edilecek kara para ile karşılanacaktı.

Savaş ayrılıkları ve yeni birleşmeleri ortaya çıkarır.

Avrupa Birliği bir proje olarak ortaya çıkmış ve Avrupa Ekonomi Topluluğu biçim değiştirerek bu sorunun çözümü için model olabilir mi diye denenecekti. Ekonomi birlik siyasi birliğe dönüşürken, ulus devletinin sermaye birikim olan ulusal para ortadan kaldırılacaktı. Artık ulus devletinin temel fonksiyonu sermaye birikimi bir ulus için ortadan kalkacaktı. Kıta Avrupa’sı yeni düzen için bir proje alanı olarak seçilmiş ve yeni parlamentosu ve devlet için gerekli olan tüm kurumları ile oluşturuluyordu. Evrensel bir düzen için en önemli bir alandı ama Amerika’nın kontrolü ve gözetiminde bunun yapılması çok önemliydi. İkinci dünya savaşı sırasında ve sonrasına kıta Avrupa’ya yerleşen Amerika bu yeni projenin içindeydi. Fakat alınan kararlar içinde söz hakkı ve oy hakkı yoktu. Kıta Avrupa’sı projesinde önemli adımlar atmış ve istenilen düzlemde gelişmeler göstermişti ama bir noktada bir şeylerin ters gittiği anlaşılacaktı.

Liberal ekonomik politikalar ile M. Thatcher döneminde temel politika olarak ortaya çıkmış ve ulus devletin tüm kazanımları yok ediliyordu. Sosyal devlet yok edilirken işçi sınıfının mücadele ile elde ettiği kazanımları yine yandaş işçi sınıfı sendikaları eli ile sermayeye hediye edildi. Elbette bu durum sadece Birleşik Kraliyet için geçerli değildi, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde de aynı çizgi izlenmiş ve ulus devlet anlayışı yıkılmıştır. Yıkılanın yerini bir şeyin alması beklenir ama alan bir şey yoktu, yıkıntı içinde kalmış devletler topluluğu konumuna büründü. Devletin zayıfladığı bir tarih çizgisinde yaratılan yeni düşman ulus devlet içinde yaşayan hakları bir arada tutmak için yeni düşmanı ile tanıştırılacaktı. Bu düşman dağılan devletin dağınıklığının üstünü örtecek ve ırkçı düşünce içinde olan hakların gözlerine şiş sokulacak ve ağmalaştırılacaktı. Bu süreç de başarılı bir şekilde hayata geçirildi. Afganistan’da varlık gösteren El Kaide birden dünya ölçekli bir örgüt oluvermiş ve sınır tanımadan eylemler yapar konuma getirtilmişti. CIA tarafından kurulan örgüt güya  birden kontrol dışına düşmüş ve kontrol dışı güvenli topraklarda eylem yapan, terör estiren  konuma getirilmişti. Hz. Muhammed’in fikrinden daha çok kıyafetine önem verenler birden dünyaya korku salan ve sadece ölüm ile anılan yeni Hassan Sabah olmuşlardı. Tarihten yaratılan yeni düşman birilerin üstüne giydirilmiş ve canlı bombalar onlar ile anılır olmuştu.

Ulus mücadelesi yapan örgütler de bu dalgadan nasiplenecek ve kendi canlı bombalarını kendi amaçları yolunda kullanarak ölüm ve korku dünyaya yaygınlaştırıldı. Bu yaygınlaşan korku kıta Avrupa’sı ve Amerika’da istenilen sonucu doğurmuştu. Dağılan devletlerin yeni düşmanı vardı ve o devletin çatısı altında kalan halklar bu dağınıklıyı ne sorgulayacak ne de değiştirecek gücü yoktu. Çünkü zayıflatılmışlar ve işçi sınıfının temsil eden sendikalar devletin hizmetinde işçilerin direnme hakkını ortadan kaldırıyordu. Haklar teker teker yok edilirken işsizlik onların önüne bir silah olarak çıkarılıyor ve göçmen işçiler ve de mülteciler yedek güç olarak konumlandırılıyordu. İslam bu yedekler içinde bir fobi olarak ortaya çıkarılıyor ve izin verilen minareli camiler birden terör merkezleri gibi algılanır hale gelmişti. Camilerin duvarına ırkçı yazılar yazılması, duvarına domuz başı asılması artık sıradan bir olaydı. Devlet destekli ırkçı örgütler Müslüman olanları sistematik olarak öldürecek ve açılan dava ile bu açığa çıkacaktı. (Almanya’da işlenen dönerci cinayetleri) islamofobi yeni doktrinin uygulaması olarak karşımıza çıktı ve algılar ile oynandı. Yerel halk tanımadığı halka ve inanca düşman olmuştu, tıpkı ikinci dünya savaşı öncesi Yahudi ve Çingene (Roman) düşmanlığı gibi… Korku ve düşmanlık o dönemden ödünç alınmış ve yaygınlaştırılmışı.

Seksenli yıllar islamofobi tohumunun serpiştirildiği ve Sovyetler Birliği’nin tarih sayfalarına atıldığı yıllara rastlar. Glasnost ve perestroika reformları birçok şeyin kapısını birden açmış, uygulama güçlüğü zor olan liberal reformlar birden hayat bulmasına sebep olmuştur. Sosyal devlet yıkılmış ve yerine henüz başka bir devlet mekanizması oturmamıştır, çünkü henüz sermayenin ihtiyacına cevap verecek bir evrensel sistem fiiliyatta hayat bulmuş olmasına rağmen hukuki olarak kurulamamıştır.

Avrupa ile Amerika arasında yapılması planlanan Serbest Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması’nı (TTIP) henüz hayat bulmadı. AB dışında gerçekleştirilmesi düşünülen en önemli ikinci projedir. Eğer hayat bulur ve başarılı bir şekilde uygulamaya geçerse artık yeni düzenin hukuk düzenlemesi önünde ki en büyük engel de ortadan kalkacaktır. O zaman yaratılan İslam düşmanlığı bir süreliğine ertelenebilir ve yerine ileride oluşacak sıkıntılar karşısında yeni düşmanlar yaratılacak yeni figürler bulunabilir… Arap Baharı ile domino taşı gibi yıkılan liderler ve yeni liderler bir pazar için figür olmaya ve silah satın almaya devam edeceklerdir, ta ki yukarıda bahsettiğim anlaşmanın hayat bulması ve sistem kendisini güvende hissetmeye başlayana kadar…

Dünya savaşı dünyamızda adı konmadan devam etmektedir. Bu savaşın adı konmuş hali ile belirteyim hibrit savaşları. Bu savaşta muhataplar bir biri ile savaşırken, bu savaştan tek karlı çıkan silah üreten ve satan ülkeler ve onların yıkılmış devletleridir. Devletleri ulus devletinden sonra tekrar restorasyon edilirken ihtiyaç duyulan sermaye bu savaşların sonucunda ortaya çıkmaktadır.

Bugün yaratılan düşman İslam’dır. İslam adına kavga ettiğini belirtenlerde canlı bombaları ile kendi topraklarında ölüm olmuş ve kendisi gibi inanları öldürmeye devam etmektedir… Savaş insanların gözlerini kör eder ve öfke toplumların üzerine yük olarak oturmuştur. Öfke akıl ile düşünmeyi ortadan kaldırır. Aklın olmadığı yerde ise hurafeler ve yaratılan paranoyaklar gerçek olarak algılanır ve bu yaratılan gerçeklik içinde kime hizmet etmediğini bilmeden ölür ve öldürür…


İsmail Cem Özkan 

14 Eylül 2016 Çarşamba

İstihbarat yalanı ya da yaratılan gerçekler!

İstihbarat yalanı ya da yaratılan gerçekler!

Bir ülkenin istihbaratının güçlü olduğu fikri sadece iç kamuoyunu disipline etmek ve kontrol altında tutuluyormuş gibi göstermek amaçlı o ülkenin iktidarı ve devlet gücünü elinde bulunduranların uydurduğu bir durum olduğunu Ortadoğu’da bir biri arkasına yıkılan devletlere bakarak söyleyebiliriz. Suriye iç savaşında birkaç günde IŞİD ülkenin başkentinde dış mahalleyi bile kendi bölgesi ilan edebilmişti. O kadar abartılan ve üzerine söylenceler istihbarat ortada yoktu, olmuş olsaydı bir Baas Partisi geçmişinden gelen bir örgüt Amerika, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan destekli Sünni bir gücün nasıl oluyor da ülkenin başkentinde bir mahalleyi kendi bölgesi ilan edebiliyordu?…

Suriye, Irak, Mısır, Libya.. Arap Baharı’ndan nasiplenen ülkelerin istihbaratının güçlü olması ve o istihbarat elemanlarının yaramış olduğu korku cumhuriyeti dillere destandı. Birçok romana konu dahi olmuştu. Ülkenin karanlık yüzü, elinde olan sınır tanımayan bütçesi ile abartılmış söylencelerin arkasında teknolojiden yoksun, sadece söylencelere ve yanlış bilgilerden beslenen bir örgüt şeması olması tesadüfi değildir, çünkü onlar yarı sömürge devletlerdi ve sömüren devletlerin çıkarları orada güçlü olan her hangi bir şeye izin vermezdi. Evet, görünürde başkanlar güçlüydü, tıpkı gücünü aldığı istihbarat gibi ama onların yıkılışı çok hızlı ve kanlı olmuştur. Efendilerine başkaldıran ve bağımsız karar aldığını sananlar efendilerin yaratmış olduğu siyasi atmosferde sadece bir piyondular ve üstlerine düşen görevi en iyi şekilde oynayarak sonlarını hazırladılar. Onları iktidarda tutanlar istedikleri an onları tünelde saklanan birer korkağa dönüştürmeyi de bildi…

İstihbarat, örgütün olmazsa olmazıdır. Eğer kendisine örgüt diyen bir yapı varsa onun istihbaratının olup olmadığına bakın, çünkü istihbaratını gazetelerden ve devletin verdiği olanaklardan alıyorsa o örgüt, örgüt değildir, sadece bir piyondur. Çünkü onu bir başkası istediği gibi yönlendirebileceği atmosferde piyon görevi verir. Elde ettiği başarıları da kendi başarıları gibi zafer sarhoşluğuna düşenlerin şişmiş balonları çok kısa sürede patlayacaktır. Tarih bize bunun ile ilgili birçok olayı gösterir ama görmek ve algılamak isteyene…

Bir ülkede medya istihbarat yapıdan sonra haberi alandır, eğer istihbarattan önce medya haberi alıp yayınlıyorsa o ülkede istihbarat zafiyeti var demektir. İstihbarat bilinmesi istediği yarattığı gerçekleri medya içinde kullandığı medya çalışanlarına iletir ve onlar aracılığı ile devletin çıkarına uygun atmosfer yaratır. İstihbarat sadece dış ülkelerde ve düşmandan bilgi almaz, aksine esas görevi kendi kamuoyunu yönlendirmek ve algıları oynamaktır. (Ülkemizde her istihbarat kendisi için çalışan medyada yüzü vardır ve onlar aracılığı ile kendi haberlerini medya havuzuna sunar. Genelde iyi gibi gözüken popüler gazeteciler haber kaynaklarına göre sürekli benzer haber yaparlar, o haber yapanlara bakın hiç biri istihbarat elemanı değildir ama onların sanki sözcüsü gibidir. Haber kaynaklarının olduğu mekanlarda gözükürler ve onlar ile sıkı ilişki içindedirler. Gerektiğinde gece yarısı bile telefon ile uyandırılacak kadar içli dışlıdırlar.) Gündem belirleyen her örgüt, bir anlamda gerçekleri kendi lehine değiştiren ve dönüştürendir. Yaratılan gündemin arkasına takılanlar ise sadece o gündemden faydalananların yan değneği konumundadırlar ve istenmeyen bir sonuçta o gücün zaaflarını ortadan kaldırmak ile yükümlüdürler… Çünkü onların algısı, yaratılan gerçekliği tartışmak ve kendisine göre soyut sonuçlar çıkarmaktır ki, yaratılmış gerçeklikten zaten doğru ve isabetli sonuç çıkarma şansı yoktur. İstihbaratı zayıf olanlar her daim birilerin yedek değneği olmaya adaydır ve yaratılan atmosfer içinde oynanan bir piyon konumuna dönüşür.

Gelişmiş istihbaratı olan ülkeler dünyadaki değişim karşında büyük şaşkınlıklar yaşamazlar, beklenen şeylerin olması ve ona göre önlem aldıkları görülür. Onların uzun vadeli programları vardır ve o programa uygun şekilde yasal ya da yasa dışı yapılar ile işbirliği içinde amaçlarını gerçekleştirirler. Gelişmiş ülkeler bir birilerini çok yönlü olarak kontrol ederler ve her atılacak adımı bir adım öncesinden görmek veya tahmin etmek için büyük enerji harcarlar. Gündemleri önceden planlanmıştır ve sürprizlere kapılar kapalıdır. O kadar ki 11 Eylül’de yıkılan gökdelenleri seyrederken bile ne yapacaklarına çoktan karar vermişler ve yaratılan düşmanın üzerine uzaktan komutlu bombalar yağdırılmıştır. Çünkü düşman bellidir ve kendisinin yarattığı düşmanın kendi toprağında kendisini vurmasına göz yumuluyorsa iç politikaya yönelik atılan bir adımdan başka şey değildir. Yapacakları için iç kamuoyunun desteğine ihtiyaç duymaktadır ve o gerçekleştirilmiştir. Bu eylem karşısında şaşkına dönen Avrupa devletleridir, çünkü hazırlıksız yakalandılar, düşman militanlar Avrupa kıtasında eğitilmiş ve onlardan habersiz Amerika’da gökdeleni yerle bir etmişlerdi. O günden bugüne kadar Avrupa iç istihbaratı yeniden yapılanmaya girmek için mücadele ediyor ama CIA o kadar içlerine girmişler ki, Alman istihbarat elamanı devletinden önce CIA’ya bilgi verdiği ortaya çıktı. Elbette istihbarat elamanı ikili oynamak ile yükümlüdür, bilgi almak için bilgi vermek ile yükümlüdür ama ölçüsü, işte önemli olan o…

Amerika istihbaratını ikinci dünya savaşı sonrasında Alman Nazi istihbaratçıları kurdu ve dünyanın en güçlü istihbaratını yarattılar. İstihbarat için yerli işbirlikçilerin nasıl kontrol edileceğini öğrettiler. Irak işgalinde Amerika istihbaratına Alman istihbaratı bilgi vermesi ve hangi noktalara bomba bırakılacağı onların yönlendirmesi ile olduğu şaşırtıcı değildir. Ülkemizin iktidarı içte Fettullah Gülen yapılandırması ile mücadele ederken birden Suriye içlerine girmesi istihbaratı olmayanlar için şaşırtıcı oldu ama Rusya devlet başkanı Putin söylemi ile “istihbaratımız vardı” demek oldu.

Devlet bir örgüttür, siyasi partiler de birer örgüttür. Her biri bir şekilde örgüt olmanın kurallarını yerine getirmek ile yükümlüdür. Örgüt olmanın olmazsa olmaz saç ayakları vardır ve onlardan birinin eksikliği örgüt ve başarıya ulaşmayı ortadan kaldırır. Eğer kendisini ve yandaşlarını kandırarak kendisini beslemek istemiyor ve iktidar hedefi olan bir siyasi parti, rakibinin her adımını önceden hesaplayabilecek kadar istihbarat yapılanması ve kanalına sahip olmak zorundadır. Olmazsa her daim şaşkınlığa düşecek ve yenilginin muhatabı olacaktır… Yaratılan atmosferde istemediği meydanlarda istemediği sahneye çıkıp halka mesaj verecektir ama beklentilerinin tam zıttın da, her şey devlet içindir!


İsmail Cem Özkan

5 Eylül 2016 Pazartesi

Her şeyi bilmek!

Her şeyi bilmek!

Birçok insan her şeyi bilir, o konu hakkında uzman olmasa dahi bilir, görüşlerini belirtir. Bu bizim eğitim sistemimizin bize bağışladığı ukalalık bir durumdur. O kadar ki her konu hakkında uzmanına danışmadan ve sormadan bildiklerimizi hayata geçire gayret içinde oluruz. Sonuçta elbette –çoğu zaman- hatalı sonuçlara ulaşırız, hatadan dönmek bir erdemdir deriz ama genellikle hatadan dönülmez inat edilir, o uğurda can veririz ve hatamızı kabul etmeyiz. Nede olsa bu eğitimin ve kültürün insanıyız.

Hatasız kul olmaz sözünü kabul eder ama hatasız olduğumuzu bilinçaltımıza işlenir, o kadar ki hep başkaları bizde hata arar ama bulamaz güveni içinde olaylara yaklaşırız, çünkü bizim bilgilerimiz gerçek doğrudur ve doğru tektir, değiştirilemez. Bu düşünce yapısı içinde olaylara ve olgulara yaklaştıkça egomuzu besler ve bizden alt olarak gördüklerimize emir komuta zinciri içinde dayatırız, üstlerimiz ise her daim yanlış düşünüyor, aslında doğrusu benim bildiğim ama çıkarım şimdilik ona karşı gelmeye yetmediği için köprüyü geçene kadar…

Sıradan insan her şeyi bilir de siyasi irade içinde erk olanın her şeyi bilmemesi imkansız mı? Öyle şey bile söz konusu değildir. İlk defa yurtdışına gittiğinde başka bir dilin yaşayan bir şey olduğuna şahitlik ederken ilk hayal kırkılıklarını yaşar, çünkü bütün dünyanın kendi dilini konuştuğunu ve araya tercüman koyarak konuşmayacağını düşünürken, araya tercüman girmesi işleri ilk etapta bozar. Tercümandan duyduğu birkaç kelime ile o dili bildiğini ve her şeyi iyi anladığını düşünür, tercümanda neymiş, zaten her şeyi bilen ve konuşan olduğuna göre tercümansız da anlaşır ama karşısında ki anlamaz, aptaldır çünkü! Siyasi erk yabancı dilin ölü dil olduğunu tek yayan şeyinde kendi konuştuğu dil olduğunu düşünür, çünkü tüm filmlerde yabancılar Türkçe konuşur…

Siyasi erk her şeyi bilir ve kontrol edebilir düşüncesi içindedir. En güvendiği insan çıkarı gereği onun yanında durduğu ve çıkarı bozulunca çatışacağını düşünmez, o güven içinde ilk gün heyecanı ile işlerin devam edeceğini bilir ve uygular! Elbette her aşk bir gün gerçekler ile karşılaşır, evde ki hesap çarşıya uymaz! Uyumsuzluk çatışmadır ama çatışma yerine yanında kini değiştirmek en kolay ve kestirme yoldu, çünkü o gidenin yerine bir sürü okumuş ve biat etmeye hazır birileri vardır. Bütün okumuşlar siyasi iradenin karşısında el pençe dururken, elbette erk sahibinin egosunun da gelişmemesi imkansızdır… İmkanız diye bir şey yoktur, istemesini bilmek gereklidir, aldığı eğitime uygun karar verir, çünkü eğitim onu öyle biçimlendirmiş ve karşılaştırma yapmasını gerektirecek hiç bir olay ile ve direnç ile karşılaşmamıştır.  Dışarıdan müdahale gelmediği sürece yaşadığı yerin tek bilenidir, yönettiği kesim ise onun koyunlarıdır. Koyunların etrafında çoban köpekleri vardır ki, dünyanın en iyi çoban köpeği Anadolu kökenlidir. O halde bu kadar güzel ve istikrarlı olan bir yerde her şeyi bilmek suç değil, meziyettir.

Siyasi irade her şeyi bildiğinde ve karşılaştırma yapmadığı sürece her türlü kararı aslında bir yerlerde can kayıbı ve birilerin vücudunun toprağa düşmesi anlamındadır. Çünkü siyaset içinde her türlü görüş ve doğru savunan birileri vardır ama bu savunanların görüşleri karşılaştırmalı olarak bakılmadığı ve sorgulanmadığı sürece zaten cephenin bir parçasıdır ve yok edilmesi ve de ezilmesi gereken kesimi ifade eder. Muhalefete baskı ilk günden itibaren başlar ama zaman içinde bu baskının dozajı artar, çünkü her şeyi bilenin aslında birçok şeyi bilmediği ortaya çıkar ama geri adım atmak yok, yola devamdır… Çevresinde zaten ona karşı tarafın hatalı olduğunu ve ellerinde veri olmadığı için doğruları bilmediğini fısıldarlar. O fısıltılar gerçek ve doğrudur aslında! Kimse onu sorgulayacak ne konumdadır ne de cüreti vardır. Tek doğrunun olduğu yerde, tek lider, tek bayrak, tek dil ve tek ulus vardır. Ulus devletinin tanımı da bu değil midir? Çeşitlilik, azınlık, öteki gibi kavramlar bizim birliğimizi ve iyiliğimizi istemeyen insanların uydurmasıdır. O halde göz ardı edilmelidir, en küçük hatalar büyütülmemelidir. Küçük hataları bizden biri yaptığı sürece iktidarın gücüne söz gelir diye görmezde gelinir ve bir kurban isteyenlere karşı bizim çocuk savunulur, onların önüne atılmaz. Bak Osmanlı geçmişimiz bize böyle derseler veren geçmişi vardır. Ne zaman bir yeniçeri bir sadrazam istese gelecek olanın da kellesinin gitmesi anlamındadır. Kelle vermek ile sorun çözülmez, o halde karşı tarafa diz çökertilmeli ve mutlak itaat ve de biat!

Her şeyi bilenin inancından şüphe yoktur, bilginin yerini inanç aldığını düşünmez bile. İnan doğrudur, çünkü onu oraya taşıyan aslında inancında ki taviz vermeyen tavrıdır. O kadar inanır ki inancı doğrusudur ve sorgulanması bile büyük suçtur. Siyasi irade müttefikler ilişkisidir, siyasi amaç yolunda girilen her türlü müttefik ilişkisi mubahtır. O halde geçmişte girdiği ve geçtiği köprüden sonra o ittifakı yok etmek en önemli görevdir, çünkü o ittifak onun ile iktidarı paylaşması anlamındadır. İktidar paylaşılmaz!

Paylaşılmayan şeyin gücü o kadar cezp edicidir ki, kendisi gibi düşünmeyen her şey ve kesim düşmandır ve kendisine karşı girişilmiş bir kirli oyundur. İktidarına doğru yapılan her hamleyi düşmanların oyunu olarak görür ve sürekli bir paranoya içindedir, çünkü geçmişimiz darbeler ve siyasi linçin, suikastın yoğun olarak görüldüğü zamanlardır. Tarih bize bir şeyler fısıldar ama her birey durduğu yere göre sonuç çıkarır. Tarih her daim tek şey söylemez, birçok şeyi söyler ama işimize gerekeni alıp kullanırız, diğerlerine gözümüzü kapatır, bilincimizin önüne duvar örürüz…

Her şeyi bilenin danışmanları sadece azar işitmek ve muhatap almayacağı kişilerin önüne sürebileceği kişilerdir. Onlar sadece belirli konularda muhatapları ile konuşurlar, aksi halde danışman sadece görecelidir ve aldığı para karşılığında koltuk doldurandır. Elbette sadece koltuk doldurmaz kadrolaşmak için ekip kurar devletin içinde.  Devlet bir mekanizmadır ve onu somutlaştıran kadrolardır, eğer kadroları kendine sadık insanlardan kurarsan zaten devlet sen olmuş olursun ki, tüm hukuk kuralları, yasalar sadece kağıt üzerinde kalan lekeler olarak durur. Hayatın pratiği yaratılan fiiliyat artık doğrudur ve geçerli olandır… Sadece onu kağıt üzerine dökmek biraz sorunlu olabilir ama her siyasi çalkantı bu olmazı olur kılar… sadece olayları iyi yönet ve her krizden karşı ve de mağdur çıkmayı bil…

Her şeyi bilmek demokrasiler için sakıncalıdır, o yüzden ona karşı devlet değişik önemler geliştirmiştir ama Ortadoğu ülkelerinde bu mekanizma yoktur, çünkü tek doğrunun olduğu yerde diğerleri zaten yoktur. Biz tipik bir Ortadoğu ülkesi olduk, çünkü tek doğruyu savunan ordunun komutanları aldıkları eğitime uygun bir devlet yarattılar… Ordunun yarattığı devlette erk sahibi her şeyi bilmesi kadar doğal başka ne olabilir?

Mutlak doğrunun olduğu yerde muhalefet olmaz, sadece muhalefet evet haklısınız efendim demekten ve zor düşen tek bilene yardım etmekten başka işlevi olamaz…

Sonuç diye bir şey yoktur, sadece yaşanan süreç vardır ve bizler bu süreci yaşamaya devam ediyoruz… Devran değişecek, yeni eğitime uygun insanlar gelecek, onlar da erk sahibi olacaklar, bizler de her daim tek doğruların karşısında savunmada ve kendimizi korumak ile meşgul olacağız…  Çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı bir gelecek ne yazık ki görünürde gözükmüyor ama içinde de yaşamaya devam ediyoruz…

İsmail Cem Özkan