Galata Gazete


29 Mayıs 2014 Perşembe

Gezi Direnişi!

Gezi Direnişi!

Bundan yaklaşık bir yıl önce Gezi Direnişi yaşandı ve tarihimiz içinde ilk defa özgürlük söylem olmaktan çıktı yaşanan bir süreç oldu. Devletin olmadığı, halkın kendi kendini yönettiği, gönüllü olarak gelen baskılara karşı kendisini barikat olarak koyan bir süreci yaşadık.
31 Mayıs günü sabahın ilk ışıkları henüz tam yeryüzüne ulaşmadan yapılan baskın ile Gezi Direnişi başlamış ve özgürlük isteminin, istem olmaktan çıktığı ve yaşandığı süreçtir... O tarihten sonra öldürülen gençlerimiz bir ekoloji direnişi yaptıkları için öldürülmediler, aksine onlar özgürlük istedikleri için öldürdüler... Özgürlük istemi olduğu için iktidar olağanüstü bir şekilde orantısız güç ile saldırdı. O yüzden ülkenin her yerinde direniş oldu, özgürlük türküsü söylendi.
Devrimi örgütleyebilecek bir siyasi yapı olmuş olsaydı; devrim olmuş olacaktı, fakat o ani ve beklenmeyen devrim koşulları değerlendirilememiş, olağanüstü koşullar zaman içinde erimiştir.
Solun güçsüz olduğunu, devrim isteyenlerin devrim için gerekli yapıları kuramadığını çıplak olarak yaşanan süreçte gördük.
“Her yer Taksim, her yer direniş!” derken ekoloji mücadelesi olmadığını özgürlük isteminin bir sloganı olduğunu anlamayanlar bir daha kendilerini gezi ruhunu anlamak için ruh çağırmadan, somut olaylara bakarak düşünmelerini salık veririm.
Gezi Direnişi, bütün ülkenin her alanına yayılmış, her yerde direniş bir şekilde kendiliğinden örgütlenmiş ve toplum içinde baskı altında olduğunu ve özgür olmadığını hissedenler; meydanlara, sokaklara, caddelere çıkmış ve devletin olağanüstü gücüne karşı mücadele etmiş, yer yer devleti meydanlardan, sokaklardan, caddelerde uzaklaştırmış ve özgür alanlar yaratmıştır. Özgür alanlar içinde hiçbir şekilde olay olmaması, halkın kendi kendine yönettiğine yaşan süreçte şahitlik ettik. Türkiye’de başlayan bu dalga bir kelebek kanadı etkisi yaratmış ve dünyanın her hangi bir yerinde dahi “Her yer Taksim, her yer direniş!” sloganın atıldığına şahitlik ettik. Birbirine benzer görüntüler ekranlara düşmüş, aynı şekilde devlet güçlerine karşı halk özgürlük mücadelesi vermiştir.
Gezi, bir direniştir, her ne kadar “isyaaan!” diye bağırmış olsak da ortada isyan yoktur, tersine bir direniş vardır ve bu direnişin sahibi sokağa çıkan halktır.
İsyan ile direnişi karıştıranlar için kısa bir not yazayım; İsyan, planlı ve belirli hazırlık süreci ile oluşur. Kısaca isyan için zaman önemlidir, isyan için bilinçli bir istek ve hazırlık vardır. Direniş ise, ani bir baskın karşısında baskına uğrayanların içgüdüsel olarak verdiği tepkidir, zaman içinde bu tepki sistemli, düzenli ve barikat veya genel olarak değişebilir ve gelişebilir... 31 Mayıs günü yapılan şey halk isyanı değil, orada bulunan ve özgürlük istemi ile birlikte genel olarak halkın (ülke çapında) direnişidir. İsyan için, isyanı yönlendirecek bir iradenin varlığından söz edilirken, direniş için o irade olmadan da olurluğunu yaklaşık bir sene önce yaşayarak gördük...
Direnişe isyan derseniz, o zaman isyan yapmaktan dolayı toplu davaların açılması ve sonucuna katlanmak anlamına gelir... Direniş ise meşrudur ve hakkında dava açılamaz... Gezi davalarında beraat ile sonuçlanmasının temelinde bu vardır... Hiçbir hukuk kuralı, hiçbir yasa direnişi meşru dışı ilan edemez, ona karşı söylem geliştirmez. Eğer geliştirirse o zaman halk içinde direnişin hukuk kurallarının oluşumuna hizmet eder ve halk kendi kuralları içinde oluşacak sorunlara çözüm arayışına girer.
Direniş süreklilik gösterdiği ve sistemli halde toplumun her katmanı içinde yaygınlaşmaya başladığında, sistem eleştiri konusu yapılır ve onun değişimi için yeni sistem arayışları ve denemelerine şahitlik edebileceğimiz tarihin dehlizlerinde yaşanan deneylere bakarak söyleyebiliriz.  Kapitalist sisteminin şimdiki liberal yorumu toplum içinde sınıflar arasında uçurumu derinleştirmiş, sınıf çatışmasını görünür hale getirmiştir. Sistem bireyi yalnızlaştırırken, en yakının üstüne basarak sınıf atlamaya çalışanların olduğu bir ortamda, büyük çoğunluk içinde rahatsızlık yaratmış ve içgüdüsel olarak direnişin tohumları ekilmiştir. Gezi Direnişinde ki gibi bir parkta orantısız şekilde sabah namaz sonrası din için canını verecek kadar dindar olduğunu söyleyenlerin emir ve komutasında korumasız insanlara saldırması vicdanlarda ve içten içe gelişen direnişi ortaya çıkarmış ve o saldırıya karşı halk önce Gezi Park’ına akın etmiş, daha sonra tüm meydanları Gezi ilan etmiştir. Gezi Direnişi, var olan iktidar sözcülerinin söylemlerine ve her türlü korkutmasına karşı bir başkaldırı ve özgürlük söyleminin açıkça haykırıldığı anı oluşturmuştur. Barikatlar, barikat arkasında oluşturulan yeni yaşam biçimi, paranın geçersiz olduğu bir özgürlük alanın oluşturulması tesadüfi değildir. Var olan ve para üzerine kurulu olan anlayışı tersine çevirmiş ve insana yakışır sitemin o özgür günlerde yaşanan olduğu tüm dünyaya gösterilmiştir. Var olan tüm anlayışları ve örgütleniş biçimini parçalayan ve yok eden işte bu yaşanan süreçtir. Sol, kendisi ile yüzleşmesi gerektiği sürekli vurgulanmış olmasına rağmen, yaşan süreçten bugüne kadar gerçek anlamda yüzleşme yaşayamamış, hiçbir şey olmamış gibi park formlarında yeni yandaş ve afişlerini sergileme için imkan olarak görmüştür. Sol içinde Gezi Direnişi öncesinde yönetici olanlar, bugünde hala yönetici olması şaşırtıcı değildir, çünkü onların yaşanan süreci gerçek anlamda okuyamadıklarının kanıtıdır. Sol ve devrimci yapılar bu süreçte ödevlerini yeteri kadar yerine getirmemiş ve halk içinde kitlesel anlamda örgütlülük kuramamışlardır.
Bugün dahi solun bu kadar başarısızlığına rağmen insanlar hala sokaklarda, caddelerde, meydanlarda bir şeyler yapıyorsa sola rağmen yapıyor olduklarının kanıtıdır.
Gezi Direnişi, hiçbir örgütsel dar kalıbın içine sığamayacak kadar geniş alan yarattığı için belki sol yapıları parçalamış ama onların cemaat ilişkisi içinde olan ilişkilerini kıramamıştır.
Gezi direnişinde ölen canlar bizimdir, o çocukların bir bildiği vardı...
O çocukların bildiğini dar bakış açısı içinde değerlendirip, belirli bir sol söylem içinde sıkıştırmamak gereklidir. Gezi Direnişi çünkü var olan tüm alışkanlıkları ortadan kaldıran, kadınlı erkekli, çocuklu, gençlerle, ebeveynli bir direniştir. Tüm azınlıkları içinde barındıran, her inancı içinde koruyan, işçi sınıfının ve sistemin yarattığı ortamdan rahatsızlık duyanların her birini kucaklayan bir süreçtir. Koç ailesi ile Aliağa inşaatlarında çalışan işçileri bir alanda ve söylemde birleştiren bir süreç yaşandı. Soma cinayeti ve ona karşı geliştirilen dayanışma ruhunu da Gezi Direnişi kültürü belirlemiştir. Roboski’den, Gezi Direnişine kadar ölen tüm canlar bizimdir, Soma’da öldürülen her işçi bizimdir, cinayetlere kurban giden her bir bireyin bir bildiği vardı, onu sesli olarak açıkça seslendiremedik ama içsel olarak o sesi duyuyoruz!
O ses bize özgürlük demekte!
Daha fazla özgürlük!
Yaşadık, yaşadığımız özgürlüğü istiyoruz!
Yarın yanağından gayrı her yerde hep beraber olduk!
Şeyh Bedrettin’in düşünü gerçekleştirdik, Börklüce Mustafa’nın başardığını yeniden yarattık!
Tarih bize yüklediği görevi yerine getirecek kadar şanslı bir zaman diliminde yaşadık, şimdi onu daha da geliştirmek ve yaygınlaşmasını sağlamak bizim ellerimizde, yüreğimizdedir.
Yaşasın Gezi Direnişi ve o direnişe katılan her omuzdaşım!

İsmail Cem Özkan

Darbe!

Darbe!

Darbeler yakın tarihimizin kırılma noktalarında kendisini hissettiren bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Darbelerin amaçlarına sonuçlarına bakarak karar verebiliriz, kimler, hangi sınıf darbe sonrasında daha rahat ortama kavuşmuşsa darbeyi yapan görünürlerin arkasında ki güç olduğunu düşünebiliriz.
Darbe olabilmesi için öncelikle bir iktidar olması ve iktidarın devrilmesi şarttır. Onun dışındakiler sadece darbe girişimi olarak kalır ve siyasi sonuçları itibarı ile iktidarın yapmış olduğu bir girişim olarak tarihe kendisini bırakır.
Darbeler iktidara karşıdır, girişimler ise; iktidarı güçlendirir ve dolaylı olarak iktidarı destekleyenlerin yapmış olduğu bir hamle olarak tarih sayfalarına kendisini yazdırır.
İktidarda olanlar için en önemli amaç iktidar koltuğunu sağlamlaştırmak, aynı zamanda süresini olabildiğince uzatmaktır. Bu her iktidarın arzusudur.
Üçüncü dünya ülkelerinde iktidarda kalma süresinin süresi arttıkça süreç genelde diktatörlük ile sonuçlanması tesadüfi değildir.
İktidarda olanlar kendilerinin tek doğru olduğunu ve mutlak gücün kendilerinde toplandığına zaman içinde inanır ve o inanç ile muhalefet olan kim varsa; yok etmeye ya da etkisiz kılmaya çalışır.
Darbeler; iktidar, ülke içindeki güçler ile denge arayışı için bir yöntem olmuş olsa da bizim gibi NATO ülkesinde iç güçlerin iktidara yönelik bir müdahalesi olma olasılığı çok zayıftır. Çünkü, bizi yönlendirenler iç güçlerden daha çık dış güçlerdir.
NATO ülkelerinin haberi olmadan bu ülkede bırakın darbe olasılığını, bir silahlı gücün ya da ‘kara para’nın adım atması bile ihtimal dışıdır.
NATO ülkesi olduğumuz günden sonra yapılan her darbe, NATO bilgisi ve gözetimi içinde olmuştur. Bu gerçekliği göz ardı edilen her darbe değerlendirmesi eksiktir.
Darbe yapabilmek için öncelikle silahlı bir güç olması gereklidir. Silahlı güç siyasi gücün üstünde kendisini görür ve kendisinin yaratmış olduğu gerçekliğe hem iktidarı hem de halkın inanmasını ister ve bunu zor ile yapar.
Darbe için öncelikle zor kavramının olması ve uygulanması gereklidir.
Bizde yaşanan darbelerin ortak özelliği, askeri darbedir. Bir de askeri darbelerin dışında söylentide olan ama henüz kanıtlanamayan girişimler de mevcuttur.
Geçmişte darbe girişiminde bulunduğu iddia edilen ve darbeciler tarafından yargılanan askeri yapı içinde olan gruplar olmuş olsa da, darbe girişimi ancak iktidarı güçlendirdiği için darbe girişimi yapanların bizzat arkasında iktidar olduğu gerçeği ile karşılaşırız.
Darbe girişimi adı altında iktidar bir takım insanlar ve gruplar hakkında davalar açabilir. Bu davalar ve girişimler iktidarı güçlendiriyorsa; o durumda darbe girişimi bizzat iktidar tarafından yapıldığı ve yönlendirildiği söyleyebiliriz.
Önemli olan sonuçtur, sonuçta kimler kazançlı çıkıyorsa ve iktidarını güçlendiriyorsa, darbe onun bilgisi ve denetimde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Darbelerin sağı, solu ve ilericisi ya da gericisi olur mu? Elbette olamaz, çünkü darbeler tarih çizgisine ve akışına bilinçli müdahildir ve var olan sistemin devamını ya da iktidarını güçlendirmesi anlamında olur. Kısaca kapitalist sistemin içinde, kapitalist / burjuva ihtiyaçlarına göre tarih çizgisine müdahaledir. Var olan tıkanıklığın ve kaotik girdaptan çıkmak için bir araç olarak ( kendi doğruları içinde) kullanılan araç olarak karşımıza çıkar. O yüzden darbeler kime karşı yapılırsa yapılsın ilerici olamaz, sağcı ve solcu olarak nitelenemez.
Darbeciler genelde dış güçlerin ihtiyaçlarına cevap veren işbirlikçilerdir. Bu işbirlikçileri ülke siyaseti içinde zamanın ihtiyacına göre sıfatlar verilebilinir ama gerçek anlamda anlamsızdır. Tek doğrunun iktidara gelmesi ve kendi doğrusunu zor ile halka benimsetmesi olan bir toplum mühendisliği ürünüdür.
Darbeleri planlayan, yönlendiren ve sonuç almasını sağlayan darbe yapanlar değil, onlar için onlara o ortamı hazırlayanlardır. Toplum mühendisleri sadece yaşama müdahil değildir, düşünce biçimine ve düşünme sistematiğine de müdahil olabilirler. Bu müdahil durumu ülkemizin kısa tarihinde yaşadık. Her darbe sonrasında ülkenin değerli insanları birilerin çıkarına uygun gelmediği için yok edilirken, korku, düşmanlık figürleri zamana göre değişim gösterirken, temelde değişen bir şey yoktur.
Her darbe devleti güçlendirir, devlette korkuyu büyütür. Korkunun hakim olduğu yerde, tek doğru genel doğru gibi kabul edilir ve halkın ona göre biçimlenmesi arzulanır. Elbette hayat kağıt üzerinde olduğu gibi akmaz ve her darbe başka kaotik ortam yaratarak yeni darbeler için ortam hazırlamaya ve sorun yumağının büyüdüğüne şahitlik ederiz.
İç ve dış güçlerin ihtiyacına göre iktidar belirlenir. İktidarların ne kadar uzun süre erk gücünü kullanacağı çıkarlar ile belirlenir.
Darbeler devlet olduğu sürece ve tek doğrunun toplum düşüncesinde hakim olma iddiasını sürdürdüğü sürece varlığını açıktan ve gizli olarak koruyacaktır.
Darbeler varlığını koruduğu sürece toplumsal hareketlilik de birileri tarafından yeri geldiğinde yükseltilmekte veya düşürülmektedir. Toplumsal hareketler darbeciler için bir bahane yaratma aracıdır, o aracı iktidar da kullanırken, iktidara karşı müdahil olanlar tarafından da kullanılabilmektedir.
Darbe ve karşı darbe arasında çok ince bir çizgi vardır, kendisine çok güvenen ve her şeyi kontrol edeceğini düşünen bir iktidar bile, kendi yarattığı siyasi müdahalenin sonucu olarak ortadan kalkabilir.
Cepheleştirilen ve çatışmadan yarar gören ve sürekli bu gerilimden beslenen iktidar kendi sonunu kendisi hazırlar.
Kendisine karşı darbe girişimleri gibi anlamsız söylemler bir süre gündem olabilirken, bir süre sonra anlamsız ve etkisiz söyleme dönüşür ve topluma karşı söylem geliştirdiği kendi yalanı altında ezilir.
Darbe ve karşı darbe kimler tarafından yapıldığı konusunda elimizde ki en önemli veri sonuçlarda yatar ve sonuçta kimler bu darbe ya da girişimden kazançlı çıkıyorsa, darbe onlar tarafından yapılmış ve yönlendirilmiş olduğu gerçeği ile karşılaşırız, bu durumda kişilerin pek önemi yoktur. O kişi olmasa da başkası mutlaka olacaktır.
Darbe, sonuç itibarı ile siyasi gerçekliğin bir parçası olarak varlığını koruyacaktır, devleti güçlendiren ve var olan sistemin devamını sağlayan, güvence altına alan bir savunma mekanizmasıdır.
Ülkenin çıkarlarına göre yapılan bir şey değildir, güçlü kimse onun ihtiyaçlarına göre devlete ve iktidara yeni biçim verme aracı olarak kullanılan bir geçiş, kırılma noktasıdır.

İsmail Cem Özkan

22 Mayıs 2014 Perşembe

Yeni Türkiye derken…

Yeni Türkiye derken…

AKP iktidar dönemi, yakın tarihimiz içinde ders alınması gereken zaman dilimini içeriyor. Aydınların liberalleşmesi ve kendilerince öç alma duygusu ile iktidarın yedeğine düşmesi sürecinin sonucunu yaşadık. Geçmişten öç alma derdine girenlerin en ilginç tarafı 12 Eylül faşist darbesinden dolaylı etkilenmiş ve o ortamın getirmiş olduğu koşullarda kariyer yapmış insanlar olmasıdır. 12 Eylül faşizmde ezilen, panzer altında kalanlar o karanlık dönemden ders almış ve iktidarın yedeğinde olmayacaklarını içselleştirmişlerdi.

İktidarı desteklemek demek; başka bir dünya ve yaşam hayalinden vazgeçmek olduğunu ve sistemin içinde yedeklenmek olduğunu geçmişten ders çıkaranlar bilir. Bir kere iktidar ile işbirliği yapan, sözde her ne kadar kendisini başka bir dünya özlemi olduğunu söylemiş ise de, gerçekte kolay kolay eski haline dönemez, çıkar ilişkileri yeni tercihler yapmayı ve yeni ilişkiler kurmayı getirir. Geçmiş ilişkilerini kullanarak, iktidar için gerekli ilişkileri kuranlarda bu döneme özgü olmasa da daha görünür oldular.  Özelikle geçmişte hasbi kader şimdilerde sembol olmuş insanlar ile arkadaşlığı olanlar, o arkadaşlığını her fırsatta dillendirip, anılarını pazarlayanalar bu sayede hem başka dünya ve yaşam özlemi olanların kalbinde yer edinme çabası, hem de iktidara bak hala birilerini etkiliyorum, ben boş biri değilim, beni değerlendirin mesajını vermekten de geri duramaz.

Bugün yaşadığımız süreci iyi anlayabilmek için elbette yakın tarihimize göz atmamız kaçınılmazdır. Yaşadığımız tarih çizgisinin kırılma noktası 1980 yıllarına kadar gider. Özal, daha doğrusu Amerika’nın istemleri doğrultusunda ve ihtiyacı gereği kararlar alınmış ve devlet denen mekanizmasının değişimini ve sosyal olarak toplumun ihtiyaçlarının ve beğenilerinin yeniden oluşması için tarihsel kırılma noktasının başlangıç tarihi olarak 24 Ocak 1980 temsil eder. 24 Ocak kararlarını uygulanabilmesi için ülkenin askeri bir rejim içinde olması gerekliydi ve o da uzun olmayan bir süre sonra gerçekleşmiş ve değişime karşı olabilecek olan tüm sosyal katmanlar pasifize edilmiş, direnme potansiyelinde olanlar ve direnenler ise cezaevleri duvarları arasında yerlerini almıştır. Özal’ın başlattığı ve kontrolünde geliştirdiği “yeni Türkiye” rotası, o güne kadar gelmiş olan devletin baba rolünü değiştirmiş, Avrupa ve çağdaş ülkeler hedefinde devletin her beş yılda planladığı ve uyguladığı yarı liberal politikanın da hepten değişmesi ve yeni rota; tipik Ortadoğu ülkesi konumuna getirecek çizgisine oturtmuştur. Bugün yaşadığımız süreç Özal’ın almış olduğu 24 Ocak karalarının sonucudur. AKP bir anlamda; hem Özal hem de o politikaların uygulanması için ülkeye çeki düzen veren Askeri darbe yapanların ve onlara komuta edenlerin istemlerinin sonucudur.

Türkiye ne zaman planlanan çizgiden dışarıya düşme tehlikesi yaşasa, dış etkenler ile ülke yeniden planlanan çizgiye çekilmiştir. Bu müdahalelerin yakın tarihimizdeki en somut örneği ise, Türk solunu tarihin çöplüğüne bırakan Kemal Derviş’tir. Var olan ve değişime tam ayak uyduramamış, istenen ihtiyaçları “tam” kavrayamamış iktidar partilerine çeki düzen vermek ve çalkantıda olan ve tipik Ortadoğu ülkesi gibi reaksiyon göstermeyen eski anlayışı çöpe süpürme görevi o dönemde başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kemal Derviş, AKP iktidarını yaratacak ortamı hazırlamış bir şekilde bu ülkedeki görevini tamamlayarak, geldiği yere; eski görevine dönmüştür.

AKP önceleri çok amatör bir lamba sembolü ile kuruldu, gelecekteki iktidarın güçlü insanları yeni liderlerini tanıtırken mahcup ve çekingen tavırlarını kısa sürede atacaklar ve sağlam bir iktidar çizgisini hayata geçireceklerdir. Onlara yapılan her hareket, onları daha da güçlendirmiş, daha doğrusu işlerini kolaylaştırmıştır.

Mağduriyet gösterileri, halkın gözünde kahraman olanların birden “seçilmiş iktidarın” arkasında iş çevirenler olarak algılanmasını sağlamıştır. Sözde Kemalizm ideolojisini savunur gibi olanlar iktidarın yedeğinde, kendilerini iktidara hizmet ederken bulmuşlardır.

Liberal ekonomide Kemalizm yaşayamazdı, zaten askeri darbenin ilk yıllarında yani Atatürk’ün yüzüncü doğum yılı kutlamalarında o ideolojinin kırpıntıları dahi tamamen ortadan yok edilmiştir. Altı ok, kapatılan ve ileride açılan siyasi partinin bayrağında sadece bir sembol olarak kalmış, altı boşaltılmıştır. Bugün o bayrak geçmişte yaşanan her türlü kanlı tarihin tek sorumlusu gibi algılanmaktadır. Ama şimdi kimse düşünmüyor ki, var olan tüm partiler o partiden ayrılmalar ile oluştur. (İttihat ve Terakki partisinin mirasını taşıyan partiler bugün nefret söylemlerine bakarak yaşadığını söyleyebiliriz.)

AKP döneminin en göze çarpan özelliği; toplumun dincileştirilmesinin derinleştirilmesi ve dinin siyasetin ve ticaretin görünür bir aracı hale getirilmesidir. Din göreceli olarak camiden çıkmış, yaşamın içinde ve her alanında kendisini hissettirmekte ve “mahalle baskısı” adı altında ülke topraklarının en küçük birimine kadar yayılması sürecini yaşadık. AKP döneminde din yeniden yorumlanmış ve yeni yorumuna uygun yaşam ve kıyafet kültürü gelişmiştir. Görüntüsel olarak homojen “yeni din / mezhep” yaratılmış; okullarda, camilerde bu yeni görüntüye uygun bilgiler yeni kuşağa aktarılmaktadır. O güne kadar gizli olarak kendi özgünlüğünü yaşatanlar, homojenleşirken, bir anda popüler kültürün bir parçası olmuş turistlik etkinlikte kullanılır olmuştur. Geleneksel ve belli bir özgünlüğü olan inanç ritüelleri yeni yaşam tarzının eğlence aracına dönüştürülmesi rahatsızlık yaratmış olsa da, bir süre sonra kanıksanmış ve doğal bir propaganda aracı işlevi görmeye başlamıştır.

Yeni yaşam alışkanlıkları içinde Arap sermayesi yeni Türkiye’nin oluşumunda önemli bir araç olmuş olsa da belirleyici ve düzenleyici konumuna erişememiştir. Bunun en önemli nedeni Arap dünyasının Türklere ve Türkiye’ye bakışında aramak gereklidir. Radikal İslam’ı temsil eden El Kaide gibi örgütlerin yerel liderleri Türkiye’yi İslam ülkesi görmeyip, batı dünyasının parçası olarak görmekte ve ülke liderine açıkça “tövbe et ve gel” diyebilmektedirler. Arap sermaye akışı siyasi beklentiler ile orantılı bir şekilde seyir izlemektedir.

AKP dönemi siyasi çalkantıların da yoğun olarak yaşandığı yıllardır. Tarihimizde ilk defa kendiliğinden ve siyasi iradenin yangına körükle gitmesi ile Gezi Direnişi tüm ülkeye bir anda sarmış ve iktidar bu kriz yönetiminden gaz ve toma baskısı ile çıkmaya çalışmıştır. Bugün dahi bu konuda göreceli olarak gösterdiği başarılı yöntemi katıksız bir şekilde her toplumsal olaylarda kullanarak; korku, düşman ve toplum içinde cephe yaratarak kendisinin iktidar olması gereken seçmen sayısını korumaya çalışmaktadır. İktidar sürekli olarak kendi seçmenine mesaj vermekte, “bakın biz iktidardan gidersek kazandığımız tüm mevzileri kaybederiz, eskisi gibi baskı altında kalırsınız”. İktidar gücünün kazandırmış olduğu “rant paylaşımının olmayacağı” vurgusu yaparak, yeni zenginlerin gözünü korkutmakta ve kendi arkasında durması için bir baskı aracına dönüştürmüştür.

Korku, bu ülkenin iktidarının kullandığı sürekli bir araçtır. Her iktidar korkuyu, kendi gücü için kullanmış ve kullanmaya da devam etmektedir. AKP iktidarı döneminde kontrolsüz bir şekilde yaratılan rant alanları, devlete ait olanların özelleştirilmesi ya da kiraya verilmesi, yap işlet modeli gibi projeler, daha çok kar amaçlı ve para odaklı olduğunda, insan yaşamının hiçe sayılmasının sonucunu Soma Maden Ocağında oluşan patlama ile ortaya serilmiştir.

HES projeleri ile enerji borsasının yaratılması için ve dışardan etki ile oluşturulan enerji firmalarının büyümesi ve kendilerini borsada ifade edecek kadar gelişmeleri bu iktidar döneminde olmuştur. Henüz enerji borsası oluşturulamamıştır, eğer oluşmuş olsaydı; uluslar üstü firmalar ülkemizde faaliyet göstermeye başlamış olurlardı. HES Projeleri doğayı yok etmekte, HES projelerinin olduğu yerlerde halkın doğadan kopması anlamına gelmekte olduğunu projelerin sonucu ile ortaya çıkmıştır. Bu konuda da bir direniş ile karşılaşmış, direnişi aşabilmek için yasalarda sürekli değişiklikler yapılmaktadır.

AKP iktidarı döneminde en göze çarpan bir başka unsurda, uluslararası mahkemelerin almış olduğu kararları işine geldiği gibi yorumlamakta ve işine gelmeyenleri yok saymaktadır. Bu konuda ceza ödemeyi göze almakta ve “parasını veririm ama ülkede onu uygulamam” anlayışını oturtmuştur. En tipik örneği Alevilerin çocukların eğitiminde din eğitimi konusunda alınmış karardır.

Hukuk, iktidarın etkisi altında, iktidardaki siyasi iradenin beklentilerine uygun kararlar alabilmekte ve sürekli değişen yasalar ile hangi olayda nasıl karar alacağı konusu da tartışmaya açık hale gelmiştir. Hakimlerin birbirinden bağımsız ve çelişkili kararları bu döneme damgasını vurmaya devam etmektedir. Savcıların almış olduğu kararlar ve sınırsız yetkiler bu dönemde de verilmiş ve geri alınmıştır.

İktidara darbe girişimi sözünün en çok duyulduğu dönem olmuştur, somut olarak darbeciler ortaya çıkarılamamış, darbe girişimleri konusunda mahkeme kararları, başka darbe girişimi gerekçesi ile yeniden gözden geçirilmiş, darbe girişimde bulunan başka gücün etkisi ile o davaların açıldığı vurgusu yapıldığı süreci yaşamaktayız. Savunma hakkının yerine daha çok savcı/ hakim haklarının konuşulduğu bir süreci yaşadık. Uzun tutukluluk gibi bir kavram ile muhalefet olan suçlu suçsuz bir çok kişinin çuvala konulup cezalandırıldığı süreci yaşadık.

Medyaya bir dönem yön veren bir gazeteci; "Devlet, bugün Türkiye'de yaşadığımız gibi, iki şey ister. Bir 'benim sırlarımı duyurma', iki 'benim propagandamı yap'. Gerçekler başka gösterilerek bu dönemin yeni medyası yaratılmıştır. Medya patronları çıkar ilişkileri iktidar ile bağlantılı olduğu için, ana medya bir anlamda propaganda aracına dönderilmiştir.

AKP dönemi açılım sözlerinin bol olduğu ama açılım için gerekli adımların atılmadığı, atılıyormuş gibi yapılıp, sözde toplantılar ve propaganda için ‘akil adamlar’ gibi uygulamaların konulduğu dönemi yaşadık. Dersim olayı ile ilgili özür dilemiş ama ‘özür ’ün gerekleri yerine getirilmemiştir. İşin özünden daha çok görünümü açılım için daha önemli olarak algılanmış ve propaganda amaçlı; gerekli dönemlerde muhalefetin yükselen sesini parçalanması ve yeni ittifakların kurulması için kullanılmıştır. İç siyaset için “düşman yok, müttefik adayları var” anlayışı etkili olmuş ve AKP döneminde girilen her seçimi iktidar kazanmıştır. Kriz dönemlerinde krizi başarılı bir şekilde yönetememiş olsa da, ortada ‘krizi yönetecek muhalefet’ olmadığı için yaralı atlatabilmiştir. Her kriz başka krizlerin oluşması içinde zemin hazırlamaya devam etmektedir, henüz başarılı bir şekilde ortadan kaldırılmış kriz süreci yoktur.

Yeni Türkiye vurgusu sürekli yapan iktidar, asında yeni Türkiye çizgisinin (24 Ocak kararlarının) devamcısıdır. Kendisinin yaratmış olduğu somut bir Türkiye’den bahsedemeyiz. Her ne kadar görsel olarak ülke dincileşmiş olsa da (tipik Ortadoğu ülkesi refleksi) bu ekonomi çarklarının kriz yönetimi sırasında hepten kaybedeceği ve öfkeyi üzerine her an çekebilecek bir konumda olduğunu Soma’da yaşanan tepkiler kanıtlamaktadır.

Bu ülkede belirleyici olan bireylerin ve sosyal katmanların çıkarlarıdır. İç dinamikler kadar dış dinamiklerde çok önemlidir, hatta dış güçler iç güçlerden daha fazla etkili ve ülkenin kader çizgisini değiştirebilmektedirler. Çıkar çatışmasında kimlerin öne çıkarılacağı, kimlerin çöpe atılacağını tarih bize anlatacaktır. Her yaşanan gün, ders alınması gerekenler not edilmektedir, önemli olan o notları doğru okuyup, dersler çıkarmaktır. Propaganda ve toplum mühendisliği bir yere kadar başarılı olur, bir yerden sonra “her yer Taksim, her yer direniş” olabilir.


İsmail Cem Özkan

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Acı yangın yerine düştü!

Acı yangın yerine düştü!
Acılar ile yoğruldu maden ocağındaki ateş, sonra ocakta ne var ne yok yaktı, kül etti, yeniden kömüre dönüşeceği günlere doğru başlangıç yaptı… Ocak içinde son nefesini bırakanlar; belki yeryüzünde bir taşlarının olmasını, belki de ocağın kapısına kocaman bir taş konup, üzerlerine aşağıda yananların isimleri yazılmış olmasını arzularlardı. Unutulmak için yaşamadılar, hiç iz bırakmadan bu dünyadan geçmek istemezlerdi belki… Belki de çocuklarını o yüzden dünyaya getirdiler, benden sonra ismim yaşasın diye… Şimdi çocuklar babalarından uzak, babalarını bir daha göremeyecekler. İsimleri olmayan, rakama indirgenmiş işçiler.
Resmi söylemde 302 kişi ölü var demek, 302 hayatın sonlandığı anlamına gelir, 302 ocağa ateş düşmesi, 302 ocağın fakir yuvasında bir daha kahkaha sesin duyulmaması anlamına gelir. Onlar zenginler için kömür çıkardı, kendileri kazanılan paranın bir ucundan yararlandılar. Şimdi arkalarında borç bırakarak bu hayata beklenmeyen bir anda, bir ateşin içinde veda ettiler.
Yeryüzünde kalanların bir bölümü kader, bu mesleğin içinde var dedi. Sadece sözde destek verdiler, isimlerini bilmeden, isimsiz birer maden işçisinin arkasından. Geride bıraktıkları eşleri, çocukları ve borçları ne olacak diye kimse sormadı. Ani bir refleks ile yardım kuruluşları oraya koştu, birkaç öğün yemek verdi ve kurtarma işlemi burada bitti denilince büyük olasılıkla kurtarma için gelenler ile birlikte çekip gidecekler. Onlar yalnız başlarına ve babasız, oğulsuz kalacaklar. Bir de canlı yayın muhabirin değimi ile “şanslı olanların” mezar taşları olacak.
Maden kapıları kapandı içeride yangın devam ediyormuş, kendi kendine sönecek bir gün, belki bir gün o aşağıda yangın yerine inilecek, küller arasında bir kadim dost arayacak arkadaşlarını yangın sırasında kapıda bekleyen maden işçileri.
Kömür çıkaranlar kömürün tozuna karışacak, kömür tozu küle dönerken bazı maden işçileri küle dönmüş olarak sonsuzluk uykusunda olacak. Tıpkı binlerce yıldır maden ocağına olanlar gibi. Maden ocağında zaman durur, çürüme devam eder...
Maden ocağında kömür çıkarmaya gidenler, orada ömürlerini bırakıp kaldılar.
Maden ocağında para kazanan işçiler verilen paranın karşılığının çok üstünde alın teri ile karşılamışlardır. Az para kazanıp, çok üretmişler ve iktidar partisinin sözcüsünün değimi ile zenginler fakirler için çalışmamış, aksına fakirler zenginler için üretmiştir. Her üretilen kömür İstanbul’da bir gökdelen için sermaye olmuş, onların alın teri ile üretilen artı değer, kömür işletmelerinin merkezini bulutların üzerine taşımış.
Siyasi irade yangın yerinde işçilerin gerçek hikayelerini, gerçek sayılarını, gerçekte olan biteni sağlıklı bir şekilde halka anlatamamış, acı ile bekleyenler belirsizlik içinde daha çok acı çekmelerine sebep olmuştur. Bugün dahi kafalarda ölen işçi sayısında karışıklık oluşuyorsa, iletişimde ve bilgi akışında sağlıksız bir şeylerin olduğunu kanıtlamaktadır.
Sonuçta Soma’dan geriye ne kaldı derseniz? Ortada kocaman bir cinayet olduğu su götürmez şekilde duruyor, çünkü az bir masraf ile hayatları kurtaracak olan güvenlik alanlarının ve malzemelerinin olmaması yaşananları bir kaza olmaktan çıkarmaktadır. Maden ocağının dışına çıkarılmış cinayete kurban gidenlerin naaşları toprak ile buluşurken, kayıtlara girmiş ama vücutlarına ulaşılamayan kayıpların durumu henüz belli değildir. Kapılar kapandı ve aramlar sonlandığına göre; bu durumda kayıplar toprak altında unutulmaya bırakılmış anlamına gelmektedir.  
Sonuçta, öldürülenler ve kaybedilenler diye iki kategori ortaya çıkıyor. Aslında öldürülenler ve kaybedilenler aynı kaderi paylaştı, aynı sonu yaşadı. Öldürülenlerin mezarı belli oldu / olacak, kaybedilenler ve yakınlarının durumu; ne olacak? Maden ocağında unutulmaya bırakılanların yakınları “nerede benim yakınım” diye ortaya çıkmayacak mı? Çıktıklarında, aşağıda kaç madencinin bırakıldığı gerçek rakam olarak kamuya yansımayacak mı?
Bugün hala kafalarda gerçek rakamlar konusunda sorular var ise, o soruların yanıtı gelecek günlerde yakınların aramaları ile elbette ortaya çıkacaktır.
Gerçek, bir gün topraktan fışkıracak, kimse bunu engelleyemez...

İsmail Cem Özkan

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Öldürmeyi biliyorsunuz!

Öldürmeyi biliyorsunuz!

Her yerde iş kazası olabilir, insanlık tarihi iş kazaları ile doludur. Ama yine insanlık tarihi iş kazaları sonucunda nasıl önlem alınacağı ve her kazadan ders çıkarıldığı birikimler ile de doludur. İş kazaları tekrar ediyorsa orada, cinayet vardır, çünkü deneyler o kazanın önlenebilir olduğu güvenlik önlemlerinin de varlığını işaret eder.
Bir kazanın cinayet olup olmadığını öğrenmek için basit bir yol vardır, kaza daha önce yaşanmamış, hiçbir deneyim ve birikim olmaması, güvenlik önleminin o alan için olmaması anlamındadır. Çağdaş ülkelerde uygulanan güvenlik önlemleri, yaşadığımız liberal ekonomi içinde kardan/ kazançtan kayıp olarak algılandığı için güvenlik önlemi ortadan kalkar ve “kaza” ortaya çıkar. Bu kazaya kaza denmez, açıkça cinayet denir.
Son yaşanan Soma katliamı bir kaza değil, cinayettir.
Madenler konusunda insanlık tarihi bir çok deneyim ile doludur. Basit ve biraz masrafı olan önlemler ile ölümler kitlesel olması önlenirdi. Bir çok insan işveren biraz daha kar etsin diye ölmesine gerek kalmazdı. İşverenler gökdelenlerde oturup, şehrin siluetine baksın diye ölmesine gerek yoktur.
İnsan hayatının bu kadar ucuz olduğu ülkelerde kazalar olmaz, cinayetler olur ama cinayetler yasalara ve hukuk kurallarında yazılı olmadığı için kader denir ve geçilir. Üstelik bu kader mesleğin icabı içinde vardır denir.  
Her mesleğin içinde ölüm olabilir, o risk yaşamın içinde hep vardır ama güvenlik önlemi almış olursan, o önlemler içinde bir can bu dünyaya son nefesini bırakıyorsa, o son nefesin tahlili yapılır ve bir daha olmaması için güvenlik önlemleri araştırılır.
İnsanlık, birikimleri ile insanlık tarihini yazmıştır.
Tarihi olmayan toplumlarda kader her şeyi yönetir ve sorgulanmaz.
Sorgulamayan, ders almayan toplumlarda başka toplumların yaşam kalitesinden uzak, vahşiliği doğal olarak görür. Dünyanın merkezide olduğunu sanarak, kendi insanını, çalışanını, birikimi biraz daha kar için yok sayar ve onu makineden daha değersiz görür. İlk kurtarılacak değerler arasında işçi sağlığı yoktur! İşçinin adı sadece bir giriş kartıdır zaten.
Eğer önlem almış olsalardı, kontroller çıkar ilişkisi yerine işçi güvenliği ve sağlığı açısından yapılmış olsaydı, bugün bu kadar kitlesel cinayet işlenmemiş olurdu.
Soma’da bir maden ocağı yanmadı, orada katliam yapıldı!
Maden ocağında insanlar yakıldı!
Bu cinayetten sorumlu olanların, her birinin ‘uluslararası hukuk kuralları’ ile yargılanması ve sorumluların hesap vermesi gereklidir. Aksi halde birileri “siz cinayet işlemesini, öldürmeyi iyi bilirsiniz!”, “insan yakmasını iyi bilirsiniz!” diye bağırması karşısında sessizce durmak zorunda kalırız.
Bu ülkenin insanın alnına sürülmüş bir kömür karası değil, madencinin kanı olur, eğer sorumlular hesap vermez ise.
İsmail Cem Özkan


6 Mayıs 2014 Salı

Projeler özgün olmalıdır…

Projeler özgün olmalıdır…

Güçlü hissedenler, bulundukları ortamda diğerinin kendi hakimiyeti altında olmasına ister. Güçsüz kaldıkları yerlerde ise güçlünün hakimiyetine karşı direnişi hak görür. Kendilerine karşı direniş gösterenleri ise bölücü, bozguncu, zamanına göre terörist, zamanına göre anarşist, zafer yolunda engel… gibi sıfatlar içinde değerlendirme içine alırlar. Fırsatları bulduklarında ise toprağa kan dökmekten de geri durmazlar. Siyaset güç dengesidir derler, ama daha çoğunlukla güç gösterisi olarak yaşam içinde kendisine yol bulmuştur.
Güçlü olanlar, daha fazla güçlü görünmek için kendi medyasını yaratır ve medyasını kendi silahının namlusu içinden olaylara bakmasını ister. Irak işgali sırasında toplum mühendisleri bu yeni medyaya gömülmüş ( embedded) ismini verdiler. Elbette bu terim sadece medya için geçerli olmayacaktı, her alanda embedded uygulamalara şahitlik eder olduk.
Embedded kelimesi içinde yer alanlar silahın namlusundan olaylara bakar ama kurşun, bomba vb. şeyler atmaz, sadece oradan bakar ve gördüklerini ikna edilmesi gereken hedef kitleye aktarır. Ülkemizde bunun medya dışında ki uygulamasına “akil insanlar” adı altında şahitlik ettik. Akil insanlarda açılımın içine gömüldü ve oradan açılımın ne kadar yararlı, güzel şey olduğunu anlatmaları istendi. Ve bunu da gönüllü olarak yaptılar.
Düşman tanımı ‘embedded’ kelimesinin somut çıkarımlarının sonucu ile açıklanır oldu. Silahın namlusundan görünen düşman, görünmeyen ise müttefik olarak yerini aldı. Şimşekleri üzerine çeken, daha doğrusu silahın ucu kimi gösterirse geçmişte dost oldukları ve methiye dizdikleri unutulur, yeni duruma uygun olarak düşmanlık ve nefret söylemleri onlara karşı fütursuzca uygulanır.
Silahın namlusu çıkarlara göre döner, çıkar çatışmasının ve verimlilik yasasına aykırı olan her türlü uygulama düşman kriteri içine girer ve düşman kriteri içinde renk ayrımı yoktur. Düşman olarak görülen karşısında her türlü saldırı aracı mubahtır, saldırı aracının yıkıcılığı gözlerden uzak tutulur. Yeni tarih yazımı embedded bakış açısına uygun olarak sipariş edilir ve yazdırılır. Tarih yazıcıları Irak işgalinde olduğu gibi Amerikan kayıplarını öne çıkarırken, işgal sırasında öldürülen milyonlarca sivil vatandaşı yok sayar. Saldıran mağdurdur ve her koşulda mağdurluğunu öne çıkarmak için ‘akil insanlarına’ görev verir. Akil insanları efendisinin zihnindeki ve hedeflerini bilmeden biliyormuş gibi yapıp, onun niyetleri kendi niyetleri olarak algılar ve potansiyel ikna edilmesi gerekenler hedef kitleye her türlü propaganda aracını kullanarak ulaşmaya çalışır. Akil insanlar genelde çabuk hayal kırıklıkları yaşar, çünkü efendisi kendi kafasında ki hedeften çok uzakta işler yapmakta ve hatta akil insanları / örgütleri ciddiye almadan bildiğini okumaktadır. Zaman zaman bu akil insanların pişmanlıklarının homurtusunu sağdan soldan duyarsınız...
Akil insanları, işverenin gölgesinde büyümeye çalışan, genelde küçük çıkarları hayatın tek anlamı olarak görenlerden oluşur. Uzun vadeli düşünemezler, kısa vadede verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmek için uğraşır ve görev verene “propagandamızda nasıl bir dil kullanalım?” diye efendisine mahcup şekilde soru sorabilir.  
Kapı kulu öyle bir şeydir ki, güçlü efendisinin kollarında kendisini güvende hisseder, daha güçlü bir efendi bulduğunda kapıyı değiştirmek kendisinde hak görür ve yeni efendisine göre dil kullanır. Medya içinde bunun örneklerini çok görürüz, önce düşmanca, ağza alınmayacak küfürler ile hedef gösterdiği biri çalıştığı medya ya satın alındığında ya da efendisi tarafından işten çıkarıldığında hedefinde yer alanın medyasına girip gönül rahatlığı ile çalışırken, eski efendisi hakkında geçmişte yeni patronu için kullandığı kelimeleri fütursuzca kullanır. Özneler değişmiş, nefret söylemi değişmemiştir. Yaşadığımız çağın itibar gören insanları şimdilik bunlardır, en ufak bir sorunda gidilir onlardan akıl alınır, röportajlar yapılır.
Namlu ucundan bakan çalışanın adı olmaz, sadece işini yapar!
Embedded yöntemini kullananlar güçlü olanlardır, devlet sahibi olmasına gerek yoktur, kendisini güçlü görenler kendi hakimiyetleri altında kendi çıkarlarına uygun gömülmüş bireyler ya da örgütler kullanmaktan çekinmez. Kendi amaçları doğrultusunda geçmişte denenmiş ama başarılı olmamış birlik, cephe, ortak çatı altında siyaset yapma gibi uygulamaları yeniden hayata karıştırırken, amaçlarına uygun bireyleri, kurumları, örgütleri kendi gölgesinde ve kendi çıkarı doğrultusunda çalışmasını arzular. Elbette gölgeye girip çalışmak bireylerin, örgütlerin, kurumların tercihleri karar verir, gönüllülük esasına dayanır! Gönüllülük ise çıkarların sonucunda oluşur. Çıkarı olmayan birinin gönüllü olarak namlunun ucundan bakmaz, bakamaz, çünkü profesyonel olamaz. Profesyonel olanlardan oluşur embedded kavramı içine girenler. Amatörler işlerine gelmediğinde çekip gidebilirler, ama profesyoneller aldıklarının karşılığını sonuna kadar verirler.
Ülkemizin siyasal yapısı ve sosyal yapısı dinamiktir, sürekli değişimin içindedir. Bu değişimin içinde çatışmalı olanların kullandığı yöntemler birbirine benzer ve “özgürlük ülkesinin” uyguladığı yöntemleri olduğu gibi kullanmaktan çekinmezler. Irak’ı işgal eden ‘özgürlük ülkesi’ gittiği her yere “barışı ve özgürlüğü” getirmiştir! Ölenler kendilerinden ise sorun vardır, ama düşman yok olmuşsa, olmuştur önemi yoktur. Gezi Direnişi sırasında ölenlere iktidarın bakışı ile nasıl bir paralellik olduğunu görebiliyorsunuz değil mi? Ölen çocuğun annesine binlerce insana yuh çektirmek bile mubahtır bu yeni anlayış ve duruşa göre.
Ülkemiz sürekli açılımlar içindedir ama hiçbir açılımın sonu gelmemiştir, sürekli açılım lafı ortada dolanır ama açılımın somut hukuki zemini ortada yoktur. Nasıl gelmişse öyle gider mantığı içinde çıkarlara uygun şekilde akil insanlar ve örgütler kullanılır, sanki her şey olmuş gibi hayat içinde karşılığı aranır.
Açılımın iki tarafı olur, devlet ve çatıştığı kesim. Alevi açılımında devletin muhatabı Alevilerdir, Kürt açılımında Kürtlerdir. Soyut kavramlardır ve soyut kavramlar içinde sözler havada uçuşur, saflar oluşturulur. İttifaklar kurulur, ittifaklar dağılır. Çıkarlar için gerek görüldüğünde bu sözler kullanılır ve muhalif olması gerekenler muhalefet olmaktan çıkarılır, müttefik konuma getirilir. Siyaset güçler arasında denge gibidir ama bizim pratiğimizde ise dengeler bir türlü oluşmaz, güçlünün çıkarı yönünde biçimlendirilir.
Devlet, kendi embedded’lerini kullanırken, karşısında yer alanlarda kendi embedded’lerini kullanmak için yeni arayışlara girer. Birbirine karbon kağıdı gibi benzeyen yöntemler tek elden çıkmış projenin ürünü gibi siyasetin günlük söylemleri içinde farklı kelimeler içinde buluruz. Embedded rolünü oynamak istemeyenler de açıktan ya da gizli sopa gösterilir ve siyaset içinde yer almak istiyorsanız bizim gölgemiz altında olun denir.
Son günlerde güç dengeleri içinde ‘aba altından sopa gösterisine’ şahitlik eder olduk.  Kendi kafalarında ki projelerini geniş kesime anlatmak için gölgesi ya da çatısı altında birilerinin olması çok önemlidir, çünkü kendilerinin ‘ağızları ile kuş tutsalar’ dahi ulaşamayacakları geniş bir kesim bulunmaktadır. İkna edilmesi gereken bu geniş kesime her yapının duruş noktasına göre dayanışma içinde olacağı yapılara ihtiyaç vardır ama dayanışma yerine ‘akil örgütler’ isterse ortada sorun var olur. Kendi denetimleri ile ama dayanışma içindekilerine danışmadan kendi kafasındakini açıklayan ve yeni duruma uyum sağlaması beklenen bir esnek yapı beklentisi ortak mücadele özleminin kısa sürede dağılmasına ve gönülsüz işbirliğinin başarısız sonuçlarına şahitlik ederiz. Son yerel seçimler bunun ipuçlarını açıkça ortaya sermiştir. Sonuçlardan ders çıkarma yerine kendi çatıları altında daha fazla yapının yer almasını savunmak sonuçlardan ders alınmadığını ve hala güçlü bakışının hakim olduğunu hissederiz. Güçlü olanlar her şeyi kendi istedikleri gibi olmasını istiyorsa ittifak arayışı yerine, profesyonel çalışma yapacaklar ile iş yapmasının faydası ve daha verimli olacağını düşünüyorum. Diğerleri ise zaten düşmanlık içinde olmadıkları ve yeri geldiğinde ortak mücadele alanlarında olduklarını Gezi Direnişi sırasında gösterdiler.
Aba altından sopa gösterileri yaparak yeni güç dengesi içinde yeni mevziler kazanılamaz. Yapılırsa eğer, taraflardan birinin daha da zayıflaması anlamına gelir ve muhatabı olan görüşmelerde eli güçlü olan her istediğini ve sözünü karşı tarafa uygulatır.
Her siyasi yapı gelecek projesini özgün olarak ortaya koymalıdır, birilerin ‘akil örgütü’ olmasına gerek yok. Dayanışma ile embedded olayını ayırmak gerek, karıştırılırsa tarih çizgisi istediklerimiz yönünde yazılamaz. Güçlünün zaferi ve başarıları olarak embedded tarihçiler notlarını tutar.

İsmail Cem Özkan

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Kötülükler uzata değil!

Kötülükler uzata değil!

Bütün kötülükleri bizden uzakta yaşadığına inanırız, fakat kötülerin hakim olduğu bir sistemde yaşamaya devam ederiz. Kötülerin hakim olduğu yerde ise kötülükler, nefret söylemleri, cinayetler, katliamlar ve her gün şahit olduğumuz ama kanıksadığımız her türlü olumsuz şeyler içinde yaşarız. Yaşadığımız yerin kötülüklerini düşünmeyiz, başka yerde yaşanan kötülüklere bakıp halimize şükrederiz.
Kendimizden kötülükleri uzak tuttuğumuza inanırız; çevremizde katil yoktur, kötü yoktur, hırsız yoktur, onursuz yoktur ama hepsi tarafından çevrelendiğimiz, o kötülüklerin içinde yaşadığımız ve kötülüklerin bizi esir aldığının farkına dahi varamayız.
Dünya sürekli kendi etrafında dönerken, güneşin de etrafında dönüyordur. Hiç birimiz, bu hareketin ve hareketin yaratmış olduğu değişimin farkına dahi varamayız. Sanki her şey stabil ve değişmez gibi. Aristoteles mantığı ile bakarsak; aniden bir şeyler olur ve taştan sinek çıkabilir. Bugün ki bilgilerimiz ile baktığımızda ise Aristoteles’in mantığı çoktan çökmüş ve aniden diye gördüklerimizin bile evrimi olduğunu biliriz.
Farkına varamadığımız ve bizim hayatımızı etkileyen ani değişimler, alıştığımız, kanıksadığımız hareketler sürecidir. Çocukluğumuzda yaşadığımız ve hiç değişmeyecek olan o saf dünya, biz büyüdükçe yok olduğuna ve kirlendiğine şahitlik ederiz.
Korkularımız, biz büyüdükçe büyümeye ve bizi yönetmeye başlar.
Korkunun bizi yönettiğinin farkında olamayız.
Korkan insanın nefesi düzensizdir. Düzensiz nefes alırız ama hiç birimiz, bu düzensiz nefesin bile farkına varmaz, çünkü etrafımızda bulunanların hepsi düzensiz nefes almaya ve vermeye devam eder. Nefesin ritm bozukluğunu sorun olarak görmeyiz. Konuştuğumuz kelimelerin ağzımızdan ne hızla çıktığının farkına dahi varamayız. Bizim için var olan her şey doğaldır.
Yakın tarihimiz kanlar ile yazılmıştır ama buna inanmayız. Dünyanın en refah, en demokrat, en özgür olmasa da göreceli olarak ortalarda olan bir ülkede yaşadığımızı düşünürüz. Kendi kendine yeten, başkaları müdahale etmese barış ve huzur içinde yaşayan ülkenin evladı olmaktan gurur duyarız. Kendi gerçekliğimiz ile yüzleşemeyiz, tarihçilerin işi deriz yaşanan siyasi tercihlerin sonucuna. Başkalarının tercihi, bizim kara alın yazımız olur ama alnımıza sürünen kanın izine farkına dahi varmayız.
Bu topraklarda kelle kesildi, canlı canlı insanlar yakıldı, derisi yüzüldü… Belki insan derisinden abajur bile yapılmış olabilir...
Bizim ülkemizde idam ettikleri adamın mezarı yok, nerede diye soruyorsunuz bilen yok! Mezarsız idam mahkumu olan bir ülkeyiz.
Ne yazık ki vahşiliği hep uzakta ararız ama burnumuzun dibinde olanı görmez ve inanmayız...
Nefret söyleminden medet umanlar var olan düzenin devamından yanadır. Korkuyu ve kötülükleri besler. Nefret, sonuçta ölümü çağırır ve ölürsün, öldürürsün; başkalarının refahı için...
Bizim ülkemizin topraklarının her karışı kan ile sulandı, her sözcük içinde bir nefret söylemini bulabilirsiniz. Bunlar boşuna olmadı, bir iki adam rahat etsin diye, tarihe isim yazdırayım diye binlerce insanı; bitten, çöl sıcaklığında, dağın kışın soğunda telef ettiler. Sırf siyasi irade de olan birilerin egosu tatmin olsun diye…
Hepsi boşuna, hepsi anlamsız; ulaştığımız ana bakarak söyleyebiliriz. O kadar insan bir çakıl taşı vermemek için öldü, ne oldu? Ne o cephe kaldı, ne devlet, ne komutan, ne de siyasetçi... Ölen, öldü ve unutuldu. Yenileni zaten tarih yazmaz, ya kazanan. Kazananın çocukları yaşıyor mu? Hepsi yok oldu, hepsi silindi!
Kim farkında yüzyıl önce büyük ve değişmez siyasetçilerin unutulduğunun.
Ölümler, acılar, çıkmaz sokaklara yapılan seferler, cinayetler, katliamlar, çölde unutulan askerler, karın içinde yazlık kıyafetler ile sefere çıkanlar, bitlerin yediği, farelerin bulaştırdığı hummalı insanlar, cüzamlılar, veremli insanlar, kızamıktan, boğmacadan ölen çocuklar… Çok mu uzak şimdi bunlar. Ayakkabısı olmayan çarık ile dolaşan, çıra ışığı altında gece karanlığında yol arayanlar çok mu uzakta…
İşkencehanelerde işkence yapan polisler, kendilerini tanrı olarak tanıtanlar, benim dilimde konuş diyenler, kıpırdamadan tek ayakta durmaya zorlayan disiplin kuralları çok mu uzakta?
Korkularımız ile bizi yönettiler. Korkularımız ile nasıl, nerede, hangi sınırlar içinde yaşayacağımız bize sorulmadan, düşüncemiz alınmadan karar verdiler ve bizi zorladılar. Zorladılar ama farkına dahi varmadık, kaybettiğimiz haklarımızı gördükçe homurdandık, sonra yeni dar alanda yaşamaya alıştık…
Bütün bunların dışında Gezi Direnişini yaşadık. Tarihimiz ile yüzleşemedik ama ilk adımını kendiliğinden attık. Yürümeye başlayan çocuk gibi heyecanlı, amatörce, düzensiz yürüdük. İlk adım daha sonra atılacak ve dengeli adımlarımızın ilk habercisidir. Adım atma korkusunu yendik, üzerimize serpilen ölü toprağı silkeledik, tam üzerimizde atamadık ama doğru nefes alacak hava ile buluştuk.
Alnımıza sürülen kanı sildik! O kan bizim alnımızda değil, o kanı dökenlerin ellerinde kaldı.
Nefret söylemine karşı bir arada yaşamanın, mücadele etmenin, paylaşmanın, dayanışmanın nimetlerini yeniden öğrendik. İlk defa Gezi Direnişi sırasında doğru nefes aldık, bize korkuyla öğretilen nefes ritm bozukluğunu bıraktık.  
Korkuyu yendik.
İsmail Cem Özkan

1 Mayıs 2014 Perşembe

Hayali olanlar ölmemeli…

Hayali olanlar ölmemeli…

Hayali olanlar insandır, hayali çalanlar ise kapitalistlerdir. İnsanların hayallerini çalıp, yerine kendi hayallerini ikame ettirirler. Bu sayede çarkları döner, çarkları için önemlidir çocukların hayalini çalmak! İnsanlığın hayalini çalmak!
Kapitalistler hayalleri paraya döndürdükleri sürece izin verirler ve kendileri için hayal kurmalarını ister eğittikleri insanlardan. Her eğitilen onlar için hayal kurar, en azından tüketmek için! Hayaller insanlar içindir, para için değil, fakat eğitimden geçmiş olan bizlerin hayalleri yaşam zorlamadıkça parası olan için çalışıyor, onlar için daha verimli olmaya çalışıyoruz, verimli oldukça sevilen, ayın, yılın, günün insanı olabiliyoruz, olduğumuz zamanda gurur duyar olduk. Hayallerimiz bizim maaşımız, çocuğumuza götürdüğümüz ekmeğimiz, alamadığımız ve ekranlarda gördüğümüz tüketim malzemesi olabiliyor. Çünkü bu sistemde eğitildik, bu sistemde eğitilenler hepsi istisnasız aptallaştırılıyor. Aptallaştırılan topluluğu sürmek, yönetmek, birden Ortadoğu girdabına atmak ve onlar gibi düşünmeye başlaması doğal olabiliyor. Otoriter toplumdan* totaliter topluma** hemen kayabiliyor hayalleri çalınmış insanlar…
Hayali çalınan ve bir daha hayal kuramayanlar sistemin mankurtu*** olur.  Kendi halkına, kendi sınıfına karşı savaşır ve efendisini korur olarak bulur. 
Hayali olanlar ve sistemin eğitim çarkından geçmiş ama hayatın eğitimindeki çarkta sistemin dayatmış olduğu hayali değil de kendi kurtuluşunun hayalini görmeye başlayanlar insan olmaya başlar. Her insan hayal görür, hayali gerçekleştirmek için mücadele eder. Dünyanın dengesi para üzerinde olmadığı emek üzerine kurulduğu gerçeği ile karşılaşan, bir daha dönmez sistemin hayaline. Emeğin kurtuluşunun kendi kurtuluşu olduğunu bilir, o yüzden kavgaya ve sınıfına sahip çıkar. 
İşçi sınıfı düşmanları, sistemin mankurtları acımasızca saldırır, onların hayalinden korkar. Onların hayalini çalmak için her türlü yöntemi denerler. Reform yaparlar, onlara şirin gözükmek için bilgi kirliliği içinde bırakırlar. Onlara biraz özgürlük alanı bırakır, özgürlük duygusunu yaşamasını isterler. Yeter ki hayallerini bıraksınlar, yeter ki tüketici olsunlar… 
Hayali elinden alınanlar kendi küçük çıkarları için sistemin iktidarını desteklerler. 
İktidarı destekleyenleri görürseniz, onların hayali ellerinden alındığını hemen anlayabilirsiniz. 
Hayali elinden alınanlar ise hiçbir zaman işçi sınıfının dostu olamazlar. 
Hayali çalınanların dostluğu olmaz, işbirlikçi olarak sistem için hayali olanların hayalini öldürmek için uğraşılar. 
Gezi Direnişi hayalleri çalınanlar, hayallerini geri aldığı kırılma noktasıdır. Üstelik sistem hiç beklemediği yerde ve beklemediği bir kuşak hayallerini geri aldı. Geçmiş kuşaklar ise yenilginin yükünü hala üstünde atamadıkları gibi, hayallerini de kaptırmıştı, her ne kadar dillerde hayallerin izleri varsa da, yaşamın içinde korkunun getirmiş olduğu bir hayal kayıplığı yaşıyordu. Kuşaklar kendisini izleyen kuşağa bu korkuyu ve kaybolmuş hayallerini taşıdılar. 
Korku insandan insana geçen bir hastalıktır, hayali çalınanlar gibi nereye gideceği ve ne yapacağı belli olmayan bir korku insanı biçimlendirir ve sistemin yedek değneği konumuna getirir. 
Gezi Direnişinin çocukları ölmemeli, onlar hayallerini çaldırmadılar… 
Gelecek hayallerini koruyanlarındır… 
İsmail Cem Özkan



* Otoriter devlet, kişilik özgürlüklerini kısıtlayan ve hatta bu kısıtlamayı oldukça tahammül edilemez durumlara getirebilen devlet demektir; ancak ne var ki “otoriter” devlette kişi, devletin amaçları tehlikeye düşmediği oranda kişiliğine sahip olabilir ve kısıtlı, sınırlı ölçüde de olsa kamu yönetimine şu ya da bu şekilde katılabilir.
** Totoliter devlette; kişi bütün kişiliği ile silinmiş olup devletin kendisine vermek istediği sahte bir kişilik içerisinde ortaya çıkar. Kişi kendisine sahip değildir; devletin kendisini yoğurmak istediği kalıp içinde var olma durumundadır. Tüm yaşamıyla ve düşünce, davranışlarıyla devletin kendisine giydirdiği bir giyişi içerisindedir. Bilmesi ve uyması gereken gerçekler kendisine devletin “gerçek” diye bellettiği şeylerdir. Tüm inançlarını ve alışkanlıklarını devletin kendisine gösterdiği yoldan edinmelidir. Totaliter devletin sahip bulunduğu iktidar sadece siyasi nitelikte değil, aynı zamanda “sahte din” ya da “sahte ahlak” kılığında bir iktidardır. 
*** Mankurt haline getirilmek istenen kişinin başı kazınır, ıslak deve derisi sarılır ve böylece elleri kolları bağlı olarak Güneş altında bırakılır. Deve derisi kurudukça gerilir. Gerilen deri başı mengene gibi sıkar ve inanılmaz acılar vererek aklını yitirmesine neden olur. Böyle bir kişi bilinçsiz ve her istenen şeyi sorgusuzca yapan bir köleye dönüşür.