Galata Gazete


28 Aralık 2021 Salı

Kader dedikleri kanser…

 Kader dedikleri kanser…

 

Karadeniz, Çernobil ile artan bir kanser sarmalı içinde, Çernobil yarasını sardı ama Karadeniz insanına kader gibi yapışan ama “kader” olmadığını bildiğimiz kanser kendisini her geçen zamanda biraz daha anımsatıyor…

 

Acının halayı olmaz…

 

Geçen zamana dönüp baktığımda her sene bir yakınımız kanser hastalığından öldüğüne şahitlik etmiş olduğumu, her sene kanser yüzünden toprağa karışan bir canımızın arkasından ağıtlar yaktığımıza şahitlik ettim, ağıtlar yerini ne zaman horona bırakacak, ne zaman horon için çalınan tulum ya da kemençe sesine bırakacak diye merak eder oldum.

 

Toprak, ölüm kusuyor…

 

Toprak o kadar çok radyasyona doymuş ki, durmadan üzeninden radyasyonu atıyor, attığı o radyasyon nefes olarak bize geri dönüyor.. Ekolojik tarım, organik üretim kavramlarının çok sık kullanıldığı Karadeniz’de üretimde tüketimde radyasyonun etkisi içinde ve bu sarmalın içinde sürekli kıvranıp duruyor.

 

Yok olan insanlık belki de yok olan Laz ve Hemşin kültürüdür.

 

Kanser aynı zamanda bu iki kültürü yaşayan ve bilen neslin de hızla aramızdan ayrılması anlamına gelmektedir. Kültürlerini çocuğuna aktaracak zamanı bulamayanlar, biraz emekli olayım nefes alayım derken kanser hastalığının pençesinde hastana hastane dolaşırken, ortada can mı nefes mi kavgası başlıyor bireysel olarak. Evet, kanser sadece sevdiklerimizi değil, kültürümüzün devamını sağlayan dilimizi de alıp götürüyor... Bana “kanser hastalığı en önemli asimilasyon silahı olacak”tı demiş olsalardı, gerçekten hiç inanmazdım…

 

Kanser bize kader olarak sunuldu ama hepimiz biliyoruz ki kader değil, hayat çizgimiz içinde en az rastlamamız gereken hastalığa en sık karşılaşan ve yaşayan insan gurubu içinde olduk…

 

“Bir çay bardağı” Kazım Koyuncu’yu aramızdan aldı.

 

Henüz Laz türkülerini yeni yeni ve yeniden yorumlayıp, yeni ürünler verirken, en üretken çağında, en coşkulu anında aramızdan aldı götürdü… Onun toprağa düşmesi belki bir kansere karşı hareket başlatır dedik, devletin en üst makamı “kanser yok” demek için ‘bardak bardak çay içip’ ekranlardan şov yapma telaşı içindeydi. “Bir bardak çay” ile kanserin üzerini örteceğini düşündüler. Şov yapanlarda kanserden öldü. Kanser üzeri kapatılacak bir şey olmadığını her sene kaybettiğimiz canlardan öğreniyoruz…

 

Canımız yanıyor, kanseri “kader” olarak görmüyoruz…

 

Canımızdan bir daha toprağa düştü, her sene bizden birini toprağa verirken, toprağın halen radyasyon atması devam ediyor…

 

Gübre ile geldi zenginlik!

 

Toprak sadece radyasyon değil, toprağı çay üretiyoruz diyerek bilinçsizce, bilinçle gübre ile öldürdük. Devlet politikası olarak gübre çiftçilere sunuldu. Amerikan, Alman, İsrail gübresi artık bizdendi. Onların gübresi toprağa düştü, birken üretilen on oldu, vazgeçilmezimiz oldu gübre.

 

Gübresiz üretim, gübresiz kazanç olmazdı.

 

O kadar çok bağlandık ki gübreye, gübrenin maliyeti satılan üretilen malın fiyatını belirler oldu… Gübre toprağa serpildikçe, toprak üretiyor gibi sanal bir algı oluşturuldu… Ürün fazlaydı, fakirliğin çemberinden kurtuluşu gibi yansıdı çitçiye... Gübresiz ata üretim tarzı birden yok oldu, atadan kalan ne tohum kalmıştı ne de yaşam biçimi ne de eskiden vazgeçilmezlerimiz olan tarım ürünleri, yerlerini dışarıdan gelen ürünler aldı. Gübre hayatı ve orada ki yaşam standardını o kadar belirler oldu ki, tarlasında çalışan çalışmaz oldu, göçmen işçilerin yurdu oldu. Mevsimlik göçmen işçiler onlar için çalışıyor, onlar için gübreyi toprağa veriyor, onlar için emek toprak ile buluşuyordu.

 

Gel zaman git zaman Çernobil’de patlama sonrası kanser ile karşılaşıyordu. Aslında kanser sarmalına daha önceden bulaşmışlardı ama kimse bu kanserin artışını bilmiyordu. Gübrenin zararı gizleniyordu, zenginlik ve biraz değişen hayat standardı içinde…

 

Yaşayarak öğreneceklerdi…

 

Kanser öyle sinsi sinsi yaklaştı ki Karadeniz’e, farkına varıldığında artık çok geçti. Guatr hastalığı tedavisi için kurulan hastanelerin yanında kanser hastalığı için bölümler açılıyordu… Hastanelerde hasta sayısı artarken göreceli artmış olan yaşam kalitesinin sonucu “para ile tedavi” olacağı doktor arayışı anlamına geldi… Sağlık kavramı da değişmişti, “herkese eşit, ücretisiz” kavramının yerini, “parpası olana ve parası kadar tedavi ve parasına göre ilaç” devri açılmıştı… Parası olan parası ile tedavi olurken, parası olamayan hastanede sıra bekleyecek, belki öldükten sonra çekilecek MR için sırası gelecekti…

 

Gübre para getirmişti ama kazanılan parayı da sağlık sektörü ellerinden alıyor ve çaresiz bırakıyordu… Bir sarmalın içine bırakıldı Karadeniz insanı, o sarmal içinden çıkmak o kadar kolay bir şey değildi, çünkü toprak gübreye bağımlı hale gelmişti. Toprak, gübresiz bırakın yaşamayı nefes alamıyor, nefes yerine radyasyon kusuyordu. İnsanı da bu sarmalın içinde yeşilin, mavinin her tonu içinde her dilden sese karışıyordu…

 

Acının feryadı olmuştu Karadeniz…

 

Kanser sadece insanlarımızı aramızdan almıyor, kültürümüzü de elimizden almaya devam ediyor… Bir yandan gübreye dayalı tarım, diğer yandan Çernobil’in bitmeyen etkisi, diğer yandan para hırsı ile gözü dönmüş iş sahipleri, HES yapmak için geldikleri dereleri betona döndürdüler… Sadece dereleri mi, yaylarlıda “yeşil yol” diyerek ulaşma açanlar, orada küçük küçük yeni uydu köyler/ kasabalar kuruyor, cafeler, lokantalar, eğlence merkezleri yanında bir de maden sahası oluşturuyorlar... Sahili, “sahil yolu” diyerek denizden insanını ayıranlar, bu sefer yayaları da “yeşil yol” diyerek insanını dağlardan da uzaklaştırıyor. Dağlarda oluşmuş olan yayla kültürü, göçerlilikten kaynaklı olan hayvancılığında sonunu getiriyorlar…

 

Dağlar eskiden bizimdi, şimdi şirketlerin maden arama sahası oldu, o sahanın içinde utanmasalar gökdelenler yapacaklar…

 

Dağdan esen soğuk ve temiz havanın yerini madenden çıkan tozun, kullanılan siyanürlerin sızıntıları aldı. Yaylarda yeni yeni yapay göller oluşmakta, o göllerde de siyanürler yaşamaya, yaşama izin vermiyor. Evet, fotoğrafçılar için ileride mükemmel görüntü sunacak olan bu göller, aslında büyük bir kıyımın habercisidir.

 

Madenler, toprağın altındaki “değeri” çıkarıyor ama yukarıda yer alan değerleri, birikimleri yok ediyor… Orada yaşayanlar soruyor, yer altı mı daha değerli yer üstü mü?

 

Direniyorlar...

 

Devletin tüm gücünü arkasına almış, çirkef, para hırsı ile gözü dönmüş, projeler ile halkına yalan söyleyen işbirlikçiler ile Karadeniz başka açıdan da yağmalanıyor…

 

Karadeniz insanına “kader” diye dayatıyorlar, “fıtratında bu var” diyorlar, okullardan daha çok her mahalleye cami, caminin ulaşamadığı yere hoparlör bağlayarak sela seslerinin ulaşması için her türlü alt yapıyı kuran devlet, “direnmeyin kaderinize boyun eğin” demektedir… Boyunları eğenlerin kaderinde “ölüm” var, “her canlı bir gün ölümü tadacak” diye yazıyorlar camilerin kapsında dijital panoya…

 

Onlara ölüm kader ve kaderiniz sonuçtur, nedeni araştırmayın, yaşayın gidin demekteler… Kısaca sebep sonuç bağlantısını kurmadan sarmalın içinde savrulan, kalan sağlar bizimdir diyecekler…

 

Yağmalanmış, yok edilmiş bir çevre kültür, arkasında ne bırakır?

 

İsmail Cem Özkan

26 Aralık 2021 Pazar

İnanlar unutulmasın!

 İnanlar unutulmasın!

 

12 Eylül öncesi devrimcileri gerçekten devrim olacağına inanıyordu, inandığı için hayatını ortaya koymuş, bulunduğu mahallelerin dışına gidip, dayanışmayı canıyla ortaya koyardı. Sabahlara kadar yazılan kuşlamalar, belirlenen meydanlarda havaya atılır ya da otobüsün havalandırılmasına bırakılır, otobüs hareket edince durak ve yol kuşlama kağıdı ile dolardı. Mesaj halka verilmiş olurdu bu suretle. Bugün ki gibi teknoloji ilerlememişti, elde kalem, okunaklı ve büyük harfler ile yazılırdı… Keçeli kalemi olan şanslıydı, daha rahat yazıyı yazar bitirdi… Duvar yazıları gecenin karanlığında oluşurdu, güvenlik en önemli şeydi, gece sokağa çıkılması aslında bir anlamda eğitim sayılırdı, sokakların sessizliği pusuya müsaitti, her an bir pusunun ortasında kalıp, kurşun seslerinin içinde kalabilirdiniz…

 

Bizim medyamız 12 Eylül öncesi sokaklardı, duvarlardı, yollardı…

 

İnanmış insanların önemli bir bölümü 12 Eylül yenilgisi öncesinden de mücadelenin karmaşık zamanında da unutmaya başlamıştık. Bir kaç liderin ölüm tarihleri asla unutulmaz, bir kaç katliam artık gelenekselleşmiş anma günleri ya da korsan gösterilerin tarihi olmuştu... Yere düşen için cenaze töreni ve sonrasında bir pankartın üzerinde adı ve resmi çizilirdi. Sonrası ne oldu o afişlere? Hepsi unutulmaya bırakılmıştı sanki, bir çoğuna polis el koymuş ama sakladığına dair hiç bir kanıt mahkemelerde de çıkmamıştı, kısaca imha ediliyordu büyük olasılıkla... İmha edilenler devrimcilerin adları, anıları, mücadelesiydi bir anlamda. Unutuluyordu. Unutulmasın diye dergilere ilan veriliyordu ama onlarında yetersizliği bugün o dergilere bakınca daha net ortaya çıkıyor, çünkü ilanlarda doğum ve yere düştüğü tarihlerde de çelişkiler söz konusuydu.

 

Unutulmanın en acısı 12 Eylül sonrası yaşanan tarihsel bir kopmadan kaynaklandığına inandık, fakat o karanlık günlerinde yapılmayan arşiv çalışması mahkemelerde siyasi savunma adı altında derlenip toplanabilirdi, kaybettiğimiz arkadaşlarımızı bir rakam değil, gerçek kimlikleri ile ortaya koyabilecek ortam da yaratılabilinirdi, olmadı... Cezaevi koşulları ileri sürülebilir, kaynaklar kıttı, fakat yaşayanlar oradaydı, bir arada, birlikte olanlar geçmişin bir çalışmasını yapamadılar, koşullar yoktu belki de… Yurtdışında yaşanan aslında 12 Eylül öncesi ve sonrası üzerine bir gerçek anlamda çalışma yapılamadığının kanıtıydı, el yordamı ile olaylara bakılmış ve acil çözümler aranmıştı, belki bu yüzden ülkede panzer altında kalan solun dağılma süreci yurtdışında ki olayların iteklemesi ile oldu… Derleme toparlanma yerine dağılma, dağılmayı da birlik yaparak gerçekleştirmişlerdi…

 

Unutmak, acı bir gerçeği ortaya çıkardı; 90'lı yıllarda da tekrarlanan kaybedilenler, faili meçhul cinayetler bu unutulmanın eseri olarak karşımıza çıkacaktı...

 

Devrimci yapıların arşivi olmayınca, devrimcileri düşman görenlerin elinde büyük bir güç olmuş oldu, denenmiş ve başarılı olmuş uygulamalar tekrar tekrar denendi... Sonuç; acılar bıraktı anaların yüreğine…

 

Mücadele bilgi birikimi demektir, bilgi iyi kullananlar başarıya ulaşır, bilgiyi önemsiz görüp, yaşadığı ana çözüm arayanların başarısı tamamı ile tesadüflere kalır ve illüzyon arayışı içinde olur...

 

Toplumsal olaylarda tesadüfler olabilir ama o tesadüf gibi gözükenlerin de arkasında yer alan tarih ve birikim incelenirse tesadüf olmadığını görürüz...

 

Tarihi birikimi, geçmişi olmayan hiç bir hareket başarıya ulaşamaz...

 

Toprağa her düşen arkadaşımız boşuna düşmedi, onların kanları ile büyük bir birikim yaratıldı ama o birikimi doğru ve amacına uygun kullanıldığında bir anlamı vardır, toprağı düşenleri bir kaç göstermelik anmalar ile onurlandıramayız, onları eğer mücadele alanında yaşatırsak, onlar aramızda olur ve onların eksik bıraktığını tamamlayarak adımlar atabiliriz...

 

Solun arşivi konusunda birikim sağlayan anı kitapları yayınlandı, fakat büyük bir çoğunluğu ne yazık ki piyasa koşullarına göre yeniden düzenlenmiş ve sübjektif olan anıların daha da fluğlaşmasına ve inandırıcılığının ortadan kalmasına neden olmaktadır... Önemli işlevi olan anılarda bu koşullar altında ne yazık ki amacına hizmet etmekten uzaklaşmaktadır...

 

Bugün yaşadığımız sorun geçmişin destanı yazılması değil, önemli olan gerçeğe en yakın olanın resmi tarih söylemin dışında geleceğe bir şeyler bırakan anıların kitap haline gelmesidir... Büyük olduğunu kanıtlamak için büyük olayların sahibi olmak ne yazanı büyütür ne de hareketine katkı sunar, çünkü gözlerde büyütülen ne varsa gerçek ile çatıştığında yaratacağı hayal kırıklığı daha keskin ve daha derinden bir travma yaratacaktır...

 

Devrimcilerin geçmişindeki o saf, inançlı günleri hiç bir zaman gelmeyecek, bugün farklı bir dünya ve kültür var. Bugünü kucaklayamayan her söylem sadece nostaljik bir araya gelmelerin dışında fazla bir günlük hayata katkı bırakmayacaktır...

 

İsmail Cem Özkan