Galata Gazete


28 Aralık 2015 Pazartesi

Azaldık, hadi çoğalalım!

Azaldık, hadi çoğalalım!

Siyasette azalarak çoğalmak kavramı vardır ama 12 Eylül’den sonra sol istikrarlı bir şekilde azaldı, zaman zaman çoğaldı gibi gözüktü ama gündemin sık değişimi içinde savrulup gitti. Elbette azalmak zaman zaman gerçekten önemlidir, fakat azalmanın da niteliklisi olanı gelecek için umut verir. Nitelikli insanların dışarıya düşmesi ile azalma var olanın daha da tükenmesi ve yok olması anlamına gelir. Her dibe vuruş, yukarıya sıçrayacağı anlamına gelmediğini 12 Eylül sonrası solun durumuna bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü zemin çamurlaşmış, balçık görünümündedir ve oraya düşen yukarıya ne yazık ki sıçrayamadı, sadece çırpındı...
Sol siyaset bizi ilgilendiriyor, çünkü özgürlük, adalet, eşitlik gibi kavramlar sola aittir ve sağın bunları sağlamayacağını yaşadığımız yakın tarih içine bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Liberallerin özgürlük anlayışı ise işçi sınıfını daha fakirleştirmek/ köleleştirmek ve patron ne derse ve patronun çıkarı ne ise ona evet anlamındadır. Kısaca, burjuvazinin özgürlük anlayışının sonsuz, örgütlü işçi sınıfının yok olması anlamındadır.
Özgürlük kavramını hayatta karşılığını bulmak istiyorsanız solun iktidara gelmesini sağlamamız gereklidir, çünkü o zaman sol olarak kendilerini adlandıranların gerçek sol olup olmadıklarını ancak iktidardayken test edebiliriz.
Sol, çoğu zaman sosyal demokrat çizgi içinde iktidara gelmiş gibi algılanmaktadır. Oysa sosyal demokratlar iktidarları döneminde  işçi sınıfının kazanılmış özgürlüklerin/ hakların tırpanlandığını, Almanya örneğinde olduğu gibi işçi sınıfının kazanımlarının sessizce ortadan kalktığına şahit oluruz. Sosyal demokrat olduğunu söyleyenlerin sosyallikleri sadece kitle partisi olmasından öte bir anlam ifade etmediği, demokrasi kavramını ise muhafazakar partilerin anlayışından ödünç aldığına parti içi duruşu ve işleyişine bakarak söyleyebiliriz.
Sol, kendi zemini tam olarak tanımlayamaz ve ayaklarının bastığı yerde örgütlü bir güç olmadığı zaman çöl kumunun üzerinde hareket eden bir turiste benzer. En ufak bir kum yığının tepesinden aşağıya kayar, kum fırtınasında yönünü kaybeder. Ortadoğu ülkesi konumuna gelmiş olan ülkemizde sol özellikle kendisini çok iyi tanımlamalı ve bastığı zeminin kum olmamasına dikkat etmelidir. Çünkü içine aldığı liberal düşüncelerdeki profesyonel insanların etkisi ile küçük bir çıkar peşinde koşarken, gündemin hızlı değişimi içinde savaştığı iktidar ile paralel düşünen bir konuma gelmiş ve taraftarlarının aslı varken kopyası ile uğraşmam diyerek çıkarların iteklemesi ile iktidarın yedek değneği oluverir.
Solun hedefi demokratik kitle örgütü olmak değil, iktidara gelip toplumu dönüştürmek ve sınıfları ortadan kaldırmaktır. Sınıf mücadelesini sınıfı ortadan kaldırmak için verir, çünkü sınıflar olduğu sürece özgürlük gerçek anlamda yaşanmayacak ve çıkarlara göre özgürlük kavramı değişmeye devam edecektir. Adalet kavramı da özgürlük kavramına bağlı olarak değişime ve algı erkin gücünün etkisine göre anlamlandırılacaktır.
Sol neden dibe vurdu da sıçrayamadı diye sorduğumuzda verdiğimiz yanıt genelde zeminin sıçramaya uygun olmamasını dillendiririz. Peki, bu zemin neden sıçramaya uygun olmadı ya da geçmiş dibe vuruşlar ile son vuruş arasında fark nereden kaynaklanıyor? Bu soruya somut durumlar ve tarih çizgisi dikkate alınarak yanıt verilebilmiş olsaydı bugün sol hala dağınık ve hala bir arada nasıl hareket edebiliriz sorusuna el yordamı ile yanıt arar olmazdı. El yordamı ile yanıt aranıyor, çünkü 12 Eylül öncesi örgütlü yapılar ile sonrası oluşan siyasi atmosfer arasında devamlılıktan bahsedemiyoruz. Kitle olarak yok olmuş, ideolojik olarak bel bağladıkları sistem çözülmüş, yerine yenisi henüz oluşturulamamış. Liberal düşünce yapısı ve algısı solu da içine almış ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ ‘kendiliğindencilik’ anlayışı hakim olmuş. Yenildiğini kabul edenlerin travması üstlerine yapışmış, onu silkeleyecek yeni yapılanmanın henüz ortaya çıkmaması ve ülkenin içinde bulunduğu düşük yoğunluklu savaş durumu, güçlerin ve siyasi odağın sürekli değişimini gündem değişimi içinde yer alması bunda etkili olmuştur.
12 Eylül sonrası ülkemizde ‘proje’lere hayat verilmiştir. Kısa süreli, amacı ve beklentisi belli olan projeler, profesyoneller ve denenmişler tarafından parti eli ile toplum değişimi üzerine zaman ve kitle algısı ile oynanmış ve çok önceden biçilen rollerin dışında yeni rotaya uygun kısa süreli projelere hayat verilmiş.  Projeler kısa sürede beklenen amacına ulaşırken, yeni projeler ve projelere uygun siyasi parti tabelaları değiştirilmiştir. Doğal olarak projeye göre liderlerin beklentileri de değişmiş ve zamanın ruhuna uygun liderler projelerin yürütücüsü olarak işlevsel hale getirilmiştir. Evrensel anlamda çalışan değişik vakıflar temsilciklerini ülkemizde de açarak, vakıfların denetiminde birçok toplumsal araştırma yapılmış ve projeye finans destek sağlayanlar için ülkenin daha saydam olması sağlanmıştır. Doğal zenginlikler ve var olan sanayi yatırımları ‘özelleştirme’ adı altında devlet elinden alınmış ve uluslar arası firmaların birer şubesi konumuna getirilirken işçi sınıfının örgütlenmesi önünde uluslararası bir duvar örülmüştür.
Ülkenin zemini değişirken elbette solun ayakları basması gereken zeminde buna bağlı olarak değişmiştir. Sınıf mücadelesini gölgede bırakacak etnik mücadele tercih edilmiş ve devlet buna göre ortam hazırlamıştır. Tipik Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi din ile halklar bir birine bağlanması proje olarak hayata geçirilmiştir. Her proje beklenen sonucu elbette vermez, ülkemiz kağıt üzerinde %99 Müslüman olduğu kabul edilirken ülkenin aslında %99 homojen olmadığı gerçeği ile karşı karşıya kalınmış.
Ülkenin sorunları o kadar iç içe geçmiştir ki, hangi sorun nerede başlıyor nerede bitiyor, hangi toplumsal katmanın odak noktası, hangisinin değil ayrışımı bile yapılamayacak kadar giringen bir yapı projeye para verenlerin önüne sorun olarak gelmiştir. Geçmiş devlet yapısı / anlayışı çökmüş ve yerine gerçek anlamda bir devlet anlayışı henüz oturtulamadığı için gerilim siyasetinden erk sahipleri medet ummaktadır. Gerilim siyaseti o kadar uzun süre uygulanmıştır ki, toplum dinamikleri arasında cepheleşmeler artmış ve duygusal bağlar çok zayıflamıştır bu durum da dış dinamiklerin alacağı tavır ülkenin geleceğini belirleyebilecek konuma gelmiştir.  
Gerilim siyaseti erk sahibine çöken sistemin sorunlarını saklayabilmek için dış politikaya önem vermeyi zorunlu kılmıştır. içeride ki kaos bir anlamda gözden uzak tutulmaya çalışılmış, sorun yokmuş gibi davranılarak sözde ‘çözüm süreçleri’ başlatılmış, düşük yoğunluklu çatışmanın tarafları ilk defa bu süreç döneminde ‘muhatap’ bulmuştur. Muhatap bulunmuş olsa da hukuki anlamda tek adım atılamadığı içinde bu süreç başka gerilim politikası ile yok edilmiştir.  Güneyden gelen politik çöl fırtınası karşısında politikasız kalanlar günlük sorunlara küçük dokunuşlar yaparak, gündem değiştirerek, sorunu zamana yayarak yok etme telaşındadır.
Özgürlük, adalet, eşitlik kavramlarına uzak olan muhafazakar yapının bu yaşanan kaos ortamından çıkaracak somut bir projesi yoktur, (geçmişte denenmişleri tekrar tekrar denemektedir) artık dışarında gelecek yeni projelere açık ve verilecek projeler ile çıkış kapısı arayacaktır. Sol, yaşadığı sorunları (örgütsel) aşamamış olduğu içinde iktidar, iktidarda kalmaya ve zamana yayarak sorunu çözmeyi ummaktadır.
Azaldık, hadi çoğalalım!
Solcuların yan yana gelip nitelikli bir sıçrama yapması kaçınılmazdır. Sol politikayı birilerin gölgesinde örgütlemek yerine kendi ayakları üzerine durarak ve zemini iyi tespit ederek yapmak ile yükümlüdür. Çünkü yaşanan düşük yoğunluklu savaş ya da hibrit savaşında çok can kaybetmeye ve mülteci yolu ve mülteci veren ülke konumundan çıkamayız.
Bugüne kadar yapılan devletin etnik ve dinci örgütlenmeleri sorunları çözmemiş, halı altına iteklemiştir. Halı artık akan kanı saklayamaz, adaletsizliği gizleyemez konumundadır.
Geçmiş acılar tekrar yanşaması istenmiyorsa sol görev başına!


İsmail Cem Özkan 

22 Aralık 2015 Salı

Yandaşlar, yandaş kurumlar içinde nefes alır!

Yandaşlar, yandaş kurumlar içinde nefes alır!

Ülkemiz kurulmadan önce de yandaş vardı, kurulduktan sonra da yandaş oldu. Devlet işlerinde yandaşlar her daim avantajlı, yandaş olmayanların için ise devletin anlamı baskı ve zorbalık demekti. Devlet ile iyi geçinemeyenlerin sonu ya sürgün ya da bütün mal varlıklarının elinden alınmasıdır.
Devlet ile uğraşmayacaksın!
Devlet kendisini ulus devlet olarak tanımlamaya başladığında ise yandaş olan azınlıklarda gözden çıkarıldı ve mallarına el konularak ulus devletin anlayışı içinde olan milli sermaye yaratıldı. Yoktan zenginler yaratılarak sermayenin uluslaştırılması sağlanmış oldu denir ama ortada sermaye olmadığı için uluslaştırma süreci devletin elinin değdiğinin zengin olması ile sonuçlandı. Devlet ile iyi geçinen yandaşlar bu sihirliği değneğe dokunmak için bir birini ezdi ve bugün yaşadığımız sermayedarlar bu kavganın sonucunda ortaya çıktı.
Yandaşlık zenginlik, refah, hayat standardının yüksek olması anlamındadır.
Her dönemin yandaşı iktidara göre değişmiş olsa da, sonradan zengin olanlar ellerinde ki sermayeye sermaye katmak ve var olanı korumak adına devleti idare edenlere nüfus etmeyi ve onları dolaylı kontrol etmeyi öğrendiler. Çünkü devletimiz iki kutuplu dünyanın sınırında tampon olarak kuruldu ama özgür dünyayı korumak adına duvar olarak inşaat edilmişti. Demir perdenin arkasında kalan dünya her daim yabancı, uzak olarak algılandı, düşmanlık o uzak ve bilinmeyene karşı beslendi, devletin varlık sebebi olan düşman bilinmeyen üzerine kuruldu, kim ki o demir perde ülkesinde yaşayanlara sempati duydu, başından her türlü bela eksik olmadı. Tarihimiz ve eğitim sistemimiz bu tampon ülkenin çıkarına göre yapıldı, bilinerek ve isteyerek bilimden uzak, dışa bağımlı, sermayenin ancak montaj sanayisi olarak gelişmesine olanak sağlanan, uluslar arası firmaların Türkiye’de ki şubesi ya da temsilciliği görevini yapar şekilde geliştirildi. Uluslaşma sürecini yaşayamayan ama ulusmuş gibi hissedilen ülkede iç çatışma eksik olmadı, çünkü ulus devleti anlayışında her şey tek olması gerekliydi ama ülkede hiçbir şey tek değildi. İnanç çok çeşitliydi, mezhep sayısını bilen yoktu, dil her kültürün, her yerleşimin kendisine ait dili ya da şivesi vardı. Eğitim denen şey büyük şehirlerde var olan başka ülkelerin kültürünü öğreten okullar dışında yok gibiydi. Kolejler ve özerk okullar dışında ahali ancak kendisini ifade edebilecek bilgi ile donanımlı ama başka ülkelerde olanlara yabancıydı. Başlarına ne gelirse gelsin Allah'tan geldiğine inandırılmış, hastalıklar ile boğuşuyor, sevdiklerini erken yaşlarda ya kaybediyor ya da erken yaşlarda ihtiyarlıyorlardı.
Ulaşımın artması ve ülkenin tarımını dışarında birileri belirlediği günden sonra köylüler köyde yaşayamayacak hale geldiğinde şehre doğru göçler hızlandırıldı. Montaj sanayisi için kurulan fabrikaların etrafında şehirler oluşturuldu. Şehirlere göç edenler kendilerinin başlarının çaresine bakmaları istendi, onlar da kamu mallarını yağmalayarak başladılar, ama burada da yandaş kavramı ortaya çıktı, yandaş olan taş ile çevirdiği toprağı arazi olarak sattı. Yandaşların cepleri para ile doldurulurken, usulsüzlüklerin üstü kapandı, gerek olduğunda ise usulsüz olanlar yasaların güvencesi altına alınarak yandaşlar korundu.
Yandaş olmak, özgür olmak anlamındadır.
Gel zaman git zaman devletin sahipleri hükümler ile birlikte el değiştirir gibi yaptı ama kazananlar genelde hep aynı, kaybedenler her daim çoğunluk oldu.
Devlete hiza vermek için darbeler oldu, koltuğunda yolsuzluk batağına saplananı yolsuzluk yüzünden değil, gayr-ı meşru çocuk yaptı diyerek astılar. Devlet ile kavga edeni ise ibreti aleme ders olsun diyerek sallandırmaktan geri durmadılar, her bir birey bu idamı hissetsin diyerek medyatik yapmaktan da geri durmadılar. Devlet düşmanın sonu beslemek değil ölümdür dediler. Astılar, işkencede öldürdüler, pusu da yok ettiler, faili meçhul diyerek kaçırıp sessiz bir yerde öldürüp ailesine ayakkabısının tekini gönderdiler, bağcıkları çıkarılmış ölüler sokaklara ve caddelere bırakıldı. Her bir korkuyu yaymak ve yandaş olmayanın sonu bu denildi. Yandaş olmayan korku içinde yaşasın, yandaş ise öğlen yemeğini rahatlıkla yesin, doğum günü partilerinde arkadaşlarına hava atacak kadar görgüsüz partiler versin diye kollandı. Yandaş olan medya sahiplerine köşk alacak kadar para kazandırıldı, akşam ekmek götürme derdinde olana ise açlık ile eğitim verildi… ya yandaş olacaksın istenileni yazacaksın, istenileni göreceksin, istenildiğinde devletin bekası için yalan söyleyeceksin, düşmanlığı körükleyecek, hakların bir birini boğazlaması için ortam yaratacaksın. Medya da yandaş olmak demek diğer yandaşlardan farkı yoktur, her yandaşın fiyatı vardır ama artık bireyin değil medyanın kendisinin fiyatı var. İçindekiler ile alınıp satılmakta ve birden habercilik yapanlar yandaş haberci oluvermektedir. Yandaş kurumu ile alınıp satılan, serbest piyasa koşulları içinde fiyatı belirlenen her hangi bir maldan farkı yoktur. Her bireyin fiyatı vardır diyerek insanları birer mala döndüren anlayış yandaşlık kurumunun kökleşmesi ile olağanlaşmıştır. Yandaş olmanın bedeli, peşinden bir çok olasılığı kabul etmekten geçer. Sessizce kalıp verilen görevi profesyonel anlayışa uygun olarak yerine getirilmesi beklenir.
Profesyonellerin görevi ret etme hakları yoktur, işlerinden kovulmuş olsalar da maaşlarını aldıkları ayın sonuna kadar onlara hizmet etmesi beklenir. Ona da etik kural derler…
Yaşadığımız zamanın ruhu içinde yandaşlar yandaş medya içinde transfer sezonu açmış, yandaş olanlar devlet olanağından çıkıp holdinglerin medyasında yer almaya ve oradan halka inandıkları yalanları söylemeye devam edecek.
Yandaşların önemli bir bölümü medya içinde devşirme usulü elde edilir. Sol medyada isimlerini duyurmaya ve kırılganlıklarını ortaya koyanlar kısa sürede büyük medya içinde izlenmeye alınır ve fırsat bulunduğunda transfer edilir. Önceleri küçük ücretler ile çalışanlar gösterecekleri biata uygun olarak fiyatları artacaktır. Gerekli özveriyi gösteremeyenler doğal seçimde olduğu gibi yok olacaklardır. Kısaca yandaş medyanın deliğinden aşağıya bırakılıp öğütülecek ve onların kaderleri ile baş başa kalması sağlanır. Eğer kaderini iyi kullanan olursa fırfır dönerek delikten aşağıya düştükten sonra yine mazlumun yanına ‘mağdur’ olarak dönüp kovulduğu yere her türlü saldırgan dili meşru görerek saldırır ki, bu sayede yeniden transfer olmak için koşul yaratır. 
Biat edenler her girdikleri ortama biat ediyor gibi gözüküp yandaş ya da candaş olmak için her türlü olanağı kullanmaktan çekinmez.
Yakın tarihimizin içinde bu transfer olanların önemli bir bölümünün geçmişte BirGün gazetesi ve ÖDP içinde siyaset yaptığı gerçeği ile ne yazık ki karşı karşıyayız. Elbette bugün var olan BirGün ve ÖDP geçmişteki ile ilgisi sadece isim benzerliği ile sınırlı gibi gözüyor olsa da ne yazık ki onların tarihinde bugün ki yandaşların yer alması bir sorun olarak durmaktadır. Sorundur, onlara o günlerde bu yandaşlara olanak verenler, onların değişimine göz yumanlar, denetimsiz, yeter ki partide rakam ve gazetede sayfa dolsun diye bakanların geleceğe bıraktıkları kötü mirastır. Elbette yaşananlar büyük tecrübedir ama bu tecrübe 12 Eylül öncesinden birikimde de olmasına rağmen, nasıl olur da yeniden yeniden aynı hatalar yapılıyor? Tarihimiz ile yüzleşilmeden yüzleşilmiş gibi yapıldığında her şey yeniden yeniden başımıza gelmeye devam edecektir...
Bugün solun yaşadığı sıkıntıların temelinde işte tecrübelerin bugüne taşınmamış olması ve el yordamı ile yeniden yol bulmaktır. Örgütmüş gibi örgüt olmak, gazeteymiş gibi gazete olmak, partiymiş gibi parti olmak ne yazık ki bu sıkıntıları tekrar tekrar yaşarken, dönenler, para karşılığında (profesyonel) beynini, hayalini satanlar size, bize karşı her türlü oyunun aracı, amacı ve hançeri olmaktadır.
Holding ve devlet medyasından (yandaş olanlardan) bize karşı, sola karşı nefretlerini dillendirenler, bizler ile alay etme / küçümseme cesaretini bulanlar ne yazık ki bizim eserimizdir, onlara bu olanağı el yordamı ile / bırakalım yapsınlar/ bırakalım tecrübe etsinler anlayışının bir ürünüdür...
Yandaş olmayan ama mazlumdan, işçi sınıfından yana tavır koyanlar onurları ile fırfır dönmeden bugünlere gelmiş olsa da kirlenen siyasi ve kültürel ortamın yaratmış olduğu liberal düşünce ve yaşam içimize sızmış ve bugün karşılaştığımız kafa karışıklığını yaratmış ve bulunduğumuz atmosferi kirletmiştir.
Yandaşlar, yandaş kurumlar içinde nefes alır!
Yandaşları, yandaş kurumlardan delikten aşağıya süpürdüklerinde onları mazlum olarak görmeden, aramıza almadan onları yaptıkları ve tercihleri ile baş başa bırakabilmiş olsaydık, bugün yandaş medyadan bizden ayrılan ve yandaş olanların hakaretine, küçümsemesine karşı karşıya kalmaz ve okurumuzun bir bölümünü onları izler halde bırakmaz olurduk.

İsmail Cem Özkan

Not: BirGün ve ÖDP görünen olduğu için seçilmiş sadece bir örnektir ama aynı şey diğer sol medya içinde geçerliliğini korumakta ve örnekleme aranırsa mutlaka bulunacaktır. Cumhuriyet Gazetesi ve CHP bugün ki haline bakarak adını andığım parti ve gazeteden pek farklarının olmadığını görebilirsiniz. Genel bir durumu somut örnek üzerinden değerlendirerek somut durum tahlilinde kullanmak istedim sadece. BirGün ve ÖDP kurulduğu gün ki ne gazetedir ne de parti. Bugün daha farklı duruşu ve çizgisi vardır, ne yazık ki isim kirliliğinden nasibini almıştır.
Medya içinde örneklediğim durumu bir çok alan içinde ve kurum içinde de örneklenebilir.
Cem


Ödüller ile besledik yandaşları, yandaş topladık ödüller ile…

Ödüller ile besledik yandaşları, yandaş topladık ödüller ile…

Türkiye’de ödül ve ödüllendirme sisteminde yandaşlık çok önemlidir. Yandaş olanı ödüllendirme kavramı sağ sol fark etmez her iki tarafın ortak hareketidir. Bu ülkenin kültüründe var, ödül ve ödüllendirme. Bu sayede şartlama ile düşünmeden hareket etmek ve bilinç dışı ama içgüdüsel birliklerin oluşmasını sağlamaktadır. İçgüdüsel birliklerin oluşturmuş olduğu topluluk da kendisini semboller ile ifade eder ama o sembollerin gerçek anlamı üzerine hiç düşünülmez, sadece içgüdüsel ve çoğunluk öyle taktığı için semboller takılır. Ödüllendirme kişilerin üzerine takılan bir sembol işlevi görür, kişiye olmadığı unvan verilir ve o unvana uygun davranması beklenir. 
Dünyanın en önemli ödüllendirme sistemi Nobel ödülleridir. O ödüller devletlerin/ firmaların ve siyasi gereksinimlerin ihtiyacına göre belirlenir. Kim kendisini öne çıkarmak istiyorsa, ya da bir devlete gerektiği kadar önem verdiğini göstermek için ödül mekanizmasına uygun bir aday seçilir ve o adaya ödül verilir. Adayın ödül verenin ihtiyacına cevap verebilecek karakterde olması önemlidir, yani ödülün ağırlığı altında kalacak ve istenildiği gibi bükülecektir. Orhan Pamuk bu ödülü karakteristik özelliğinden seçilerek almıştır. Önde olmak için, her yerde kendisini göstermek ve yazdıkları ile ünlü olduğunu göstermek için her türlü sosyal aktiveler içinde yer almış ve önüne gelen her projede kendisini göstermiştir. Amerikan üniversitelerinde okuyanların okuldan daha çok sosyal projeler içinde yer alması ve hangi sosyal proje içinde ne görev baktığı okuduğu derslerde gösterdiği başarıdan daha önemli olmasının bir nedenidir. İşveren kişinin bilgisi değil sosyal toplumda gösterdiği başarı ve girişkenliğine bakmaktadır. Orada verilen bursların önemli göstergesi burs adayının sosyal yaşamda ki işlevidir. Amerika üniversiteleri elbette sermayeye hizmet eden ve kalifiye eleman yetiştiren yerlerdir. Bilim orada sermeyenin ihtiyacına yönelik kullanılan araçtır. Ödül alanlar ödüle layık olmak için tüm enerjisi ile çalışır ve bir maaşlı eleman olmanın dışına çıkamaz.. Orhan Pamuk örneğinde olduğu gibi yayınevleri ona sipariş verdiği kitap ile transfer etmekte ve yazacağı kitabı peşinen satın alarak piyasa içinde PR çalışmasını yapar. İktidar (erk) sahibi ile çatışmaz, gerek görüldüğünde onu iyi niyeti ile eleştirir, karşısında durmaz… ödül almadan önceki Orhan Pamuk artık yoktur, çünkü ödül alana kadar toplumsal olaylara duyarlı, ezilenin yanında yer alan yazar artık yoktur, o lüks salonlarda seminer veren, parası ile müze kuran, ülkeden ülkeye gidip değişik dillere çevrilen kitaplarını pazarlayan biridir. Ödüllendirme sayesinde Türk devletine bakın sizin de değerleriniz var hissi verilmiş ve uluslar arası kamuoyunun parçası olduğu hissiyatı bilinçaltına pompalanmıştır. Ortadoğu savaşının olduğu bir zamanda bu ödülün verilmesi devletin üzerine yüklenen bazı misyonların da olduğu kulağa fısıldanmış ve beklentilerin karşılanması istenmiştir. Rollere uygun davranışlar uluslar üstü firmaların çıkarlarına uygun bugün dahi yapılmaya devam etmektedir. 
Ödül almak için sıraya girenler, daha önce ödül almışların yolunu taklit etmekten geri kalmazlar. Çünkü başarılmış yoldan gitmek bir çok zorluğu peşinen atlamak anlamına gelir. Sosyal olaylara duyarlı biri, her gördüğü çelişkiyi yazan, fotoğraflayan, belgesel filmi çeken biri ödül almak için kurumların gözüne bakmaktadır. Zamanın ruhuna ve çoğunluğun davranışına uygun olarak davranır. Gerek gördüğünde bir referandumda ‘yetmez ama evet’ sloganın arkasından erk sahibine biat eder, gerek gördüğünde aldatıldık diyerek günah çıkarır… Önemli olan ödül almak ve ödüle uygun beklentileri yerine getirmektir.  Fırfır dönenlerin ödüllerini bir sağ kurum, bir sol kurum verir. Ödül alan için kimin ödül verdiğinin önemi yoktur, gündeme gelmesi yeterlidir, nihai hedefi ne ise onun beklentisini taşıyarak! Ödül beklediği dönemde erk sahibi ödül vermemişse, oradan ödüllendirilmemişse (balkondan teşekkürü adını zikrederek almak gibi) o zaman ona muhalif olur ve eleştiri dozunu ödül alacak şekilde bir seviyede tutar, daha ileri gitmez, çünkü ilerisi dönüşü olmayan yoldur! 
Geçenlerde fark ettim ki solcu gibi gözüken bir kurum, erk sahibini zamanında can-ı gönülden destekleyen birine ödül vermiş, sanırım bu zata erk sahibi ödül vermedi, bari biz verelim de yanımızda olur onun popülaritesi sayesinde bizim de (kurumun) ismi duyulur duygusu içinde… 
Ödül veren kurumlarında isminin duyulması ihtiyaçtandır, yoksa neden versin ödülü? 
Kurum ilişik içinde olduğu ve kendi gündemleri içinde yolları kesişen ilişkilere verir, bizim gibi ülkede ahbap çavuş ilişkisinin olduğu akşam takıldığında bir iki kadeh atılan sohbetler dahil olanların ödüllendirilmesi yapılır… Elbette tüm ödüller için diyemem, arada ilişkisi olmayan ama tanıdığı arcılığı ile torpil yapılan kurumlar da olduğu gibi işini layığı ile yapan azınlık da kalanlar da var olabilir...  
Dostluk ilişkisinin baki kaldığı kurumların bir birine ödül vermesi yeni bir şey değildir, yarışma açılır ve denir ki ödül alacak vatandaşa bir iki şey gönder de sana ödül verelim! Bu etik mi, elbette dışarında bakınca etik gibi gözükmez ama uygulamaya bakarsanız etiktir, kimse bu işten şikayetçi değildir. Elbette yarışma ve sergi adı altında parasını kaptıranlar rahatsız olmuşlardır ama onlarında yapacağı bir şeyleri yoktur. Asıl rahatsız olması gerekenler ödülü alanlardır, çünkü sermayenin her şeyi mubah gördüğü çağımızda ödülü ret etme hakkına sahip olanlardır… Ülkemizde kaç ödül alan bu gerekçeler ile ödülü ret etmiştir? Benim bildiğim kadarı ile yok gibi… Etik kavaramı nasıl olsa yok alalım, felekten bir akşam çalıp eğlenelim denmiş gibi... 
Ödül alanda ödül verenin de artık etik kavramını bir hatırlasalar diyorum ama kim duyar ki? Dostlar alışverişte görsün, arada ödül de versin!  Bir çok ödül yüz akı olması gerekirken bizim gibi ülkede aslında yüz karasıdır... 
Ödülü ile övünenlerin yüz karalığı kızarmayı örter! 
Bu ülkede onurlu olmak erdemdir, ama erdemli gibi davrananların yüzünden erdem yerini onursuzluğa bırakmıştır... O yüzden olsa gerek ahbap çavuş ilişkileri ile verilen ödüller onurlu gibi orta yerde sergileniyor ve paylaşılıyor... Gerçekten erdemli olanlar ise kimse tanımaz, konuşmaz, duymaz... Onlar kendi sessizlikleri içinde yok olup giderler... En erdemli şey erk gücüne karşı onurluca kavga edip, bu kavgayı ben yapmadım biz yaptık diyebilmektir... 
Biz olmak ise dedikodular ve şöhret olmak hevesi yüzünden her daim askıda kalmış, belirli insanların sesinin duyulduğu alan olmuştur... Biz kavramını kullananların görünenlerine bir bakın son kırk yılda aynı insanlar olduğunu görürsünüz... 
Al külah ver ödülü, ver külahı al ödülü!... 
Ödüller ile besledik yandaşları, yandaş topladık ödüller ile…
Ödüller sayesinde kimler iktidarını korumadı ki? 
En küçük birimden en büyük kuruma kadar oynanan senaryolar neden hep aynıdır?

İsmail Cem Özkan


17 Aralık 2015 Perşembe

İlk duvar yazımı evimizin duvarına yazdım!

İlk duvar yazımı evimizin duvarına yazdım!

Henüz çocuk yaşlardaydım, gençlik yaşlara evirildiğim dönemde sokaklar yeni yeni karışmaya yüz tutmuştu. Henüz evler arasında sınırlar yoktu, mahalleler henüz tam paylaşılmamıştı. 12 Mart rüzgarının etkisi devam ederken, sol kendisini yeniden tanımladığı dönemlerde ben babamın peşi sırası köy köy dolaşıyor, her sene bir öğretmen değiştiriyordum. Solcu oldu mu bir insan sürgünü peşinen kabul etmek zorundadır, sürgün çünkü yaşamın bir parçası olur. Doğruyu konuştun mu, ezilenden yana taraf oldun mu bu ülkede yeni oluşmakta olan sermeye birikimi yapanların baş düşmanı, onlar için hayatını verecekler içinde hedef olursun…
Solcu bir öğretmenin solcu çocuğu olmuştum, çünkü yaşamın savurduğu sürgün günlerinde bir birinden farklı kültürlerin, toplumların içine girip çıkıyorduk. Geçmişin önyargıları, köyünden başka yer görmemişlerin yaratmış olduğu korukların olduğu yerde dışarıdan gelen hep itici olmuş, çekinilmiştir. Orada öğrendim nerelisin kelimesinin ne anlam ifade ettiğini, çünkü gelenin alev mi suni mi olduğu öğreniliyordu, geldiği yere göre kategorize edilmenin başlangıcı oluyordu. Memleketin nüfus kağıdına yapışmış olarak seni izliyordu. İzleyen memleketin değildi aslında inandığın inancındı. Zaman içinde ayrışma mezheplerden çıkıp ırklar üzerine doğru evrildi. Ama mezhepçilik de unutuldu sanmayın, mezhep de peşin sıra geldi. Üçüncü bir şey eklendi zaman içinde komünist! Ülkeyi idare edenler komünizm korkusu ile halkı bir arada tutmayı seçmiş, anlı şanlı NATO üyesi oluvermiştik. Halk arasında 3K olarak tanımlanan bir kategorize hayatta karşılığını bulmuştu 12 Mart sonrası.
Kürt, Komünist, Kızılbaş =3K!
Üç K içinde ben bir K eksiktim. Kürt değildim ama ezilenden yana kalbimin atması yüzünden Kürt’tüm, Ermeni’ydim, Yahudi’ydim, Süryani’ydim,… bu ülkede öteki görülen kim varsa ondan yana empati duygum çok gelişmişti. Doğal olarak işçi sınıfının doğal üyesi ya da yandaşı olmuştum. Ben bir memurun çocuğu olarak hayata merhaba demiştim, gittiğim, gördüğüm yerlerde elde ettiklerim hayata bakışımı biçimlendiriyor, o biçimlendirmeye uygun olarak da düşünce yapım gelişiyordu. O dönemler en yoksul yerler köylerdi, marabaların, göçmen işçilerin, çadırda yaşayanların, köy dışına kurulan geçici yaşam alanlarının içinde yaşamın her boyutu ile devam ederken, korku ve güven duygularının iç içe geçmiş karmaşık duyguların hakim olduğu bir çocukluktan şehir yaşamına doğru geçiş.
Şehir yaşamım okul yüzünden sürekli hal aldı, eskiden yaz tatillerinde geldiğim şehrin beton duvarları arasında okul eğitimi için süreklilik kazanacak ve bir daha köy yaşamına dönmeyecektim. Şehir yaşamı köy yaşamından pek farklı olmadığını kısa sürede anlayacak ve hemen uyum sağlayacaktım. Uyum sağlamak benim için hiç sorun olmadı, çünkü her sürgün yeri yeni uyum olduğunu bilir ve gittiğim yeri olduğu gibi kabul eder ve karşılaştırma yapmadan kabul etmekten geçtiğini bilirdim. Şehir büyük bir köydü, bugün dahi o köy özelliklerini kaybetmeyen şehirler hala mevcut olmasına rağmen teknoloji insanları ve komşuları daha da bencilleştirdi, diğerlerinden ayırdı. İlk geldiğim şehir yaşantımda evlerin kapıları açık, komşu çocuklar kimin kapısı açıksa orada karnını doyuracak kadar kendi evlerinde olduğunu hissederdi. Bu sıcaklık içinde ilk sokak mücadelesi içinde yerimi aldım.
İlk duvar yazımı çocukluktan gençliğe evrildiğim zaman yazdım.
İlk yazdığım söz aklımdadır, ‘bütün dünya işçileri birleşin!’. Marx. Daha sonra kaç gece nöbet tuttum, kaç gün sokak saldırıya uğramasın, yaşayanlar rahat etsin diye sokağımda bekledim. Gün geldi geçti, darbe geldi. Yaralıydım. Yaralanmıştım. Umudum vardı bizimkilerin marşı okunacaktı radyolarda ve tevelerde. Ama sabah heyecanla babam ve annem beni kaldırdığında bizim için ölüm marşı okunduğunu o an anlayamazdım.
Kısa zaman içinde duvarlarımıza işkenceden gelen sesler yapıştı, üzerini badana ile örttüler, tutmadı, döküldü.
Geçmişte yazdığım yazı öne çıktığında yine badana ile örttüler, yağmur badanayı alıp götürdüğüne şahit etti tüm mahalleli, sonra o duvar da yıkıldı, yerine bir apartman duvarı geldi.
Toprak şehirden uzaklaştı, aslında uzaklaşmadı üzerine beton döküldü, tıpkı bizim üzerimize dökülen toprak ve beton gibi.
Duvarlara asılı kaldı sesimiz, bizim asılı kaldığımız duvarlarda...
Bugünlerde yeniden duvar yazıları görmekteyim, isim yazıyor ve yanında ‘ölümsüzdür!’
Nice ölümsüz arkadaşım var, sayısını bilmiyorum ama yüreğimde ölümsüz olanlar yaşarken, bizi öldürmeye devam ediyorlar...
Yüreğimizde artık ölümsüz arkadaşlara birini eklemek istemiyorum, yaşayalım bizi öldürmek isteyenlere inat, gülelim bizi ağlatmak isteyenlere inat.
Yaşlandım, gençlerin heyecanı yansıtan duvar yazılarına bakıyorum, rengarenk! İçinde mesaj taşıyor ama çoğunu ben anlayamıyorum, ama hoşuma gidiyor. Onlar gibi duvara yazı yazmak istemiyorum ama elimde değil geçmişte yazdığım yazılara benzer yazıları nerede bir boşluk görsem oraya bir şey karalamaya devam ediyorum, tıpkı sanal dünyamın duvarına yazdığım gibi... Ama artık ölen arkadaşlarımın arkasından bir şey yazmak istemiyorum, onları kalbime yazdım, yazmaya da devam ediyorum. Gün be gün benim kuşağımda azalıyor, kalanlar ölenlerden daha dirençli oldukları için değil, aramızdan ayrılan arkadaşlarımızı geleceğe taşısın, unutulmasınlar diye daha zor bir ödev omuzlarımızın üzerine yüklenmiş olduğunu düşünürüm…
Duvarlar biz ezilenlerin gazetesidir, o gazetemizi hiçbir güç elimizden alamayacaktır!
İsmail Cem Özkan


11 Aralık 2015 Cuma

Cehennem

Cehennem

Bir masa, etrafında iki sandalye. Sahnenin ortasında bir platform üzerinde durmaktadır. Masanın bir başında bir adam sessizce seyircilerin yerini almasını ve oyunun başlama gongunun çalmasını beklemektedir. Sessizdir. Seyirciler ise sesli konuşmalarına devam etmektedir, çünkü salonun ışığı henüz kapanmamıştır. Seyirci henüz uyarılmamıştır, çünkü ışık ve ses seyirciye artık sus dememiştir. Yıllardan beri tiyatro seyircisine verilen güdüleme sonucunda bu alışkanlığı kazanmıştır. Işık ve ses seyirciye nerede olduğunu anımsatır ve artık sus der. Dijital bir ses genelde telefonların açık olup olmadığı konusunda cümleler ve kelimeler ile uyarır. Uyarı, güdüleme ve bu uyarcılara uyan bir seyirci kitlesi. Bir anda toplumun tüm bireyleri aynı davranışı göstermesi. Koltuğuna oturur, karanlıkta kalan salon içinde sahneye doğru döner ve sessizce sahneden gelecek uyarıcılara karşı algılarını açar. Tiyatro eğlencedir, ama sadece eğlence değildir.
Sahne müzik ile başlar, yüksek bir ses, seyirciye ve sahnede tek başına oturan oyuncuya artık başla komutudur. Işıklar kararır, ışık açılır. Diyaframdan konuşan ama bir metin okur gibi konuşan ses gelir. Metini okuyor ama elinde kağıt yok. Arka zemin siyahtır. Siyah bir tül vardır ve karanlığa açılır. Işık bizi nereye bakmamız gerektiğini fısıldar, bizde ışığın gösterdiği yere doğru dikkatlerimizi yoğunlaştırırız. Işık bizi yönlendirir. Metin okunur, biter. Karanlığın içinde kalırız kısa bir süre sonra, metinler arası değişimdir. Okuma tiyatrosunda gibiyiz ama elde metin yoktur. Sahneye ikinci biri gelir. Bir kadın. İlerleyen metin okumaları içinde kadının bir sorgucu olduğunu anlarız. Sahnenin de bir bilişim suçları merkezi. Onların değimi ile cehennem!
Diyaframın vermiş olduğu sesteki tokluk ve bir metin okurken yaratılan doğal olmayan ses tonu seyirciye aslında bir şeyler fısıldar ama seyirci olarak ben o kadar akıllı ve zeki değilim, ne fısıldadığını anlamakta zorlanıyorum, çünkü uyarıcılar bana göre yetersizdir. Sahne, dekor, kıyafet, ses… ama sadece ışığın yönlendirmesi muhteşemdir. Işık beni nereye bakmam ve yoğunlaşmam gerektiğini başarılı bir şekilde söylemekte. Metinler okunurken sahne metinler arası geçişler karanlık ve yükselen ses ile bölünür. Dijital ses o kadar yüksek açılır ki koltuğunda gözlerini kapatan birini yerinden fırlatacak kadar üst volümdedir. En sesli konuşan oyuncunun sesi kadar açık olması gereken dijital ses her şeyi bastırır. Son yirmi yılımızda sabahın gün dönümünde camlarımızı kıran, kulaklarımızın zarlarına işkence eden dijital ses gibidir. Çok üst seviyeden gelir. Şehirlerimizin silueti değişirken, siluete uygun olmayan ses yükselmesi de kuşatmaktadır bizi. Sahne geçişlerinde bu çağrışım beni her ne kadar rahatsız etmedi desem yalan olur! Doğal ses yerine dijital sesin yüksek hali, neye alışmadık ki buna alışmayacağız! Oyun süresi içinde elbette alışacaktık, sahnenin metin okuma sesleri içinde. 
Dijital dünyanın içinde dijital bir suçun araştırması yapılmaktadır. Gerçek yaşamın içinden kopmuş, kendilerine dijital yaşam içinde yaşam alanı yaratanlar ve yarattıkları hayal dünyaları ya da Freud değimi ile geçmiş yaşamın yansıması dile geldiği alan. Sanal dünyanın sanal / gerçek kişileri ve gerçek/ sanal olayları. Cehennem denen sorgu odasında pedofili adı verilen sapkınlık ya da bazılarına göre hastalık. Konu bu suça eğimli olan ve dijital dünyasında bir kız çocuğuna yönelik yapılan suçu sorgulamakta ve araştırmaktadır. Suçun olduğu sanal sitenin içine ajan göndermekte ve bu ajan sitenin sahibi ve server’inin(sunucu) yerini öğrenmeye çalışmaktadır. Bilişim suçların sorgu odasında Sims (yaşlı erkek) (sanal dünyada ki adı ve kendisine taktığı ad Papa) ve onu sorgulayan Dedektif Moris (kadın) metin okur gibi birbirleri ile konuşmaktalar. Olayın neden ve kim adına sorgulandığını pek anlayamayız ama metin içinde ipuçları serpilmiştir, ey seyirci dikkatli ol ve anla demektedir. Suçun coğrafyası ve ülkesi yoktur. Suç herhangi bir yerde işlenmektedir ve bir çok ülkede suç olarak kabul edilen şey suç değil, hastalıktır. Tedavisi edilmesi gereken bir pedofili hastası vardır. O hasta Papa’dır. Papa neden kız çocuğuna ilgi duyduğunu zaman içinde anlayacağız. Sanal dünyada her karakterin yaşam içinde bir yaratıcısı ve yönlendiricisi olmak zorundadır. Çünkü dijital dünya kendi kendine ne kahraman yaratabilir ne de yönlendirebilir. Bir yaratıcı ve yaratılan karaktere yön veren ve onu yaşatan başka biri. İşte kız çocuğuna hayat veren aslında bir emeklisine bir sene kalmış ve alanında başarılı olan Doyle isminde bir erkek oyuncu vardır. Sessizdir, içe kapanıktır ve kız çocuğunu okutmak için yan gelire ihtiyaç duyan biridir. Dedektif araştırmalarında ona ulaşmış, onun aracılığı ile Papa’ya ulaşmaya çalışmaktadır. Sorgulamaktadır, onun ağzından bilgiler kırpıntısı almak için onu tanımamıza yardım etmektedir. Gerçek yaşamdan bilgiler pek verilemez, siteyi kuran ve programlayan Papa (Sims) gerçek yaşam ile sana yaşam alanında kalın bir duvar örmüştür ve bu sayede her türlü saldırı ve sorguya karşı kendisini güvene almıştır. Ama zaman içinde samimiyet arttıkça gerçek yaşam ile ilgili ipuçları ağzından kaçırmıştır. İşte dedektif bu ipuçların peşindedir. Sorgulardan her daim akıllı bir dedektif sonuç çıkarır. Papa’nın sanal yarattığı dünyaya sızar. Woodnut sızan oyuncudur. Erkektir ve gençtir. Kız çocuğu ile karşılaşır papanın yarattığı dünyada. Kız çocuğuna aşık olur. Papa o kız çocuğuna benzer bir çok kahraman yaratmış ve bir nedenden dolayı uyutmuştur. Papa katı bir şekilde kızı kontrol eder ve kendisi dışında başkasına ilgi duyduğunu hissettiğinde uyutup yeni bir kız çocuğu yaratmaktadır.
Oyun beş oyuncu arasında geçerken, aslında dijital dünyada karakterler ve oyuncular bir birinin içine geçmekte ve aldıkları alana göre cinsiyet ve karakter değişimi göstermekteler. Seyircinin algısı ile oynamaktadır. Görünen, hissedilen ve gerçekler çatışmaktadır. 
Sahne ve müzik bize bu oyunda fazla ipuçları vermezken, ışık geçişleri başarılı bir şeklide gözümüzün içine sokar. Karanlıktan birden aydınlanan ve birden yok olan dijital dünyanın kahramanları. 
Dedektif sorgu odasında kadın, sızıntı yaptığı yerde erkektir. Morris, Woodnut olmaktadır. Irıs, Doyle. Iris’e hayat veren öğretmendir. Doyle Papa’ya bağlanmıştır, kız çocuğu saflığında ona ilgi göstermekte ve onu sevmektedir. Papa ise kıza tutku ile bağlıdır ve onun bağlılığın nedeni gerçek yaşamda gizlidir. Dedektif bu gerçekliği ona söyletir. 
Oyun bu şekilde sonlanır, Sims yarattığı duvarlar yıkılmıştır, teslim olmuştur. 
Işıklar mükemmeldir, oyundan geriye bende ışığın nasıl mükemmel şekilde kullanıldığı konusunda uygulamalı öğrendiğim ders kaldı. Oyun yaşadığımız zamanın ruhuna uygun yazılmış olmasına rağmen, seyirciye yeteri kadar uyarıcı verilmediği için sanırım biraz üzerinde çalışılmayı gerektiren bir metin olarak karşımızda duruyor. Sahnede emeği geçenleri alkışlarken en fazla alkışı ışık tasarımını yapan ve uygulayan Yakup Çartık ve Tolga Korucuoğlu aldı. 

İsmail Cem Özkan

Cehennem
Yazan: Jennifer Haley
Çevirmen: Gülay Gür
Yönetmen: Metin Belgin
Dramaturg: Şafak Eruyar
Dekor Tasarımı: Hakan Dündar
Giysi Tasarımı: Ceren Karahan
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Yönetmen Yardımcısı: Şamil Kafkas
Yönetmen Asistanı :Aslı Sarınç
Oyuncular: Metin Belgin, Simay Tuna, Ahmet Somers, Hakan Onat , Aslı Sarınç
Sahne Amiri: Zülfinaz Doğan Eşitmez
Kondüvit: Mustafa Ar
Işık Kumanda: Tolga Korucuoğlu (internet sitesinde Abdullah Basık olarak geçmektedir.)
Suflöz: Şeyda Pektok



9 Aralık 2015 Çarşamba

Çıkarlar yaşamı belirler!

Çıkarlar yaşamı belirler!

Siyaset; başkaların üzerine basarak bir yere gelme ve onun üzerinden emek sarf etmeden çıkar sağlamaktadır. Ne yazık ki siyasetin bir çok tanımından sonra bu tanımı yaşadığımız zamanın ruhuna uygundur. Parası olanın politik arenada yerini aldığı, bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerde liderini hoş tutanın seçildiği bir atmosferdir. Halkın adayı aslında bizde liderin adayıdır, liderin belirlediği insanlar halkı temsil eder! Çıkar, elbette o seçilenin cebine göre lider de değiştirilir, yeter ki transfer olduğu lider onu yeniden vekil yapsın!
Burjuva siyasetinde yaşananların alternatif olduğunu söyleyen siyasi yapılar içinde de benzer görüntülere rastlarsınız. Burjuva yaşamda ne yapılacağı, nereden çıkar sağlanacağının kuralları varmış gibi gözükmesine rağmen, alternatif olan yaşam içinde belirsizlik daha fazladır, çünkü etnik pazar koşulları orada daha geçerlidir ve o pazar içinde çıkarlar farklı şekillerde devam eder ama içerik aynı olmasına rağmen…
Radikal örgütlerin yapısına baktığımızda, burjuva yaşamından farklı olarak çocukların durumu ortaya çıkar, çünkü burjuva örgütlenmede çocukların geleceği adına görünmeyen kasalara paralar ve unvanlar biriktirilir. Radikal olan örgütlerde yer alanların önemli bir kesimi çocuklarını daha fazla korumacı olarak olayların dışında tutar, onların kariyeri için uğruna savaştıklarının tersi bir tutum içinde çocuklarına olanaklar yaratırlar. Radikal düşüncenin savunucu olduğunu söyleyenlerin çocukları genelde siyasetten uzakta, ticaretin ortasında tüccar ya da kariyer sahibi olarak yer almaları tesadüfi değildir.
Başkalarının çocukları üzerinden politika yapanlar, kendi fotoğraflarının değişik etkinliklerde yer almasından büyük keyif alırlar ama ne çocukları ne de eşleri o fotoğrafta yerlerini alırlar... Politika arenasında olanların eşleri ve çocukları genelde yapılan etkinlikler içinde yer almıyorlarsa onların samimi olmadıklarını düşünürüm... Başkalarının çocuklarının macera ruhunu kendi siyasi çıkarları ve amaçları doğrultusunda kullandıklarını düşünür ve o olaylar içinde yer alan bütün bunlardan habersiz çocuklar için üzülürüm... Kendi çocuğunun kariyer yolculuğunda her türlü özveriyi gösterip, çocuğunu aşırı kollamacı şekilde olaylardan uzak tutan bu insanlar, başkalarının çocuklarının ölümünden nasıl siyasi çıkar sağlayacaklarını hesaplarlar... Elbette bu sözlerim siyaset içinde yer alan her birey için geçerli değildir, bir bölümü tüm yaşamını idealleri uğruna ortaya koyarken, o kadar olaylar arasında hiç yara almadan çıkan ve sürekli gündemde yer alanlar için geçerlidir. Bugün dahi ömrünün gençlik yılları içinde ‘iki sene’ içinde yaşamış olduğu bazı olayların ve ilişkilerin anılarını hala pazarlayan ve o anılar ile kendisine değer ve anlam biçenlerin olduğu gerçeğini ne yazık ki yaşadığımız toplum içinde ve onlardan hala umut içinde bir şeyler bekleyenleri görmem yüzünden bu cümleleri kurmaya mecbur oluyorum.
Alışkanlıklar, çıkarlar olduğu sürece devam eder. Çıkarı devam edenler ve başka yerden çıkarı olmayanlar geçmişten elde ettikleri alışkanlıklarını devam ettiriyorlar. Bunu görenlerin samimi olmayan bu duruş karşısında tercihi ne yazık ki var olan erkin devamı yönündedir.
Yaşadığımız toplumun çelişkilerinden bıkanlar, bu düzeni değiştirmek isteyenlerin alternatif bir ilişki ağını bulmadıkları için olsa gerek, var olan tükenmişlik, devletin iflas etmiş olmasına rağmen hala ayaktaymış gibi güçlü gözükmekte ve o güç ile toplumun üzerine baskı kurmaktadır. Bugün yaşadığımız trajik komik durum, yıkılmışın yerine konabilecek bir farklı yaşamın henüz kitleleri ikna edecek konumunda olmamasıdır. Çocuklarını ve çevresini kollayanların oluşturmuş olduğu baskıya alternatif gibi gözükenler de çocuklarını korumacı aile içgüdüsü ile davranması ve başkalarının çocukları ve emekleri üzerinden politika yapmasında aranmalıdır. Bugün kitlelerin gözünde iktidar; giden paşam, gelen ağamdır, o yüzden ne ağa gelsin, ne paşa, aç karınlarını doyurmak yerine karnı doymuş ama gözü doymamışların iktidarını devam ettirmesini çıkarları gereği şimdilik kabul etmekteler, çıkarlarına karşı bir durum söz konusu olmadıkça… Ülkenin bir yanında yaşanan düşük yoğunluklu savaş, sınırın hemen yanında yer alan hibrit savaşın ortaya çıkarmış olduğu ekonomik imkan (kara para) toplumun çıkarına ters gelmediği gibi istatistiklerde yaşaması mümkün olmayan hayat standardın toplumun her biriminde gözükmesi bu tükenmiş olan devlet mekanizmasının hala ayakta durmasına sebep olmaktadır. Çıkarlar ve onun yaratmış olduğu ilişki yalana doğru, doğruya yalan diye bakmayı şimdilik etik olarak görmekte ve sorgulamadan hayatını ikame ettirmesine göz yummaktadır. Toplum, Orhan Kemal’in yaratmış olduğu Murtaza rolünü benimsemiş, gözünü kapatarak işinin yürümesi için tüm olumsuzlukları görmezden ve anlamazlıktan gelmektedir. Üzerine yapışmış siyasileri ve onların çevresini kene olarak görmekte ve o keneler ile birlikte yaşamayı alışkanlık haline getirmiştir. 
Siyaset ve politika bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerde parası olanların yaptığı seçkinler kulübüdür, parası olmayanların ve göz önünde olmak istemeyenlerin çıkarını koruma ve onlara elde edilmiş olan rant pastasından yandaşlarına kırpıntı savurma alanıdır.
İsmail Cem Özkan


6 Aralık 2015 Pazar

NATO genişlerken!

NATO genişlerken!

NATO Karadağ’a davetiye gönderdi, gelin üyemiz olun diye. Karadağ stratejik önemi eski Yugoslavya’nın en son parçası ve Sırpların denize açılan limanı olma özelliği gösteriyordu. Sırplardan bağımsızlığını referanduma giderek kazanmış ve ilan etmiştir.
NATO üyesi olan ülkelere baktığımızda kuzey yarımkürenin bir çok devletini kucakladığını görürüz. Avrupa ve balkanlarda genişlemesine 12 Mart 1999 tarihinde Çek Cumhuriyeti, Polanya, Macaristan ile başlayan NATO, 29 Mart 2004 tarihinde Estonya,  Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya,  Slovenya devam etmiştir. 1 Nisan 2009 tarihinde ise en son üyelerini almıştır. Arnavutluk ve Hırvatistan.
Karadağ tarihsel olarak Ruslara yakın ve işbirliği içinde olmuş olmasına rağmen, Sırbistan ile ayrılıktan sonra NATO ülkelerine yaklaşmış, onların içinde bir ada özelliğini gösterir hale gelmiştir. NATO bu ülkeyi de kendi sınırlarına alarak Rusya’nın olma olasılığı olan Akdeniz birlikleri için lojistik limanını yok etmiş oluyor. Akdeniz’in kuzey sahilleri NATO denetiminde resmen olacaktır. Avrupa’ya gelebilecek her türlü saldırı artık NATO’ya gelmiş sayılacak ve o şemsiye altında yeni bir stratejik ortaklık kurulmuş olundu.
NATO’nun varlık sebebi olan kara paranın dünyada ‘kontrollü’ olarak hareket etmesi ve kara paranın olağan dışı hareketini kendi sınırları içine çekmesidir. NATO’nun birinci derecede düşmanı algılarda olduğu gibi Rusya değil, kara para ile hareket eden İslami gruplardır. El Kaide ve IŞİD hedefte olmuş olmasına rağmen, yine NATO denetimi ve bilgisi ile Müslüman ülkeler içinde bu örgütlerin hakim olacağı ortam hazırlanmış, kontrollü olarak bu örgütlerin büyümesine izin verilmiştir. Şu anda dünyanın bir çok ülkesinde birbirine benzeyen eylemlerin olması ve bir merkezden kontrol ediliyormuş gibi insanlık dışı saldırıların merkezinde yer alan örgütler belirli sınırlar içinde hareket ettiği sürece yaşanan Hibrit savaşında her sıcak çatışma emperyalist ülkelerin yaşadığı kriz için bir çıkış kapısı olma özelliğini korumaktadır. Bugün Almanya son yıllarda en düşük işsiz sayısına ulaşmasında bu savaş sanayisinin üretim artırmasına bakmak bile yeterlidir. Amerika, hibrit savaşları başladığından bugüne ekonomisinde önemli gelişme göstermiş olmasına rağmen kriz ortamında diğer emperyalist ülkeler gibi kurtulabilmiş değildir.
NATO her ne kadar askeri bir yapılanma olarak ortaya çıkmış olsa da aslında ekonomik bir organizasyona da sahiptir. Elinde hazır profesyonel müşterisi vardır, ne üretirse üretsin savaş ürünleri üye ülkelere sunulmakta ve satılmaktadır. Üye ülkelerin askeri gücü ve asker sayısı bile NATO bilgisi ve programına uygun olarak yapılandırılmaktadır. Üye ülkeler arasında teknoloji farkı olmaması için ortak ürün kullanımı her ne kadar zorunlu olmasa da zorunludur! Bugün yer küremizde profesyonel müşteri ile pazarlama yapan firmaların örgütlenmelerinden farklı değildir. Marketlerde satılmayan ürünler profesyonel müşteriler ve onların çevresine mal satarak tek yönlü bağımlılık ilişkisi kurulmuş, aracıya verilmesi gereken verilen para pazarlayana verilerek profesyonel müşterisi teşvik edilmiş, onun ile dayanışıyormuş hissi verilmiştir. NATO savaş aletleri üreten firmalar için profesyonel müşteri yaratan bir kurum görünümündedir.
NATO kendi kontrolü dışında savaş makinesi üreten ve pazarlayan piyasayı kontrol etmek ve üyelerine karşı olabilecek saldırı karşısında caydırıcılık görevini görür. NATO genişlerken amaç daha fazla coğrafyayı şemsiyesi altına almak değil, çünkü ülke sayısının artması aslında profesyonel müşteri sayısının ve talebin artması anlamına gelir. Silah sanayisi en son teknolojiyi kullanır ve bu teknolojinin üye ülkeleri arasında kalması önemlidir. Üye ülkelerin sanayisi içinde montaj sanayisi şeklinde katkı sunarken, ürünün piyasa da karşılığını maddi karşılığını da kendi eli ile yaratmaktadır. Üye ülkelerin siyasi istikrarı ve kopması tehlikesine karşı yer altı örgütlenmesi Gladio (Kontrgerilla) ile her hangi bir dönüşüme karşı ülke iktidarından bağımsız ama NATO bilgisi dahilinde yer altı örgütlenmesi gerek görülene kadar uyku halindedir ve gerek görülürse uyandırılıp düşman olarak kabul edilen güçleri yok etmek için organize olmuş birliklerdir. Her ne kadar bu örgütlenme biçimi deşifre olmuş olsa da hala varlığını yeni koşulara uygun şekilde korumakta ve bizim gibi ‘düşük yoğunluklu savaş’ ortamında kullanılmaktadır.
NATO Suriye iç savaşının karmaşıklaşması ile birlikte Akdeniz’in kuzey sınırlarını tamamı ile kontrol altına almak için en son kara parçası olan Karadağ davet edilerek ileride oluşabilecek her hangi bir sorunu baştan önlemek adına adım atmıştır. Bu adımın başka boyutu ise Türkiye’de İncirlik Üssü üzerine yapılan pazarlıklar içinde NATO elini güçlendirmek ve İzmir’de bulunan hava komutanlığı gerek gördüğünde daha geriye alarak Türkiye üzerine yapılacak olası pazarlıklar için koz olarak kullanabilecektir. Bugün bu konularda her hangi bir karar alınmamış olmasına rağmen, var olan alışkanlığın devamı teyit edilmiştir.
“Bugün NATO’nun operasyonları ve politik ve askeri dönüşümü birbiriyle iç içe geçmiş durumdadır.”  Diego A. Ruiz Palmer (http://www.nato.int/docu/review/2006/issue4/turkish/analysis1.html) diye yazar. Politika ve istikrar kavramları yan yana getirilip yeniden bu cümle üzerine düşünüldüğünde artık NATO’nun sadece bir askeri örgütlenme olmadığı gerçeği ile karşı karşıyayız. NATO savaş teknolojisi için büyük bir pazardır ve bu pazardan üretici firmalar için profesyonel müşterisi üye ülkelerdir. Karşısında örgütlü bir güç olmadığı içinde rahat bir şekilde genişlemekte ve bu genişleme ile üye ülkeler arasında oluşabilecek sorunlar karşısında bağımlılık ilişkisine dayanarak sorun çözme ve kriz yönetme birimini kurmuştur. NATO yeni bir dünyanın inşaatı için üstüne düşen görevi savaş baronların ihtiyacına göre yapmakta ve kapitalist sistemin en önemli restorasyon aracıdır.
Karadağ yakında NATO üyesi olacaktır. Savaştan beslenen firmamlar için yeni bir pazar olmuş olacaktır.   Suriye ve Irak iç savaşında denene silahlar yeni yaratılan düşmana karşı kullanılmaya devam edecek, oluşan mülteci akımına karşı duvar örülerek sadece çatışmanın olduğu topraklarda doğma şansızlığına nail olmuş insanların kanı üzerine ticaret ve sistem varlığını geliştirmeye ve korumaya devam edecektir.


İsmail Cem Özkan

4 Aralık 2015 Cuma

İç dinamikler mi, dış dinamikler mi?

İç dinamikler mi, dış dinamikler mi?

Ülkemiz tarihi içinde Gezi Direnişi dışında iç dinamiklerin ortaya çıkarmış olduğu büyük bir kitlesel hareket 15- 16 Haziran dışında benim bildiğim ilerici anlamda bir halk ve sınıf hareketi yoktur.  15 – 16 Haziran Direnişi elde somut bir tarih veri bırakırken, Gazi Direnişi daha çok soyut birikim bırakmış ama ileride somut sonuçlar doğuracak verileri kitlelere hediye etmiştir.
Ülkemiz tarihi genelde dış dinamiklerin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş, onların belirlediği rotada hareket etmiştir. Osmanlı teknoloji anlamda üstünlüğünü kaybettiği günden bu yana tarih çizgimiz teknolojik üstünlüğü ve güneş hiçbir zaman ülkeleri sınırları içinde batmayan emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun olarak şekillenmiş ve sürekli küçülmüştür.
Gezi Direnişi çok yakın zamanda gerçekleşmiş ama hala etkisi devam eden bir direniştir. Ülke sathında hemen hemen her yerde etkisi görülen direniş, bir saman alevi gibi hızla sönmüş gibi durmaktadır. Ki bu kadar büyük ve ülke sathına yayılmış başka bir hareket yakın tarihimiz içinde yoktur. Ülke içinde yer alan her kültür, her katman bu direniş içinde kendisini ifade etmiştir.
Her ne kadar İstanbul merkezli gibi gözüken direniş, aslında her barikatın kurulduğu noktada kendi merkezini yaratmış ve kendisine özgü ama bir biri ile bağlantılı kendiliğinden bir organik yapı oluşturmuştu.  Bütün bu gelişmelere rağmen, nasıl oldu da saman alevi gibi birden ve hızlı bir şekilde kor haline dönüştü sorusuna verilecek yanıt bugün daha can alıcı şekilde ortada durmaktadır.
İç dinamiğimiz büyük bir değişime imzasını atacakken, nasıl oldu da değişim yerine daha da ağırlaşan karanlık zamanı körükledi. Devrim başarıya ulaşmadığında elbette karşı devrimin zaferini geçici olarak yaratır ve o geçici süreç erk sahibine beklemediği bir güç kazandırır.
Gezi Direnişi erk sahibi iktidar partisini daha da devletleştirmiş, iktidara yönelik her türlü eleştiri bile tahammül sınırını aşan baskı ile karşılığını bulmuştur. Yasal düzenlemeleri yapan erk sahibi her türlü toplumsal kıpırdanmayı zor ile bastırmayı ve kendi gücünü zor ile korumayı seçmiştir.
Zor, seçim ile kendisini ‘demokratik’ olarak dünyaya dayatmıştır. ‘Halk beni seçiyor’ derken kendi karşıtını nefret duygusu ile besleyerek bir cepheleşmeyi bilinçli bir strateji olarak uygulamıştır. Taraflar bir birine karşı nefret duyguları ile bakmakta ve duygusal tepkilere hukuki çerçeveler yaratılmaktadır.
Gezi Direnişi süreklilik sağlanamadığından ilerici bir adım için fırsat kaçmıştır, iç dinamikler ülkenin kader çizgisini değiştirememiştir. Peki, bizim tarihimize etki eden güç olan dış dinamikler?
Ülkemizin çevresinde Hibrit Savaş adı verilen kirli bir savaş devam etmektedir. Bu savaş üçüncü dünya savaşının da nüvelerini içinde barındırmaktadır. Ortadoğu topraklarında bütün dünyanın askeri güçleri kendilerini göstermektedir. Savaş fuar alanlarında görücüye çıkan askeri araçlar bu savaş bölgesinde test edilmekte ve korku içinde yaşayan iktidarlara satılmaktadır.
Ülkemiz tarihine dikkatli bir şekilde bakarsak göreceğimiz her kırılma noktası bir dış olayın sonucunda bize verilen yeni rota çizgisine rastlarız. Bu rotalar ülkemizin çıkarına olmadığı yaşadığımız bugün ki kaos ve kriz ortamına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. 
18 Şubat 1952 tarihimiz içinde en önemli gündür, çünkü o gün devlet yapımız ve anlayışımız netleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken her ne kadar kapitalist düzen içinde kendimizi bir yerlerde ifade etmiş olsak da 1952 yılı artık dönüşü olmayan bir çizginin de netleşmesidir. NATO şemsiyesi altında güvendeydik!
NATO bilgisi ve yönlendirmesi dahilinde ilk dıştan gelen müdahalemizi 1960 yılının 27 Mayıs günü yaşayacaktık. Onu takip eden darbeler dış müdahalenin dokunuşlarına ve küçük düzenlemelerine işbirlikçiler eli ile nasıl olduğunu kavrayacaktık.
12 Eylül 1980 darbesi o güne kadar gelmiş olan tüm devlet alışkanlıklarının ret edilmesine ve yeni bir düzenin ihtiyacına göre devlet yapılandırılacaktı. Avrupa yolunda olduğuna inandırıldığımız trende artık vagonlara oturup normal seyahat edebilecektik ama gidilen rotayı ilerleyen zamanlarda fark edecektik. Tren Avrupa yerine Ortadoğu çöllerine gidiyordu. Biz meğer o güne kadar Ortadoğu’ya giden trende Avrupa’ya doğru koşuyormuşuz! Tren ile ilk defa aynı yöne bakan bir rotadaydık ve Ortadoğu’ya uygun siyasi yapıların iktidarlarını yaşayarak öğrenecektik. Bizden önce İran, Pakistan, Afganistan gibi ülkelerin yaşadığı kaderi gecikmeli olarak bizde yaşamaya başlıyorduk! Yeşil kuşağın bir parçasıydık, bize verilen yeni rolde ona uygun liderleri eşliğinde hayata geçiyordu. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanı, Dinlerarası Diyalog eşbaşkanı, strateji ortaklık gibi kavramlar siyasi literatürümüze giriyordu.
Evrensel yaşanan krize çareyi savaş sektöründe bulanlar, yeni çatışma ortamını ve nedenini Ortadoğu topraklarında hazır bulacaklar ve orada kitlesel kıyımlara sebep olacaklardır. Irak işgali sırasında milyonlarca insan öldürülecek ve ülke bir parça içinde üç ayrı katmana bölünerek çatışmanın istikrarlı olması sağlandı. Başka coğrafyalarda barış yerine savaş, emperyalist ülkeler için iç barış ve ekonomik refah anlamına geldi. Dağılan devlet yapılarını yeni ihtiyaca göre restore etmek için zaman kazanmaları anlamındadır.
İsmet İnönü’ye mal edilen bir söz vardır,  “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.” Bu cümle aslında yazdığım yazının da ana fikrini oluşturuyor. O ana fikirde bizim iç dinamiklerimiz ile değil, dışarıda ki gelişmeye uygun olarak yerimizi alırız… Siyasi erk söz sahibidir ve onun belirleyici olduğunu vurgular.
Bugünlerde yaşadığımız kaos ve kriz ortamından ne yazık ki iç dinamiklerin gücü ile değil, dış ülkelerin çatışması ve anlaşmaları sonucunda bize biçilen rol sonucunda olacaktır. Peki, bu öngörü mutlak doğru mu, elbette değil, örgütlenen bir sol bu mutlak doğru gibi gözüken kader çizgisini parçalayıp, kendisine özgü bir çizgi de yaratabilir. O da ancak örgütlü bir güç ve müttefik ilişkisi ile olabilir…

İsmail Cem Özkan

26 Kasım 2015 Perşembe

Hibrit savaş!

Hibrit savaş!


Yaşadığımız savaşa hibrit savaşlar deniyormuş... Hibrit savaşlarda en çok tekrarlanan cümle hiç bir şey eskisi gibi olmayacak! Ama her zaman hep eskisi gibi akmaya devam ediyor... Değişen tek şey kan gölü kan denizi oldu.
Peki, son günlerde sık tekrarlanan ‘Hibrit’ ne demektir. Bu konuda aslında belirli bir görüş ortaya çıkmış, niyet değil, somut veriler ile bunu tanımlamışlar bile. Bizim bu tanımdan uzak tutulmamız ise algılarımız ile oynanırken olmuş. Evet, içinde yaşadığımız bir savaşın adını koyanlar, elbette senaryoyu ve senaryoya uygun olarak karakterleri ve o karakterlere nefes verecek taraftarları da seçmiş.
Tek suçları belirli coğrafyada ve belirli bir kültürün içinde doğmuş olan insanlar, gelecek beklentisini dahi yaratamadan birileri adına kendi vücudunu bombaya çevirip kalabalığın içinde patlatması. Peki bu eğitimden geçmiş nesil nasıl oldu da bu oyunun içinde bir figüre dönüştü ve kim için, hangi amaç ve nasıl bir düzen için kendisini havaya uçurdu ve neden belirli yerlerdeki kalabalık içinde buna hayat verdi.
Savaşlarda önemli olan nedenler değil sonuçlardır, sonuçlardan kimler kazançlı çıkıyor ve kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğine bakmak gereklidir, çünkü hibrit savaşlarında neden yaratmak çok basit ama sonucundan yararlanmak o kadar basit bir analizi ile ortaya çıkarmıyor. Karmaşık ilişkilerin olmasının en önemli sebebi taşeron olarak başkalarının kullanılması. Taşeron katiller ise kime hizmet ettiğine bakmadan, güdülenmiş bir şekilde kendisini canlı bombaya dönüştürüp patlatması. O patlama sonucunda hiç alakası olmayan birilerin de bu işten karşı çıktığını görebiliyoruz. Yani parayı veren kim, kim bu işten faydalandı bölümü net bir sonuç çıkarmamızda görümü fluğlaştırmış olsa da sonuçta para ve yayılma isterisi ile hareket eden sınıf ve ülkeler bellidir. Taşeron işlerde ana parayı veren, işi yapan ülkeler ve kurumlar maddi olarak kazançlı çıkmakta, kaybeden bu işin emeğinde olan bireylerdir.
Hibrit savaşların en karakteristik özelliklerinden biri vekalet savaşlarıdır. Yani görünürde ortada bir devlet yok ama onun adına birileri çatışıyor... Kısaca bu tanıma göre yukarıda da açıkladığım gibi taşeronlara iş yaptırmaktır. Çalışma dünyamıza giren taşeron işçilik olayı toplumsal olaylarda ve toplumun yönlendirmesinde de araç ve yöntem olarak kullanılmakta ve isim değişikliği yapılarak görünür çıplaklığa kıyafet giydirilmektedir. Parayı veren hiçbir riske girmeden, en verimli şekilde başkasının emeğinin üzerinden daha fazla artı değeri kendi kasasına aktarmasıdır. Burada sanki işçi ve o işçiyi pazarlayan firma / kurum karlı çıkıyor gibi gözükse de sonuçta bu ilişki içinde esas kazançlı çıkan en sonunda taşeron işçiden yararlanan firmadır, çünkü uzun vadeli olarak iş yerinde işçi istihdam etmeyerek hem işçinin sendikal örgütlenmesini hem de onun özlük hakları ile uğraşmamış oluyor. Örgütsüz bir sınıf, var olan kapitalist sistemi yıkamaz, yerine başka bir şeyi ikame edemez yaşadığımız son kırk yıl içinde kapitalist sistem yıkılmış, onun en önemli aracı devlet darmadağınık olmuş ama onun bu kriz ve kaos ortamını iyi değerlendirebilecek gerçek anlamda sınıf partisi ve örgütlülüğü olmadığı için devrim koşullarını kapitalistler taşeron yapılar ile kendisini rehabilite etmeye savaş ile krizden çıkmaya çalışmaktadır. Kapitalist sistem ortaya çıktığı günden bu yana ilk defa bu kadar evrensel anlamda kriz yaşamakta ve evrensel kuralları henüz tam oluşturamadan ulus devletin yaratmış olduğu engelleri ortadan kaldırmaya el yordamı ile çalışmaktadır. Ulus devletten gelen engeller ve çelişkiler bugün yaşanan savaşların da nedenleri arasında yerini almaktadır. Ulus devleti parçalanmakta ve ulus devlet içinde yaratılmış olan pazar ve sermaye birikimi yapan katmanlar dağılmakta ve yeniden oluşturulmaktadır. Pazar aynı coğrafyada ama ürünler artık başka yerlerde başkalarına üretilmekte (taşeron) başkalarının lisansları ile kendi malın gibi piyasa sürmektedir. Montaj sanayi, ulus devletleri birbirine mecbur bırakarak arada kopması olasılığı olan ülkenin o olasılığını da ortadan kaldıracak ilişkiler ağı içinde tutmaktadır. Kapitalist sistem ulus devletlerin iktidarlarına yeni roller vermiş ve kendi çıkarını korumak ve paranın yirmi dört saat rahat hareket edebileceği borsa yapılanmasını sağlamıştır. Fakat, bu yapılanma da açıklar çok büyük ve üretim olmadan üretim yapıyormuş gibi rakamlar ortada dolanmakta ve sanal yaratılan sermaye borsalar arasında rakam olarak hareket etmektedir. Gerçekten olmayan maddi karşılığı olmayan para toplumları değiştirmekte ve kriz ortamına sokup çıkarmaktadır. Ve bunu kontrol edebilecek şimdilik uluslar arası hukuk kuralları yoktur ama fiiliyatta yaşam alanındadır.
Hibrit savaşların diğer özelliği de, barış ve savaş dönemlerinin bulanıklaşmasıdır. Öte yandan, hibrit savaşlarda kazanç ve kayıplarda farklı görüş ortaya çıkıyor. Son kırk yıl bizim ülkemizde adı konulmamış savaş yaşanmaktadır, ne zaman çatışmazlık ortamı yaratıldığını ve zaman açık savaş koşullarının yaşadığı olağan üst hal durumunda olduğumuzun kesin çizgisini kimse ortaya süremez. Irak işgali ve sonrası yaşanan durum da daha açık ve nettir. Kürdistan’ında içinde yer aldığı ülke üçe parçalanmış ve fiiliyatta parçalanan üç coğrafyada ne zaman barış süreci yaşandığı ve hangi durumda açık sıcak savaş olduğu ve savaşan örgütlerin yapısal konumlarının sürekli değişim gösterdiği ve ittifak ilişkilerin çöl toprağında olduğu gibi kaygan olduğunu görebiliriz. Örneğin IŞİD ortaya çıkaran koşullar ve destekleyen yapıların karışıklı bu savaş tanımı içinde yer alan bulanıklığı daha net olarak ortaya sermektedir. IŞİD ortaya çıkması ve kısa sürede büyük bir coğrafyada etkili olmasının net fotoğrafı olay yaşandığı için net değildir ama yaşanmakta olayların sonuçlara bakarak ilişkileri çözebiliriz. IŞİD kuruluşunda yer aldığını tahmin ettiğimiz ülkeler ve kurumları kısaca gözden geçirdiğimizde Suriye iç savaşında açıkça tavır alanların olduğunu ve sonuç itibarı ile uluslararası ilişkilerden en fazla maddi kazanç sağlayanlar olarak el yordamı ile hissedebiliriz. Suriye iç savaşından kazançlı çıkmak için sefer düzenleyenlere maddi destek veren ülkeler kategorisinde Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ilk anda gözüme çarpanlardır. Ama ırak içinde yapılanan ve devletleşme yolunda adım atan Kürdistan özel yönetiminin de bu yapıdan büyük ölçüde yararlandığını görebilmekteyiz. IŞİD tehdidine karşı İran dahil olmak üzere bir çok ülkeden silah ve askeri destek almış bir özel yönetim vardır ve fiilen artık orası bir devlettir. Kürdistan Ezidilerin yaşadığı bölge saldırısı dışında gerçek anlamda bir saldırı ile karşı karşıya kalmamış, sınır çizgisi içinde kontrollü bir çatışmazlık ve çatışmamazlık halini korumuştur. IŞİD’in oluşumundan en çok yararlananlar arasında Irak- Kürdistan olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Hem IŞİD karşısında yer almakta (geçmişte Halepçe Katliamını yapan Sünni Saddam Hüseyin (Baas Partisi) tabanı üzerinde kurulan IŞİD!) hem de sonuç itibarı ile en fazla yararlanan ve devletleşme yolunda somut adım atan kurum olmuştur. Petrol satışı, Türkiye ile çatışmazlık halinde olduğu iller üzerinde hakimiyetin artık fiilen değil somut hale geldiği ve kuzey komşusu ile sıcak ilişkiler olmasını sağlamıştır.
Hibrit savaşlarda, psikolojik yöntemin daha yoğun kullanılıyor... Kalabalık ortamda patlayan her bomba sonuçta korkuyu büyütmekte ve korkunun yaratmış olduğu yeni savunma ilişkilerini ortaya çıkarmaktadır. Paris saldırısı tam bu yönteme uygun olarak ve zamanlaması mükemmel seçilmiş bir patlamadır. Avrupa’ya doğru mülteci akımının olduğu bir anda Paris katliamı bu yöntemin kimler tarafından ve hangi amaçlar için kullanıldığının en somut örneğidir. Paris saldırısından kimler kazançlı çıkmıştır diye sorduğumuzda vereceğiniz her yanıt psikolojik yöntemin ne kadar başarılı bir şekilde kullanıldığı gerçeği ile karşılaşırsınız. Ortadoğu’da savaşı besleyenler ve silah satışı ile ülke içinde yaşadıkları krizi aşmak için maddi açıdan yorumlayanlar bu katliamdan kazançlı çıkarken, dışarıdan gelen mülteci akımına karşı kendi ülke içinde karşı bir duygusal duvar örmüşlerdir. Kendilerini saldırı altında hissedenler, işlerini kaybedecek korkusu yaşayanlar, hayat kalitesinin düştüğünü hisseden orta sınıf artık bu savaşın birer taraftarı olmuştur. Savaşı kendi ülkelerinde istemiyorlar ama başka yerlerde katliamlara alkış tutacak konuma gelmişlerdir. Savaştan beslenenler psikolojik yöntemden olabildiğince faydalanmaya devam ediyor, Ankara katliamı bunun en çıplak örneğidir. Suriye iç savaşında taraf olanlar iktidarını korumuş ve güçlenerek çıkmıştır.
Hibrit savaşlarda biyolojik/ kimyasal silah yaygın olarak kullanılmaktadır... Suriye ve Irak’ta savaşan ama dünyanın her tarafında kendisine biat eden taraftar bulan IŞİD orantısız ve kontrolsüz büyümesi ile savaş aletlerine ve çeşitliliğine ihtiyaç duymakta ve onun için savaşın olmazsa olmaz olan biyolojik ve kimyasal silahları kullanmaktan çekinmemektedir. Savaş suçunu araştıran kurumlar bu silahların zaman zaman kullanıldığını rapor etmekteler. Peki bu teknolojiye sahip olan ülkeler / firmalar kimlerdir, IŞİD kendisi bu teknolojiye sahip olmadığına göre kimlerden ve hangi maddi güç ile ele geçirmekte kullanmaktadır. Bu sorunun yanıtı da savaşan tarafların aslında bir biri ile sıkı bir ticari ilişkisi içinde olduğu gerçeği ile bizi karşı karşıya bırakır. Savaşanlar ortak firmalar ile bir birine teknolojik silah transferi yapmaktadır. Bir laboratuvar alanı kullanan silah sanayisi bir çok yeni ürününü bu çatışma alanında kullanarak dünya piyasasına ürününü sunmakta ve satmaktadır. İki dev ilaç sanayisinin tek açtı altında toplanmasına giden sonuç yaşanan bu hibrit savaşın sonucunda olduğu gerçeğini şimdilik kamuoyundan saklamaktadırlar, silah sanayisi ve ilaç sanayisi iç içedir. Biyolojik ve kimyasal silahlar bu ilaç firmaları içinde üretilmekte ve satılmaktadır.
Yaşadığımız sürecin adı konulmuştur, bizler bu savaşta birer figür olarak yerimizi almış ve bize verilen ve bizim da haberimiz olmadığı rolü oynamaya devam ediyoruz. Bu hibrit savaşı sonucunda kapitalist sistem alternatifsiz olarak kendisini yeniden yapılandırmakta ve hatta bu savaşın sonucunda ihtiyaç duyduğu uluslar arası yasaları ve bu yasaları uygulamasını kontrol edecek yapılar kurarak çıkabilir. İslam devletleri ve İslam örgütleri sıcak savaşın alanıdır ve bu alan içinde radikalleştirilen İslam kendisinin yapamadığı reformu yapmaya zorlanmakta ve onun önüne alternatifsiz tek bir yol konulmaktadır. Hibrit savaşları elbette sınırları ortadan kaldırıp yeniden sınırları ortaya çıkaracak ve 3. Dünya savaşı denilen kavramı yaşadığımızın farkına varmadan yaşamış ve sonucuna ulaşmış olarak çıkacağımızı ileride batılı tarihçiler bize not olarak verecektir.
İsmail Cem Özkan


19 Kasım 2015 Perşembe

Kayıtsız ve basiretsiz!

Kayıtsız ve basiretsiz!


Kayıtsızlığın ve basiretsizliğin hakim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Kayıtsızlar ama rahatsızlar... Yapacakları güçleri var ama basiretleri yok! Her şeyin farkındalar ama seslerini kısıp izleyiciler. Gelecekleri için, kaybedecekleri kişisel kazançları için...

Kayıtsız ve basiretsizlerin çoğunluk olduğu yerde her mücadele kayıtsız izleyenler tarafından tepkisizce izlenir ve büyük çoğunluk günlük gezmeleri ve eğlenceleri arasında yapılanın farkına bile varmaz. Yapanlara itiraz edenler ve tepki duyanları ise maceraperest ve acı çekmeyi zevk haline getirenler olarak görürler...

Sürekli seçim yapmaya zorlanan biri, var olanın dışında başkasını seçeceğini farz etmek yaşadığı toplumun dışında yaşadığının ispatından başka şey değil...

Sürekli baskı yapanların seçim ile kazandığı bir süreci yaşıyoruz. Ne kadar güçlüyse o kadar iktidarda kalan ve her daim iktidarda kalmak içinde sürekli baskıyı ve baskı içinde fütursuzca harcama yapmaktan çekinmeyen bir erkin yaşadığı süreçte, sessizce olanlardan rahatsız ve sadece homurdanarak günleri geçiriyoruz…

Homurdanıyoruz, her şeyden rahatsızız!

Her şey gözümüzün önünde oluyor, üstelik hiçbir şeyi saklamaya ihtiyaç duyulmayacak şekilde… Ama çıkarlarımız bizim gördüğümüz şeyi fark etmemizi engellediğini, fark etsek dahi ‘çıkarımız gereği’ sessiz kalıp kayıtsız kalmayı tercih ediyoruz. Tercih ediyoruz, açık faşizmi bize zarar vereceğini düşünmediğimiz için... Hep ötekiler zarar görür ve bizim dışımızdadır…

Sessiz kalıyoruz, çünkü yaşam kalitemizin kazançlarımızı ile orantılı olduğunu ve kazancımız yerinde olduğu sürece rejim değişikliğinin bizi etkilemeyeceğini bilinçaltımıza telkin ediyoruz. İran’daki gelişimleri, Afganistan’ı görmeden sadece şimdiki zamanı ve anı yaşamaya özen gösteriyoruz. Parası olmayan ve fakirin zaten tercih hakkı yoktur, gelene paşam, gidene ağam, var olana hacım / efendim demeye devam etmek zorunda…

Kaybedeceğimiz bir şeylerin olduğunu bildiğimiz için devletin değişimine sessizce onay veriyoruz. Çünkü itiraz edenin başına neler geldiğini sürekli ekranlardan görüyoruz, hatta düşene bir tekme atmak için sıraya bile giriyoruz, çünkü güçlüden yana gözükmek her zaman kazançlıdır, en azından çocuğumuzun geleceği için erkin elinden öpmek gerek!…

Onay veriyoruz, çünkü kaybedeceğimiz artık fazla bir şey kalmadığına inanıyoruz, elimizdekini korumak için sadece sessizce bize verilen onay günlerinde gidip sandığa güçlü olanı seçerek ‘istikrarı’ koruduğumuzu kendimizi kandırarak kabul ettiriyoruz.

Bilimsel eğitimden geçtiğini iddia edenlerin ‘zemzem’ suyunun ne kadar yararlı ve şifa verici olduğu üzerinde ki tartışmaları artık sıradan ve günlük bilimsel çözüm yolu olduğunu düşünen bir eğitilmiş kesim var. Bu eğitilmiş kesim hangi üniversitede, hangi kürsüden para kazanacağını ve öğrencilerini müşteri görme alışkanlığı kazandığının farkında bile değil.

Öğrenci müşteri oldu…

Hasta müşteri oldu…

Afet kurbanları müşteri oldu…

Kronik hasta olanlar müşteri oldu…

Su tüketenler müşteri oldu…

Organik ürünleri tüketenler müşteri oldu…

İşçiler müşteri oldu, kiralık firmaların elinde...

Patronlar müşteri oldu, uluslar arası pazarlama firmaların elinde…


Müşteri olmayan kaldı mı?

Müşteri olarak bakılan yerde, çıkarların çatıştığı noktada toplum içinde basiretsiz ve kayıtsız kalanların artmış olması tesadüfi değildir. Toplum mühendisleri ulusları basiretsiz ve kayıtsızların çoğunlukta olması ile yok ediyor, yerine ne mi gelecek? Şimdiden kimse bunu açıkça telaffuz edemiyor…

Güruhların hakim olduğu bir yaşam alanında, basiretsiz ve kayıtsızların çoğunluk olduğu bir sürü konumunda, olaylar karşısında homurdanarak rahatsızlığımızı kendimiz duyacağımız ses ile sadece kendimize fısıldıyoruz.

Korkuyoruz, korktukça kayıtsız kalmayı tercih ediyoruz…

Basiretsiz ve kayıtsız olduğumuzu kendimize dahi söyleyemiyoruz ama yaşıyoruz…

Arada sırada sokağa çıkıp bir eyleme katılıp ömür boyu onun anısı ile yaşayan sıradan vatandaş olmak dışında artık yapacağımız pek fazla seçeneğimiz olmadığına inanıyoruz…

Tükeniyoruz…

Tüketiyoruz…


İsmail Cem Özkan

13 Kasım 2015 Cuma

Ankara garının önünde…

Ankara garının önünde…

İnsan bedeni üzerime yapışıyordu. Benden kopanlar ise başkalarını üstüne. Beton rengini kırmızıya dönderirken, zemin karanlık olmuş, barut rengini betona vermişti. Etrafa yayılan kendi parçamı görüyordum, benim dışımda bir şeyler oluyordu ama benden kopuyordu bir şeyler. 

Ankara garı önündeydim, soğuk ve ayazın hakim olduğu bir günde uzaktan gelen arkadaşlarımın sıcaklığı ile omuz omuza vermiş halaya durmuştum. Halay havada asılı duran ayazı ısıtıyor, gün henüz üzerimize yeni yeni vuruyordu. Güneş ısıtmamıştı hala, soğuktu, dost sıcaklığı arasındaydım.

“Bu meydan kanlı meydan” diyerek Ruhi Su binlerce yık ötesinden sanki bize sesleniyordu, aramızda olmayanlar bile halayımıza katılmış bizle birlikte slogan atıyordu. Her yer direniş olmuştu, yıllar önce olduğu gibi. Taksim meydanında ortaya çıkan bir pratikten üretilmişti slogan, gerçekten her yer direniş, her yerde özgür alanlar oluşmuştu. Özgürlük türküleri, özgürlük içinde yeni besteler çıkıyor dillere yapışıyordu. Direniş kendi müziğini yaratmıştı, kültürü kucaklaşma ve birbirine danışmadan bir işin ucundan tutmak olmuştu. Direniş kültürünü yaratıyordu, yeni insanına ilk dokunuşunu veriyordu. Parçalıyordu geçmişe ait olanı, yeniden oluşturuyordu. 

Direniş parçalıyordu, yeniden yeniden oluşuyordu binlerce yıldır yoğrulan insan yeniden biçme giriyordu. Ankara garında bu sefer vücudum parçalanıyordu, ruhum ile birlikte. Yeniden biçe giremiyor, arkadaşımın kazağı üzerine bir nokta gibi etim saplanıyordu. Özgürlük türkülerimiz dillerimizden çıkmış barut kokusu ile havaya karışıyordu. Korkunçtu, korkunç olanı yaşıyordum ve korkunç olanın korkunç olduğunun bile farkında değildim. Parçalanıyordum… 

Ankara garı, birinci dünya savaşı başlangıcında Varşova garı önünde gibiydi. Aniden gökten gelen bir bomba patlamıştı Varşova Garı önünde ve onlarca insan hava uçmuştu, umut dolu, gideceği yerin hayalini kurarken, geldiği yerden hayallerini getiren insanlar. Varşova Garı 1 Eylül günü havaya uçmuştu, gökten yapan Nazi bombaları eşliğinde. Ankara Garı önündeydik, arkamızda bir bomba patladı, umutlarımızı, söyleyeceklerimizi ve yaşayacaklarımızı havaya uçurmuştu. Tıpkı Varşova Garı önünde bekleyen isimsiz insanlar gibi, kimse onların acısını ve yasını dahi tutamadı, birkaç günde Almanya bütün Polonya’yı işgal etmiş, işgal güçleri hayatta kalanları kamplara götürmek için trenlere bindirmişti. Gar yıkıntısı altında ölülerin kanlarının üzerine basarak geçmişti kamlara giden Yahudiler, Komünistler… Kanlara barak gittiler acılarını yaşayamadan… Acılarımızı yaşayamadan kanlarımızın üzerine basarak yardıma koştu dostlarımız. Etrafı kaplayan gaz bulutu altında... Yardıma geleceğine gaz sıkmışlardı, kanlarımızı temizlemek ister gibi Toma’lardan su sıkmışlar, nefes alamaz halde bırakmışlardı. Ölüyorduk, nefesimiz ciğerimize gitmiyordu. 

Nefesimizi ciğerimize gitmiyordu, son nefesimizi gaz bulutu eşliğinde veriyorduk. Eskiden olsa öksürür, küfür ederdik, şimdi sesim çıkmıyordu, son nefesim gaza karışmıştı. Üzerimizde bomba patlamış, arkasından gaz fişekleri yanlarımıza düştü, beyaz dumanlar çıkararak.  Ölüyorduk, ölürken bile etrafımızda yaşanan koşturmaların farkındaydık, izliyorduk. Her şey bizim dışımızda gerçekleşiyordu. Bizim dışımızdaydı ama merkezinde biz vardık. Parçalanıyorduk, uçan parçamı gördüm biraz gözlerimin önünden geçti, tansiyon düştüğünde gözün önünden geçen bir karaltı gibi. Geçti gitti… 

Geçti gitti, gözlerimin önünde her şey geçti gitti, farkındaydım, izliyordum. Vücudum beni terk etmişti ama bilincim hala benimleydi. Duman, kan, beton, arkadaşımın bir parçası üzerimde. Kanım kanına karışmış, kanı kanıma karışmıştı. Kan kardeşi olduk. Hiç tanımadan, istek yapmadan, bir olduk, tek gömleğe giren canlar olduk, bir olduk. Hepimiz birdik, birimiz hepimiz oldu. İnanmıyorsanız gelin bakın gömleğimizin içine, her birimizi görürsünüz. Kimse bizi birbirimizden ayıramayacak, çünkü arkamızda patlayan canlı bomba bizi tek yapmış, yüreğimizi arkadaşımızın eline düşürmüştü. 

Bu meydan kanlı meydan, bu meydan barış isteyenlerin sesi oldu.

Bizler de bir gün bir kavgada, bir meydanda sizlerin sesinize karışacağız, sessizce. 

"O büyük gün geldiğinde 
ben kimbilir kaç yıldan beri 
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde 
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım 
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi 
uyanıp, sesimi kimse duymadan 
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla 
kara toprağın altından, ben de haykıracağım. 
Unutup geçmişte kalan acı dünü 
kimbilir belki bir kış günü 
üzerimi yorgan gibi kaplayan 
bembayaz karın soğuğundan.... 
ya da sonbahar mevsiminde 
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım 
ve milyonları saran o doyulmaz sevince 
ben de sessizce ortak olacağım. 
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da 
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım 
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da 
kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım 
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma 
o müjdeyi ben doğadan alacağım 
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama 
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.”

20 Ağustos 1981'de Adana Cezaevi'nde haykırmıştı Mustafa Özenç, 10 Ekim günü saat onu dört geçe aynı şekilde haykırdık. 

Duygularımız ortaktı, dileklerimiz ortak. 

Ankara Garı önündeydik, an KARA oldu!


İsmail Cem Özkan

5 Kasım 2015 Perşembe

Lobi mi, devrim mi?

Lobi mi, devrim mi?

Kürt sorunu ülkemizin en zayıf noktasıdır ve bu zayıf nokta ülkede oluşan ve oluşmakta olan cepheleri ve kırımlarda belirleyici olmaktadır. Çatışmanın düşük yoğunluklu olmaktan sıcak savaşa evrildiği dönem sonunda yeninde düşük yoğunluklu çatışmazlık ortamının başlaması umut edilmektedir. Çünkü Kürt sorunun tarafları olan devlet ve PKK bu süreç içinde kendi ellerinin güçlendirmek için ara verilen (buzdolabına kalkan) dönemde masa başında yaşanan bilek güreşini açık alanda sıcak çatışmaya dönüştürerek, halk desteğini ya da desteksizliğini kanıtlamaya gitmiştir. Masa başında, ‘hani halk arkandaydı, hani güçlüydün’ diyebilmek için var olan tüm örgütlü yapıları susturmak ve dağıtmak adına baskısını artırmıştır. Düşük yoğunluklu savaş henüz sonlanmamıştır, çatışmazlık ortamı güçlerin masa başında yerleri alması ile başlayacaktır. Ama sorun çözümü basit bir yol değildir, Ortadoğu’da yaşanan her gelişme bu sorunun çözümünü daha da karmaşıklaştırmaktadır.

Her etnik mücadele ulus devleti için yapılan mücadeledir…

Ülkemiz ulus devletidir, anlamı homojen toplum yaratmak için içinde bulunduğu ‘öteki’ olarak görünenlerin toplum çoğunluğu gibi olmasını sağlamak adına, eğitim, ordu, emniyet, maliye, sanayi… vb devlet kurumları aracılığı ile baskı kurmak ve onu eriterek yok etmektir. Ulus devletin en önemli koşulu ya içindekini asimile edecek ya da mübadele yolu ile devleti olanı kendi devletine anlaşmalar içinde göndermek. Ulus devleti, belirli bir coğrafyada yaşayan, belirli bir bayrak altında olan her vatandaş o ülkenin bireyi olmayı kabul ettiğini kabul eder, çoğunluk millet adına cezai yollarını meşru görerek uygular. Öteki aslında ceza alması gereken ve çoğunluk içinde erimesi gerekendir. Hangi ulus devleti olursa olsun bu kural Fransız devriminden sonra genel doğru kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Soykırım ve mübadele bu kavram ile anılması tesadüfen değildir, her ulus devleti katliamlar zemine oturmuştur, asimilasyonun adı uyum ile değiştirilmiştir. Ulus devletlerin doğuşu hep sancılıdır, doğduktan sonra daha büyük acıları içinde barındırır. 

Türkiye kurulmadan önce ve kuruluktan sonra Kürt ulusal mücadelesi ile yüzleşmiş ve her seferinde birbirine benzer yönetmeler ile bu uluslaşma yolunu kendi siyasi hakiminde olan coğrafya içinde sorunun üstünü örtmüştür. Bugün artık saklanamayan bu gerçek ile uzun süren düşük yoğunluklu savaş ya da başka değim ile kirli savaşın sonucunda artık hepimizin kabul etiği ve saklanamayan bir gerçektir. Bu kadar ortalık alana düşmüş ve her bireyin bir şekilde canını acıtan bu sorun her hangi bir şeyin altına itilecek konumda değildir ve ertelenen sorun artık çözüm bulunmak zorundadır. Bu çözümün zorunlu olmasının  nedenlerinden biri elbette dış ülkelerde ya da komşu ülkelerde gelişen iç savaşın ve sonucunda bize yansımasıdır. Katliamlar, sorunun çözümü için acil bir şeyler yapılmasını zorunlu kılan uluslar arası vicdanın kanamasına neden olmuştur. Eğer Saddam Hüseyin Halepçe Katliamını yapmamış olsaydı, Irak bu kadar kısa sürede işgal edilecek konuma gelmeyecekti. Halepçe Kürt halkının uluslaşma sürecinde en önemli kırılmalarından biridir, bugün devlet gibi özerk bölge olmasının başlangıcını işaret eder. Elbette Halepçe öncesinde bir çok katliam yaşanmış, ulusal mücadelede en ileri uçlar ortaya çıkmış olsa da o coğrafyada değişimi sağlayan iç güçlerden daha çok dış güçlerin etkisi olduğunu son yaşadığımız çağdan bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Irak’ta yaşanan bu değişimin elbette ülkemize etkisi büyüktür, çünkü Kürt ulusu artık uluslar arası ilişkiler içinde önemli bir konuma gelmiş ve korunması gereken uluslaşma sürecinde olan haklar konumundadır. Güney Kürdistan olarak kabul edilen ırak Kürdistan’ı devletleşme için önemli adımlar atmış ve devlet mekanizmasını kurmuştur. Fiili olarak devlet konumunda olan özerk yapının artık pratik atılacak adımın zamanı kollanmaktadır. 

Suriye iç savaşının başlaması ile devlet gibi ama devlet olmayan Kürdistan yeni bir parça sınırları belli olacak şekilde eklemlenmektedir. Lider ve önder kadrolarının farklı olması bu iki parçanın hemen birleşmesinin önünde en büyük engel gibi durmaktadır. Elbette burada ki siyasi adımları iç dinamiklerden daha çok dış ülkelerin çıkarları belirleyecektir, ya ayrı ya da birlikte ya da bunların dışında başka bir çözüm yolu ile devletleşme yolunda olan ulus devleti gerçeği ile karşı karşıyayız. 

Türkiye içinde yaşanan gelişmeler bunlardan bağımsız yorumlanamaz, yorumlandığında ise eksik kalır. Türkiye NATO ülkesidir. NATO bizim ülkemizin tarihini darbeler ile içli dışlı ilişkileri olan bir kurumdur. NATO hem geçmişimizi hem de geleceğimizi belirleyen en önemli kurumların başında yer alır, çünkü NATO bilgisi ve şemsiyesi altında oluşturulan GLADİO (Kontrgerilla) yapısı günlük cinayetlere ve katliamlara parmak izini bırakmaktan çekinmemiştir. Ülkemiz içinde bağımsız bir ulus devleti kurma amaçlı savaş yaptığını söyleyen bir örgüt yoktur. Uluslaşma yolunda önemli adımlar atmış, ulus kimliğinde olması gerektiği gibi aidiyet duygusu gelişmiş, diline ve kültürüne sahip çıkan bir hareketten söz etmekteyiz. 

Birlikte yaşama ve bir arada geleceğe bakma söylemini hem iktidar hem de masanın diğer tarafında olan PKK söyleminde dile getirilmektedir. Ortak bir söylemin yakalanmasında elbette yaşanmış geçmiş bir sürecin tecrübesi yatmaktadır. Bugün ki somut durum, NATO’ya rağmen, dış ülkelerin konumuna ve çıkarına rağmen sorun eskisi gibi yok sayılamaz, askeri ve silah ile bastırılamaz konumundadır ve çözüm kaçınılmazdır. O halde olması olasılığı yüksek olan henüz ilk işaretleri siyasi arenada görülmeyen bir durumu tartışmaya açmayı doğru buluyorum. Eğer Güneyde bir bağımsız Kürdistan kurulursa Kuzeyde yer alan Kürtler hangi tercih ile baş başa kalacaktır? Eskisi gibi silahlı mücadele yapmaya kalkarsa lojistik destek aldığı yeni kurulmuş ülkenin çıkarına uygun olmayacağı için orada çatışma kaçınılmazdır. Bu çatışma Kürt ulusuna vereceği zarar beklenenden daha büyük olabilir. Ya da tek devlette Kürt devletini büyütmek ve yaşaması için Stalin’in 1924 yılında geliştirdiği ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ kuramına bezer bir tercih yapacaklar. Bu da yeni kurulmuş Sosyalist devletin çıkarı için ülkemizde TKP’nin aldığı tavra bezer bir tavrı Kürtler almak zorunda kalabilir mi? Bu şu anlama gelmektedir; modern söylem ile ‘Lobi’ faaliyeti yürüten ve yanı başında yeni kurulan ülke çıkarı için her türlü özveriyi gösteren o ülkenin kültürüne sahip insanların tercihi ve örgütsel yapılarını belirleyecektir. 

Kürdistan devletinin güney sınırlarımızda kurulması ülkemiz içinde gelişen uluslaşma sürecinin bir devlet ile taçlanmasının önünde ki en büyük engel olacak ve bir arada yaşamanın yolları aranacaktır. Modern dünyanın ve ülkemiz gerçekliği içinde kabul görebilecek en önemli bir çözüm sürecinin kapıları güneyde yaşanan gelişimlere bağlı olarak açılabilir. Ülkemiz son kırk yılını sürekli ve istikrarlı bir şekilde kriz ve kaos ortamındadır. Bu kaos ve krizden çıkabilecek ne alt yapısı mevcuttur ne de siyasi irade. Onlar çevremizde gelişen olaylara bağlı olarak savrulmakta ve akıllı tepkiler yerine duygusal tepkiler vererek ülke toprağını daha fazla kana bulamaya ve haklar arasında düşmanlığı geliştirmekten öte bir şey yapmamaktadırlar. 

Sorun mutlaka bir şekilde çözülecektir… 

Kürt halkı ve onun temsilcileri olma olasılığı yüksek olan bir Kürdistan Devleti karşısında alacağı tavır, lobi faaliyeti yürüten demokratik kitle örgütü olmak yolunda mı, ya da devrim için mücadele etmek şeklide mi olacağını kendileri karar verecektir. Elbette bu konuda homojen bir sonuç çıkmayacaktır ama çoğunluğun tercihi ülke içinde yaşanacak ‘yeni’ barış sürecinin belirleyicisi olacaktır. PKK ve devletin masa başında ve kapalı kapılar, kalın duvarların arkasında izole edilmiş odalarda yapılan her türlü pazarlık halktan kopuk ve üstten aşağıya dayatma şeklinde olacaktır. Ülkemizde her türlü siyasi gelişme tabandan değil, yukarıdan aşağıya şekilde uluslar arası emperyalist güçlerin çıkarına uygun şekilde olmuştur. 

Halka sorulmayan ve halka rağmen bir değişim sürecini yaşamaktayız. Bu süreç sonucunda akan kanlar bizden, çıkan sonuç emperyalistlerin çıkarına uygun olacaktır. Her ne kadar ‘Tek Ülkede Kürdistan’ fikriyatı çatışma halinde olan güçlerin çıkarlarına uygun olsa da siyasette genelde bizim öngörülerimiz değil, yaşamın akışı belirleyici olmuştur. Eğer lobi faaliyeti içinde olacak olursa ülkemizin sağ iktidarı bir taş ile birden fazla sonuç elde edecektir. TKP’nin yirmili yıllardan başlayan ve kendisini fesih ettiği döneme kadar Türkiye devrimci çizgisine yapmış olduğu katkı ne kadar ise lobi faaliyeti içinde yer alacak ‘solcu’ Kürtlerin de katkısı o kadar olacaktır. Öncelik Kürdistan’ın çıkarı görenler elbette Türkiye’de gelişecek olan her devrimci çizginin önünde çıkarları gereği engel olmaktan başka seçenekleri yoktur. İlk işaretini Gezi sürecinde elde edilmiş bir ‘muhatabı’ kaybetmemek için yapılan tercihlerden anlayabiliriz. 

Çözüm eğer bağımsız bir devlet kurmak ve ayrışma değilse, o zaman koşullara uygun şekilde ortak bir yol bulanmalı ve artık akan kanın durması zorunludur. 

Katliamlar, cinayetler bu hakların kaderi değildir…

Barış hemen diyorsak, öncelikle silah ile güçlerin güç gösterisinden vazgeçmesi, namluların ucundan silah değil çiçek çıkmalıdır. Yaşanan tüm geçmiş ile yeniden yüzleşilmeli ve işlenen cinayetlerin faillerinin üstü örtülmemelidir. Bir arada yaşamanın gerekliği olan düzenlemeler yapılmalı ve ulus devletten olmaktan çıkarak çok kültürlü bir devlete eğilirken, kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıkların ortadan kalkması zorunludur. 

Geleceğimiz Ortadoğu ülkesi olmaktan değil, tek doğrunun hakim olduğu, tek liderlerin yaşandığı, tek dilin, tek dinin, tek mezhebin çoğunluk olmadığı, azınlıkların hakları korunduğu ve pozitif ayrımcılık ile güvence alındığı çağdaş olmasını arzuluyorsak öncelikle bunun önünde yer alan ulus devlet anlayışını yıkmak, bir arada yaşamın koşullarını geliştirmek zorundayız. 

Ne yazık ki bugün ki karanlık ortamda bunları söylemek bile karanlık içinde kıvılcım olmaya yetmiyor. Karanlık ortamın yarattığı kaos ve kriz ortamında ülkemiz geleceği hakkında bizlerin söz söylemesi dışında müdahil olabilmemiz için örgütlenerek artık iç dinamikler ile bu karanlığı parçalayabileceğimiz söylemek isterdim. Ben olma olasılığı olan bir durumu erkenden tartışmaya açarak, 12 Eylül’de çamurlu bir zemine düşen sol güçlerin bir an önce toparlanmasını ve yeniden ayağa kalmasını arzuluyorum. Çünkü lobi faaliyeti içine girecek Kürt güçlerin solu hepten daha derin kuyuya iteklemesi kaçınılmazdır. Onların iradesi dışında gelişme olasılığı yüksek olan bir durumdur. 


İsmail Cem Özkan