Galata Gazete


31 Ocak 2024 Çarşamba

Popülizmin sonu genelde hüsrandır...

Popülizmin sonu genelde hüsrandır...

Can Atalay artık milletvekili maaşı alamayacakmış... Koltuğa oturamadı ama maaşını da kesmişler, yasal olarak!

Can Atalay mücadelesi vekil seçtirip sadece onun özgürlüğü için verilen mücadelenin ne kadar altının boş olduğu gerçeği ile karşılaştık, çünkü Can Atalay işlediği suç diye gösterilen kararda tek değildi, bir bütündü. Hiç ayrım yapılmadan tüm gezi tutsaklarına özgürlük mücadelesi verilmesi gerekliydi... Can Atalay birey olarak öne çıkarılıp, sadece onun özgürlüğü ve vekilliği için yapılan mücadele yasalara uygun şekilde, yasaların üzerine göz göre göre basa basa, anayasa mahkemesini kaale almayan bir tutum ile vekilliği düştü, demektir ki hukuk maddeleri içinde yapılan mücadelede her zaman kaybetmeye mahkum, çünkü yasaları belirleyen ve nasıl yorum yapacağını anlatan bir siyasi irade var ve bu irade açık açık bir şey söylemesine gerek yok, zaten onun adına düşünenler o söylemi geliştirip, hakimlere nasıl karar vereceği önceden sınırları belirlenmiş oluyor. Ya ver koltuğunu, masanı, kariyeri koru ya da sürgün, erken emeklilik, pasif göreve olmazsa “Silivri çok soğuk” denildi...

Siyasi mücadeleler siyasi verilir, mahkeme önünde nöbet tutularak siyasi mücadele olmaz...

Bir zamanlar İstanbul şehir tiyatrosu önünde nöbetler tutulmuştu, dönemim belediye başkanlığı tutup bir spor öğretmenini oyuncuların başına denetmen olarak atadı. Sonuç ne oldu? İşinden olan oyuncular ve kocaman bir sessizlik... “Tiyatro iyileştirir” dediler, “özgürlük” dediler, “biz karar vereceğiz” dediler… En sonunda yeniden tiyatro sahnesinde oyun sergilemek ve oynamak için iktidarın değişimini beklediler...

Yaşananlardan ders çıkarmayanlar yaptıkları eylemi ilk defa kendilerinin yaptığını savunup, denenmiş ama sonuç alınmamış eylemlerden pozitif sonuç çıkmayacağı biline biline, insanları soğukta bile bile, yürüte yürüte bir şeyler yapılıyor gibi gözükülür...

Sonunda biri de aldığı siyasi kararı, hukuku yeniden yorumlatarak uygulatır...

Karar sonrası muhalefet önce bir bardakta fırtına çıkaracak şekilde protestolar ve zamanla sönümlenecek süreç... Vekiller maaş almaya devam edecek, ara ara kürsüye çıkıp kimsenin dinlemediği söylevi yapacak ve görevini yaptığı için maaşını hak etmiş olacak... Bu arada Can Atalay fotoğrafları odalarında seçilen ama onaylanmayan vekil diye sergilenecek... Halkın vekili halkı temsil edemiyor denilecek...

Seçilen halkın belediye başkanları da yerlerine kayyum atandı, onlara başkanlık yaptırılmadı. Halkın başkanı halk adına çalıştırılmadı, bir bölümü içeriye alındı, bir bölümü pasifize edildi... Halkın belediye başkanı halktan uzakta seyirci olarak kaldı, kayyumlar ise baklava parasını dahi bütçeden aldı!

Yerel seçimlere yaklaştığımız bu günlerde soru şu: seçimle kazanılan belediyelere kayyum atandı ve sonuç olarak hiçbir şey yapılamadı. Şimdi yerine kayyum atanan seçilmiş belediye başkanlarının bir bölümü ve aynı görüşe yakın adaylarda yeniden seçime giriyor ve onlarla birlikte birçok belediyede de seçimini kazanacak. Ortada değişen yasa, düzenleme olmadığına göre yeniden kayyum gerçeği ile yüzleşmek kaçınılmaz, bu durumda kayyum atamalarına karşı ne yapılacak? Önemli olan seçimi kazanmak değil, kazandığın alanı koruyabilmek diye bilirim...

Seçimlere muhalif partilerin güçlü olduğu yerde muhalif sol partiler ya da yapılar seçime giriyor, soru şu olmalı: sizin rekabet ettiğiniz parti muhalefet partisi mi?

İktidarın güçlü olduğu yerlerde neden güçlü adaylar ile seçim yarışına girilmez de, var olanı korumak, bu rant/gelir bana yeterli diyerek yandaş adaylar ile seçim yarışına girilir?

Faşistlerin ve dincilerin en güçlü olduğu yerlerde yapılan her seçim çalışması ileriki zamanlara gönderilen mesajdır, kazanma azminin göstergesidir... Sol kazanmak istemiyor, örgütlenmek istemiyor, var olan bana yeter diyerek sol çevre içinde kapalı bir yaşamda, bölünme yarışı içinde görünümü hakim...

Sol siyaset ancak faşistlerin ve dincilerin yoğun olduğu yerde çatışmayı göze alarak siyaset yapmaktan geçiyor... Kazanılmış mevzilerde konforlu siyaset yapmak ne siyasi yapılara ne de ülkeye bir yarar sağlamadığı ortada değil mi?

Neyse ki mecliste okunan karar ile tek vekilin maaşı düştü, ya diğerlerin maaşı düşseydi, ne olacaktı?

Popüler siyaset ile yol alanların, diğer sorunlar karşısında tarafsızlığı, hareketsizliği ortada olmasına rağmen, kendilerince yarattıkları gündem ile tüm duyarlı kamuoyunun arkalarında olmasını arzuluyorlar. Fakat buna benzer beklentiler kısa süreli yerine getirilmekte ve kısa sürede sönümlenmektedir, çünkü ülkede o kadar hızlı gündemler değişiyor ki, nerde başarı, nerde başarısızlık olduğunu takip etmek ve yorumlamak da o kadar güç oluyor… popüler siyaset sürekli yeni popülist siyaset ve konu arayışında olur ama kökü olmaz, kalıcı olmaz…

İsmail Cem Özkan

Savaş bitti dediler, biten bizlermişiz!

 Savaş bitti dediler, biten bizlermişiz!

Zamanı ve coğrafyası olmayan bir yerde yaşanmıştı duygular, her zaman ve değişik coğrafyalarda da yaşanacaktı aşağıda yazılanlar… Çünkü her toprak kan ile sulandı bu dünyada, sulanmaya da devam ediyor. Henüz kan kurmadan yeni kanlar dökülür oldu, toprak öldü, insanlık öldü!

Savaştan çıkan biri nasıl algılar hayatı?

Sessizce kulak kabarttım, oradan gelen sesleri dinledim.

 Hepimiz savaştan çıkmıştık, yorgunduk. Bir bölümümüz yaralı, bir bölümümüz aramızda değildi...

Savaş sonrası yaşanan duygular anlatılamaz, çünkü hiçbir şey hissetmiyor insan, ne düşündüğü ne yaşadığı belli değil. Düşman olarak gördüklerin ile savaş bitmiş, artık bir arada yaşamak zorundaydık, barış ötekileştirilenlerin birliği olmuştu ve hiç düşünülmemişti bir arada yaşamak...

Yaşamak...

Sözde yaşıyorduk, nefes alıp veriyor, sonra etrafa bakıyorduk... Daha düne kadar barikat vardı, düşman saldırısına karşı elde silah nöbet tutuyorduk...

Nöbet yoktu şimdi, ne yapacaktık?

Savaş bitmişti ve hepimiz yaşadığımız için şükrediyorduk, belki de sessizce başımıza ne gelecek diye belirsizliğin altında eziliyorduk... Ayrılanlar aramızdan, yok olanlar, gerçek isimleri neydi? Barikatta birlikte nöbet tuttuğumuz insanların gerçek isimleri yoktu, hepsinin kod ismi vardı, uydurulmuş isimler... Nasıl da benimsemiştik kod isimleri, nasılda gerçek kabul etmiştik...

Kod isimlerine şimdi gerek yoktu, sonunda barış gelmişti...

Savaş bitmişti, biten savaşa barış diyorlardı... İsimsiz zamanlar başlamıştı, hepimiz her şeyi yeniden öğrenecektik, en zorunda bir arada yaşamayı... Bir arada yaşamak demek barış demek olduğunu o gün ilk defa idrak ettik... Bir arada yaşamak, ötekileştirmenin kalktığı bir zaman! Barış bu dedik ama hayatımızda değişen pek bir şey yoktu, savaş bitmiş olmasına rağmen biz hala ötekiydik!

Öteki olmak, tarihin başlangıcından bugüne suçlu olarak adlandırıldı...

Öteki olmaktan vazgeçilmemişti, üzerimize yapışmıştı öteki kimlik...

Öteki, yani gizli düşman!

Düşmanlık varsa, nasıl olur barış?

 Düşman ya da öteki olan yerde olur mu barış?

Kısaca bize dediler “barış geldi”, aslında namlular susmuştu, bizi barikattan çıkarmışlar, sonra çaresiz olarak kendimiz ile baş başa kalmıştık. Başımızda ne komutan ne de yönlendiren vardı, hani derler ya sudan çıkmış balık gibiydik, suyun içinde balık gibi nefes almaya çalışıyorduk. Bir başınaydık, yalnızdık, ellerde sanki sergileniyor gibiydik.

Kurşun gelmiyordu ama kelimeler uçuyordu havada, daha yaralayıcı, daha can acıtıcıydı.

Belki savaş barış geldiği an yeniden başlamıştı…

Barikat yoldaşlığı bitti ve “ötekiler öte tarafa” dendi...

Yaralarımızı sarmışlardı ama toprağa vermekten de çekinmiyorlardı. Peki, neden yaralarımızın iyileşmesini istediler?

“yaralı güvercinleri” iyileştirip öyle mi vuracaklardı?

Ötelenmişlerin bir arada yaşamı başlamıştı...

Öteki ötekinin kurdu mu oluyordu?...

Ötekiler arasında oluşan güvensizlik bir anlamda çınar ağacının gövdesinde mantarların çoğalmasına yol açıyordu. Hepimiz biliyoruz ki mantarlar çınları bile yok edecek güce sahiptir ve sadece zamana ihtiyacı vardır…

Ötelenmiş, düşmanlaştırılmış, hedefe konmuş artık ne dersek diyelim coğrafyada yaşayanların önünde fazla bir seçenek yoktu. Ya olduğu yerde devletin baskısı altında ezilecek, bir gün bir gece yarısı ya da sabahın erken saatinde gelip alacaklar ve bir devlet deresinin içinde nefessiz yatacak ya da işbirlikçi olup en yakının nefesi karşılığında nefes alıp verecek… İkinci seçenek ise kendi kimliğini kaybedeceği büyük şehirlere, ülkelere göç edip, kendisini gizlemek. Kimliği değiştirdi, takma isimler yoktu ama taşındığı yere nüfusunu aldırarak memleketin ismi de yoktu kimliklerinde… Yoktu ata toprağı, yoktu geçmişi, öteki olmaktan kaynaklanan ötekileştirmekten kurtulmak için çoğunluğun içinde çoğunluğa benzeyerek yok oluyordu...

Sessiz kalana daha fazla üzerine gitmediler, sessizce kulağa fısıldanan yasalarda yoktu ama hayatın içinde vardı “ya kimliğini kabul et, ya da yok ol” denmişti…

Yok oluyorduk birer birer ve barış ancak ötekilerin dili, kültürünün yok olması ile geleceğini söylediler...

Cephe savaşı bitmişti ama sath savaşı bizim üzerimizden devam ediyordu...

İsmail Cem Özkan

29 Ocak 2024 Pazartesi

Siyaset popüler olanı kullanır, yeter ki ona para ve oy olarak dönsün!

Siyaset popüler olanı kullanır, yeter ki ona para ve oy olarak dönsün!

 

Yaklaşmakta olan yerel seçimler ve belediye başkanları listesine baktım, listede Yavuz Bingöl’ü gözüm aradı açıkçası, AKP saflarında örneğin Ankara’da Çankaya’da aday olsa seçilirdi! Yavuz'a adı Yavuz olmasına rağmen Aleviler ve eski solcular oy verirdi!

 

Nereden mi çıkarıyorum?

 

Başka bir örnek vereyim o zaman!

 

Yılmaz Erdoğan, soyadı Erdoğan’a benzemesine rağmen onun sadık taraftarı ve sürekli yanında olan bir iş adamı, her ne kadar kendisini sanatçı, yönetmen tanımış olsa da o bir işadamı. Her işadamı gibi kaybedeceği şeyler var ve riske giremez. Bugün iktidar ile yakın olmak, işbirliği içinde olması onun daha rahat ve konforlu yaşaması için bir nedendir. Çatışma yerine işbirliği ve ortaklık! ... O da örneğin Mardin'de Ahmet Türk’ün karşısına aday olsa (MHP ya da AKP farketmez) kazanırdı...

 

MHP ve AKP işbirliğinin oluşturmuş olduğu Cumhur İttifakında hangi parti adında gittiğinin pek önemi yok, seçmeni her ikisine de oy verebilir, yeter ki parti merkezinden adayımız bu densin…  Çünkü Yılmaz Erdoğan’ı izleyen hatırı sayılı Kürt ve solcu taraftarı var, ne yapsa en çok izlenen, en çok takdir gören biri... AKP ve Erdoğan'a desteği biline biline sol çevreler içinde en çok paylaşılan ve yaptığı filmler ile takdir gören biri, çünkü Erdoğan hangi nabza nasıl şerbet vereceğini biliyor... Mardin'in eski eniştesi olur her ne kadar boşanmış olsa da!

 

Bana göre yanında ki siyasetçiler Tayyip Erdoğan’ı yanıltıyorlar, her yerde kazanmak istiyorsa siyaset içinde olan ve üstelik kendi yanında olan sanatçıları da verimli kullanmalı! Onları da gerekli gördüğü yere aday yapmalı...

 

Bugün Türkiye'de popüler sanat yaptığını iddia edenlerin çoğu gizli ya da dolaylı Erdoğan taraftarıdır... Elbette sanat piyasa işi olduğunu unutmayın, para ile satılmayan eserler sanat değil çöptür şimdilik, ileride değerli olur mu onu bilemem!

 

Bu seçimde eski, yeni milletvekilleri aday olacak, onların yanında siyasete ilgi duyan ama yeteri kadar arkası olan sanatçılarda girecek, fakat gün geçtikçe bu olasılık azalıyor, sanatçıdır sonuçta, ne yapacağı belli olmaz, omurgası yok bakış açısı içindeler... Bir bakarsınız ödül töreni sırasında yüz ifadeleri ile ödül alanın arkasından mesaj verir, bir yere başkan atanır, bir bakarsınız aldığı hibeyi amacının dışında kullanır, gider bir pencereden halkı selamlar, çünkü sanatçı ortamını iyi kollayandır, gemi batıyor diyerek birden ters tarafa selam göndermiş onların gözdesi olabilir. Omurgasızlık çağımızın tipolojisi oldu, çünkü omurganın var olması demek duruş demek, o duruş içinde zemin gerek, zemin de nasıl ve nereye bakması gerektiğini belirtir, sanatçı bu durumda para kazanamaz, hibe alamaz. Sanatçılarımız riske girmeden geçici güzelliği ile para kazandı kazandı, yoksa sigortası yapılmamış Yeşilçam artistleri gibi olur... Ortada olan son onlara omurgasızlığı öğütlüyor ve onlarda bunu yapıyor!

 

Eskiden sanatçılar vekil olur, emeklilik hakkını garanti altına alır, mecliste olmaktansa sahne sahne dolaşır. Vekil olmaktan dolayı açılan işlerinden para kazanmaya bakardı, en sonunda başkanına bağlı kalır, vekil emekli maaşını garantiye alana kadar sessiz, gerçi diğer zamanlarda da sessizdir ama olsun o vekil maaşı için her türlü hakareti, her türlü küçümsemeyi sineye çeker, sonra mizahın dili ile yanıt verir… Belediye başkanlığı öğle mi, onların emekli maaş garantisi yok ama belediye iştiraklerine müdür olup çifter çifter maaşlar, ihalelerde yandaşı görürken, yandaşın kendisini görmesini kullanır, bakıyorsunuz belediye başkanlarına şehrin / ilçenin/ beldenin emlak zengini olmuş! Seçim öncesi ve sonrası emlaklar incelenmediği için belediye başkanı her türlü cüreti üstüne alır ve yanında, eşine dostunu görür…

 

Çevresi zengin olan kendiside zengindir!

 

Belediye başkanı olmak demek, kendi işyerine, oteline, pansiyonuna misafirin garanti olmasıdır. Tüm başkanların çevresinde otel, pansiyon sahiplerin, lokanta, cafe sahipleri tarafından çevrili olması tesadüfi olmasa gerek! İşbirliği, iştirakler, ortaklıklar iç içe geçmiş kavramlar olur mu?

 

Belediye meclis üyeleri ise başkanlar kadar olmasa da ihaleye çıkacak arazileri önceden öğrendikleri için bakmışsınız bazı araziler sahiplerini bulduktan sonra açık artırmada satılmış... zurnanın zırt dediği yer burası: buna sanatçılar onay verir mi? Vermeeeez, o yüzden belki sanatçıları seçmiyorlar, ya da aday yapmıyorlar “olabilir!”…

 

Seçimde neden popüler sanatçılar belediye başkanı olamaz diye sormuyorum bile, ama onları vekil yapanlar neden onları belediye başkanı görmek istemezse yanıt arıyorum!...

 

Zekasını liderine teslim edenler, her zaman başkanın izin verdiği kadar kazanır ve zengin olur. Sonuçta gemicikleri olanlar her türlü malı uluslararası sularda dolaştırır, getirir Mersin Limanına bırakır. Gelen malların arasında uyuşturucu, sentetik maddeler olmuş olabilir canım, kim sorabilir ki, yakalanır mal, arada yakalatmak gerek, sahibi olmadığı için imha edilir gibi yapılıp iç piyasada yeni para hareketlenmesine sebep olabilir… Alan memnun, yakalatan memnun, yakalayan memnun olduğu zamanlarda kimse bir şey soramaz, sorsa da kanıtlayamaz...

 

Hayat bu içinde çok sürprizleri barındırır, gençlik hayallerinde olmayanı yaşayan, refah ve zenginlik içinde, ülke ülke dolaşıp, her ülkede kumarhaneleri gören, kadınları ile cinsel fantezisine hayat bulan bir yaşamı kim istemez!

 

Keşke bende öyle bir lider tanımış olsaydım! Omurgamı söküp atar, dolmalık derimi sunardım, içine kim neyi doldurursa!

 

Kutu kutu para, sen bunu unut! Unutmayanlara ise unutturacak yöntem mutlaka vardır!..

 

İsmail Cem Özkan 

 

28 Ocak 2024 Pazar

İki Efendinin Uşağı Alaturka

İki Efendinin Uşağı Alaturka

 

Tiyatro salonuna girdiğimde ilk dikkatimi çeken sahne ortasında kocaman beyaz nokta gördüm. Işık o beyaz alanın üstüne vurduğunda ise bir gökkuşağının iç içe geçmiş renk bileşimini, renkler arasında geçişe şahitlik ediyoruz. Seyirci salonun içine girip oturacağı koltuğu ararken seyircilerin o beyaz alana ayağını basmadan kenarından dolaştıklarına şahitlik ediyorum.

 

Eğlenmeye gelmiş ve eğlenceli bir oyunun parçası olacağı beklentisinin ağır bastığı seyirci ile karşı karşıyaydım. “Umarım” diyorum kendi kendime “önyargılarım, oyuna karşı bir duvar oluşturmaz…” her insanın yetiştiği koşullardan, içinde bulunduğu atmosferden kaynaklı önyargılarını hep yanında taşıyor. Kapıda biletleri kontrol eden görevliye gelenlerin çoğunluğu cep telefonu ekranını göstererek salona giriyor. Zamanımız kağıt tüketimini ortadan kaldıran ama dijital kirliliğinde oluşmasına sebep olan bir sürecin içindeyiz, neyse ki dijital kirlilik şu anda ve burada bizi direkt etkilemiyor, hepimizi elinde bulundurduğu cep telefonlarının içi ile sınırlı…

 

Oyunun başlamasına daha dakikalar var, o beyaz alana bakıyoruz… Etrafında konumlandırılmış sandalyeler ve yanlarında tefler durmakta… Işık hala merkezdeki o beyaz üzerinde hareketsiz durmakta…

 

…Ve oyun!

 

Ne güzeldi eskiden ve “… perde” denirdi, şimdi “… ve oyun” demek belki daha keyifli… Sahnenin açık olması, bir anlamda seyirciyi oyuna hazırlık, hani sahne öncesi kullanılacak enstrümanlarını ısıtırlar ya, ona benzer şekilde seyirciyi oyuna ısıtıyor, o yüzden perdesiz sahneler daha çok sever oldum…

 

Yazan Carlo Goldoni, İtalyan ve mizah yazarı. Mizah her ülkenin, her kültürün kendisine özgüdür, mizah öyle kolay kolay evrensel olamaz, çünkü o ince dokunuşlar ancak icra edildiği, yazıldığı dile özgüdür ve zamanın ruhuna uygun göndermeler mevcuttur.

 

Her Amerikan gülmece dizisinde gülme efekti var, burada güleceksiniz!

 

Zamanını ruhu içinde küreselleşme ile başlayan tüm medya araçlarında Amerikan mizah kültürü yerleştirme çalışmaları var. O yüzden belki bizim “milli ve yerli mizahi dizilerde” gülme efekti kullanılarak bir anlamda o dizlere öykünme var. Bu durum bende ki yansıması hepimizi Pavlov’un köpeği yapmaya çalışan eğitimin bir parçası olarak görmekteyim…

 

Rekin Teksoy çevirisini Kıvanç Kılınç öyle bir uyarlamış ki 18. Yüzyılda yazılmış eseri 20. Yüzyılındaki İstanbul’a, Edirne’ye taşınmış. Uyarlama sonrasında ikinci büyük işi yönetmen Muhammet Uzuner devralmış ve İtalyan mizahını öyle evirip, çevirmişler ki, bizim ortaoyunu, gölge oyunu, çağdaş dans ve mimikleri ile pantomimi içine alan yeni öyküye görsel şölene döndürmüş. Temelinde oyunun özü aynı ama üzerine giydirilen kıyafet İtalyan mizahını bizden yapmış…

 

Oyunun başlaması ile birlikte oyuncular toplu olarak ortadaki benim nokta olarak gördüğüm alana girdi. Alaturka bir eseri ve oyunun başlangıç öyküsünü bize ulaştırmaya çalışıyor ama müzik o kadar baskın ki (gerçi ben sanırım hoparlörün altında oturmuş olabilirim,) sahneden gelen sesleri pek algılayamadım ama hareketlerinden neler anlattığını çıkarmaya çalıştım…  

 

Kızını evlendirmeye çalışan bir baba, oğlunu evlendirmeye çalışan dini bütün ama o dini bilgisini çıkarına uygun şekilde yorumlayıp, yeni dini söylemleri yaratan bir babanın evlatlarının mürüvvetlerini görme heyecanı. Kız babası işine geldiği gibi davranış geliştiren, bir anlamda çıkarına daha bağlı ve çıkarına uygun davranış içindedir. Her mizah eserinde toplumun bir yönünü karikatürize edilerek yani özellikleri abartılarak anlatılır. Kıvır kıvır kıvıranların zamanı hiçbir zaman geçmez, her zamanın, her dönemin içinde bu siyasi, politik davranışlar hep var olmuştur. Güçlü ve parası olanın yanında sürekli durup çıkarını koruyanlar, olmaya da devam edecek… Genelde milliyetçilik ve din çıkarını korumanın üzerine kapatan örtülerdir. Dini kıyafetler içinde dışarıya temiz, saf ve yaşamın zevklerinden elini çekmiş olarak gösterirken, dünyevi işler içinde, dünyanın nimetlerinden yararlanmayı da ifade eder…

 

Evlilikler başka bir anlamda “çıkar” sözleşmesidir…

 

Bizim kültürümüzde genelde aşkı için dağları delen, çölleri geçenlerin hikayesi mevcuttur… Masallar umutsuz kavuşumların destanıdır! Elbette her hikaye umutsuz gibi gözükenlerin ayrılığı ile bitmez, bazen de buluşurlar. Yeşilçam filmlerinde iyimserlik havası zamanla hayatımızın bir parçası olmuştur. İyimserlik yakın zamana aittir, gelenekten gelen ise karamsarlıktır. Ülkemiz son yüzyılı hayal kırıklıklarına uğrayan vatandaşların oluşturduğu topluluk olmuştur.

 

Oyunda nikah kıyılırken gelen bir haber, iyimserliği ortadan kaldıracak ve olayın iç kurgusunu baştan sona değiştirecektir. Efendisinin uşağı nikah kıyılan salona girmesi ile olayların algısı değişir, çünkü ölen olarak bildirilen haberin asılsız olduğu iddiası ortaya çıkmıştır. Ölen efendi aşağıda salona girmek için izin beklemektedir.  İşler karışmıştır, öldü denilen kişi nikahı kıyılan kızın sözlüsüdür.

 

Müzik bu sıralarda bana daha çok Yeşilçam filmlerinin havasını çağrıştıran ezgilerini taşır. Kendimi beyaz perdenin karşısında o dönemin unutamadığım film sahnelerinin içinde yaşarken buldum.

 

Ortaoyunu her zaman seyircisini içine alır.

 

Ortaoyununda kurnaz ile safın çatışmasında, kurnazın işlerinin bozulması ve o kadar karmaşadan sonra başlangıçta yaşanan yani fırtına öncesi duruma dönüş ile biter. Hep yanlış anlaşmalar mevcuttur ve o yanlış anlaşmalar karmaşası ve çatışmayı ortaya çıkarır.

 

 Oyunun içeriği ile bu kadar söz yeterli sanırım, çünkü sahnenin tasarımı, oyuncuların kostümleri, makyajlarının ne kadar başarılı olduğunu anlatmak için bu kadar uzun cümleler kurdum. Yüzlerinde ki, gözlerinin kenarlarına çizilen her çizginin, her rengin, ayak bileklerine veya diz boyuna bağlanan iplerin rengi, seçilen ayakkabılar ve ayakkabılarda kullanılan her bağcık ve rengi oyunun kurgusuna bağlı ve seyirciye dolaylı anlatım yolunu işaret eder.

 

Özellikle Osman Onur Can (Dilaver ) oyunda sesini iyi kullanması yanında mimikleri, vücut dilini zamanında ve oyunun akışı boyunca kullanması benim dikkatimi çekti… Elbette onun başarısını ortaya çıkaran şey, rol arkadaşlarının çok iyi omlardır.

 

Erdi Öztürk (Zekai Sarpasaran), Rizeli birini şivesi ile birlikte canlandırmaktadır. Uşaktır ama aç kaldığı için yemek ısmarlayacak başka bir efendi bulması ile uşak rolünü ve olayın kurgusunu yazılı bir metne bağlı kalırken, zaman zaman seyirci ile diyalogları ile metin dışına çıkıp metin içine geri döndürmesi başarısı ile dikkatleri üzerine çekmekte, bir anlamda Ortaoyunun Pişekar’dır… Yanşanan karmaşa onun okuma yazma bilmeyen ve bitmeyen merak duygusudur. O da aşık olmuştur ve efendisinden o aşkı için yardım etmelerini istemektedir, o yardım isteği onun iki efendisini ortaya çıkaracak ve iki aşkın ayrılığının mutlu sona evirilmesine aracı da olacaktır…

 

Can Seçki (Alim Seyfettin) dini bütün birini canlandırma yanında uzun havası ile seslendirmesi ile üzerinde olan dikkatleri daha fazla üzerine çekmiştir. O uydurduğu ya da metne bağlı olarak ayetleri ile açıklaması o kadar doğal ve içten yapmaktadır ki, hem seyirciye bu başarını gösterirken, seyircinin de tepkisini olumlu olarak sahneye yansıtmasına sebep olmaktadır. En fazla gülme sesi onun sahnede olduğu anlarda ortaya çıktığını söylemek gerek. Seyirci ile yaptığı diyalog, sorduğu sorular ile oyunun kahramanlarını da oyunun hala oyun oynanırken sorgulatması önemli bir katkı olmuştur.

 

Yusuf Kısa(Otelci Sadık Sırvermez), otel ve lokanta sahibi, aynı zamanda aşçı olmasını başına taktığı şapkadan anlaşılıyor ama oyunun kilit noktasında o kargaşanın olduğu mekanında sahibi konumdadır. Gerek sesi, gerek mimikleri ile oyuna kattığı hava bizi Yeşilçam filmlerin o meşhur aşçılarına doğru yolculuk yapmamıza sebep olmakta. Onun sahnede olduğu zamanlarda o abartılı vurgusu ve gerek diğer oyuncular ile ortak sahnede dans ederken vücut dilini iyi kullanması alkışı hak etmektedir…

 

Berfin Karatay (Gülnihal), olayın ana karakterlerindendir. Aşıktır, evlenmek istemektedir ama aşkına kavuşurken babası çıkarı yüzünden zengin bir adama söz vermesi yüzünden çıkmaz içindedir. Baba baskısını, babasının istemleri onun istemlerinin önündedir ve ezikliğini, duygularını ve isyanını o kadar güzel ifade eder ki, oyunun içinde diğer oyuncular gibi öne çıkmaktadır.

 

Buraya nokta koyayım diyeyim ki, oyunda gölgede kalmış tek bir oyuncu yoktur, hepsi çok başarılıdır…

 

Ayça Öztürk (Yeter), hizmetçidir, aşık olmuştur, belki de arayışı onu aşka iteklemiştir. Feminizm gibi kavramları seyircisi ile tartışır, yeniden yorumlar… Feministtir ama çelişkisi hizmetçi olarak çalışmakta ve kendi başına karar verecek düzeyde değildir, onu işvereninden istemek zorundalar…

 

Onun işvereni ve baba rolü ile kıvır kıvır kıvırması ile çıkarı için her esen rüzgara göre yön belirleyen rolünde ise Alper İrvan (Yakup Efendi) öne çıkmakta ve modern saç şekli ile zamandan uzakta günümüze taşımaktadır rolü. Oyun her ne kadar 20. Yüzyıl içinde geçiyor gibi sunulsa da bugüne seslenmektedir…

 

Gözde Yıldız (Firuz Yadigar kılığında Firuze), abisinin ölümü üzerine İstanbul’a gelmiş, ayrı kalan işlerini yerine getirirken sevdiği adamı da aramaktadır. Bıyıklı, fesli hali ile bıçkın delikanlı, kendisine kızları aşık edecek kadar serveti olan biridir. Fakat o aşık aramamaktadır, aşımı aramakta, abisinin alacaklarını almaya çalışmaktadır. Gözde Yıldız hem vücut dilini, mimiklerini, sesini kullanması açısından diğer oyuncular kadar başarılı görmekteyim, onu öne çıkaran ise oyunun başından sonuna kadar en fazla sahnede olması ve bu yüzden de üzerine düşen görev daha fazladır. O, o yükü çok hafifletmiş ve çok rahat taşımaktadır.

 

Canberk Dikmen (Hüsnü), sevdiği kızın abisini vurdu şüphesi ile Edirne’de aranır duruma düşmüştür. Bunun üzerine İstanbul’a kaçmış, sevdiği kızı arkasında bırakmıştır. Bir otele yerleşmiş ve sevdiğinden haber gelmesini umut etmektedir. Tesadüfen tanıştığı birini yanında çalışmaya ikna eder ve uşak olarak alır. Uşağından ilk isteği postaneye gitmesidir, o bir mektup beklemektedir.  O mektup tarihin bir cilvesini hayat bulmasına sebep olur, haber beklediği ve sevdiği kızı olayların örgüsü sonunda oyunun sonuna doğru karşısında bulur ve ne yeniden hayata dönüşü sembolize eder. Gökte ararken yerde bulmuştur sevdiğini ama o bulma sürecine giderken canından can eksilir… Canberk Dikmen yönetmenin istediği role hayat verirken tıpkı Gözde Yıldız gibi özlem dolu olduğunu ve arayışını vücut dili ve hasretini söylediği şarkılar içinde ezgilerin arasında seyirciye ulaştırır. Başarılı yüz ifadeleri ile oyunun bütünselliğine büyük katkılar sunar.  

 

Son sözlerime doğru gelmekteyim, sanırım unuttuğum bir şey kalmamıştır. Mekan, ışık, kostüm, müzik… Şarkı sözlerinden bahsetmemişim sanırım, çok özür dilerim, çünkü o şarkılar o kadar güzel bestelenmiş, sözler notlar üzerinde o kadar güzel hareket ediyor ki, seyirci bilmediği sözlere katılacak eğer biraz tekrar olsaydı…  Sahnede her oyuncu aynı zamanda orkestranın bir parçasıdır, ellerinde tuttukları tefler, koro halinde söylenen şarkılar, role uygun bestelenmiş ve değişik tekniklerin kullanıldığı müziklerdeki geçişler, duygusal oluşan atmosferi seyirciye doğru hafiften üflerler. Seyirci sahnenin o ortada duran kocaman noktanın ikinci noktası olur ve onlarda ayrı bir sahnede ortaoyununa katılır, zaman zaman Kavuklu, zaman zaman Pişekar olurlar…  

 

Muhammet Uzuner öyle bir oyunu sahneye koymuş ki, oyuncu seçiminden, oyuncu rollerini dağıtması, ışığı, kostümü, kısaca her şeyi bir yaşayan bir canlının organı yapmış, vücut bulmasına neden olmuş. Muhteşem bir uyarlama ve sahneleme. Burada yönetmenin başarısını özellikle belirtmek gereklidir… Keyifli, hoş, aynı zamanda günümüze de ayna tutan, mizahın olmazsa olmazı iğneyi seyirciye batırmaktan çekinmeyen bir oyunu sahneye koymuş…

 

Ellerine ve emeğine sağlık, alkışım sahnede yer alan almayan tüm emeği geçenlere…

 

Commedia dell'Arte’den orta oyuna geçiş, sahneye vuran ışıkların bir biri içine karışması gibi olmuş, iyi ki karışmış, salondan ayrılırken tüm seyircilerin yüzlerinde gülümseme, bu yaşadığımız sıkıntılardan bir anlıkta olsa kurtulmasızı sağlamış oldu…

 

İsmail Cem Özkan

 

 

İki Efendinin Uşağı Alaturka

Yazan: Carlo Goldoni

Çeviren: Rekin Teksoy

Uyarlayan: Kıvanç Kılınç

Yöneten: Muhammet Uzuner

Müzik: Berktay Akyıldız

Kostüm Tasarımı: Veli Kahraman

Koreografi: Hicran Akın

Işık Tasarımı: Onur Alagöz

Makyaj Tasarımı: Arzu Gamze Kılınç

Şarkı Sözleri: Kıvanç Kılınç

 Orkestra (Stüdyo Kayıt)

Piyano: Berktay Akyıldız

Kanun: Mehmet Orçun Cengiz

Klarnet: Ulaş Uysal

Bas: Ceren Akyıldız

 Oyuncular

Alper İrvan

Ayça Öztürk 

Berfin Karatay

Canberk Dikmen 

Can Seçki

Erdi Öztürk

Gözde Yıldız

Osman Onur Can

Yusuf Kısa

​Afiş Tasarımı: Ali Can Elagöz

​Işık Kumanda: Dorukhan Kenger

Efekt Kumanda:  Ela Güldüren

27 Ocak 2024 Cumartesi

Ayak bacak fabrikası

Ayak bacak fabrikası

 

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu Sermet Çağan’ın yazdığı Ayak Bacak Fabrikası Murat Karasu yönetiminde sahneye konmuş. Ülkemizde daha önce birçok defa sahnelenen oyunun Murat Karasu yorumunu Şehir Tiyatrosunun  İstanbul'daki turnesinde izleme şansına sahip oldum.

 

Oyunun konusunu birçok tiyatro seyircisi bilmektedir ama yine de ben kısaca anımsatma yapmakta yarar görüyorum, çünkü o kadar çok gündemin değiştiği ülkemizde sahnelerde oynanan oyunları da kısa sürede unutuyoruz.

 

Ayak bacak fabrikası, bilinmeyen bir ülkede, bilinmeyen bir halkın başından geçen çok iyi kurgulanmış politik kara mizahi eserdir. Günümüzde yeniden sahneye konmuş olması konusunun ne kadar zamandan bağımsız, evrensel olduğu gerçeğini de gözler önüne sermektedir.

 

Kapalı bir toplumda o toplumu yöneten siyaset üstü bir kesim olan derebeyleri çıkarına uygun politika geliştirir ve halka rağmen siyasetçilere uygulatır. Din ve iktidar koltuğunda kim oturursa otursun derebeylerin hizmetindedir, onların ricası hep hayat bulmaktadır.

 

Yılların birinde bolluk olmuş derebeylerin yönettiği ülkede, o bolluk zamanında başka bir sorun gündemlerine gelir, çünkü geçen senelerden kalan da depolarında bekleyen karabuğday vardır. Derebeyleri bolluk yılında, fazladan üretilen buğdayın,   halk tarafından tüketileceği, depoda bekleyen karabuğdayın ise çürümesi anlamına geldiğinin farkındalar.  Daha önceden üretilmiş karabuğdayın depolarda çürüyüp verimsiz olacağı gerçeği karşısında bir tercihte bulunurlar, halka buğdayı değil, depoda çürümeye yüz tutan karabuğdayı yedireceklerdir. Karabuğdayın fazla tüketimi insan sağlığına zararlıdır, güçten düşecek tüketen ve bir süre sonra kötürüm olacaktır. İnsan sağlığına zararlı olduğu biline biline verimlilik yasasına uygun olarak depoda olan satılacak ya da takas aracı olarak kullanılacaktır. Nasıl olsa derebeylerin elindedir din, iktidarda oturan kukla…

                                                                                      

Oyun iki sahneden oluşmaktadır, ilk bölümde derebeylerin halkın üzerine yükledikleri sorumluluk, yasaklar, kutsal kabul edilen balıkların yemlenmesi gibi iç içe geçen olaylardan sonra ikinci bölümde çözülme vardır, çözülme bir darbe gerçekleştir. Darbeyi yapan çöpten beslenen ve karabuğday yemediği için sağlam kalandır. Karabuğday yiyenler kötürüm olmuştur ve yürümeyemezler… Halk yerde sürüklenirken bir dış yardım gelir.

 

Ülkemizin yıllar önce almış olduğu Marshall yardımı gibidir.

 

Bir ülkeye eğer hibe bir şeyler sunuluyorsa, aslında orada bağımlılık ilişkisi geliştirilir. Hibe eden ülke hibe ettiği ülkenin üretim yapma hakkını da bir anlamda elinden alınır, çünkü hibe yani bedava verilen ürün neden üretilsin ki?  Yapılan yardımlar halkın sorunun çözemeyecektir, çözer gibi yapıp bir anlamda borçlandırmak da ve bağımlılık ilişkisi kurmaktadır. Halk yardımın altında ezilirken derebeyleri de yeni yollar aramaktadır. Darbe yapan da kısa sürede derebeylerin kuklası olacaktır, onların isteklerini yerine getirecektir, darbenin koşulları kısa sürede yok olur…

 

Bir anlamda bir bardakta fırtına çok kısa sürede durulur.

 

Epik tiyatronun bütün teknikleri oyunun kurgusunda vardır, seyirci sahnede oyunu izlerken aynı zamanda hepsinin rol yaptığını ve gerek olduğunda seyirci ile iletişime geçildiğini hisseder. Ayak bacak fabrikası tamamı ile imgelerden oluşmaktadır. O imgeler zamanında ve yerinde kullanılmaktadır. Her yazı karakteri, her resim, her işaret, danstaki figürler bu imgelerin seyirciye ulaştıran araçlardır. Her oyuncu oyun teksinde yazan sözü alıp notalar eşliğinde seyirciye öyle bir taşır ki nerede güleceğimizi, nerede tepki vereceğimizi de belirler. Zaman zaman salonda kahkaha sesleri yükselirken yaşadığımızı kendi gerçekliğimiz ile karşılaşırız. Sahne bize bir ayna tutar ve içinde kendimizi görürüz…

 

Seyrettiğim oyunun dekorundan, kostümüne, kostümden makyajına kadar her ayrıntı çok titiz şekilde düşünülmüş, her birinin kıyafeti, oyuncuların her bölümde özellikle derebeylerin kıyafetlerinin değişimi sahnenin arkasında seyircinin gözü önünde olmaktadır. Onların her kıyafeti, ses tonu, davranışı bize ne anlatmak istediklerini zaten biçimsel olarak vermektedir, söz imgeden sonra gelir ve gelen her söz o imgeyi daha da büyütür ve bize normal bir şeye bakar gibi bakarken aynı zamanda beynimizin içinde kahkaha attığımızı hissederiz, çünkü o abartılı anlar bizim yaşadığımız gerçekliktir. Yere düşmüş biri etrafında kahkaha sesi duymaktadır ama kendisi acı duyduğu için kahkaha atmak istemesine rağmen atamaz, sadece kendisine yabancılaşarak kendisini dışarıdan üzülerek seyretmektedir.  

 

Karanlık zamanlarda karanlığı anlatan oyunlarda oynanacaktır ve o seyirci koltuğundan izliyordum…

 

“Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya”

Gülten Akın

 

Oyun bize ince ince mesajlar veriyordu, her yazılan eser okunduğu ya da sahnelendiği zamanı içine alır ve yeniden yaratılır. Yazıldığı yıl olan 1960’lı yıllarda değiliz ama bugün de “bizim iyiliğimizi” düşünenler hep var olmaya devam ediyor, birilerinin çıkarları ise bizi kötürüm yaparken, beynimizi kullanmayı bırakıp sadece tüketir konuma geldik. Düşünmeden tüketiyoruz, çocuğumuzun geleceği için kölelerden daha ağır koşullarda gönüllü çalışıyoruz. Çöpten geçinenler belki sistem dışına düştükleri için bir gün darbe yapacaklardır, o çöpten beslenenler toplum dışına iteklenmiş aydınlarımız olmasın? Her darbe yapan bir süre sonra ülkeyi yöneten derebeylerin elinde kurmalı oyuncak olacaktır…

 

Sahnenin ortasında hareket eden bir platform vardır, o platform sahne içinde sahne olma işlevini de yerine getirmekte, gerek olduğunda kürsü, gerek olduğunda bir göl, gerek olduğunda bir yukarıdan bakan ayrıcalıklı sistemin efendilerin platformu. Sahnenin her iki tarafına paralel olarak yerleştirilmiş sabit platformlar ise oyunculara hareket alanı kazandırmaktadır… Sahnenin seyirciye göre sol tarafında öküz ahırı, sağ tarafında ise balıklara yem satan uyanık köylü tüccar…

 

Oyuncular şarkı söylerken seslerini öyle bir kullanıyorlar ki, bize ses ile de bir şeyler anlatmakta… Işık her ne kadar kendi sahnelerinde olmasa dahi, var olan ışıkları çok iyi kullandıklarını gördüm. Her oyuncu üstüne düşen görevi yaparken sahne arkadaşına da alan açmaktadır. Karmaşa varmış gibi gözükmesine rağmen çok ince hesaplar yapılmış ve oyunda sahneler arasında geçiş sanki doğallık duygusu vermektedir…  Sözler usta bir dramaturgun emeğini yansıtıyor, akış sözler ile hareketler arasında bir koreografın ince inceden vücutlara dokunduğunu ve vücudun bir sese dönüştüğünü sahnede görüyoruz. Müzik bu oyunun olmazsa olmazıdır ve konuyu çok iyi yakaladığını ve yönetmenin istediği akıcılığı, seyirci ile buluşmasını, sözün, hareketin, dansın seyirciye ulaştırmaktadır. Özellikle jazz müziğinin notaları bize herhangi bir devletin hissini vermekte, coğrafyanın belirsiz ama bizim hikayemizin başka yerde geçtiği hissini de aktarmaktadır…

 

Sahneye yukarıdan aşağıya doğru süzülen Ayak Bacak Fabrikası yazısı Almanya Nazi dönemi toplama kamplarının kapısında yazılan yazıyı çağrıştırmakta, “çalışma özgürleştir” yerine “bacaklar sizi özgürleştirir” denmektedir…

 

Sanatın özünde özgür ve eleştirel düşünme yatar, kuşku ve başkaldırı yatar, bundan dolayı tüm otoritelere karşıdır.  İyi ki böyle bir oyun yazılmış, iyi ki böyle bir oyunu şehir tiyatrosu sahneye koymuş, iyi ki Murat Karasu yönetmiş, onun seçtiği oyuncular her biri üstlerine düşen tüm görevleri en iyi şekilde hiçbir aksama yapmadan yerine getirdi. Oyun ekibi hak ettikleri alkışı oyunun bittiği andan itibaren almaları bir şölenin mutlu sonudur… Keyifli, keyifli olduğu kadar öğretici, öğretici olduğu kadar da bir tiyatro şöleni, epik tiyatronun en güzel örneğini seyretmek için oyuna gidin derim, en azından Brecht Tiyatrosunun ülkemiz koşulları içinde, bize özgü ama geleneksel tiyatro ile iç içe geçmiş halini de göreceksiniz… Alkışı hep bol olacak oyun sanırım uzun seneler sahnede yerini koruyacak gibi…

 

İsmail Cem Özkan

 

Ayak Bacak Fabrikası

Yazan: Sermet Çağan

Yöneten: Murat Karasu

Dekor Tasarım: Ethem Özbora

Kostüm Tasarım: Tülay Kale

Işık Tasarım: Mustafa Kala

Müzik: Orhan Enes Kuzu

Koreograf: Filiz Sızanlı

Dramaturg: Sibel Arıcan

Oynayanlar

Ali Eyidoğan

Hakkı Kuş

Ecren Can Serim

Korel Cezayirli

Zafer Ergül

Başak Boran Oksal

Mustafa Kılıkçı

Özlem Boyacı

Serhat Onbul

Nigar Berktin

Ceyda Çınar Onbul

Onur Birgi

Ahmet Barut

Kutan Gökkaya

Sinan Aktezcan

Emel Alnady

 

24 Ocak 2024 Çarşamba

Diyarbakır’dan…

Diyarbakır’dan…

 

12 Eylül bugünden o günlere bakarken bir yenilgi tarihi olarak okuyoruz, yenilginin nedenleri ve sonuçlarını her birey kendisine göre tanımlamaktadır, fakat tarih yazıcıları o günleri anlatırken daha genel, bugünkü bakışa göre yeniden yaratmaktadır. Yeniden yaratılır tarih anlatımları ve sonuçları, fakat önemli olan o günlere dair o günleri yaşayanların anlatımlarıdır, tarihe bıraktıkları notlar ileride o dönemi anlatmaya çalışanlar için elde bir veri sunacaktır… Her ne kadar her anlatım subjektif olsa da tarihi algılayışın da subjektif olduğunu vurgulayalım. İçinde bulunduğumuz kültürel ve ideolojik birikimlerimiz algılarımızı belirler…

 

12 Eylül yakın bir tarihtir ve henüz bitmiş değildir, devam eden sürecin genel bir tarihi yazılamaz ama o sürecin anları ile ilgili düşünceler ve bakış açıları ortaya konur. Bugünden o günlere bakışımızı belirleyenler elbette bizim içinde bulunduğumuz siyasi atmosferdir. O döneme benzeyen bir hareket yoktur, çünkü antifaşist mücadeleyi ortaya çıkaran sivil faşist bir saldırı fiili olarak söz konusu değildir. Elbette baskı, saldırı vardır ama o da biçim değiştirmiş ve daha sinsi, daha incelikli, daha yasalar ile üstü kapatılmış bir saldırının altında olduğumuz gerçeğini de ortadan kaldırmaz.

 

12 Eylül öncesi ve sonrası yayınlanan bir iki sayıda Devrimci Yol dergisi yazısız yazılar çıkar, orta sayfada yazılar ise hareketin duruşunu, ideolojisi, ne yapmak istediğini anlatan ve okuyucusuna mesaj verdiği yerdir. İmzasız yazı yazmanın nedeni illegal olması anlamında değildir, çünkü yazıyı kimin yazdığı, kimlerin redaksiyonundan geçtiği sanıldığı gibi gizli değildir. Gizli olmadığını 12 Eylül sonrası gelişen operasyonlar ve yakalamalar ile ortaya çıkmıştır. Dergide yazıların imzasız olmasının kendi okuyucusuna bir illüzyon yaratması, o belirsizliğin ortaya çıkardığı bir güç vardır, çünkü daha fazla ilgi çekecektir. Kişilerin ismi üzerinden değil, hareket üzerinden tartışma yapılmasını sağlamak ve hareketin görüşü olduğu için tartışılan şey hareketin kendisi olması gerçeğidir… Bülent Forta işkence altına olduğu sırada merkez komite ya da yazı kurulunun yakalanması ile “illüzyon bitmiştir, bu iş buraya kadarmış” diye ilk tepkisini koymuştur. Diğer taraftan da imzasız yazılar ile Devrimci Yol okurunu bir anlamda homojen düşünme, gelişen olayla benzer tepkilerin oluşmasını amaçlamaktadır… Elbette istem ile yaşananların arasında bir uçurum vardır, ülke sathında açılan her Devrimci Yol davası kendi içinde özgündür ve farklı mesajlar vermektedir… Merkezi bir yapısı ve merkezi olarak müdahale edilmesine rağmen, örgütsel şema yataydır…

 

"Diyarbakır’da Devrimci Mücadele (1976-86)" Hayati Yıldız'ın kitabını okudum. Kitabın en önemli özelliği devrimci hareket olan Devrimci Yol'un en zayıf karnını tarihi olayları anlatırken yorumladığına şahitlik ediyoruz. Kürt sorununa bakış açımız her ne kadar nettir denilmiş olsa da net olmadığı yaşanmış tarihi deneylerden öğreniyoruz.

 

Kitap, Diyarbakır merkezli bir çerçeve içinde olaylara bakmaktadır. Dersim, Elazığ, Van, Tatvan, Malatya... Devrimci Yol içinde Kürt sorunu ve o sorun çerçevesinde merkez ile yerelin çatışmasını kitabın içindeki anılardan öğrenmekteyiz...

 

Kitap iki bölümden oluşmaktadır, ilk bölümde Gerçek Bir "Bölge Örgütü"ne Dönüşme Çabası, Ferda Koç’un değerlendirmesi bulunmaktadır. Sıkıyönetim Altında Sol İçi Çatışma, Reşat Keskin burada Kürt örgütleri ile henüz örgütlenme başında olan devrimcilerin çatışmasından ve bakış açısından bahsetmektedir. Süleyman Doğan’ın Diyarbakır’da örgütsel çalışmalar, örgüt evlerinin ayarlanması... Örgütsel ilişkiler ve yerelde gelişen kişisel inisiyatiflere merkezi müdahaleyi ise Yaşathak Aslan anlatmaktadır.

 

İkinci bölüm ise sıkıyönetimin askeri cuntaya evirilmesi ve o süreç içinde hareketin ilişkilerinin korunması ve faşist darbe süreci içinde bir takım direniş hareketlinin örgütlenmesi ve eylemler… Mahmut Memduh Uyan’ın ve Yaşathak Aslan’ın Diyarbakır değerlendirmesi. Anıları birbirini izleyen tarih dizimine dikkat edilerek yaşanmış olayların ayrıntılarına doğru yolculuk yapıyoruz. Kişilere yansıyanlar ve kişilerin öznel bakışından ortak bir bakışa doğru yolculuk...

 

Diyarbakır’a okumak için gelen gençlerin bir araya gelip Devrimci Yol’u orada bir zemin bulmasına çalışması ve üniversite içinde örgütlüğünün oluşumu. İlk başlarda bir iki kişinin kişisel çalışması olarak algılanır, Gürbüz Çapan’ın, Ferda Koç’un ve Orhan Keskin’in inisiyatifi ile okul ve yaşam alanlarına doğru genişleyen bir örgütlenme çabası… Kürt merkezli siyasi oluşumlar ile ilk çatışmalar ve fikri düzeyde başlayan çatışmanın fiziki çatışmaya doğru evirilmesi. Kişisel inisiyatifler ile bu çatışmanın kısa sürede sonlandırılması.

 

Diyarbakır özgün bir yerdir, orada sivil faşist hareket yaşama şansı bulamamış, hatta örgütlenme çalışmaları geri püskürtülmüştür. Alpaslan Türkeş’in siyasetinin engellemesi ile Diyarbakır sanki bir solun ve Kürt örgütlerin nefes aldığı ve kedisini ifade ettiği alan olmuştur. Kürt siyasi hareketlerin bir anlamda merkezi ve tarihten gelen başkent olmasının özelliğini göstermektedir. Diyarbakır tüm Kürt şehirlerin örgütlenmesinin merkezinde yer alır, orada örgütlenen tüm Kürdistan’da örgütlendiği anlamına bile gelir anlayışı hakimdir.

 

Diyarbakır’da sivil faşistler ile sıcak bir çatışma söz konusu değildir, fakat Elazığ gibi illerde sıcak çatışmanın olduğu alandır, bir anlamda o sıcak çatışma alanlarına lojistik destek verilmektedir. Yaşathak Aslan’ın iller arasında gidiş gelişleri Diyarbakır bir nefes alma alanı olarak ve sakin kafa ile düşünme alanı gibidir. Orada yapılan tartışmalar Kürt sorunu nedeni ile ayrı bir örgütlenme olması gerektiği üzerinde olur. Orhan Keskin bir dizi tartışmaya girmekte ve kendi görüşünü olgunlaştırmaktadır. Devrimci Yol dergisinde Kürt sorunu üzerine fazla bir yazı çıkmamaktadır, özgün yapısı ve buraya özgü örgütlenme konusunda çevresi ile bu konuda şikayetini belirtmektedir. O öyle bir boyuta gelmiştir ki, ayrı bir örgütlenme konusu merkezin sert müdahalesine neden olmuştur. Diğer illerde nasıl örgütleniyorsa orada ve Kürt illerinde de öyle örgütlenmeye devam edilecektir…

 

Diyarbakır sıcak çatışmanın olmadığı bir yerdir ve burada yapılan çalışmalar buraya özgü olmak zorundadır… Yazılamalar, formlar, afişler, orada kurulan matbaa, el ilanları, kuşlamalar ve grafik bölümünün dahi orada oluşması…

 

Kürt sorununa Devrimci Yol nasıl bakıyordu, bir de yerel sorumlu olan Orhan Keskin notlarını düzenleyerek Yaşathak Aslan’ın merkeze rağmen kendi insiyatifi ile bir broşür yayınlar, o yayın sonrası kendisine gelen merkezden tepkiler ile o broşürün kısa süre içinde dağıtımdan alınması bu kitabın içinde yer alan tarihi bir bilgidir. O broşür günümüze kadar ulaşamamış...

 

12 Eylül darbesi gelmiştir…

 

O darbeye özgü geri çekilme ya da mücadele konusu artık sıcak gündemleridir. Ne yapılması gerektiği konusu tartışılmakta ve önlemler alınmaktadır. Deşifre olmuş adresler değiştirilir… Afişler asılır, duvar yazıları yazılır, direniş yolu seçilmiştir.

 

Yakalananlar direnişe geçmiştir. Kürt devrimciler ile birlikte Diyarbakır cezaevi direniş alanı olmuştur. Devrimci Yol militanı Orhan Keskin diğerleri ile birlikte açlık grevine girmiştir. Dışarıda kalanlar ise ilişkilerini korumakta ve cezaevindeki direnişe destek olmaya çalışmaktadır… Diğer taraftan da bir kesişme noktasıdır, Suriye geçiş ve oradan gelenlerin ana gerilla birliği ve diğer direniş noktaları ile lojistik destek üssü gibidir.

 

Yeni siyasi merkez kurulmalı mı, yoksa...

 

Ortadoğu’daki (Suriye) yeniden toparlanma toplantısı ve orada toplantılar sonucu ortaya çıkan Faşizme Karşı Birleşik Devrimci Cephe çalışması ve kısa sürede Devrimci Yol öznelinde sönümlenmesi ve o sönümlenmeye paralel olarak Almanya merkezli olarak başlayan liberal düşüncenin hareket içinde hayat bulması. Göçmen olmanın gerekliliklerini yerine getirmek isteyenler “yapmadık bu işi” diyerek geri çekilip, yaşam alanlarında sorunlara sahip çıkılması ve hayal kırıklıkları ve de aynı anda o harekete tepki olarak başlayan bu süreçte inat ile profesyonel devrimci ilişkileri koruma, ekonomik sorunlar ile baş etme ve yakalanan ve ölümler, lojistik destekler… Dağda varlığını koruyan “Ana Gerilla Birliği”nin kendisini dağıtması ve hareketin resmi olarak son direniş hattının dağılması süreci…

 

İstanbul geri çekilişte itirafçının "komutan"ı yakalatması...

 

O süreç içinde hala varlığını koruyan otonom örgütlükler de mevcuttur. Diyarbakır bu ilişkilerin hala var olduğu alanlardır. Dağılma, toparlanma denemeleri ve Avrupa'ya çıkış…

 

İlişkileri korumuş ve mücadeleye etmiş bir örgütlülük alanıdır. Devrimci Yol adına 1984 yılına kadar ne yapılmışsa Diyarbakır ile bir bağı olmuştur.

 

Bugün dahi zaman zaman Kürt Sorunu konusu açıldığında bu konuda kulaktan dolma bilgiler dillendirildi, fakat bu kitap ile bir somut çalışmaya dönüşmüş. Buradan öğrendiğimiz o dönemde Kürtçe isimde "Şoreşger Reya" afiş çalışması yapılmış...

 

Bilinmeyene doğru bir yolculuktur kitabın 12 Eylül sonrası örgütlülüğü konusunda… Darbe olmuştur ama teslim olmamış devrimciler hala vardır ve bir şeyler yapmaya çalışmaktalar, üstelik merkezi yapısı çökmüş olmasına rağmen… O yaşanan süreçte her türlü riski alan, direnen, hayatlarını ortaya koyan bu devrimciler unutamaması gereklidir…

 

Kitabın son bölümünde "Kürt Sorunu" konusunda devrimci Yol dergisi sayfalarından derlenmiş toplu bir özet var... Bu sayede Devrimci Yol dergisinin Kürt sorununa karşı bakışı nedir sorusunun yanıtını bulacaksınız. Homojen bir kitle yaratma hedefi olan derginin yazısız yazan yazarları bir konuda homojen oturmuş bir bakışı olup olmadığını yazıyı okuduktan sonra kendi kendinize sorup yanıt verebilirsiniz…

 

Kitabın bir bölümü de bu zaman içinde hayatını kaybeden güzel dostlarımıza ayrılmış, elbette hepsi bu kitabın içinde bulunmuyor, o zaman içinde kırda, işkencede hayatını kaybedenleri liste halinde verilmiş olsaydı daha güzel olurdu diye düşündüm... Gerçi diyeceksiniz ki "Unutulmasınlar Diye" kitabı var, fakat olayların yaşanan, içinde olanlara ait bir derleme kitabında bir kere daha olsa da isim olarak (satır aralarında olmasına rağmen) liste halinde kitabın sonunda verilmeliydi diye düşündüm...

 

Kitap bir dizi o dönemde yaşamış, yaşayan ya da aramızda ayrılmış kişiler ile yapılan görüşmelerin bir derlemesi, yeniden kurgulanarak yani tarihi dizine uygun olarak bölümlerin oluşturulduğu bir kitap olmuş. Emeği geçen ve katkı sunanlara teşekkür ederim, çünkü tarihe bırakılan her küçük not bizim üzerimize yazılacak olan tarihi çalışmaları için kaynak görevini görecektir. O dönemde yaşananlar ve o yaşananlara duygusal bakışlar her ne kadar satır aralarında gizlenmiş olsa da bizi sıcak bir şekilde sarmalıyor…

 

İsmail Cem Özkan

 

Diyarbakır’da Devrimci Mücadele (1976-86),

Hayati Yıldız,

Notabene Yayınları, ISBN: 9786052604021

 

22 Ocak 2024 Pazartesi

Devlet kutsaldır!

Devlet kutsaldır!

 

Ulus devleti, devleti kutsallaştırmıştır, kraldan alıp kutsallığı soyut devlet kavramının içine işlemiştir. Devlet kutsaldır ve koyduğu kurallar mutlaktır… Yanılmazdır, eşitliği hukuk maddeleri ile sağlayacaktır… Adaleti temsil eden bile gözü kapalı bir kadın ile sembolleştirecektir, her yere Themis heykeli dikecek, adalet saraylarında adalet dağıtacaktır… Yunan mitolojisinden ödünç alınan Themis artık daha çok tanınacaktır. Zeus için sunaklarda bir şeyler sunanların oluşturmuş olduğu demokrasi sanayi devrimi ile yeniden hayat bulacaktır, bu sefer oy hakkı tüm halka verilmiştir, sadece köle sahiplerine verilen ayrıcalık kalkmıştır. Krala verilen ayrıcalıkların kalkması gibi demokrasi halk tabanına yayılacaktır…

 

Devlet halkının iyiliğini düşünür, onlar adına karar verir ve uygular, mahkemelerde alınan kararların üstünde bile temsil ettiği ırkın ismi yazacaktır. Alman halkı adına, Türk halkı adına diye başlayan cümleler kurulur ve mahkeme kararlarına işlenir. Çünkü devlet bir halk adına ve temsil ettiği sınıf adına karar verir ama sınıfı genelde görünmez kılarlar, çünkü fırsat eşitliği vardır imajı oluşturmak önemlidir…

 

Devlet halkının iyiliği düşündüğü için devletine karşı gelen ne olursa olsun onu cezalandıracaktır, çünkü kutsal olan aynı zamanda beka sorunudur. Devlet kendi içinde muhalefetini yönlendirir, iktidar değişimleri devletin bekasını etkilemez… İktidar koltuğunda kimin oturduğunun pek önemi yoktur, ama demokrasi için o koltuk önemlidir, çünkü seçme hakkını kullanıyor… Seçme hakkını kullanmak demokrasidir!

 

Kapitalist sistem ulus devleti sayesinde kendini olgunlaştırmış, küreselleşme ile ulus devletini ortadan kaldırmaya çalışıyor, henüz yerine küreselleşmeye uygun devlet yapısı kuramamış ama devleti şirketleri yönetir gibi yöneten otokrat liderler iktidar koltuğuna oturmuştur.  İşadamları devletin başında ulus devletinden kalma siyasi incelikler ortadan kalkmıştır…

 

Otokrat liderleri destekleyen geniş bir halk kesimi oldu, onlarda sağa daha sağa giden politikalar uygulayarak seçmenini kaybetmemeye, yaratılan düşmanlara karşı nefret söylemlerini çeşitlendirerek popüler politikalar üretmeye başladı. Bu da elbette radikal sağın taban bulması anlamına geliyordu. Radikal sağ kısaca faşistler her ülkede iktidar koltuğuna göz dikmiş, seçimleri artık olağan bir yol olarak görmeye başlamışlardı, Hitler bu yolla iktidara gelmemiş miydi? Faşist hareketler için önemlidir sokak, sokak gösterileri bir anlamda taraftarlarını bir arada tutan ve savaşa hazırlayan bir prova özelliğini gösterir…

 

Sokakta faşistler varsa, onun karşısında anti-faşistler de olacaktır.

 

Bu gelişmeler karşısında Avrupa’da anti-faşist hareket muhalefet kanadını temsil eder oldu, siyaset sokağa taştıkça doğal olan bir sonuçtur. Kapitalist sistemde anti-faşist mücadeleye her zaman izin verilmiş ya da göz yummuştur ama komünist ve anti-emperyalist müdahaleye izin verilmemiş, o mücadele yoluna gidenlere karşı her türlü zulüm layık görülmüştür... Genelde anti-kapitalist ve anti- emperyalist mücadele veren örgütlerin liderleri öldürülmüştür...

 

Bugün Amerika’da, Avrupa’da anti-faşist mücadele yapan otonom anti-faşist gruplar vardır ama onlarında belirli bir oranda güçlenmesine izin verilir, içlerinde gelişecek olan antikapitalist söylemlere karşı her zaman bireyleri hedef alan stratejileri mevcuttur. Gençliğin anti-faşist içinde yer almasına göz yumanlar, bu mücadele içinde onlara bir kariyer vererek o mücadeleden çıkmaları sağlanmıştır...

 

Avrupa'da faşist partiler arka arkaya iktidar koltuğuna oturmaya başladı, faşizmin kalesi ve yönetici konumunda olan Almanya'da faşist parti şimdilik ikinci sıraya kadar yükselmiştir, ana muhalefet ve muhalefet arasında fark ortadan kalkınca, aradan göçmen politikasını kullanan aşırı sağı ve faşist harekeleri kitlesel hale getirmiştir.

 

Avrupa'da sağ yükselirken sol…

 

Avrupa solu anti-kapitalist ve anti-emperyalist bir mücadele yerine anti-faşist / Nazi mücadele yapmaktadır... Bugün Avrupa üzerinde yer alan işgalci Amerikan üsleri ve silah depolarına karşı sessiz kalmaktadır... G7 zirvesi Avrupa 'da olduğunda izinli alanlarda protesto etme hakkını kullanıyor...

 

Avrupa sağı ise organik olarak Amerika'daki sağ ile bağı olması yüzünden şimdilik Amerikan üslerine karşı sessiz kalmaktadır, eğer Avrupa çıkarı öne çıkarsa anti Amerikan gösterileri yapabilir, şayet gündemlerinde ki göçmen sorunu geri plana düşerse...

 

Bugün birçok göçmen kendisini sağ içinde konumlandırıyor ve bu sağ tarafından kabul edilmiş durumda... Nazi döneminde Yahudiler ari ırkı bozan olarak gösterilip, o bozanı ortadan kaldırmak üzerine bir iç düşman yaratılmıştır... Yahudiler, Çingeneler eşitlenmesi bu ari tanımı ile olmuştur.

 

Bugün Avrupa sağında ari yerine Avrupa bilinci öne çıkmış durumda...

 

Kutsal devlet nerede kime karşı protesto yapacağına karar verir, bu sayede toplumda sisteme karşı gelişecek her türlü muhalefeti ve devrimci dalgayı yasal protesto etkinlikleri ile kök salmadan yok olmasını hesaplar.

 

Almanya'da anti-faşist gösteriler, devletin izin verdiği alanlarda ve izin verildiği katılım sayısı içinde değişik şehirlerde yapıldı. İzin verilen rakamın üstünde katılım olan yerlerde gösteriler iptal oldu, kitle gönüllü dağıldı...

 

Alman devleti denetiminde olmayan hiç bir şey, Alman toplumu içinde kök salmasının olanağı ne yazık ki yok...

 

Bu gösterilerde bir kere daha çıplak olarak ortaya çıktı.

 

Tarih içinde birçok örneğine sahip olmamıza rağmen bu açıkça yaşanan gelişmeler sonrasında Alman devletinin iktidarını eğer neo-faşistler alırsa, bu durumda Alman halkı yine devletin verdiği sınırlar içinde hareket edecektir... Hitler döneminde yaşanan Alman haklının çıkarına uygun davranışlar, çocukları cephelerde ölürken sessizliği, kendileri yıkıntılar içinde yıkılmış binaların taşından eski evini yapmaya çalışırken duyguları sanırım daha iyi anlaşılır...

 

Halk için devlet mutlaktır, onun bekası için her türlü özveri yapmaya hazırdır...

 

Bir halkın homojen davranması beklenemez elbette, içlerinden küçük gruplar çıkacak, direnecek ve itiraz edecektir ama bu çoğunluğu oluşturan düşünce ve duygu yapısını bozmayacak ve devletin istediği gibi hareket etmeye, onun verdiği sınırlar içinde özgürlüklerini yaşamaya devam edecektir...

 

Almanya'da yaşanan mitingler ve sonrası oluşacak olan siyasi atmosfer insanlığa birçok şey anlatacaktır elbette, fakat tarih bize daha fazla bir birikim sunuyor ve oluşan girdapların gücü ne yazık ki toplumları içine alıp savuracaktır...

 

İsmail Cem Özkan