Galata Gazete


14 Aralık 2024 Cumartesi

Sessizliğinize tepki veren olursa değişim olur!

Sessizliğinize tepki veren olursa değişim olur! 

Mustafa Ergüven, Herman Melville’in 1853 yılında kaleme aldığı Kâtip Bartleby adlı hikayesinden uyarladığı öyküyü tek kişilik oyun olarak sahneye uyarlamış. Kitabın orijinal anlatımı yerine mekan, zaman belirsizliği yaratılarak, üstelik günümüzde çok yaygın olan call center (çağrı merkezi) üzerinden günümüze doğru taşınmış. 

Genç bir avukat, bir bankadan kredi kartı borçlularının dosyalarını prim karşılığında tahsil etmek üzere bir işe girmiştir; zaten yeni genç bir avukatın o piyasada yapacağı fazla bir şey de yoktur. Genelde yeni avukatlar isim yapana (müşteri toplayana) kadar icra dosyalarını ülkemizde takip ederler. Davalara girip mahkemede dava kaybetme riski de yoktur; bu sayede hem de mesleğin ince işlerini (ilişkiler anlamında) öğrenecektir. 

Önce evinde telefon üzerinden başladığı işini, zaman içinde büroya taşıyacaktır. Tek başına yürütülen işlerin amatörlüğü her zaman içinde vardır. Gerçi Mustafa Ergüven bu geçişi arkadaşı ile görüşürken arkadaşına attığı hava üzerine olduğunu vurgular. Sonuçta bir iş merkezinin içinde küçük bir büro tutacak ve orada oluşturduğu call center ile banka adına kredi borcu olanlardan para koparmaya çalışacaklardır; içinde gizli tehditler ile yapılan bu iş aslında yasal değildir ama yasak olmadığı için yasa dışı değildir. 

Oyunun buraya kadar yorumu içinde oyuncu sahnede tektir. Oyunun başında bilinçli şekilde yapılan teknik sorunlar ile bu bir oyundur ve sizler de seyirci, sahnede olan da oyuncu imgesi verilmiştir. Sahnede göreceğiniz bir oyun olduğuna göre, oyuncu öyküyü canlandıracağına göre oturun izleyin demekte; bıyık altından kıs kıs gülerken de oyuna dahil olacaksınız. Öyle yok, sadece oyunu izlemek; uygun olduğu anlarda oyuna dahil olacaksınız imajını oyunun başından veriyor. 

Sahnede bir küçük pano, bölümler orada yazacak ve her bölüm değişiminde yapraklar değişecektir. Sağa sola bırakılmış spor ayakkabısı, bir laptop, tabure, bir çanta mevcuttur. Oyunun tüm aksesuarlarının o çantanın içinde olduğunu oyun gelişimi ile göreceğiz. Kadınlar çantasız yapamaz; sahnede bir kadın olduğuna göre o çantanın orada olması kadar doğal bir şey yoktur ama seçilen renk dikkat çekicidir. 

Avukat hanım büro tutması ile birlikte olayların örgüsü absürt bir şekilde devam edecektir. Saçma gelecektir ama öyle kurgulanıyor ki saçmalık bile sahnede bir “ekosistem” yaratıyor ve oyuncunun çok başarılı sesini ve vücut dilini kullanarak o yaratılan ekosistem seyirciye verilir. Oyunu yorumlayanın dili ile ekosistem dedim; çünkü o sistemin yani dengede olanın pasif bir direniş ile parçalandığını, kişinin içsel ya da vicdanı ile hesaplaşmasına şahitlik edeceğiz. 

Objeleri insan yerine koyup onunla konuşsaydınız neler olurdu? 

Tek kişilik bir oyunda aslında dört kişi sahnede ama diğer üçü insan siluetinde görmüyorsunuz. Obje, her obje konuşuyor, her obje üzerlerine düşen görevi yapıyor ama oyunun başrolünde bir lamba olduğunu söylesem. İnanmayacaksınız biliyorum ama oyunun başrolünde ve oyuna isim veren şey lamba; adı Mükerrer. Adı öyle tesadüfen seçilmemiştir. 

Bir gün bir çalışan işe başlar; bütün hayatı değişecektir.

Mükerrer; hukuk dilinde tekrar eden suç anlamına gelmektedir. Peki, oyunda Mükerrer’in suçu nedir diye soru kafanızdan geçtiğini düşünüyorum, aslında suçu yok!

“Hiçbir şey ciddi bir insanı pasif bir direniş kadar sinirlendirmez.”

Büro tutulmuştur, işler ilerlemiştir, zaman içinde bir çalışan daha ihtiyaç duyulmuştur ve gazeteye verilen ilan ile yeni bir aday bir gün çıkıp gelir. Adı Mükerrer’dir. Soluk benizli, üstü başı düzgün, acınacak ölçüde saygıdeğer, çaresiz derecede yalnız olarak tanıtılır. Gerçi ben bir lamba olarak görmekteyim!

Cansız objelere canlılık, kişilik verilmiştir oyunda. Lamba deyip geçmeyin, her ağzından ses çıktığında ışık yanmakta, beline doğru olan yerde hoparlör vardır. Ses oradan gelmektedir.

Cansız objeye hayat verilmiştir.

Ancak Mükerrer’in zamanla bir şeyleri naifçe “yapmamayı tercih etmesi”, "Söylememeyi tercih ederim" ile başlayan direniş sarmalı genç avukatı içinden çıkılmaz durumlara sürükler.

Pasif bir direniş karşısında genç avukatın çaresizliği!

Her şeye kayıtsız kalanın pasif hali ile karşısındakini değiştirmesidir oyunun özü. Bu özü bize iki bölüm boyunca sahneyi dolduran Nurhayat Yıldırım verir.

Mustafa Ergüven ve Nurhayat Yıldırım ikilisinin uyumlu çalışması ve anladığım kadarıyla uzun süren çalışmalarının sonucunda oluşmuş. Oyunun özünü seyirciye taşıyan ama taşırken de seyircinin fikrini alan, seyirciyi sahneye taşırken, sahnede değişen ruh halini sesi ve mimikleriyle birlikte vücut dili ile oyunculuğunu gösteren ve sahnede bir kişi iki saat boyunca zamanın nasıl geçtiğini unutturan ve her anın sahneye odaklanmış bir seyirci yaratan Nurhayat Yıldırım vardır.

Nurhayat Yıldırım bu oyunda çok başarılıdır.

Oyuncu eğitimi almak isteyenler bir oyuncunun her halini sahnede görmek istiyorlarsa bu oyuna gelip Nurhayat Yıldırım’ı izlesinler, ondan öğrenecekleri çok şey var. Sahnede gördüğünüz bir kurgudur hissini sürekli seyirciye verirken, aynı zamanda oyunun anını yaşayan bir oyuncudur. Gözyaşları sahicidir, sevinci gerçekçidir. Bir objeye insan kıyafeti ve ruhu giydirilmiş ve karşısında bir lamba değil de Mükerrer vardır.

Nurhayat Yıldırım ve Mustafa Ergüven ikilisinin sahneye uyarladıkları oyunu görün isterim, çünkü bu ikili çok farklı bir yorum ile absürt bir eseri nasıl uyarladıklarını, sahneye taşıdıklarını göreceksiniz.

Bundan öncesi daha farklı yorum ile Muhammet Uzuner yorumu ile CAS (Cihangir Atölye Sahnesi) sahnesinde izledim. Her iki yorumu da çok başarılı gördüm, her ikisinden de büyük zevk aldım, sahnede absürt bir eserin epik tiyatro içinde nasıl sahneleneceğini görürken birçok ders aldım. Muhammet Uzuner yorumu ile Mustafa Ergüven yorumu karşılaştırılamaz, ayrı kulvarda ve birbirine rakip değil, farklı yorumlanacağı konusunda bize çok güzel örnek olarak sunmaktadır. Her iki yorumu da izlemenizi çok isterim, fakat günümüz koşulları içinde her şeye karar veren ne yazık ki ekonomi ve siz siz olun kayıtsız kalmayın bu yaşadığımız sürece…

Yaşadığımız olaylar karşısında sessiz/ kayıtsız hiç kalmayın, çünkü sonuçta mükerrer suç (sessiz kalmak yaşanan tüm olumsuzlukları onaylamak adına gelir) durumuna düşersiniz ve bir avluda tek başınıza sessizlik içinde aramızdan ayrılırsınız… Arkanızdan gözyaşı dökecek ne bir avukat ne de başkası olur…

İsmail Cem Özkan

 

Mükerrer

Uyarlayan/ Yöneten: Mustafa Ergüven

Oynayan: Nurhayat Yıldırım

Yönetmen yardımcıları: Baran Ergün, Sena Pampal

Işık tasarımı: Utku Çetin

Kostüm, aksesuar ve ses tasarımı: Nurhayat Yıldırım, Mustafa Ergüven

Afiş tasarımı: Hilal Bektaş Korkut

Dış sesler: Yapay Zekâ

Yapımcı: Ufuk Cebeci


12 Aralık 2024 Perşembe

Kemikler taşınırken…

Kemikler taşınırken…

Türkiye'de insan kemiği sorunu var gibime geliyor ama kökü nereden kaynaklandığını bilmiyorum... Bu konuda yapılmış bir araştırma var mı, onu da bilmiyorum. Son günlerde hatta yıllarda taşınan insan kemikleri ile ilgili birçok haber duydunuz ya da okudunuz. En son haberi sanırım Suriye içinde yapılan “başarılı” operasyon sonrası el değiştiren topraklar üzerinde olandır.

Suriye üzerine Arap Baharı esince, bizdeki siyasiler Emevi Camiinde öğle namazı kılmak hevesi ile birden Suriye iç işimiz oluverdi. Emevi Camii konusu gelince onun hakkında kısa bilgi vermek gereklidir, çünkü seçilen caminin tarihsel bir geçmişi ve anlamı vardır.

Emevi Camii, bir kilise olarak inşa edilmiş, sonra İslam'ın eline geçince önce kilise-cami olarak ortak, daha sonra sadece cami olarak kullanılmıştır. Cami içinde birçok şeyi de saklamaktadır. Örneğin; bugün hala korunan Vaftizci Yahya'nın kafatası ve I. Yezid tarafından Müslümanlara gösterilmek üzere saklanan Muhammed'in torunu Hüseyin'in kafası yer almaktadır. Caminin kuzey duvarına eklenmiş küçük bir bahçede Selahaddin Eyyubi'nin türbesi bulunmaktadır.

Suriye'de Arap Baharı ile ortaya çıkan kargaşa, IŞİD'in hızlı ilerleyişi, tarihin görmüş olduğu en popüler, en medyatik kan deryasına döndürülen çöl fırtınasına kanın karıştığı bir süreci yaşadık. Ülkemiz içinde canlı bombalar ile gündemin değiştiği, ekonomik sorunların ertelendiği ama can güvenliğinin birincil madde yapıldığı yıllar içinde birden Suriye içinde bir türbenin olduğu toprak parçası gündeme girdi.

Süleyman Şah Türbesi

Süleyman Şah Türbesi ile Süleyman Şah Saygı Karakolu ve bulunduğu alan Suriye'nin Halep ilinin Eşme köyü sınırları içerisinde bulunan, Türkiye'nin kendi sınırları dışında sahip olduğu eksklav statüsündeki tek toprak parçası bilgisini öğrenmiş olduk.

O topraklarda yer alan bir türbe ve o türbeyi bekleyen Türk askeri... Yaşanan iç savaş sonrasında orada bulunan askerlerin can güvenliği sorunu ortaya çıktı ve alınan bir karar ile o türbe taşınmadı ama içinde bulunan kemikler taşındı. Suriye'de yaşanan iç savaş ve ülkenin toprakları işgali ile bir durağan sürecine girdikten sonra durağan bir su birikintisi izlenimi verdiği anda, suyun altında durağan olmadığı ve birden patlayan fırtına gibi yeni bir sürece evrildi. Kısa sürede o güne kadar gücünü koruyan iktidar bir kağıt parçasının yanması gibi kısa sürede iktidarını devretti; devrederken ülkenin her yerine de yanmış kağıt parçalarını bırakarak değişim gerçekleşti.

Geçmişten gelen sorunlar yumağı çözüme kavuşur gibi sunulurken, elbette taşınan Süleyman Şah Türbesi yeniden gündeme gelmemesi düşünülemezdi, çünkü iktidarın beklediği değişim olmuş ve bir anlamda Suriye'de gerçekleşen değişimi iç kamuoyuna türbenin yeniden eski yerine getirilmesi ile desteklediğini gösterecek bir sembol olarak gündeme geldi. “Giden gitmiştir, gelen ise bizdendir” demenin başka bir anlamda ifadesidir.

Süleyman Şah Türbesi’nden alınan eşyalar ile birlikte büyük olasılıkla kemikler de eski yerine yeniden bırakılacak...

Aynı devlet, ülke içinde idam ettiği bir devrimcinin kemiğini ailesinden saklamaya devam ediyor; hala bulunamadı ya da verilmedi. Derelerde yer alan insan kemikleri kime ve ne zamandan beri orada belli olmayan bir sorun yumağı bulunmaktadır. Devlet kemikler konusunda sessizliğini korurken, orada yakını olduklarını söyleyenler o derelere gidip gözyaşı dökmeye, acılarını ifade etmeye devam ediyor...

Devletin derelerinde ne kadar insan kemiği bulunmaktadır?

Cumartesi Annelerinin çocuklarının önemli bir bölümü hala kayıp, yoklar; yaşamadıkları ifade ediliyor ama onların bir mezarı bile yok. Sembolik olarak açılmış mezarlıklar var ama içinde kemik yok...

Çocuğunun yolunu gözleyen ana öldü, onun mezarı oldu ama çocuğunun mezarı hala yok; onun kemikleri nerede sorusu hep var olmaya devam ediyor...

Kızıldere katliamında ölenlerin cesetler taşınırken birinin soğumuş vücudu mezarlıklar arası taşırken yok edilmiş, şimdi ailesi ve yakınları soruyor, nerede?

Şeyh Bedreddin'i idam eden devlet, mübadelede antlaşması sonrasında kemiklerini ülkemize getirip, Abdülhamid'in türbesinin duvarının dibine gömdü.

Bir zamanlar zengin ailelerin fertlerinin kemikleri çalınıyor, aileden fidye istiyorlardı; şimdi o aileler özel mezarlıkları var, başlarında sürekli bekleyen özel güvenlik...

Kemikler fidye için bir araca dahi dönüştürüldü bu ülkede...

Bu ülke derken aklıma Şarlo olarak bildiğimiz Charlie Chaplin geldi; onun kemiklerini de Neo-Naziler çalmıştı... Naziler, kendilerinden olmayanların mezarlarına saldırıyor, gamalı haç çizmeye devam ediyor...

Neo Naziler derken, ülkemiz tarihi içinde de Mimar Sinan’ın kafasını inceleyenler, o kafatasının Türk olmadığı anlaşılınca yok edildiği konusunda bir zamanlar haberler (5 Ağustos 1935) vardı, yüzlerce yıl mezarında yatan bir mimarın başı gövdesinden yıllar sonra ayrılmış… Tıp eğitimi için iskelet ticareti yapanları bu konuya hiç karıştırmıyorum.

Devlet, kemiklere nasıl bir anlam yüklüyor, neden bazı kemiklere sahip çıkıyor, neden bazılarını yok sayıyor, neden bazılarını toprağa karıştırıp yok ediyor?

İnsan kemiği deyip geçmeyin, çünkü kemikler tarihin, yaşanmışlıkların ve ölüm anının izini taşır... Kemikler ile oluşturulmuş bir tarihimiz var; bir bölümü kayıp, bir bölümü itina ile saklanıyor, yok olmasın diye ara ara potansiyel olarak gelecek olan saldırıya karşı yeri değiştiriliyor...

Kemikler taşınırken elbette bir tarihi kökün varlığının somut ilanıdır. Kemikler bir anlamda tarihtir, var olduğunun ilandır. “Vardım, varım, var olacağım” demenin başka bir şekilde söylemidir.

İsmail Cem Özkan 

 

9 Aralık 2024 Pazartesi

"Giden şah, gelen Humeyni" süreci içindeyiz...

"Giden şah, gelen Humeyni" süreci içindeyiz...

Suriye’de biri derin tarihin kuyusuna taş attı, şimdi kimse o taşı çıkarmak için uğraşmıyor, üstünü nasıl kapatırız diye yol arıyor. Geçmişin acılarının üzerine kum atmış olmanız o sorunu ortadan kaldırmıyor, çöl fırtınası o attığınız kumu dünyanın öteki tarafına taşıyacaktır.

Rejim henüz değişmeden önce yazdığım bir cümle geldi gözümün önüne sokuldu: “Suriye'de Şam yönetimi gidince yeni Şam yönetimi gelir, bu sefer Alevi yöneticiler yerine Sünni cihatçılar olur... Emperyalist ülkeler buna onay verir.

Afganistan'da Taliban'ı iktidara taşıyanlar, onu yıktı, sonra yeniden iktidar olmasını sağlayarak ülkeden çekildi… Kısaca emperyalist ülkelerin çıkarı, o ülkede şeriatla mı yönetilecek, sözde de olsa demokrasi ile mi yönetilecek diye bakmaz... Suriye’nin şimdiki pozisyonu, İslam devletleri birliğinde Şii gücünü kıran, Suudi Arabistan yörüngesine girecek bir düzene evrilebilir, Katar gibi Körfez ülkeleri kendilerine pay çıkarmış olsalar dahi hiçbir değeri yoktur, çünkü onların gücü sadece paradır ve para bir gecede pula döndürülebilir, Kuveyt buna örnektir...

Suriye yeni rejimini ararken, Şam’a sefer düzenleyenlerin ne kadar taviz verdikleri ile iktidara durup durmayacağını belirleyecektir. Şam’da kim oturursa otursun emperyalist devletlerin piyonu olmaya devam edecek, iç siyasette sözde de olsa özerk davranma hakkı verilecektir...”

Bu görüşüme Şam devrildikten sonra da sahibim; görüşümü değiştirecek yeni bir gelişme olmadı.

Esad gitti, Arap Baharı sonlandı mı?

Suriye'de ümmet devleti mi kurulacak, ulus temelli bir ayrım mı söz konusu olacak?

Hangi yöntem seçilirse seçilsin, İran iç savaşı ve Türkiye içinde de kaos söz konusu olacaktır. Bu domino etkisi uzak Asya’nın içine kadar ilerleme ihtimali yüksektir, çünkü domino taşı bu sefer doğuya doğru ülkelerin üzerine kurulmuş durumda...

Para ile bir ülkenin yıkılışını ve ordusunun kağıttan gemisinin kaptanı olduğunu, ufak bir ateş ile küçük bir grup tarafından nasıl yanmış kağıt parçasına dönüştüğünü gördük... (HTŞ, Şam yürüyüşü)

Suriye ordusunda insan (er) sayısının (muhaliflere göre) fazla olması, yüksek teknolojiyi satın almış olması bile önemsiz olduğunu gördük...

Şam’dan Esad anlaşmalı bir şekilde gitti…

Suriye'de sistem değişmedi; yöneticiler değişecek, devletin alt kademesinde görevde olanlar görevlerine devam edecektir. Her rejim değişikliğinde olan olacaktır, savaşa katılan örgütler öncelikle birbirini yiyecektir... İktidar için istikrar sağlanana kadar açıktan çatışma olurken, sistem oturduktan sonra sinsi sinsi hücrelerde muhalifler öldürülecektir...

Suriye'de şeriatçılar Şam’a girer girmez bayrağı değiştirdi ve ne kadar hızlılar ki herkesin elinde yeni bayrak!

Sanırım baskı işi çok ilerledi; saniyede binlerce bayrak basılıyor...

İslam'da adalet, gücü elinde bulunduranların yaptığı mıdır?

Suriye konusu çok konuşulacak ama orada zulümden zulme, katliamdan katliama beğen, seni kimin öldüreceğine karar ver süreci olan Arap Baharı yeni meyvesini verdi...

Suriye'de özgürlük, iktidarda olanlara verilecek; onlara katletme, zulüm etme, kafa kesme hürriyetini yeniden düzenlenecek yasalarla verilecektir...

Ortaçağda yapılanlar ile bugünü yönetmek!

Ortadoğu Arap Baharı sonrası oluşturulan iktidarlar, sanayileşmiş ülkeler seviyesine çıkmak yerine Hz.Muhammed’in yaşadığı zamana geri dönmeyi tercih etmiştir...

Sanayi devrimi yapanlara develerle erzak taşıyanlar, taşıdıkları hammaddeyi tüketici olarak işlenmiş halini satın almışlar, deve ticaretinden aldıkları ücreti o hammaddeyi taşıdıkları efendilerine vermişlerdir... Ham maddeye muhtaç olanlar, işledikleri ürünleri hem satmışlar hem de kendilerine köle yapmışlardır. Deve ticareti yapan kervanlar ürünleri satın alanlara gönüllü olarak hayatlarını çöl kumlarında feda etmişlerdir... Taşıma ücreti dışında hiçbir geliri olmayanlar, elbette teknoloji ve bilim ile uğraşmak yerine cariyelerine bakıp cenneti hayal etmişler, deve gölgesinde seks yapmanın nimetlerini anlatmışlardır...

Çöl kumu üzerinde siyaset.

Çöl kumunda siyaset yapanlar halklara özgürlük getiremez, onlar sadece güçlü olan siyasetçiyi, diğerlerini yanında göstermelik tutar, onlarla alay eder... Esad son seçimde ne kadar oy aldığı ortada, oy verenler liderinin arkasında durmak yerine, kim güçlüyse onun bayrağını sallamış, oportünist bir siyaseti paradigmaya uyarlamışlardır...

Yıllar içinde ülkemizdeki siyaset çöl kumunda yapılan siyasete benzetilmiştir; “ilkelerin yerini bireyler almıştır”. Bireylerin hakim olduğu yerde, onların niyetine göre seçim düzenlemesi yapılıp, liderin tekrar seçimi için kendisini feda eden muhalefet liderlerinin varlığı çöl siyasetinin dışa vurumudur... Bugün iktidardaki Cumhuriyet İttifakı’nın küçük ortağı lidersizdir, çünkü kendi liderini (kendini) seçmek yerine siyasetten rakip olduğu lideri tartışmasız lider görmektedir. Güçlü gözüken liderin zayıf anında neler olacağını Suriye, Libya, Irak, Suriye liderlerinin yaşadığı hazin sonuçta görmekteyiz...

Niyetler, ilkelerin yerini alır.

Çöl kumunun üzerine hiçbir kural yazılamaz, çünkü yazılan her kural çıkarlara uygun esen rüzgarla silinir, yerine yenisi yazılır. Kimse o silinen kuralı bile anımsamaz, çünkü yalama olmuş hukuk kuralları içinde ilkelerin yerini niyetler almıştır...

"Giden şah, gelen Humeyni" süreci içindeyiz...

Suriye konusunda "giden kötü, gelen daha kötü olduğu için gideni arayacağız" diyenler var; öte yandan "giden kötü, gelen ne olduğu (aslında biliyor ama bilmemezlikten geliyor) belli değil ama benim açımdan mültecilerin ülkesine dönmesi" diyenler var… Sanki dönüş “çok” olacakmış gibi bir algı oluşturuluyor...

"Giden kötü, gelen iyi" diyenler var, en azından demokrasi beklentisini taşıyan ahmaklar var. “Ahmak” diyorum, çünkü yakın tarihi bilmeyen, Afganistan, Irak, İran, Libya gibi örnekleri görmeyenlere ahmak demeyeyim de ne diyeyim?

Suriye'de şu anda güçlü olanların hiçbiri özgürlüğü "halk için" getirmeyecek, kendisine kelle kesme, demokrasiyi kendi niyetine göre yorumlama hürriyetini getirecektir...

Şah gidince İran’da neler olduğunu yaşadık, biliyoruz; Humeyni devrimini taşıdı. Lübnan’ın nasıl Lübnan olduğu ortada, bizde 12 Eylül ve sonrası ile bugünkü iktidarın neler yaptığı ortada...

"Bu ülkede özgürlük var", evet var ama kim için?

Ezilenlerin özgürlüğü, ezilme özgürlüğüdür...

Mülteci ve göçmen karşıtlarının "Suriye’de demokrasi geldi, gitsin Suriyeliler" diye bağırmalarını anlıyorum ama "bu ülkede ne kadar demokrasi varsa orada o olacak" diyenler nereden baktığına bakın derim...

Sağcı sağcıdır, solcu ne yazık ki hala sol düşünceyi bilmiyor, savunduğu şeyin sağ olduğunun farkında bile değil...

Tarihsel materyalizm kavramını içselleştiremeyenler "Suriye’de demokrasi, özgürlük geldi" deme hakkına sahiptir...

HTŞ gibi katil bir örgütten demokrasi bekleyenler...

Ezidi Kürt kadınlarını köle yapanlar unutulmadı; onları katledenlerin ellerinde kan ile birlikte silah bulundurdukları unutulmasın. Ama bu Esad’ın iyi demek değildir, onu savunmak anlamına gelmez. Esad’ı kim savunuyor? Savunan onunla birlikte savaşırdı; şu anda görüldüğüne göre savaşan olmadığından savunan da yok... Her zaman gideni savunanlar olacaktır ama hep azınlıkta kalacaklarıdır; kötülükleri savunmak insanlığa bir şey kazandırmaz...

İyi ki gitti, artık gelen sorunumuz...

Gelen gideni aratacak, bunu görmek için fal için kahve içmeye gerek yok!

Ülkemiz medyasında yandaş, candaş, muhalif, yalaka medyanın hepsinde aynı görüntü var. Ekranda bir harita, haritanın önünde iki kişi; biri spiker, diğeri bir bilen. Elinde bir sopa, sürekli bir şeyler geveliyor, mesleki bilgi aktarılıyormuş gibi yapılıyor ama amacı zaman geçirmek, ekran başında olanlara hazır hap vermek!

Kısaca halkı hala sopa ile eğitiyorlar...

İsmail Cem Özkan

 

3 Aralık 2024 Salı

Tarih kendi bildiği yoldan devam ediyor.

Tarih kendi bildiği yoldan devam ediyor.

Geçenlerde kendisini sürekli saklayan ama fırsatı bulunca (yabancı bir çevre içinde olmadığını hissettiği anda) Kürt olduğunu anımsayan biriyle sohbet etme imkanım oldu. Son gelişmeler hakkında konuşurken Kürtlerin ilk gündemleri gelir, dolaşır, Öcalan üzerine odaklanır. Öcalan kim olduğu, ne savunduğu, ne yaptığı karmaşık bilgiler olmasına rağmen ortadadır; sonuç olarak yakalanmış, getirilmiş, paket olarak getirilen yerde mahkeme kurulmuş, sorgusu yapılmış ve bir adada mahkumiyet hayatı verilmiştir. Adam yıllardır adada bir izolasyon içinde yaşamaktadır. İzolasyon kavramını da açalım, çünkü o izolasyon bu ülkede yaşayan sıradan bireylerden uzaklaşması anlamına gelir; siyasetçilerin bir bölümü, devletin istihbarat teşkilatı bu izolasyon dışındadır. Tek başına bir hücrede yaşam değil, münzevi hayatı tercih etmiş bireylerden ayıran tek fark, zorunlu bir münzevi yaşam söz konusudur ve o münzevi yaşamın ona sunduğu şey, hayatta, ülkede neler olduğu konusunda derinlemesine bilgi yerine propaganda bilgisi altında kalmasıdır. Propaganda altında, zamandan ve mekandan koparılan bir yaşam...

Siz hiç duydunuz mu, sağlık muayenesi için şehir hastanesine getirildiğini? Çoğu mahkum bir şekilde şehir hastanesine getirilir ve var olan rahatsızlığı hakkında doktorla görüşür. Bir insan hiç hastalanmadan bir yerde yaşaması düşünebilir mi?

Ada, bir anlamda onun ülkesidir, vatanıdır, gizemidir.

Sohbete dönersek eğer, resmi söylemin değiştirilmiş ağzı ile bir öfke, yenilginin psikolojik yansıması ile Öcalan’a karşı bir söylemle şahitlik edersiniz. “Adam, MİT ajanıdır, ülkede var olan tüm olumsuzlukların tek sorumlusudur. Devlet, Kürtlere bunu planlı bir şekilde reva gördüğünü, milli nizam ile bunu yaptığını, gelişmekte olan Kürt mücadelesini yok etmek için Apocuları çıkardığını, Kürtlerin örgütlenmesini engellediğini, kendisi dışında diğer Kürt siyasi çeşitliliğini yok ettiğini” iddia ettiklerini duyarsınız. Lafı fazla uzatmadan yaşanılan tüm katliamlar, cinayetler, boşaltılan tüm köyler devlet aklının eseri olduğunu ve bunu yapmak için Öcalan’ı ve örgütünü kullandığını söylerler. Kısaca, Öcalan hareketini bir Kürt isyanı olarak algılamaz, tersine Kürtleri yok etmek isteyen söz arasında üstü kapalı olarak ulus devletinin projesi olduğunu vurgularlar.

Ulus devleti projesi, homojen devlet yaratmak için öteki ve farklı olanı yok etme politikasıdır; asimilasyon ile yok edemediğini, zor ile yok etmektir.

Öcalan ise örgütünü hangi koşullarda kurduğunu, nasıl bir çizgi izlediğini anlatan birçok kitabı, onun adına yazılan kitaplar bulabilirsiniz. Bu tarih henüz sonuçlanmadığı için -devam eden süreçte- her türlü yorumu bulmanız kolaydır.

Yaşanan süreçte kesin sonuca ulaşılmaz, olaya nereden baktığınız ile sebep-sonuç ilişkisi değişebilir.

Kürtler, Osmanlı devletinin dağılması sonrasında devlet kuramamış Ortadoğu halklarından sadece biridir ama en fazla nüfusa ve ülkeler arasında geçiş noktasındadır. Siyasi sınırlar onların yaşam alanlarının ortasından geçmiş, birbiriyle akraba olanları başka ülkelerin vatandaşı yapmıştır.

Emperyalist savaşın sonucunda emperyalist ülkeler haklara nereden sınır geçireceğini sormamış, kendi çıkarlarına uygun gördükleri yerden sınırlar çizmiş ve ülkelere bir bayrak ve krallık ya da lider atamıştır.

Kürtlerin tek devleti olmamış, ama dört-beş devletin vatandaşı olmuştur. Bunların dışında sürgüne gönderilen Kürtler de halen başka devletlerin kimlikleri altında orada vatandaş olarak yaşamaktadır.

"Kürtlerin hakları vardır" kavramı, ulus devlet ya da ulus devlet olma iddiasında bulunan devletlerde yok sayılmış, onları bir "çıbanbaşı" olarak görülmüş ve fırsat bulunduğu anlarda onlara karşı seferler yapılmıştır.

Sonuç olarak Kürtler hedef oldukları için baskı ve saldırı altında kalmışlardır.

Ülkemizde de bu durum diğer ülkelerden farklı değildir.

Bugünkü siyasi sürece büyük katkısı olarak gösterilen 55’ler olayında (Sivas Kampı) sürgüne gönderilen aydınlar inançlarından dolayı değil, kimliklerinden dolayıdır.

"27 Mayıs darbesinden 4 gün sonra doğu ve Güneydoğu’dan seçilen 485 ağa ve şeyh, Sivas Kabak Yazı'da bir kampa yollanmıştır. Sivas'taki kamp, 19 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 numaralı Mecburi İskân Kanunu ile boşaltılıp Milli Birlik Komitesi tarafından '55 ağa' DP’yi destekliyor iddiasıyla Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve Çorum'a sürgün edilmiştir. Bu kanun 1962 yılında kaldırılmıştır."

Tarihteki olaylar “hadi ben düşündüm ve yaptım” diyerek olmaz; geçmişi ve birikimi vardır.

O günleri anlatan resmi tarih yazıcıları, bugün Öcalan ile somutlaşan Kürt isyanının temeli olduğu görüşündedirler. Sonuçta Öcalan’a yüklenen birçok şeyin aslında tarihi bir derinliği ve geçmişi vardır.

TİP'in “Doğu Uyanış Mitingleri” adı altında 13 Ağustos 1967’de Silvan'da başlayan mitingler, Kürt örgütlenmesi önünde yeni kapılar açacaktır. Kısaca, bu bir devlet aklı ile oluşmuş bir örgütlenme değil, tarihin açmış olduğu bir sürecin sonucudur. Elbette bu örgütlenmelere karşı devletin karşı propagandası olacaktır; hatta Türk milliyetçisi parti olan MHP bile Kürtleri kucaklayan dergiler çıkarmış, onlara seslenmiştir. Devlet resmi olarak Kürtleri muhatap almamış, ama var olan sorunu hep hasıraltına süpürmeyi seçmiştir.

Hasıraltına süpürülen sorunlar, elbette zaman içinde devletin önünde bir isyan/patlama olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır.

İttihat ve Terakki Partisi kuruluşunda ve sonraki süreçte Kürt aydınlarının varlığı söz konusudur; yenilen Osmanlı devleti ile birlikte oluşmakta olan cumhuriyetin kuruluşunda bu kadroların rolleri vardır. Cumhuriyet kuruluş sürecinde ve ilk yıllarında Kürtler ayrı devlet için ayaklanmış olmaları ve bu ayaklanmalara karşı devletin “demir yumruğu” indirmesi, Kürtleri ne yok etmiş ne de görünmez kılmıştır.

Bugün yaşadığımız Kürt Sorunu kavramının kökü derinlerdedir; ne devlet aklı ortaya çıkarmış ne de onu istediği gibi yönlendirilmiştir.

Ulus devleti anlayışının ortaya çıkardığı, ama emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun çizilen sınırlar ile yeni kurulan devletlerin kucağına bir sorun yumağı olarak bırakılmıştır. “Hadi!” demişlerdir, “hem homojen devlet kurun, hem de bu sorunu çözün!”

Ulus devleti anlayışı ile yaşadığımız Kürt Sorunu ve var olan Alevi Sorunu ortadan kaldırılamaz, çözülemez.

Çözümün bir koşulu vardır; çok kültürlü, çok dilli, eşit vatandaşlık hakkından geçiyor ve insan hakları içinde yer alan haklarının tam ve doğru şekilde yerine getirilmesinden geçmektedir. Kısaca, bu sorunun çözüm girişimleri ulus devleti anlayışını yıkan küreselleşme ile gündemimize girmiş olması tesadüfi değildir.

Küreselleşme ve onun ideolojisi liberalizm, var olan ulus devletinin çözülmesi/yıkılması ile hasıraltı edilen tüm sorunların görünür olması anlamına gelmektedir. Görünür olması, aynı zamanda çözüm yolu açıldığı anlamına gelmemektedir.

Kürt sorunu konusunda yakın tarihimizde gerçek kırılma, Demirel’in cumhurbaşkanlığı sürecinde 8 Aralık 1991'de Diyarbakır’da yaptığı “Kürt realitesini tanıyoruz” sözü ile başlar.

17 Mayıs 2009'da Cumhurbaşkanı Gül’ün ‘tarihi fırsat’ açıklaması, 1 Ağustos 2009'da Beşir Atalay’ın gazetecilerle Kürt Açılımı Çalıştayı düzenlemesi, 19 Ekim 2009'da 34 kişilik PKK’lı grubun Habur’da teslim olması ve 10 Kasım 2009'da Meclis’te ‘Kürt Açılımı’nın tartışılması ile yeni bir boyuta girmişti.

Bu süreç, 22 Mart 2015'te Ukrayna dönüşü uçakta konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dolmabahçe açıklamasını doğru bulmadığını söyleyerek çözüm süreci masası devrilmesi ile bitmiştir.

Her siyasi kararın siyasi sonucu olacağı kesindir.

Bugün yaşadığımız süreç, 1979 yılında İran’da başlayan “Yeşil Kuşak” projesinden, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Arap Baharı ile devam eden doktrinlerin oluşturduğu yeni projenin içinde yol almaya çalışıyoruz.

Yaşadığımız süreçte, Kürt sorunu sadece bu ülkenin sorunu değildir.

Ülkemizde yeni bir Kürt sorunu konusunda açılım sözü edilmektedir, fakat Ortadoğu’da gelişen askeri operasyonlar ve o operasyonların siyasi sonuçları ile karşı karşıyayız.

Savaş koşulları altında alınacak kararlar konusunda tarihin bize söylediği birçok söz vardır, örneğin Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde “cephe gerisi” adı verilen bir uygulama ile “tehcir” kararı alınmış ve o dönemin idaresi için kesin bir çözüm olarak uygulanmıştır. O “kesin uygulama” Osmanlı devletinin ömrünü uzatmamış, aksine yıkımını getirmiştir. (Çanakkale Savaşı'nda Ermeniler ile diğer halklar omuz omuza İngiliz işgalci emperyalistlerle karşı savaşırken, alınan karar ile Ermeni askerler ayrılmış ve “tehcir” kararına uygun olarak önce kamplara, sonra sürülmüştür.)

Tarihte uygulanan ve siyasi iradenin “kesin” diye niteliğidir çözümler, kesin olmadığı farklı arayışların önünü tıkadığına şahitlik ettik. Ortadoğu'da savaş rüzgarının hakim olduğu anlarda siyasi iradenin alacağı kararların “kesin çözüm” olarak kabul edilmemesi, tartışmaya açık olmalıdır.

Ortadoğu siyaseti kum üzerinde biçimlendirilmektedir.

Tarih henüz sonuçlanmamıştır; devam eden bir süreçtir ve devletlerin kişilere biçtiği rollerin tarihin çizgisi içinde buharlaştığı ve yeni rollerin dağılımı ile yeni öznelerin gireceği bir dönemin içindeyiz. Sorunlar basit anlatımla anlaşılır değildir, karmaşıktır; çünkü Ortadoğu’da öyle bir emperyalist politika uygulanıyor ki, kim kimin dostu, kim kimin düşmanı olduğu belirsizdir, duruma göre pozisyon alınıyor.

Server Tanilli’nin sözüyle yazımı sonlandırayım: “Tarih insanın fotoğrafını bir kez çeker, dikkat et de gözün kapalı çıkmasın!” 

İsmail Cem Özkan 

 

Cennet vaadi ile cehennemi yarattılar.

Cennet vaadi ile cehennemi yarattılar.

Ortadoğu'da insan yaşam hakkı diye bir şey söz konusu değildir. Eğer olsaydı, binlerce insan kesilirken birileri kalkıp o kesilen başları gövdeden ayrılanların haklarını savunurdu; köleleştirilmiş kadınların pazarı kurulduğunda sesleri çıkardı. Ortadoğu, bir cehennem çukuru açılmış, içine insanlar atılıyor, yakılıyor; hepsine de cennet vaadi veriliyor. Cihatçılar canlı bomba olduklarında tek korudukları yer cinsel organlarıdır, çünkü gittikleri yerde kalbe, ele ihtiyaç duymayacaklar, sadece cinsel organları kadar. Kısaca cihatçı diyor ki, insan olan tek şey cinsel organdır; hiç aklına gelmiyor ki bu organ eşekte de var!

Ortadoğu, bir sürgün diyarıdır öte yandan; çöle sürülmek istenenler hep oraya sürülmüş, gönüllü ya da zorunlu göç merkezidir. Musa, Mısır’dan dindaşları ile birlikte Sina Yarımadası’na kaçarken arkalarında Mısır’da vahşeti bıraktı. Geldiği toprakta ilk zulmü Musa kendi kılıcı ile yapar; Sina Dağı'ndan indiğinde elinde 10 emir olduğu halde... On emri sinirinden yere atarak parçalayan Musa, Ortadoğu’nun kaderini çizmiş gibidir; cehennem diyarında cennetin şehrini kurmayı, ülkesini hedeflemiştir. Sırat köprüsü Ortadoğu’da Kudüs’tedir bir inanca göre. Kutsal tapınaktır bu şehir; tüm İbrahim dinlerinin merkezi sayılır.

Kutsallık katılarak yapılan tüm savaşlar insanlık dışıdır orada. Kelle kesme, köle yapma, yağmalama bu coğrafyanın kaderi olarak sunulur. Kutsal kitaplarda ise tersi anlatılır. Kurban, dinlerde insan kesmeyi yasaklamak için çıkmış ama dinler kurban kesmeye devam ediyor.

Tüm cihatçılar, Yahudi, İslam, Hristiyan dinlerin hangisinden olursa olsun hepsi aynı refleksle hayata bakar: benden olmayanı öldür.

Amerika'da cihatçı örgüt Ku Klux Klan’dır. Protestan mezhebi inancına göre örgütlenmiş bir kanlı örgüttür. Sadece siyahlara düşman değildir; Protestan olmayan herkese düşmandır. En büyük rol modelleri Hitler’dir.

Avrupa’da ırkçılık yükselmektedir, çünkü Ortadoğu cenderesinden kaçanları bahane ederek örgütlenenler, onları ötekileştirip kendilerini güçlendirmişlerdir. Avrupa’da sağın yükselmesi, yeni paylaşım savaşlarının var olması anlamına gelir, çünkü emperyalizm yeni kaynaklara ulaşmak için her yolu mubah olarak görür.

İslam cihatçılarının rol modeli kimdir?

İslam kurulurken yapılan savaşlarda aranan model boldur; istediğini alıp uygulayabilirsiniz. Sevginin dini yerine cihat dinidir, çünkü gittiği yerlere cihat ile gitmiş, fethetmiş, zorla din değiştirmiş, eski dinden kalanları parçalamıştır.

İslam ile Hristiyanlık din yayma modeli aynıdır: yapma ile git, yok et, yerine kendini yerleştir, kendin gibi olmayanı öteki ilan et; öteki her zaman düşmandır ve o düşman ile savaş.

Ortadoğu'da yaşayan halklar, Ortadoğu’nun zenginliğidir ama zenginlik tek din ile yok ediliyor. İbrahim dini ister İslam olsun, ister Yahudilik, öteki olanları yaşadıkları yerden siliyor. Bugün Ortadoğu’da yapılan savaşların temelinde enerji kaynaklarının paylaşımı vardır ama üzerine din giydirilmiş halidir.

Dini cihat için kullananlar hepsi piyondur; sermayelerin çıkarına göre bir yere cihat ilan edilir, ölüm kan ile yazılır ve halklar birbirini dini maske altında boğazlatılır. İbrahim dini Ortadoğu’da hakim olduğu günden bugüne kadar barış ve huzur olmamıştır; sürekli savaş, katliam, kutsal olanların yakıldığı yerlerdir.

Ortadoğu’da din hakim olduğu sürece ne yazık ki savaşlar sonlanmayacak, din / ulus devletlerinin ortadan kaldırıp, işçi sınıfının hakim olduğu devletler kurulmadığı sürece bir arada yaşamak bir hayal olarak kendisini dayatacaktır.

İsmail Cem Özkan

2 Aralık 2024 Pazartesi

Dün, değişmiş hali ile bugündür!

Dün, değişmiş hali ile bugündür!

Neden bilmiyorum ama son gittiğim tiyatro oyunlarında mikrofon (sahne yanında, seyirciye dönük) hoparlör kullanıldığına şahitlik ediyorum. Tiyatroda aradığım şey ise dijital ses değil, insana dokunan, insanın öyküsünü anlatan sestir. Konuşanın ağzından çıkan sesi duymak isterim. Üç duvarın içinden seyirciye ulaşan ses aracısız olmalıdır. Araya teknoloji girince, ses hoparlörden geliyor ama sahnede sesin sahibini arayışına giriyorum; bu arayış sırasında öyküden de oyundan da kopuyorum.

Elbette, sahnede tamamıyla mikrofona karşı değilim; canlı müzik eşliğinde bir eser seslendiriliyorsa mikrofon kullanılabilir. Sahne tavanından mikrofon ya da yaka mikrofonu bu alanda hizmet edebilir. Gerçi alına yapıştırılan mikrofonlar kullanılıyor; bu sayede sanırım sürtme sesini minimuma indiriyor…

Mikrofon kullanılan oyunların sonunda aşırı yorgun bir şekilde, oyunun içine girmeden ayrılıyorum.

Oyunumuz Fehim Paşa Sokağı’nda başlar; o sokak ismi (tabelası) oyun süresince, olaylara bağlı olarak değişecektir. Her dönemin önde gelen ismi bu sokağa verilecektir. İlk gördüğümüz isim Fehim Paşa’dır. O, Abdülhamid'in jurnalcisinin ismidir; bu sayede İstibdat Dönemi'ne bir gönderme yapılır.

Fehim Paşa Sokağı’nda iki farklı karakteri sembolize eden çocuklar doğar; birine Efruz, diğerine de Vicdani denir. O zamanlar bu kadar ayrım yoktu; aynı sokakta yaşayan varlıklı aile ile fakir ahalinin çocuğu aynı okula gider, aynı sokakta oynardı. İki komşunun çocukları birbiriyle arkadaş olur ve tarihin onlara yüklediği görev ki burada yazar yükler, birbirinden ayrılmaz iki dostlardır.

Haldun Taner’in tarihsel materyalist bakışı, elbette resmi tarihin bakış açısı dışındadır. Onun kurgusu ile olaylar öyle bir şekilde arka arkaya gelir ki, adı değişen cadde isimleri ile bir diyalektik bağ kurulur. İzleyici bu zamanın hızlı geçiş sürecine şahitlik ederken, olaylarda yer alan kahramanların hep ilk günkü gibi olduğu gerçeği ile yüzleşir. Bu sayede sahnede yaşananlara karşı seyircinin duygusal bağ kurması yerine, bilinç ile bağ kurulması amaçlanmaktadır. Bölümler arası geçişler müzik ve koreografi ile birleşir. 

Öykünün kurgusu tarihteki olaylardan alınmıştır; bir tarihsel çizgi içinde bireyin değişen görevleri ve olaylara bakışı pek değişmez. Zaman ve mekan değişmiştir ama huy huyundan vazgeçmez. Biri çıkarını öne alırken, diğeri verilen görevi yapmak için her şeyi yapar… Oyunun son bölümünde psikanaliz açısından da Vicdani’nin sorgulanması ve onun akıl hastanesinde sonunu görürüz. Oyun bilimden de yargılanarak seyirciye Vicdani ile Efruz’un karakteristik özelliklerini bilimsel tanım içinde verir.

Tiyatro tarihte olanı olduğu gibi yansıtmak yerine eleştirel bakar…

Olayların örgüsünü alışılagelmiş resmi tarih yazıcılarının yaptığı gibi liderler üzerinden değil, tarih yazıcıların görmediği sıradan bir insanın gözünden olaylara bakılır.

Vicdani ve Efruz oyunda sadece iki karakter değil, aynı zamanda iki sınıfın temsilcisidir. İki sınıfın zaman içinde değişimi, devlete bakış açısını da bu epik eser içinde görmekteyiz. İnceden inceye sistem eleştirisi, Vicdani ve Efruz üzerinden oyunun tüm bölümlerine yayılır. Yazar, sıradan insanların da tarihi olduğunu fısıldar ve bu tarih yazıcılarının görmediğini sahnede gösterir.

Bu oyunda dekor hep sabit kalmıştır; sahnenin değişimi seyircinin gözü önünde olmamıştır, ta ki son sahneye kadar. Son sahnede dekora deli gömleği katkı yapılmış ve bu gömleğin sahne üzerinde uygulanması seyirci önünde olmuştur. Değişen bölümler ile birlikte tabela değişimi seyircinin gözüne batacak şekilde göz önünde uygulanmıştır. Onun dışında sahnede dekor hep sabit kalmış, müzisyenler o sabit alan içinde arka fonda kalmıştır. Sahneye sesi ile en çok katkı yapan, canlı olarak müzik yapan orkestra üyeleri seyirciden bir anlamda uzak tutulmuştur. Erzurum aşıklarının atışması dışında sahnede müzik önde değil, hep arkada kalmış; bölümler arası geçişler, olayların geçişleri ve zaman düzleminde yer değiştirmesi arasında müzik öne çıkmış gibi gözükmesine rağmen, arka fonda oyuncuların sadece seslerine arka fon müziği yapılmış gibi bir his oluşturmuştur.

Yelda Baskın oyunu yeniden yorumlarken, Barış Dinçel’in yaptığı dekora göre oyunun akışını belirlemiş olduğunu gördüm. Tüm bölümler arasında sabit olan dekorun üst bölümü genelde geçiş ve tabela/bayrak asmak için kullanılmış. Sinan Arslan müzik ile bir anlamda suflör gibi çalışır. Müzik ile vücudun ve mimiklerin hareketinde ise İlkem Ulugün imzasını görmekteyiz. Oyunun başarısına gözle görülmeyen ama duyulan sesleri biçimlendiren dramaturg olarak Gökhan Aktemur imzasını görmekteyiz. Bu oyunda bana göre en başarılı sahne arkasında rol alanlardan biridir. Oyunda kullanılan kostümlerin tasarımında Nihal Kaplangı imzasını görmekteyiz; çok hızlı değiştirilen kıyafetler ile bölümler arası geçişlerde akıcılık sağlandığı gibi, oyunun bu yeni yorumuna uygun oyunculara karakter vermiştir. Fatih Mehmet Haroğlu ışık tasarımında başarılı buldum. Arka fona yansıyan gölgelerin, 12 Mart darbesi sürecindeki polis maketi ve oyuncuların sahnede konumlandırılmasında ışık kendisini konuşturuyor. Sahne hizasından oyunculara vuran ışık, yukarıdan gelen ışığın bıraktığı gölgeyi ortadan kaldırırken, oyuncuların mimiklerini daha öne çıkarmaktadır. Müzik ve efekt konusuna gelince, Sercan Büyükedes'in başarılı müziği ve konuşmaların vurgulanması, silah ve bomba sesi gibi sahne dışından gelen seslerin de oyunun vurgusuna büyük katkı yaptığını gördüm. Metin Küçükyılmaz ve Nesin Coşkuner ikili çalışmasının Yelda Baskın’ın yorumuna katkı yaptığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Yelda Baskın, oyunu kurgularken zamanımızın siyasi gelişimlerine yönelik eleştiriler getirmektedir; ama sesin hoparlörden gelmesi ile sanki güme gitmiş gibi, birçok konuşma anlaşılmadı ya da ben anlamadım.

Emrecan Karakurum, Vicdani rolünde muhteşem bir performans sergiliyor. Bölümler arasında geçişte, sahnedeki performansı ile öne çıkarken, ben onun sahnede başarısını artıran oyuncuları gözlemlemeyi daha çok seviyorum. Çünkü bir oyuncuya tek başına başarılı demek bana doğru gelmiyor. Sahne, ortak emek ile oluşuyor ve o atmosferden seyirciye giden her mesaj, sahnede yer alan ve yer almayan tüm oyuncuların ortak emeğidir. Sahnede yer alan tek kadın oyuncu Seda Çavdar üzerine çok cümle kurulabilir ama bana göre ne kadar cümle kurulsa da başarısı tam olarak anlatılamaz; oyunu zaman zaman alıp sırtlıyor gibidir. Bu oyunda en çok dikkatimi çeken, her oyuncunun kendisini göstereceği bölümler olmasıdır. Her oyuncu bir şekilde arkada kalmıyor, hep öne çıkıyor. Doğan Şirin, mimikleri ve hareketlerinin kıvraklığı ile dikkatimi çekti. Onun sahnedeki oyunundan büyük keyif aldım; mizahı ve ironiyi vücut dili ile öyle anlatmaktadır ki, ister istemez onu gözlerimle takip ettim. Aybar Taştekin, Efruz rolündedir. Elbette bu oyundan isminin bahsedilmeden geçilmesi olmazdı; uyanık, sermaye sahibi, üç kağıtçı, düzenin insanı, her zaman çıkarını kollayan, işini bilen birini canlandırması ile sahnede yeri önemlidir. Kendisine verilen rolü, diğer arkadaşları gibi çok başarılı bir şekilde yerine getirmiştir.

Yelda Baskın, Alp Tuğhan Taş, Aybar Taştekin, Cafer Alpsolay, Can Alibeyoğlu, Doğan Şirin, Emrecan Karakurum, Özgür Atkın, Özgür Dağ, Seda Çavdar, Yiğit Ali Uslu gibi oyuncular, epik tiyatronun ülkemizdeki en başarılı eserlerinden birine hayat vermiştir. Elbette bir oyun sadece oyunculardan oluşmuyor; sahne gerisinde yer alan tüm çalışanların ortak emeği ile bu eser hayat bulmuş ve bize ulaşmıştır.

Epik tiyatro üzerine düşünmeye iten ve bu konuda bilgilerimi tazeleme imkanı bulduğum bu oyun sayesinde, çürümekte olan ve çürümüş olanların tarihi bir derinliği vardır. Bugün yaşadığımız sorunların temelinde geçmişten gelen ve çözülemeyen sorunların oluşturduğu kirlilik söz konusudur. Zaman değişmiş, öznelerin isimleri değişmiş olsa da aslında yaşadıklarımız, sistemin yarattığına oyun boyunca şahitlik ediyoruz. Bu sistem ne yazık ki insanlığı “güzel günlere” ulaştırmaktan uzak; sadece krizden krize taşıyan, vicdanlı insanların hep ezildiği, her şeyi kendi lehine kullananların bu çürümüş sistemden faydalandığına şahitlik etmekteyiz.

Haldun Taner eğer yaşamış olsaydı, oyunun metnine daha çok şey ekleyeceğine dair kuşkum yok. Bir metnin modern yorumu, sadece metne bağlı kalınmaması gerektiğini düşünüyorum. Yönetmen, yazarın düşünce yolunda giderek kendisince yeni eklemler yapabilmeli; eskimiş, bugünkü kuşağın bilmediği sembolleri değiştirebilmelidir. Gazete satıcısının “yazııyooor, yazıyor” diye bağırarak girdiği ve bağırdığı isimler ve gazete adları, bugünkü kuşağa hiçbir şey anlatmaz. Fakat onlara sadece yandaş medya yolu ile bir gönderme olabilirdi. Yazıyor demek yerine günümüzde artık “yazmıyyyoooor” diye bağıran biri olur; gazete satanın olmadığı bir zaman dilimindeyiz.

İsmail Cem Özkan

 

Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım

Yazan: Haldun Taner

Yöneten: Yelda Baskın

Dramaturg: Gökhan Aktemur

Müzik: Sercan Büyükedes

Dekor Tasarımı: Barış Dinçel

Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı

Koreograf: İlkem Ulugün

Işık Tasarımı: Fatih Mehmet Haroğlu

Efekt Tasarımı: Metin Küçükyılmaz-Nesin Coşkuner

Korrepetitör: Sinan Arslan

Yardımcı Yönetmen: Selin Türkmen            

Yönetmen Yardımcıları: Damla Cangül Yiğit, İbrahim Ulutaş, Mehtap Gündoğdu Akbulut

Oyuncular: Alp Tuğhan Taş, Aybar Taştekin, Cafer Alpsolay, Can Alibeyoğlu, Doğan Şirin, Emrecan Karakurum, Özgür Atkın, Özgür Dağ, Seda Çavdar, Yiğit Ali Uslu

27 Kasım 2024 Çarşamba

Devlet ana ama kimin anası?

Devlet ana ama kimin anası?

Bir devletin kimin sorusuna yanıt aradığınızda, o devletten kimin / kimlerin pozitif yararlanmasına bakmak gereklidir. Devlet, kimleri ötekileştiriyor, kimlere sahip çıkıyor?

Kurucu liderler, devleti kurarken normal olarak ittifaklar kurar; o ittifaklar başarıya ulaştıktan sonra ortadan kalkar ve o kurduğu ve birlikte başardıklarını bir bir etrafından uzaklaştırır ve ötekileştirir. Kurucular kuruluş sürecinde sözlerini bir bir inkar eder ya da yok sayar. Yolda birlikte giderken oluşan dostluklar, iktidarı, gücü ele geçirdikten sonra oluşan düşmanlıkların altyapısını oluşturur. Her devrim, her siyasi başarı, önce birlikte yol aldıkları arasında ayrımlaştırarak, ötekileştirdiklerini yok etme ile başlar.

İçinde bulunduğumuz devlet Osmanlı Devleti’nin devamıdır; Birinci Dünya Savaşı’na sokan bir ideolojinin oluşturmuş olduğu hayalin somut halidir. İttihat ve Terakki Partisi kuruluşunda yer alan tüm siyasi görüşler, halklar ve var olan iktidara karşı olanların oluşturmuş olduğu heterojen bir siyasi partidir. İktidarı ele geçirince, parti ittifak içinde olduklarını devleti yok etmeye, kendi ulus devletini kurmak isteyen ayrılıkçılar diyerek önce ötekileştirdi, mecliste birlikte yer aldığı vekilleri sürdü ve sürgün yolunda hepsini infaz etti.

Sonuçta Birinci Dünya Savaşı, yeni devletin oluşumu için ortam yarattı. Balkanlardan göç edenlerin yeni devletin omurgası olacağı zaten biliniyordu, çünkü Osmanlı Devleti bir Balkan devletiydi ve Balkanlardan sürülmüş halkın devlet geleneği, kültürü ve birikimi vardı. Kurucu babalar olarak kabul edilenlerin hepsi İttihat ve Terakki Partisi kadrolarıdır ve o kadrolar yenilmiş liderlerin bertaraf edilmesiyle oluşan boşlukta yeni liderlik kadrosunu kurmuş kişilerdir. Devlette devamlılık esastır ve bu esas yeni başkentte ilke olarak devam edecektir.

Yeni kurulan, yeni liderleriyle yol alan devletin kuruluş yolunda Anadolu/ Mezopotamya toprağında yer alan tüm halklar ve güçlerle ittifak kurması kaçınılmazdır; öyle de olmuştur. İlk meclis, Osmanlı İmparatorluğu’nun son meclisi gibidir; sürülenlerin (tehcir) dışında geride kalmış tüm kesimlerin temsilcisi vardır. Resmen devlet olarak kabul edildikten sonra kurulan ittifaklar dağılmış ve yeni anayasalar yazılarak yeni devletin duruşu, hedefi, ideolojisi, sınıfı belirlenmiştir.

Kurucuların içinde başlayan iktidar kavgası, kısa sürede İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasıyla birlikte kendi evlatlarını bir bir yemiştir.

Devletin kurucuları bellidir ama ideolojik ve sınıfsal bakışı net olunca homojen devlet yaratma hedefi ile ötekileştirilenler de belirlenmiştir. Devletin kurumları içinde onlar yoktur. Aleviler dışlanmış, onları olduğu gibi kabul etmek yerine Sünni olarak oluşturulan Diyanet İşleri Başkanlığı, anayasa güvencesi ile korunan bir kurumun içinde yeri yoktur; aksine yok edilmesi ve sünnileştirilmesi / ehlileştirilmesi gereken hedef kitle olarak ilan edilmiştir. Bu hedef hemen uygulanmaya konmamıştır, çünkü Kürt isyanları biraz ertelenmesine sebep olmuştur. Aleviler, yeni devlette Osmanlı’da olduğu gibi dışarıdan bakan ve izleyici konumundadır... Ankara yolunda kurucu babaların Hacıbektaş’a gidip Alevi liderlerle görüşmüş olması, onları olduğu gibi kabul edeceği anlamına gelmez; onları bir süreliğine yedeğine almış ve kısa sürede Hacıbektaş türbesini kapatarak uzun süre yıkılmasını beklemiş, bakmış olmuyor müze olarak açmasına izin vermiştir. Cem törenleri, Alevi geleneklerinin açıkça kendisini ifade etmesi ve yaşatması, devlet yasalarına göre cezayı gerektiren davranışlar olarak kabul edilmiş ve yakalananlar tarikatlar yasasına göre cezalandırılmıştır. Alevilerin şehirlere göçü ile Alevilik şehirlerde gizli, saklı olarak varlığını ozanların sözlerinde ilçe dernekleri adı altında yaşatmış ve dini törenlerini açıkça yapamamışlardır; camilerin gölgesinde, ezanların sesi altında sessizce kendi dualarını ve oruçlarını tutmuşlardır. Alevilik günümüzde dahi devlet kademesinde resmi bir dini cemaat olarak tanınmaz, Kültür Bakanlığı’nda bir kültür olarak bir dairesi vardır. Yani dini kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı, Aleviliği ve Alevileri hala öteki olarak görmekte ve onların çocuklarına okullara gönderdiği hocalar ile asimile etmeye devam etmektedir.

Yeni devletin iki önemli sorunu kuruluşundan itibaren hep var olmuştur: Kürtler ve Aleviler. İkisi konusunda devlet bir türlü açılım yapamamaktadır, çünkü kurucuların ideolojisini reddetmeden onları kabul etmek imkansız gibidir.

İsmail Cem Özkan

 

25 Kasım 2024 Pazartesi

Öğretimden eğitime dönüşüm!

Öğretimden eğitime dönüşüm!

Ülkemiz büyük bir krizin ortasındadır belki de ortasına varmaya çok zaman vardır. Geçmiş bir zaman dilimi değil, içinde olduğumuz bir süreçteyiz. Bu kriz ya da tarihsel kırılmanın yaratmış olduğu sorunlar yumağı içindeyiz. Bu sorunlar öyle karmaşık hale geldi ki, kim neyi, nasıl savunduğu belli olmayan, ilişkilerin ve çıkarların iç içe geçtiği bir süreçte doğru analizler yapmayı da güçleştiriyor. Naftalin kokan teoriler ile bugün anlaşılmıyor; fakat o teorilerin ortaya çıkardığı tarihsel bakış içinde ondan ders alınarak yeni ve zamana uygun şeyler söylemenin de zamanı geldi ve geçiyor. Bu kırılma sürecinde kavramların, kelimelerin altları boşaltıldı ve yeni anlamlar yüklendi, çünkü liberalizm dalgası var olan tüm algılar ile oynayıp sistem için yeni yol arayışlarına, sistemin içinde yapmaktadır. Onların yarattığı özgürlük söylemlerinin hepsi aslında var olanı korumak, olan ile idare etmek üzerinedir; köklü değişim ve insanın, doğanın kurtuluşunun reçetesini vermekten çok uzaktır. İktidar ile kol kola ama ona karışmış gibi davranarak yeni yol açma çalışmalarını yıllardır izlemekteyiz. Krizi daha fazla derinleştirmekten, kafa karışıklığı yapmaktan öteye geçememiştir.

Eğitim, sistem için insan yetiştirme silahıdır. Sistem vasıfsız işçi, ölecek asker istemektedir.

Eğitmen ise sistem için insan yetiştirmekle yükümlüdür ve ona göre maaşını alır. Var olan düzende sistemin ihtiyacına uygun insan yetiştiriliyor; kısaca sistem; sadece tüketici ve hiçbir şey ile derinlemesine merakı olmayan insanı istemektedir. Bugün buna uygun eğitimi Diyanet İşleri Başkanlığı ve Eğitim Bakanlığı ortak eliyle açıktan yapılmaktadır. Bilimsel düşünmek resmi olmasa da yasak bu ülkede; kısaca biat et, itaat et, büyüklerin söylediğine inan ve aldıkları kararları sorgulama diyor.

Uyuşturucu, kumar, rüşvet, mafya her şey yetişmekte olan ve yetişmiş kuşaklar için seferber edildi... Şehirlerin, köylere kadar uzanan her yerde el altından satılan uyuşturuculara ulaşmak çok kolay hale getirilmiş, orada dağıtım ve kullananların göreceli maddi olarak varlıklı görünmeleri için görünmeyen el ile teşvik edilmiştir. Bu çocukların kullandığı araçlar, mafyacılık ile haber bültenlerinde gündeme gelmeye başladı.

Ülkemizde mafyanın küresel boyutta olduğunu yapılan operasyonlardan öğrendik; liderleri yatıyor gibi yapılıp kaçtılar. Bir de 15 -16 yaş aralığında mafyacılık oynayan çocuklar ortalığa çıktı; onlar haraç istedikleri yerlerden para alamayınca motosiklet üzerinden silah ile ateş etme ile gündeme gelmeye başladılar. Şimdilik şehrin kenar ilçelerinde kriminal olarak gündeme gelmiş olmaları, onların köklenerek her yere yayılmayacağı anlamına gelmez, çünkü bu yaşta kara paranın cazibeli yaşamına katılanların ileride küresel mafyanın tetikçisi olma ihtimali çok yüksektir.

Mafya kara paranın hareket alanı içindeki en somut örgütlü yapıdır. Kara para varsa orada mafya vardır; mafya olursa kriz içinde ve kara paraya muhtaç devlet ve iktidar var demektir. Kriz koşullarında mafya yaşam alanı bulur ve gelişir.

Yasal vergiler dışında yasal olmayan vergilerin toplanma işine haraç denir.

Haraç alanların serbest olarak her yerde silah patlatabildiği ortamda güvenlik artık sözde kalmış demektir, yapılan operasyonlar sadece mafyaya yeni eleman kazandırma, elemanı test etme aracına dönüşmüştür.

Ülke içinde gençlerin yer altı örgütlenmeye gitmesi yurt dışında yaşayan gurbetçilerin çocuklarının da aynı yoldan gitmesi anlamına gelir. Çünkü ülke içinde gelişen her türlü siyasi kriz, ülke dışında bu ülkeye bağlı olan ailelerin ve çocuklarının arasında zemin bulacaktır. Yurt dışında yaşayan gençlerin kriminal olaylarda, uyuşturucu, kadın, organ gibi karanlık işlerde aracı olması tesadüfi değildir.

Liberallerin bu ortamda kendileri için özgürlük alanının geniş olmasının en büyük nedeni eğitimdir. Çünkü sistem kendi dışında, kendisine zararlı olanı sinsice ve ona bezer düşüncelere özgürlük alanı vererek onların alanını daraltmıştır. Kısaca liberalizm solun ve özgür düşüncenin panzehridir.

Küreselleşme adı altında ulus devlete yönelik tüm kazanımlara saldırılar başlamıştır. Ulus devleti yapay olarak oluşturmuş olduğu ve sadece sermaye birikimi için gerekli birlik olma, bir arada yaşama duygusunu yani tarih birliğini yalan üzerine kurmuştur. Tüm gerçeklikleri yok saymış ya da görmezden gelerek yeni bir devlet, yeni bir sistemi kurgulamıştır. Kapitalizm feodal yaşamın bir eleştirisidir. Aileden alınan gücün sermaye sahiplerine verilmesidir. Güç el değiştirmiştir ama devlet kurumları yeni sahiplerinin ihtiyacına göre dönüşmüştür. Dönüşümün en büyük kazancı, eğitim denen bir sistemin ortaya çıkarılmasıdır. Eğitim, sistemin sahiplerinin ihtiyacını karşılayacak bir toplum yaratmaktır. Doğal olanın yerini kurgulanmış yeni alanın oluşturmasıdır.

Ülkemizde öğretmenlik mesleği, köy enstitüleri ve onların devamı olan öğretmen okullarının mezunları çalışma hayatından çekilince bitmiştir. Onları takip edenler eğitmendir.

Eğitimden geçmiş, zaten okullarının isimleri de eğitim ile ilişkilidir; öğrenim bilinçli bir şekilde devre dışı bırakılmıştır.

Eğitmen, okulda ne öğrenmişse öğrencisine aktaran, onun dışında herhangi bir şey aktarmayan, gözünü kapatıp vazifesini yapandır ve bilinçli bir şekilde eğitmenler ordusu oluşturulmuştur, bu ordu içinde yer alanlar müfredat dışında bir şey verenler cezalandırılmıştır. Bu ceza ile korkutulan ve korku ile eğitilenlerin eğittikleri bireyler (öğrenciler) onların birer kopyası olacaktır.

Günümüzde eğitim, tamamen sınavı geçmek, çoklu seçenekleri en kısa yoldan bulmak üzerine kurulmuştur; hayat ile bağlantısı koparılmıştır. Hayat ile bağlantısı olmayan teknolojik aletleri kullanan ama onun teknolojisini öğrenmeyenlerin oluşturduğu tüketici nesiller yetiştirilmiştir. Bu nedenle her yıl 12 Eylül generallerinin ortaya attığı Öğretmenler Günü lafının yerini "Eğitmenler Günü" alması daha uygundur ve "24 Kasım, Türk Eğitmenler Günü" olması bana göre tam isabetli olur.

Eğitmenlerin günü kutlarım; bizim için öğretmenler günü, dünya ile aynı zamanda kutlanan gündür.

İsmail Cem Özkan

15 Kasım 2024 Cuma

Mercaniye Çok Yaşa, padişahım çok yaşa!

Mercaniye Çok Yaşa, padişahım çok yaşa!

Abdülmecid Avrupa gezisi sırasında İngiliz yolcu gemisini görür ve hayran olur ve gezi sonrası istanbul'a döndüğünde o geminin benzerini satın alır. Adına da Mercaniye ismini verir. Gemi yolculuk içindir; uzun süre yolcularını bir yerden bir yere taşırken, içinde tiyatro izleyecekleri salonu olan bir dönemin en lüks gemilerindendir. Osmanlı, yıkım sürecindedir; yolcu gemileri de savaş gemisine dönüştürülür ama tiyatro salonu yerinde kalır. Abdülmecid o geminin denizde seyahat etmesini göremeden bir darbe ile tahtan indirilir. Yerine gelen yeğeni Abdülhamid ise o gemi ve darbeye karıştıkları için diğer gemileri Haliç'e bağlar ve çürümeye bırakır. Amcasının tahtan indirilişini ve ölümü hiçbir zaman gözünün önünden gitmez; o da ona yapanları cezalandırır…

Oyunun kurgusu, Haliç’e demir atmış ve mürettebatının çoğu gitmiş, içinde birkaç asker ve geminin kaptanı orada yıllarca bir şey yapmadan gemiyi beklemekle geçirirler. Elbette Haliç kenarında olan Kasımpaşa’da da meyhaneler vardır, meyhanelerin de müdavimidir bu gemide kalanlar… Gemide kalanlar, günlük harçlıklarını gemide yetiştirdikleri tavukların yumurtalarını satarak kazanırlar; yumurtaları çevrede bulunan dükkanlar alır. Uzun süre demirleyen gemiler çürürken, gemide kalanlar ne denizi bilir ne de gemiyi; sadece kaptanları geçmişten gelen işi bilenleridir.

Gemi cezalandırılmıştır; cezalandırılan sadece gemi midir?

Haliç’e mahkum edilmiş gemiler ve onlara bakmakla yükümlü olanların hükümlü olması. Akşamları gemiye dönen, gemi dışında gidecekleri birkaç meyhane. İstanbul'un unutulan, en alta yaşamaya zorlanmış insanların yaşamından bir kesit. Devleti aliye saray ve çevresinde kendi sorunları ile uğraşırken, devletin çıkarları gözden düşmüş olan bir kesimin kenara itilmiş yaşamlarının trajik komik hikayesidir. Trajedi yaşarken acı verir ama uzun yıllar üzerinden geçince komik gibi anlatılır ve hatta ağız dolusu gülünür…

Her yaşamın, her ortamın tarihi vardır

Haliç’e demirlemiş, çürümeye tutulmuş, gezi amaçlı üretilip üzerine birkaç top konularak savaş gemisi yapılan Mercaniye, ülkenin çöküşünün tarihinin Haliç'e vuran ışık hüzmesidir. Ülkenin ahvali durumunun bireyler üzerine bıraktığı karamsarlık, hayalleri ve gerçekleşmeyecek aşklarının bıraktığı sert rüzgarların sığınağıdır bir anlamda; bir kaçış aynı zamanda kurtuluşudur. Şinasi'nin yazdığı ilk tiyatro eseri “Şair Evlenmesi” geminin tiyatro salonunda hayat vermeye çalışan bir birikimde söz konusudur. İlk eserin günümüze göndermesidir, aynı zamanda Titanik filmine ve gemisine göndermeler ile zaman içinde bir esnekliğin oyunun bütünü içinde varlığını hep koruyacaktır.

Şinasi gibi belki bir gün bir şeyler yazma özlemi içindedir; denizlere açılacaktır, denizlerde yaşadıklarını anlatacak ve tarihe kişisel tarihini yazdıracaktır. O hayal içindedir ama meyhanede bir Rum kadında vurgundur. Ona şiirler yazmakta, ona yanında olmasına rağmen kavuşma arzusundadır. Bir anlamda memleket içinde memlekete hasret olan kaptan, aynı zamanda aşkını da memleket gibi görmektedir.

Oyun dört kişi üzerine kuruludur ama arada imam rolünü oynamış bir meczup da dahil olur…  Oyunun kahramanı gemidir; geminin ruhu da bir hayalettir. Her şeyi gören ve kayda tutan hayalet, zaman zaman olaylara müdahil olur, aslında görünmezdir…

Ortaoyunu ve gölge oyun tekniği ile müzikalin iç içe geçtiği geleneksel tiyatronun modern yorumu ile seyirlik, eğlenceli, aynı zamanda mesajı bol olan bir oyun ortaya çıkmış. Her zaman olduğu gibi Barış Dinçel, oyunun içinde tasarladığı dekor ile yerini almış; puzzle gibi birbirinden ayrılan, sonra birleştirilen, her birleşme ile farklı bir öykünün mekanı olan dekorları ile oyunculara hem anlatım kolaylığı hem de oyunun vurgusunu daha da görünür kılmıştır. Oyunda kaptan rolü ile Erdem Akakçe, hem sahneyi hem de gözleri doldurdu; çünkü o özlemi, ülkenin halini anlatırken dünün dün olmadığını, bugünde yaşandığından dolayı bugün olduğunu hissettiriyor. Şerif Ali rolü ile Fatih Koyunoğlu, ikinci tayfa Kazel rolünde Bülent Çolak, Mimhal rolünde Bihter Dinçel, Hayalet Mesaret ve Rum kadını rolünde Sevil Akı sahnede birbirinden başarılı, birbirini besleyen, birbirini kollayan ama aynı zamanda kendisini büyüten bir oyunculuk ile sahneyi dolduruyorlar. Şarkı sözleri ve müziği ile oyunun ruhu seyirciye geçerken, aynı zamanda bölümler arasında geçişi de kolaylaştırmaktadır. Müzik olur da dans olmaz mı? Elbette, hareketler oyuncu için iyi düşünülmüş, dekora uygun, müziğin ritmini yakalayan aynı zamanda kanto’ya gönderme yaparak geçmişimize doğru da bizi alıp götürüyor. Bizden bir tiyatro olmuş; uzun zamandır sahnelerde görmek istediğim mizahı bol, günümüz siyasetini ve yaşadığımız krize dolaylı da olsa göndermesi olan bir siyasi tiyatroyu alkışlamak beni mutlu etti. Salonun dolu olması, her oyun için günler öncesinden sıraya girilmesi bu oyunun başarısını ortaya koymaktadır.

Oyunu her izleyen seyirci oyundan etkilendiği, eğlendiği ve günlük olaylara mizahi yaklaşımı görüp, biraz da kendi yaşadığını sahnede görmesinin mutluluğunu ve “iyi ki gelmiş” hissi ile salonu boşaltıyor.

Zaman geçiyor, kişiler değişiyor, hatta devlet isimleri bile değişiyor ama sorunlar hala varsa, hala canımızı acıtıyorsa, bir girdabın içinde kürek çeken bireyler olduğumuz gerçeğini bu oyun ile bir kere daha gördük. Ege Denizi’ne diye yola çıkan gemi Karadeniz'e çıkıyorsa, memleketi yönetenlerin acizliği, uzak görüşlü olmayışı, iş bilmeyenlerin gemiye el koyup, onu kara oturtmasını yaşamaya devam ederiz.

“Memleket dediğin su üstüne kurulu bir bahçe artık, yanaşacağımız her kıyı gurbet bize…”

İsmail Cem Özkan

 

Mercaniye Çok Yaşa

Yazan: Ahmet Sami Özbudak

Yönetmen: Emrah Eren

Dekor-Kostüm Tasarımı: Barış Dinçel

Müzik: Deniz Bayrak

Hareket Düzeni: Esra Yurttut

Işık Tasarımı: Uğur Aksu

Şarkı Sözleri: Faruk Üstün

Afiş Tasarımı: Berkcan Okar

Oyun Fotoğrafları: Ozan Güzelce

Oyuncular:

Erdem Akakçe

Sevil Akı

Bülent Çolak

Bihter Dinçel

Fatih Koyunoğlu

Sahne Amiri: Çağatay Tok

Yönetmen Yardımcıları: Ezgi Nur Köycü-Barışcan İğdeli

Yapım Koordinatörleri: Eren Dinç-Utku Öcal

Ses Kumanda: Muhammet Sait Yamaner

Işık Kumanda: Mehmet Doğan

Sosyal Medya: Mücahit Filiz

Dekor Uygulama: Sırrı Topraktepe

 

11 Kasım 2024 Pazartesi

Şahları da vururlar ama ondan seken kurşun bizi de vurdu...

Şahları da vururlar ama ondan seken kurşun bizi de vurdu...

Ses tiyatrosuna soğuk bir havada girdik. Yıllar sonra o salonun içine girerken bir çok birbirinden değerli insanın sahne tozuna yazılmış hikayesi ile karşılaşacağımı biliyordum… Henüz adımı tiyatro gişesinden içeriye doğru adım atarken Ferhan Şensoy sesi ile karşılaştım. Oyunlarından bölümlerin seslendirmesi salonun her yerine yayılıyordu. Henüz oyunun başlamasına dakikalar vardı, duvarda asılı olan fotoğraflara, afişlere baktım. Günümüz modası olan cep telefonu çıkarıp, flaşsız olarak duvarda asılı olanların fotoğraflarını çektim. Duvarlar nemi ve geçmişin seslerini taşıyordu. Soğuk havanın soğuğu içeriye vurmuş gibiydi, belki de anıların o çok uzak zamandan gelen esintisiydi…

Girişin sağ tarafında kitaplar ve özel basılmış tişörtler satışta, sağ tarafta yer alan alanda büyük bir büfe, geçmişin içki yasağı gelmeden önceki barı, şimdilerde su satılıyor. Elbette bunlar tiyatronun yaşaması için gerekli alanlar, çünkü izleyici sadece orada oyunu seyredip gitmeyecek, tiyatro ile ilgili kitapları, o tiyatroya özgü eserleri de alacaktır.

Tiyatro biletlerinin pahalılığından yakınanlar, dışarıda bir tabak yemeğe verdiği fiyatı karşılaştırır ama lokantalarda satılan her tabak, günlük gideri karışlayacak boyutta değil, çünkü sürekli artan maliyet, dar gelirli tüketicinin üzerine daha ağır yük bindirmekte, o da kısabileceği her şeyden kısmaya özen gösteriyor. Tiyatronun gerçek seyircisi ne yazık ki krizin bedelini ödemek zorunda bırakılmış kesimlerdir.

Meclislerinde vekillerine tiyatro oynatanlar hiçbir zaman tiyatroya gidip seyirci koltuğundan oyunlara bakmaz, onlar ancak yazdıkları senaryoların gerçekleşmesi için ellerinde ki medya gücü ile nefret söylemlerini geliştirirler…

Salon kapısı açıldı ve yerlerimiz aldık, gereken ilgiyi seyirciler ya göstermemişti ya da ekonomik krizin salona doğru yansımasını yaşıyorduk, çünkü an be an enflasyon adı altında cebimizden para çalınması süreci içindeyiz.

Ekonomik kriz sadece sabit gelirlileri vurmuyordu, iş başı yapan emekçileri ve küçük esnafı da vurdu. Meslek sahibi, yetenekli olmuşsun önemi yoktur, para yoksa işte yok! Parasızların hakim olduğu caddelerdeki kalabalık, dükkanların içinde çalışanların zaman geçirdiği zamana dönüşüyordu.

Büyük markaların prestij için bulunduğu İstiklal Caddesinde sanat ve kültür merkezlerinde (büyük sermayeye ve bankalar dışında olanlar) ayakta kalma mücadelesi içinde, seyirciye bağlı olarak salonlarını ya ısıtacak ya da örümcek ağlarına teslim edecektir…

Ses Tiyatrosu hiç değişmeyen tabelası içinde geçmişin izini günümüze taşımaktadır. Bir zamanlar bilet bulma zorluğu çekilen oyunların yerini, dijital ortamda bilet satışına bıraktığı bir dönemeçteyiz.

Ses Tiyatrosu ve Ortaoyuncular, tiyatro tarihimizin orta direğidir, kuşaktan kuşağa aktarılan “kavuğun” yuvasıdır.

Ses Tiyatrosu, Ortaoyuncularını var eden ve İstiklal Caddesinde muhalif tiyatronun, epik tiyatro ile geleneksel orta oyunun harmanlanarak yeni bir ses, yeni bir anlatım, yeni bir nefes olarak Haldun Taner'in anlayışının yeniden yorumlanarak hayat bulduğu alandır.

Ses Tiyatrosu tarihimizin kırılma sürecinde ortaya çıkmış, tarihe tanıklık etmiş, yeniden tarihi yorumlamış popüler kültüre muhalif kanattan katkı sunmuş bir anlayışın kurumsallaşmasıdır. Ferhan Şensoy kişiliğinde biçimlenen, onun dilinin, onun sahne anlayışının bir çatı altında özgürce kendisini ifade ettiği bir tarihtir. Aynı zamanda yaşayan kabare tiyatrosunun en önemli yaşayan temsilcisidir.

Şahları da Vururlar oyunu ile Ortaoyuncular ustalarından aldığı tarihi birikimi yeniden yorumlayarak sahneye taşıyorlar, üstelik yeni kadrosu ve geçmişin birikimin taşıyanlar ile harmanlanmış halde sahnede seyircisiyle buluşuyor.

Volkan Sarıöz’ün yönetiminde Ses Tiyatrosunda oyunu izleme şansına sahip oldum.

“İran’da bir yangın var

İtfaiye Failün,

Faili belli değil

Failatün Failün.”

Aruz ölçüsü ile bir döneme dair göndermedir, gerçi yeni kuşak bu edebiyattan ne kadar haberdardır bilmiyorum. 1980’li yıllara kadar lise eğitiminde edebiyat dersinde bu ölçüler ders olarak verilir, lise eğitiminden geçmiş her birey bu aruz ölçümlerin ne ifade ettiğini bilirdi. Saray ve çevresinde gelişen edebiyatın yazım tekniğidir, bir anlamda Nazım Hikmetlere ve günümüz şairlere kadar taşınan büyük birikimin ara yoludur. Bugün bu ölçüleri kullanarak şiir yazan var mıdır bilmiyorum ama klasik Türk musikisi icra edilen konserlerde eller ile yapılan tempolar bu ölçüdedir…

Aruz ölçüsü aslında acem diyarına ve saraya doğru bir göndermedir.

Azeri Türkçesine gönderme olarak  “b” yerini “m” harfine bırakan ama modern Türk dili kurallarını işletildiği bir ses düzenlemesine gidilmiştir. Seyirci ilk anda belki bu bozmayı hemen anlamamış olabilir ama oyuncular muhteşem bir istikrar ile bu yaratılmış yeni dili sahnede olağan ve doğal olarak kullanmaya devam etmektedir. Ferhan Şensoy bir dil cambazıdır, var olanı bozup yerini yeni bir kendisine özgü dil kullanımına ve ona bağlı olarak mantık süzgecine bırakır… Benzetmeler, çağrışımlar ilk duyulduğunda gülünç gelir ve söylemden kaynaklanan gülünç durum kısa sürede içeriğin kara mizahın ağırlığı hissedilir, çünkü ilk dalgadan sonra gelen dalga olayın gülünç yerini trajediye bıraktığına, acının yaşanırken haline dönüştüğüne şahitlik ederiz.

Olay, İran’da geçmektedir. İkinci dünya savaşı süreci ve onu izleyen yıllardan günümüze doğru bir tarihi çizginin içinde yer alan kurgusal ama tarihi gerçekliği olan bir çizgidedir. Kabare tiyatronun özelliği olan ana, zamana doğru göndermelerin, mekanın somut halinden soyutlaştırarak her coğrafyaya uyarlanacak ve her zamana gönderme yapacak şekilde yeniden oluşturulmasıdır. Örneğin olay İran şahını, büyük şair Ömer Hayyam anlatılırken, Ömer Hayyam’ın bir isim benzerliği ve bu benzerliği yüzünden cezaevinde olması, kısa yapılan her göndermenin bir sonucu olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Zamansal oynamalar, oyun içinde kurgulanırken, tiyatronun tarihinde ise tiyatro yakmaya kadar giden bir saldırının da gerçekleşmesini görürüz, çünkü resmi raporlara rağmen göndermelerden rahatsız olanlar yakmıştır…

Kabare tiyatrosunda oyuncuların çok zeki, kurnaz, seyircinin tepkisine uygun olarak sahnede yer alan oyuncuları zora sokmayan, onları destekleyen, oyunculara özgür hareket alanı bırakan ve atılan pasları çok iyi değerlendiren olmalıdır. Oyunun temelinde bir öykü ve onun yazılmış hali vardır, konu bellidir ama zamanı ve içinde bulunduğu kırılmayı eleştiren, yorumlayan ve seyirciye içinde bulunduğu ülkeye ve gündemine dair gönderme yapması ile her oyun diğerinin kopyası değil, yeniden yaratılmasıdır...

Ömer Hayyam, Şah önünde son şiirini okurken, idam edileceği bilincindedir, “şairler ölür ama şiir yaşar” demektedir. Aynı şekilde Ferhan Şensoy artık aramızda değildir ama oyunun her dakikasında yazdıkları, sahneye taşıdıkları, usta çırak eğitimden geçmiş oyuncuları ile aramızdadır. Hatta cep telefonu kapatın anonsunda, seyircilerin arasında cep telefonu çalsa da, gelse Ferhan Şensoy bir tokat atsa diye beklenti içinde olan vardır. Ferhan Şensoy salonunda yaşamaktadır.

Zamanımızda da ülkemizde her şey raydan çıkmış, neye el atsak bir çürüme, bozulma olduğunu görmekteyiz, rejim halktan kopmuştur. Sarayda yaşananlar ile halkın yaşadığı uçurum çok büyüktür. İran Şahı öznesini çıkarın, Amerikan dostu, başkanın yazdığı metni kendi metni gibi gören iktidarda olan yöneticileri gelişmekte olan her ülkede bulabiliriz.

Oyun süresi içinde bugüne dair gönderme yerini daha ağırlıkta metne dayalı şah ve ona benzerleri eşleştirme boyunda kalmıştır. Seçilen müzikler dünde kalmıştır ama müzik dinamiktir, bugüne dek zamanı yok ederek gelmiştir, fakat sözler, kelimeler, cümleler zaman içinde anlamlarını değiştirmiş, yeni anlamlar yüklenmiştir. Kostümler, dans, dekor, özellikle klozetin gidiş gelişleri ile bir şah tahtı olması oyunun ne kadar ince ince düşünüldüğü, süzgeçten geçerken fazla olan hiçbir şey olmadığını görmekteyiz. Müzisyenler sahneye oyuncu olarak inmeleri dışında bir platform içinde sahneyi doldurmakta ve oyuncular ile birlikte seyirciyi de müziğe davet etmekte, bölümler ve konular arasında geçişleri işaret etmektedir.

Emperyalist devletlerin liderleri, yarı ya da tam sömürge yaptıkları ülkenin liderlerinden daha fazla o ülke hakkında bilgiye sahiptir. Muhtaç olanlar her zaman emperyalist devletlerin liderlerinden randevu almak için uğraşır, iç kamuoyuna aldıkları randevuları bir başarı olarak sürerler… Değişmez kuraldır ve bu durum her zamana uyar…

Var olan doğruları cümle içinde geçirmek eleştiri değildir, sadece durum tespitinden öteye geçemez ve bu tespit tüm kendisini lider olarak gösteren, kendi vatandaşlarına her türlü zulmü, eziyeti “fıtrat” olarak gören liderler için geçerlidir. Var olan kazalardan, cinayetlerden, katliamlardan ders almak yerine var olan baskı düzenini istikrarlı bir şekilde devam etmesini savunur ve farklı bir şey olabileceği düşüncesi hiçbir zaman kafalarının içinde olmaz… Liderler tarih ile yüzleşmek yerine, zamanın vermiş olduğu gücü bir diktatör olarak yönetmekte olduğu halka uygular, bunun için geliştirilmiş tüm devlet güvenlik güçlerini birer silah olarak kullanmaktan çekinmez.

Ölenler bu rejim altında her zaman suçludur, katliam yapanlar ise kahraman!

Baskı rejimi altında yaşayanlar için ise mizah en büyük silahtır, söylemekten korkulan ne varsa mizahın dili ile söylenir. Mizahçıları ortadan kaldırdığınız an ülkede muhalefet bitmiş demektir, bundan dolayı tüm mizahçıları ortadan kaldırmak için korku ve satın alma yöntemi kullanılır. Ülkemizde mizah dergisi Gırgır bir gece operasyonu ile satıldığında dönemin lideri Özal bu satın alma olayından büyük olasılıkla çok mutlu olmuştur, bugün ülkemizde “muhalefet” gibi gözüken medyanın sahibi bu satın alma işlemi yaptığı çoktan unutulmuştur…

Oyunda kullanılan tüm mizahi göndermeler günceldir ama bu göndermeleri kucaklayıp içselleştiren seyirci ile aynı kulvarda mı sorusu kafamda oluştu. Zaman içinde söylem farkları oluştu, geçmişte kullanılmayan ama günümüzde popüler olan birçok söylem dilimize girmiştir.  Genç seyirciler arkamda cinsel içerikli göndermelere gülerken, acaba diye düşündüm bunun siyasi arka yüzüne dair bir birikimleri var mı? Daha basit, daha anlaşılır ve daha da seyirciye yönlendirici bir yöntem var mıdır? Zaman ne yazık ki kelimelerin altını boşaltıp, yeni anlamalar yüklerken geçmişte yazılmış metinlerde bu değişimden ne kadar faydalandı?

Mizah dinamiktir, durağan bir şey olmadığını düşünüyorum, bizim ülkemizin de en büyük ihtiyacı bugünlerde siyasi mizahtır, eleştiridir. “Ben yaptım, oldu” anlayışı ile ülkemizin içinde her birey gün be gün fakirleşirken, çok küçük bir azınlık paralarına para katmaya devam etmektedir…

Mizah ezilenin yanında, baskı yapanın karşısında duruştur.

Ormanı yok edene karşı duruştur, derelerde benekli balıkların sesidir, altın madeni sırasında oluşan siyanürlü dağların karşısındadır…

Ülkemiz dünyada en fazla plastik ithal eden ülke konumda, geçmişte çöplükte çalışan insanların görüntüleri yerli filmlerde kullanılırdı, şimdi yok, çünkü ülke olduğu gibi çöp oldu, tüm vatandaşlar martı sesleri altında çöplükte işe yarayanları ayırmaya çalışıyor…

“Failatün failün

Faili belli değil

Herkes tutuklanıyor

Mefailün failün

Sebebi belli değil

Failatün faşizma

Failatün çok saçma.”

Saçmalığın gülünç hali olur mu, olur ama yaşayınca gülünç tarafı gözümüze batmıyor…

Oyuna gidin, Ortaoyuncular ve sahnesi yaşasın.

Onlara zamanı yakalayan yeni metinler yaratması konusunda daha fazla cesaret verin ve seyircisi bol, kapalı gişe oynayan oyunlar seyircinin karşısına çıksın.

Oyuncular geçmişin getirmiş olduğu yükün altında büyük bir sorumluluk içinde sahnede yerlerini almaya devam ediyorlar, büyük bir ustanın gölgesi ne yazık ki oyunculara daha rahat hareket etme alanı bırakmıyor, onun bıraktığı noktadan daha öteye taşıyacak, yaşadığımız zamana yönelik açık eleştiri yerine genel eleştiriler ile yetinen bir kabare tiyatro izledim. Güldüm mü, evet çok güldüm, ders çıkardım mı, evet çok çıkardım, yeterli mi, elbette değil, fakat onları da anlıyorum, çünkü klasikleşmiş eseri bu kadar kısa zaman sonra yeniden yorumlamak çok kolay iş değildir. Emeği geçen her çalışana çok teşekkür ediyorum, iyi ki varlar, iyi ki hala kabare tiyatrosunun o güzel geleneğini taşıyorlar.

İsmail Cem Özkan

 

Şahları da Vururlar

Yazarı: Ferhan Şensoy

Yönetmen: Volkan M. Sarıöz

Orijinal Müzik: Fuat Güner – Ferhan Şensoy

Sahne Tasarım / Kostüm Tasarım: Başak Özdoğan

Oyuncuların İsimleri:

Celal Belgil

Erkan Üçüncü

Serap Günaydın

Özkan Aksu

Elif Durdu Şensoy

Orkun Akyıldız

Sefa Tantoğlu

İlksen Ökte

Ve

Müzisyen:

Nejat Yavaşoğulları

Gökhan Şeşen

Burhan Şeşen

 

10 Kasım 2024 Pazar

Anma ve küfretme günü…

Anma ve küfretme günü…

Adamın biri ölmüştür, çünkü zamanı gelince adam ölür, kadın da, börtü böcekte, dağda taşta, yaşayan ne varsa ölür, çünkü yaşam ölüm üzerine kuruludur. Üretilen bir dize yaşarken, üretenlerin çoktan öldüğü bir yaşam döngüsündeyiz, ölümsüz olanlar üretilendir. Üretileni metaya döndürdüğünüz an o da ölür, çünkü meta olan her şey bir gün ölecektir...

İnsanlığın biriktirdiği ve ölümsüz olanlarda ölecek, çünkü binlerce yıl sonra dünyamızda ölecek, ölümü de uzaydan gelenler yüzünden olmayacak, üzerinde yaşayanlar tarafından bizzat bir düğmeye basarak yok edecek, kısaca ölümsüz diye bir şey yok!

Sonsuz karanlık ve bir ışık taneciği de bir gün ölecek ama nasıl olacağını bugünden bilemeyiz...

Adamın biri (kurucu lideri) tarihte bir bugün öldü, bir ülkede yas tutulacak. Metalaşmış, propaganda amaçlı bir dakika yer gök sabit kulağı rahatsız eden bir siren sesi duyulacak, o an birileri ayakta saygı gereği duracak, birileri de hakaret edecek, çünkü uzun zamandır her ölüm yıldönümlerini anma ve hakaret günü ilan edilmiş oldu... Bu durum sadece ülkemize ait bir durum değildir, Hollanda'da ikinci dünya savaşında ölenlerin anıldığı gün tüm sokaklarda siren sesi ile ayakta durulur ve sonrası bando geçişleri olmaktadır.  

Birileri anacak, birileri de hakaret edecek, birileri de siyasi olarak anıyormuş gibi yapıp hakaret edenleri destekleyecek, çünkü henüz o kadar güçlü olmadıklarını hissediyorlardır, güçlü olduklarında akıttıkları timsah gözyaşlarını yerini sevinç gözyaşları alacak...

Hakaretlerin ortada dolandığı ve tersi durum olan putlaştıran ve sonuçta metaya dönüştürülen liderin ölüm günü... Her liderler zaman içinde metaya dönüşür, işe yardıkça, değeri olduğu sürece arkasından gidenler olur, onun adına üretilen ürünler satılır, o işten para kazanan etnik pazarın pazarlayıcıları olur. Meta olmaktan çıktıkları zaman kısaca öldükleri an onun mezarı sessizlik içinde ot, böcek tarafından doğaya karıştırıldığı sürece katılır, çünkü her ölüm sonuçta doğada çürüme, doğaya karışmaktır... Mezarlıklarda eski liderlerin mezarını kimse bulamaz, çünkü yerine başkası çoktan gömülmüştür!

Tarihsel olan bireylerde tarihe karışır, çünkü onların vücutları çoktan doğanın bir parçası olmuştur, her büyük anıt mezarlıklar bugün sadece turist gezileri için kullanılan alanlardır, ölüden para kazanmayı düşünenler girişe bir bariyer koyup gelenden para alır...

Adamın biri bugün öldü. Onu tarihsel yerine koyarak, tarihsel süreçte öyle olması gerektiği için öyle oldu, katliam yaptı, cinayet işledi, emir verdi, en yakın arkadaşını koltuk uğruna idam ipinde sallandırdı, idam kararını en yakın arkadaşına aldırttı, cellat ve mahkumlar hepsi eskiden yan yana, omuz omuza birlikte mücadele etti, fakat koltuk uğruna, koltukta kalmak için yürüttüğü siyasetin sonucunun ona göre başarılı olması için önüne gelen her türlü engeli zor ile yok ettiği gerçeğini konuşamayız, çünkü o romantik bir tarih algısında, kahramanlar ne suç işler, ne de katliamlara emir verir, çünkü o yaşadığı kanlı sürece ak pak şekilde, elini kana bulaştırmadan atlatmıştır imgesi verilir... Tüm liderler biliyoruz ki tarihte elini kana bulamıştır, başarılı olanların elleri kan ile yıkanmıştır gerçeği yaratılan kahramanlara bulaştırılmaz...

Tarihte bir insan neden olduğu gibi değerlendirilmez, çünkü yaşanan anın yaratmış olduğu adalet ve ahlak anlayışına uygun gelmediği için!

Bugünden geçmişe bugünün değerleri ile bakınca yaşanmış olan tüm ilişkiler kirlidir, kanlıdır... İşte biz bu kiri geçmişte yaşamış, ideal olana dokundurmama gayreti yüzünden o kişi tarihte olduğu gibi anılmasına izin verilmiyor, o yüzden ölüm günü hem anma hem de hakaret etme günü oluyor...

Bugün onu ve yarattığı siyasi atmosferi savunanların hepsi muhafazakardır, yani tutucudur... Zamanı durdurup, sadece güzel tarafını savunan ama kötü tarafını görmeyen, elinin kanını gizleyendir… Bugün o liderin ya da siyasi kişiliğin yarattığı ne varsa zamanın çoktan gerisinde kalmış olmasına rağmen, kuruluşundaki ileri yönü abartılarak öne çıkarılmasını yapanların hepsi sağcılaşmıştır, çünkü sağ ilerlemeye ve insan haklarının kazanımlarına temsil ettiği sınıfın çıkarlar yüzünden karşıdır. Bugün bir insanı dokunulmaz kılan aslında onun yaratmış olduğu, yarattığı sınıfın çıkarına göre konumlanmasıdır… Sınıf bakışı olmayanlar onu idealleştirip, sınıfından koparıp ayrı bir konuma getirip orada değerlendirir.

Türkiye kurucu babası olarak kabul edilen Mustafa Kemal bir sınıfın temsilcisidir, içinde bulunduğu partinin tüm ideallerini, amacını, ideolojisine uygun bir devlet kurumunda yer almış önemli bir komutandır. Talat, Enver, Cemal paşalar ölmüştür, onların boşluğunu yeni doldurmuştur, onların liderlik anlayışına, oluşturmuş oldukları parti programına uygun karar almıştır, Osmanlı devleti içinde başlayan ve devam eden süreçte ulus devletinin anlayışına uygun olarak “ilerleme” yönünde atılan adımların başarılmasını sağlamıştır... Kısaca ulus devleti ideallerine uygun olarak ulus devletinin lideri olmuştur...

Bugün ulus devleti yıkılmıştır, tüm kurumları ortadan kalkmıştır, onun yarattığı ideoloji çoktan tarihin dehlizlerinde yerini almıştır, fakat yıkılanın yerine yeni bir devlet kurulamamıştır, ondan dolayı tarih ile yüzleşme bu ülkede gerçekleşmedi, gerçekleşmeyecektir de...

İşçi sınıfının mücadelesini, idealizmini taşıyanların bir burjuva devletine sahip çıkması, kapitalistlerin çıkarını savunması ne kadar doğrudur? İşçi sınıfı, burjuvaların kurduğu devleti yıkıp, oluşturmuş oldukları kapitalist sitemi yıkıp, yerine işçi sınıfının iktidarını ve sosyalist sitemi yerleştirmektir... Bu ideali olanların burjuva devletini kuranı bir idealist olarak, tarihten kopararak anması ve savunma yapması ne kadar doğrudur? Çünkü işçi sınıfı ve onun ideolojisi tarihte yer almış liderlere bakışı ortadadır, bu durumda ya Marksist değiller, İslamcıların bakışına uygun olarak "İş bitiren yalan, fitne çıkaran doğrudan yeğdir." anlayışı sahibidirler. Takiye yapmak sadece İslamcıların tekelinde değildir.

Devrimciler halka yalan söylemez.

Geçmiş ile yüzleşemeyenler, geçmişin burjuva kazanımlarını savunuyor duruma düşmüşse eğer, onların başarısız olduklarını ve yenildikleri için katilinin kazanımlarını başarı olarak görürler... Burjuva devleti işçi sınıfını ve işçi sınıfının iktidarını savunanlara karşı acımasız bir şekilde yok etmiş, onlara nefes alma hakkı bile tanımamıştır, fırsat bulduğu an onları idam etmekten de geri durmamıştır... Ezen ile ezilen ilişkisi içinde katiline aşık olanlar ancak geçmişin liderlerini olduğu gibi durumdan çıkarıp, sırf günlük ihtiyaca cevap veren bir tutum alırlar... Paradigmanın rüzgarını kendi lehlerine kullanarak, sözde kendilerine hareket etme alanı yaratana iki yüzlü bir davranış içinde olurlar. Devrimciler halka yalan söylemez sözü sözde kalır bunlar için…

Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, katliam sonrası Mustafa Suphi’nin karısının başına gelenler bugün kuruculara saygı duruşunda bulunan ve tek kurtarıcı diye ananlar için ne anlama geliyor bilmiyorum ama kurulan rejimin üstü örtülü olmayan bu cinayetini sanırım komünistler yaptı ya da doğru zamanda doğru yerde olmadıkları için onları suçlayacaklardır…  Aslında lider istemedi ama onun adına karar verenlerin cinayetini lider ile ve yeni rejim ile bağdaşık kurulmayacak diyeceklerdir.

1919 – 1923 yılları arasında Anadolu topraklarında ulus devleti mücadelesi yapan ulus olarak sadece Türkler gösterilir. Fakat Rumların Küçük Asya’da ulusal mücadele için herhangi bir örgütleri olmadığını, Ermenilerin bu topraklarda köklerinin kazındığını Osmanlı rejimi (Abdülhamit ve İttihat ve Terakki Partisi liderliği) sürecinde olduğunu ama Kürtlerin ulusal uyanışı ve kurtuluş mücadele ettiklerini İngiliz oyuna gelen bir avuç isyankar olarak anılması resmi tarihin bize söyledikleridir.

Bugün medya ekranlarında anma reklamları dönmektedir. Koç grubunun yaptığı reklam filmi gerçekten etkileyicidir, onun yapması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü ilk meclis binası olan İttihat ve Terakki Partisinin Ankara şubesinin olduğu binanın çatısını yaparak zenginleşme yolunda ilk adım atan özel teşebbüs olarak tarihteki yerini almış, bugünkü sermayesini kurucuların tercihine borçludur.

Bugün bu ülkenin nimetlerinden bahsederken iyi ki Karadeniz'de Rum, Anadolu’da Ermeni sorunu kökten temizledikleri için İttihat ve Terakki Partisi liderlerine ve de ülkenin kurucularına şükranlarını belirtenler vardır, tek çözemedikleri sorun ise Kürt sorunudur. Bugün o sorun ülkenin önünde kurulmuş bir kriz olarak algılanmakta, o sorunu önce inkar, sonra sorun olarak ortaya konulması ile çözüm arayışları ortaya çıkarmıştır. Kürt sorunu ile yüzleşmek resmi tarih ile yüzleşmek anlamına gelir ama yüzleşmek yeni resmi tarihin yazılmasını ortadan kaldırmayacaktır.

Resmi tarih ne kadar gerçeklerden bahseder, ne kadar algı oluşturur sorusu bugün yanıtlaması basittir ama o basit yönü halktan bilinerek saklanır.

Bugün anma ile hakaret etme gününde taraf olmak isteyenler elbette tercihlerini ortaya koyacaktır ama bir üçüncü yol işçi sınıfı politikası yapanlar için vardır, kişileri tarihte oldukları gibi yerine koyup, var olan tüm tarihin resmi veya onun karşıtı tarihi söylemlerin dışından bakmayı getirecek olan materyalist bakış açısı mevcuttur. Sınıfsal bakış olmayan her tercih, sorunludur.

İsmail Cem Özkan