Galata Gazete


11 Kasım 2024 Pazartesi

Şahları da vururlar ama ondan seken kurşun bizi de vurdu...

Şahları da vururlar ama ondan seken kurşun bizi de vurdu...

Ses tiyatrosuna soğuk bir havada girdik. Yıllar sonra o salonun içine girerken bir çok birbirinden değerli insanın sahne tozuna yazılmış hikayesi ile karşılaşacağımı biliyordum… Henüz adımı tiyatro gişesinden içeriye doğru adım atarken Ferhan Şensoy sesi ile karşılaştım. Oyunlarından bölümlerin seslendirmesi salonun her yerine yayılıyordu. Henüz oyunun başlamasına dakikalar vardı, duvarda asılı olan fotoğraflara, afişlere baktım. Günümüz modası olan cep telefonu çıkarıp, flaşsız olarak duvarda asılı olanların fotoğraflarını çektim. Duvarlar nemi ve geçmişin seslerini taşıyordu. Soğuk havanın soğuğu içeriye vurmuş gibiydi, belki de anıların o çok uzak zamandan gelen esintisiydi…

Girişin sağ tarafında kitaplar ve özel basılmış tişörtler satışta, sağ tarafta yer alan alanda büyük bir büfe, geçmişin içki yasağı gelmeden önceki barı, şimdilerde su satılıyor. Elbette bunlar tiyatronun yaşaması için gerekli alanlar, çünkü izleyici sadece orada oyunu seyredip gitmeyecek, tiyatro ile ilgili kitapları, o tiyatroya özgü eserleri de alacaktır.

Tiyatro biletlerinin pahalılığından yakınanlar, dışarıda bir tabak yemeğe verdiği fiyatı karşılaştırır ama lokantalarda satılan her tabak, günlük gideri karışlayacak boyutta değil, çünkü sürekli artan maliyet, dar gelirli tüketicinin üzerine daha ağır yük bindirmekte, o da kısabileceği her şeyden kısmaya özen gösteriyor. Tiyatronun gerçek seyircisi ne yazık ki krizin bedelini ödemek zorunda bırakılmış kesimlerdir.

Meclislerinde vekillerine tiyatro oynatanlar hiçbir zaman tiyatroya gidip seyirci koltuğundan oyunlara bakmaz, onlar ancak yazdıkları senaryoların gerçekleşmesi için ellerinde ki medya gücü ile nefret söylemlerini geliştirirler…

Salon kapısı açıldı ve yerlerimiz aldık, gereken ilgiyi seyirciler ya göstermemişti ya da ekonomik krizin salona doğru yansımasını yaşıyorduk, çünkü an be an enflasyon adı altında cebimizden para çalınması süreci içindeyiz.

Ekonomik kriz sadece sabit gelirlileri vurmuyordu, iş başı yapan emekçileri ve küçük esnafı da vurdu. Meslek sahibi, yetenekli olmuşsun önemi yoktur, para yoksa işte yok! Parasızların hakim olduğu caddelerdeki kalabalık, dükkanların içinde çalışanların zaman geçirdiği zamana dönüşüyordu.

Büyük markaların prestij için bulunduğu İstiklal Caddesinde sanat ve kültür merkezlerinde (büyük sermayeye ve bankalar dışında olanlar) ayakta kalma mücadelesi içinde, seyirciye bağlı olarak salonlarını ya ısıtacak ya da örümcek ağlarına teslim edecektir…

Ses Tiyatrosu hiç değişmeyen tabelası içinde geçmişin izini günümüze taşımaktadır. Bir zamanlar bilet bulma zorluğu çekilen oyunların yerini, dijital ortamda bilet satışına bıraktığı bir dönemeçteyiz.

Ses Tiyatrosu ve Ortaoyuncular, tiyatro tarihimizin orta direğidir, kuşaktan kuşağa aktarılan “kavuğun” yuvasıdır.

Ses Tiyatrosu, Ortaoyuncularını var eden ve İstiklal Caddesinde muhalif tiyatronun, epik tiyatro ile geleneksel orta oyunun harmanlanarak yeni bir ses, yeni bir anlatım, yeni bir nefes olarak Haldun Taner'in anlayışının yeniden yorumlanarak hayat bulduğu alandır.

Ses Tiyatrosu tarihimizin kırılma sürecinde ortaya çıkmış, tarihe tanıklık etmiş, yeniden tarihi yorumlamış popüler kültüre muhalif kanattan katkı sunmuş bir anlayışın kurumsallaşmasıdır. Ferhan Şensoy kişiliğinde biçimlenen, onun dilinin, onun sahne anlayışının bir çatı altında özgürce kendisini ifade ettiği bir tarihtir. Aynı zamanda yaşayan kabare tiyatrosunun en önemli yaşayan temsilcisidir.

Şahları da Vururlar oyunu ile Ortaoyuncular ustalarından aldığı tarihi birikimi yeniden yorumlayarak sahneye taşıyorlar, üstelik yeni kadrosu ve geçmişin birikimin taşıyanlar ile harmanlanmış halde sahnede seyircisiyle buluşuyor.

Volkan Sarıöz’ün yönetiminde Ses Tiyatrosunda oyunu izleme şansına sahip oldum.

“İran’da bir yangın var

İtfaiye Failün,

Faili belli değil

Failatün Failün.”

Aruz ölçüsü ile bir döneme dair göndermedir, gerçi yeni kuşak bu edebiyattan ne kadar haberdardır bilmiyorum. 1980’li yıllara kadar lise eğitiminde edebiyat dersinde bu ölçüler ders olarak verilir, lise eğitiminden geçmiş her birey bu aruz ölçümlerin ne ifade ettiğini bilirdi. Saray ve çevresinde gelişen edebiyatın yazım tekniğidir, bir anlamda Nazım Hikmetlere ve günümüz şairlere kadar taşınan büyük birikimin ara yoludur. Bugün bu ölçüleri kullanarak şiir yazan var mıdır bilmiyorum ama klasik Türk musikisi icra edilen konserlerde eller ile yapılan tempolar bu ölçüdedir…

Aruz ölçüsü aslında acem diyarına ve saraya doğru bir göndermedir.

Azeri Türkçesine gönderme olarak  “b” yerini “m” harfine bırakan ama modern Türk dili kurallarını işletildiği bir ses düzenlemesine gidilmiştir. Seyirci ilk anda belki bu bozmayı hemen anlamamış olabilir ama oyuncular muhteşem bir istikrar ile bu yaratılmış yeni dili sahnede olağan ve doğal olarak kullanmaya devam etmektedir. Ferhan Şensoy bir dil cambazıdır, var olanı bozup yerini yeni bir kendisine özgü dil kullanımına ve ona bağlı olarak mantık süzgecine bırakır… Benzetmeler, çağrışımlar ilk duyulduğunda gülünç gelir ve söylemden kaynaklanan gülünç durum kısa sürede içeriğin kara mizahın ağırlığı hissedilir, çünkü ilk dalgadan sonra gelen dalga olayın gülünç yerini trajediye bıraktığına, acının yaşanırken haline dönüştüğüne şahitlik ederiz.

Olay, İran’da geçmektedir. İkinci dünya savaşı süreci ve onu izleyen yıllardan günümüze doğru bir tarihi çizginin içinde yer alan kurgusal ama tarihi gerçekliği olan bir çizgidedir. Kabare tiyatronun özelliği olan ana, zamana doğru göndermelerin, mekanın somut halinden soyutlaştırarak her coğrafyaya uyarlanacak ve her zamana gönderme yapacak şekilde yeniden oluşturulmasıdır. Örneğin olay İran şahını, büyük şair Ömer Hayyam anlatılırken, Ömer Hayyam’ın bir isim benzerliği ve bu benzerliği yüzünden cezaevinde olması, kısa yapılan her göndermenin bir sonucu olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Zamansal oynamalar, oyun içinde kurgulanırken, tiyatronun tarihinde ise tiyatro yakmaya kadar giden bir saldırının da gerçekleşmesini görürüz, çünkü resmi raporlara rağmen göndermelerden rahatsız olanlar yakmıştır…

Kabare tiyatrosunda oyuncuların çok zeki, kurnaz, seyircinin tepkisine uygun olarak sahnede yer alan oyuncuları zora sokmayan, onları destekleyen, oyunculara özgür hareket alanı bırakan ve atılan pasları çok iyi değerlendiren olmalıdır. Oyunun temelinde bir öykü ve onun yazılmış hali vardır, konu bellidir ama zamanı ve içinde bulunduğu kırılmayı eleştiren, yorumlayan ve seyirciye içinde bulunduğu ülkeye ve gündemine dair gönderme yapması ile her oyun diğerinin kopyası değil, yeniden yaratılmasıdır...

Ömer Hayyam, Şah önünde son şiirini okurken, idam edileceği bilincindedir, “şairler ölür ama şiir yaşar” demektedir. Aynı şekilde Ferhan Şensoy artık aramızda değildir ama oyunun her dakikasında yazdıkları, sahneye taşıdıkları, usta çırak eğitimden geçmiş oyuncuları ile aramızdadır. Hatta cep telefonu kapatın anonsunda, seyircilerin arasında cep telefonu çalsa da, gelse Ferhan Şensoy bir tokat atsa diye beklenti içinde olan vardır. Ferhan Şensoy salonunda yaşamaktadır.

Zamanımızda da ülkemizde her şey raydan çıkmış, neye el atsak bir çürüme, bozulma olduğunu görmekteyiz, rejim halktan kopmuştur. Sarayda yaşananlar ile halkın yaşadığı uçurum çok büyüktür. İran Şahı öznesini çıkarın, Amerikan dostu, başkanın yazdığı metni kendi metni gibi gören iktidarda olan yöneticileri gelişmekte olan her ülkede bulabiliriz.

Oyun süresi içinde bugüne dair gönderme yerini daha ağırlıkta metne dayalı şah ve ona benzerleri eşleştirme boyunda kalmıştır. Seçilen müzikler dünde kalmıştır ama müzik dinamiktir, bugüne dek zamanı yok ederek gelmiştir, fakat sözler, kelimeler, cümleler zaman içinde anlamlarını değiştirmiş, yeni anlamlar yüklenmiştir. Kostümler, dans, dekor, özellikle klozetin gidiş gelişleri ile bir şah tahtı olması oyunun ne kadar ince ince düşünüldüğü, süzgeçten geçerken fazla olan hiçbir şey olmadığını görmekteyiz. Müzisyenler sahneye oyuncu olarak inmeleri dışında bir platform içinde sahneyi doldurmakta ve oyuncular ile birlikte seyirciyi de müziğe davet etmekte, bölümler ve konular arasında geçişleri işaret etmektedir.

Emperyalist devletlerin liderleri, yarı ya da tam sömürge yaptıkları ülkenin liderlerinden daha fazla o ülke hakkında bilgiye sahiptir. Muhtaç olanlar her zaman emperyalist devletlerin liderlerinden randevu almak için uğraşır, iç kamuoyuna aldıkları randevuları bir başarı olarak sürerler… Değişmez kuraldır ve bu durum her zamana uyar…

Var olan doğruları cümle içinde geçirmek eleştiri değildir, sadece durum tespitinden öteye geçemez ve bu tespit tüm kendisini lider olarak gösteren, kendi vatandaşlarına her türlü zulmü, eziyeti “fıtrat” olarak gören liderler için geçerlidir. Var olan kazalardan, cinayetlerden, katliamlardan ders almak yerine var olan baskı düzenini istikrarlı bir şekilde devam etmesini savunur ve farklı bir şey olabileceği düşüncesi hiçbir zaman kafalarının içinde olmaz… Liderler tarih ile yüzleşmek yerine, zamanın vermiş olduğu gücü bir diktatör olarak yönetmekte olduğu halka uygular, bunun için geliştirilmiş tüm devlet güvenlik güçlerini birer silah olarak kullanmaktan çekinmez.

Ölenler bu rejim altında her zaman suçludur, katliam yapanlar ise kahraman!

Baskı rejimi altında yaşayanlar için ise mizah en büyük silahtır, söylemekten korkulan ne varsa mizahın dili ile söylenir. Mizahçıları ortadan kaldırdığınız an ülkede muhalefet bitmiş demektir, bundan dolayı tüm mizahçıları ortadan kaldırmak için korku ve satın alma yöntemi kullanılır. Ülkemizde mizah dergisi Gırgır bir gece operasyonu ile satıldığında dönemin lideri Özal bu satın alma olayından büyük olasılıkla çok mutlu olmuştur, bugün ülkemizde “muhalefet” gibi gözüken medyanın sahibi bu satın alma işlemi yaptığı çoktan unutulmuştur…

Oyunda kullanılan tüm mizahi göndermeler günceldir ama bu göndermeleri kucaklayıp içselleştiren seyirci ile aynı kulvarda mı sorusu kafamda oluştu. Zaman içinde söylem farkları oluştu, geçmişte kullanılmayan ama günümüzde popüler olan birçok söylem dilimize girmiştir.  Genç seyirciler arkamda cinsel içerikli göndermelere gülerken, acaba diye düşündüm bunun siyasi arka yüzüne dair bir birikimleri var mı? Daha basit, daha anlaşılır ve daha da seyirciye yönlendirici bir yöntem var mıdır? Zaman ne yazık ki kelimelerin altını boşaltıp, yeni anlamalar yüklerken geçmişte yazılmış metinlerde bu değişimden ne kadar faydalandı?

Mizah dinamiktir, durağan bir şey olmadığını düşünüyorum, bizim ülkemizin de en büyük ihtiyacı bugünlerde siyasi mizahtır, eleştiridir. “Ben yaptım, oldu” anlayışı ile ülkemizin içinde her birey gün be gün fakirleşirken, çok küçük bir azınlık paralarına para katmaya devam etmektedir…

Mizah ezilenin yanında, baskı yapanın karşısında duruştur.

Ormanı yok edene karşı duruştur, derelerde benekli balıkların sesidir, altın madeni sırasında oluşan siyanürlü dağların karşısındadır…

Ülkemiz dünyada en fazla plastik ithal eden ülke konumda, geçmişte çöplükte çalışan insanların görüntüleri yerli filmlerde kullanılırdı, şimdi yok, çünkü ülke olduğu gibi çöp oldu, tüm vatandaşlar martı sesleri altında çöplükte işe yarayanları ayırmaya çalışıyor…

“Failatün failün

Faili belli değil

Herkes tutuklanıyor

Mefailün failün

Sebebi belli değil

Failatün faşizma

Failatün çok saçma.”

Saçmalığın gülünç hali olur mu, olur ama yaşayınca gülünç tarafı gözümüze batmıyor…

Oyuna gidin, Ortaoyuncular ve sahnesi yaşasın.

Onlara zamanı yakalayan yeni metinler yaratması konusunda daha fazla cesaret verin ve seyircisi bol, kapalı gişe oynayan oyunlar seyircinin karşısına çıksın.

Oyuncular geçmişin getirmiş olduğu yükün altında büyük bir sorumluluk içinde sahnede yerlerini almaya devam ediyorlar, büyük bir ustanın gölgesi ne yazık ki oyunculara daha rahat hareket etme alanı bırakmıyor, onun bıraktığı noktadan daha öteye taşıyacak, yaşadığımız zamana yönelik açık eleştiri yerine genel eleştiriler ile yetinen bir kabare tiyatro izledim. Güldüm mü, evet çok güldüm, ders çıkardım mı, evet çok çıkardım, yeterli mi, elbette değil, fakat onları da anlıyorum, çünkü klasikleşmiş eseri bu kadar kısa zaman sonra yeniden yorumlamak çok kolay iş değildir. Emeği geçen her çalışana çok teşekkür ediyorum, iyi ki varlar, iyi ki hala kabare tiyatrosunun o güzel geleneğini taşıyorlar.

İsmail Cem Özkan

 

Şahları da Vururlar

Yazarı: Ferhan Şensoy

Yönetmen: Volkan M. Sarıöz

Orijinal Müzik: Fuat Güner – Ferhan Şensoy

Sahne Tasarım / Kostüm Tasarım: Başak Özdoğan

Oyuncuların İsimleri:

Celal Belgil

Erkan Üçüncü

Serap Günaydın

Özkan Aksu

Elif Durdu Şensoy

Orkun Akyıldız

Sefa Tantoğlu

İlksen Ökte

Ve

Müzisyen:

Nejat Yavaşoğulları

Gökhan Şeşen

Burhan Şeşen

 

10 Kasım 2024 Pazar

Anma ve küfretme günü…

Anma ve küfretme günü…

Adamın biri ölmüştür, çünkü zamanı gelince adam ölür, kadın da, börtü böcekte, dağda taşta, yaşayan ne varsa ölür, çünkü yaşam ölüm üzerine kuruludur. Üretilen bir dize yaşarken, üretenlerin çoktan öldüğü bir yaşam döngüsündeyiz, ölümsüz olanlar üretilendir. Üretileni metaya döndürdüğünüz an o da ölür, çünkü meta olan her şey bir gün ölecektir...

İnsanlığın biriktirdiği ve ölümsüz olanlarda ölecek, çünkü binlerce yıl sonra dünyamızda ölecek, ölümü de uzaydan gelenler yüzünden olmayacak, üzerinde yaşayanlar tarafından bizzat bir düğmeye basarak yok edecek, kısaca ölümsüz diye bir şey yok!

Sonsuz karanlık ve bir ışık taneciği de bir gün ölecek ama nasıl olacağını bugünden bilemeyiz...

Adamın biri (kurucu lideri) tarihte bir bugün öldü, bir ülkede yas tutulacak. Metalaşmış, propaganda amaçlı bir dakika yer gök sabit kulağı rahatsız eden bir siren sesi duyulacak, o an birileri ayakta saygı gereği duracak, birileri de hakaret edecek, çünkü uzun zamandır her ölüm yıldönümlerini anma ve hakaret günü ilan edilmiş oldu... Bu durum sadece ülkemize ait bir durum değildir, Hollanda'da ikinci dünya savaşında ölenlerin anıldığı gün tüm sokaklarda siren sesi ile ayakta durulur ve sonrası bando geçişleri olmaktadır.  

Birileri anacak, birileri de hakaret edecek, birileri de siyasi olarak anıyormuş gibi yapıp hakaret edenleri destekleyecek, çünkü henüz o kadar güçlü olmadıklarını hissediyorlardır, güçlü olduklarında akıttıkları timsah gözyaşlarını yerini sevinç gözyaşları alacak...

Hakaretlerin ortada dolandığı ve tersi durum olan putlaştıran ve sonuçta metaya dönüştürülen liderin ölüm günü... Her liderler zaman içinde metaya dönüşür, işe yardıkça, değeri olduğu sürece arkasından gidenler olur, onun adına üretilen ürünler satılır, o işten para kazanan etnik pazarın pazarlayıcıları olur. Meta olmaktan çıktıkları zaman kısaca öldükleri an onun mezarı sessizlik içinde ot, böcek tarafından doğaya karıştırıldığı sürece katılır, çünkü her ölüm sonuçta doğada çürüme, doğaya karışmaktır... Mezarlıklarda eski liderlerin mezarını kimse bulamaz, çünkü yerine başkası çoktan gömülmüştür!

Tarihsel olan bireylerde tarihe karışır, çünkü onların vücutları çoktan doğanın bir parçası olmuştur, her büyük anıt mezarlıklar bugün sadece turist gezileri için kullanılan alanlardır, ölüden para kazanmayı düşünenler girişe bir bariyer koyup gelenden para alır...

Adamın biri bugün öldü. Onu tarihsel yerine koyarak, tarihsel süreçte öyle olması gerektiği için öyle oldu, katliam yaptı, cinayet işledi, emir verdi, en yakın arkadaşını koltuk uğruna idam ipinde sallandırdı, idam kararını en yakın arkadaşına aldırttı, cellat ve mahkumlar hepsi eskiden yan yana, omuz omuza birlikte mücadele etti, fakat koltuk uğruna, koltukta kalmak için yürüttüğü siyasetin sonucunun ona göre başarılı olması için önüne gelen her türlü engeli zor ile yok ettiği gerçeğini konuşamayız, çünkü o romantik bir tarih algısında, kahramanlar ne suç işler, ne de katliamlara emir verir, çünkü o yaşadığı kanlı sürece ak pak şekilde, elini kana bulaştırmadan atlatmıştır imgesi verilir... Tüm liderler biliyoruz ki tarihte elini kana bulamıştır, başarılı olanların elleri kan ile yıkanmıştır gerçeği yaratılan kahramanlara bulaştırılmaz...

Tarihte bir insan neden olduğu gibi değerlendirilmez, çünkü yaşanan anın yaratmış olduğu adalet ve ahlak anlayışına uygun gelmediği için!

Bugünden geçmişe bugünün değerleri ile bakınca yaşanmış olan tüm ilişkiler kirlidir, kanlıdır... İşte biz bu kiri geçmişte yaşamış, ideal olana dokundurmama gayreti yüzünden o kişi tarihte olduğu gibi anılmasına izin verilmiyor, o yüzden ölüm günü hem anma hem de hakaret etme günü oluyor...

Bugün onu ve yarattığı siyasi atmosferi savunanların hepsi muhafazakardır, yani tutucudur... Zamanı durdurup, sadece güzel tarafını savunan ama kötü tarafını görmeyen, elinin kanını gizleyendir… Bugün o liderin ya da siyasi kişiliğin yarattığı ne varsa zamanın çoktan gerisinde kalmış olmasına rağmen, kuruluşundaki ileri yönü abartılarak öne çıkarılmasını yapanların hepsi sağcılaşmıştır, çünkü sağ ilerlemeye ve insan haklarının kazanımlarına temsil ettiği sınıfın çıkarlar yüzünden karşıdır. Bugün bir insanı dokunulmaz kılan aslında onun yaratmış olduğu, yarattığı sınıfın çıkarına göre konumlanmasıdır… Sınıf bakışı olmayanlar onu idealleştirip, sınıfından koparıp ayrı bir konuma getirip orada değerlendirir.

Türkiye kurucu babası olarak kabul edilen Mustafa Kemal bir sınıfın temsilcisidir, içinde bulunduğu partinin tüm ideallerini, amacını, ideolojisine uygun bir devlet kurumunda yer almış önemli bir komutandır. Talat, Enver, Cemal paşalar ölmüştür, onların boşluğunu yeni doldurmuştur, onların liderlik anlayışına, oluşturmuş oldukları parti programına uygun karar almıştır, Osmanlı devleti içinde başlayan ve devam eden süreçte ulus devletinin anlayışına uygun olarak “ilerleme” yönünde atılan adımların başarılmasını sağlamıştır... Kısaca ulus devleti ideallerine uygun olarak ulus devletinin lideri olmuştur...

Bugün ulus devleti yıkılmıştır, tüm kurumları ortadan kalkmıştır, onun yarattığı ideoloji çoktan tarihin dehlizlerinde yerini almıştır, fakat yıkılanın yerine yeni bir devlet kurulamamıştır, ondan dolayı tarih ile yüzleşme bu ülkede gerçekleşmedi, gerçekleşmeyecektir de...

İşçi sınıfının mücadelesini, idealizmini taşıyanların bir burjuva devletine sahip çıkması, kapitalistlerin çıkarını savunması ne kadar doğrudur? İşçi sınıfı, burjuvaların kurduğu devleti yıkıp, oluşturmuş oldukları kapitalist sitemi yıkıp, yerine işçi sınıfının iktidarını ve sosyalist sitemi yerleştirmektir... Bu ideali olanların burjuva devletini kuranı bir idealist olarak, tarihten kopararak anması ve savunma yapması ne kadar doğrudur? Çünkü işçi sınıfı ve onun ideolojisi tarihte yer almış liderlere bakışı ortadadır, bu durumda ya Marksist değiller, İslamcıların bakışına uygun olarak "İş bitiren yalan, fitne çıkaran doğrudan yeğdir." anlayışı sahibidirler. Takiye yapmak sadece İslamcıların tekelinde değildir.

Devrimciler halka yalan söylemez.

Geçmiş ile yüzleşemeyenler, geçmişin burjuva kazanımlarını savunuyor duruma düşmüşse eğer, onların başarısız olduklarını ve yenildikleri için katilinin kazanımlarını başarı olarak görürler... Burjuva devleti işçi sınıfını ve işçi sınıfının iktidarını savunanlara karşı acımasız bir şekilde yok etmiş, onlara nefes alma hakkı bile tanımamıştır, fırsat bulduğu an onları idam etmekten de geri durmamıştır... Ezen ile ezilen ilişkisi içinde katiline aşık olanlar ancak geçmişin liderlerini olduğu gibi durumdan çıkarıp, sırf günlük ihtiyaca cevap veren bir tutum alırlar... Paradigmanın rüzgarını kendi lehlerine kullanarak, sözde kendilerine hareket etme alanı yaratana iki yüzlü bir davranış içinde olurlar. Devrimciler halka yalan söylemez sözü sözde kalır bunlar için…

Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, katliam sonrası Mustafa Suphi’nin karısının başına gelenler bugün kuruculara saygı duruşunda bulunan ve tek kurtarıcı diye ananlar için ne anlama geliyor bilmiyorum ama kurulan rejimin üstü örtülü olmayan bu cinayetini sanırım komünistler yaptı ya da doğru zamanda doğru yerde olmadıkları için onları suçlayacaklardır…  Aslında lider istemedi ama onun adına karar verenlerin cinayetini lider ile ve yeni rejim ile bağdaşık kurulmayacak diyeceklerdir.

1919 – 1923 yılları arasında Anadolu topraklarında ulus devleti mücadelesi yapan ulus olarak sadece Türkler gösterilir. Fakat Rumların Küçük Asya’da ulusal mücadele için herhangi bir örgütleri olmadığını, Ermenilerin bu topraklarda köklerinin kazındığını Osmanlı rejimi (Abdülhamit ve İttihat ve Terakki Partisi liderliği) sürecinde olduğunu ama Kürtlerin ulusal uyanışı ve kurtuluş mücadele ettiklerini İngiliz oyuna gelen bir avuç isyankar olarak anılması resmi tarihin bize söyledikleridir.

Bugün medya ekranlarında anma reklamları dönmektedir. Koç grubunun yaptığı reklam filmi gerçekten etkileyicidir, onun yapması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü ilk meclis binası olan İttihat ve Terakki Partisinin Ankara şubesinin olduğu binanın çatısını yaparak zenginleşme yolunda ilk adım atan özel teşebbüs olarak tarihteki yerini almış, bugünkü sermayesini kurucuların tercihine borçludur.

Bugün bu ülkenin nimetlerinden bahsederken iyi ki Karadeniz'de Rum, Anadolu’da Ermeni sorunu kökten temizledikleri için İttihat ve Terakki Partisi liderlerine ve de ülkenin kurucularına şükranlarını belirtenler vardır, tek çözemedikleri sorun ise Kürt sorunudur. Bugün o sorun ülkenin önünde kurulmuş bir kriz olarak algılanmakta, o sorunu önce inkar, sonra sorun olarak ortaya konulması ile çözüm arayışları ortaya çıkarmıştır. Kürt sorunu ile yüzleşmek resmi tarih ile yüzleşmek anlamına gelir ama yüzleşmek yeni resmi tarihin yazılmasını ortadan kaldırmayacaktır.

Resmi tarih ne kadar gerçeklerden bahseder, ne kadar algı oluşturur sorusu bugün yanıtlaması basittir ama o basit yönü halktan bilinerek saklanır.

Bugün anma ile hakaret etme gününde taraf olmak isteyenler elbette tercihlerini ortaya koyacaktır ama bir üçüncü yol işçi sınıfı politikası yapanlar için vardır, kişileri tarihte oldukları gibi yerine koyup, var olan tüm tarihin resmi veya onun karşıtı tarihi söylemlerin dışından bakmayı getirecek olan materyalist bakış açısı mevcuttur. Sınıfsal bakış olmayan her tercih, sorunludur.

İsmail Cem Özkan

 

8 Kasım 2024 Cuma

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz.”

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz.” 

Doktor eğitimini yaptıktan sonra kendi memleketinden uzakta yaşamış olan ve idealist olan Dr. Tomas Stockmann, yıllar sonra doğduğu ve büyüdüğü memleketine dönmüştür. Orada yaşanmışlıklarından elde ettikleri tecrübelerini kendi hemşerilerine aktarmak istemiştir. Geri kalmış ilçelerini açılacak olan kaplıcaların şehir yaşamını değiştireceğini, turistlerin geleceği ve şehri dönüştürme fikrini ortaya atmıştır. Bu fikir kısa zamanda yankı bulacak ve kentin idaresinde ağabeyi ve de aynı zamanda Belediye Başkanı olan Peter'dir. Ağabeyisinin siyasi desteği ile kısa zamanda kaplıcalar için alt yapı oluşturulmuş ve hayata geçirilmiştir. Kaplıcalar zaman içinde duyulmuş ve beklenildiği gibi turistler şehre gelmeye başlamışlardır… şehrin makul tarihi değişmiştir, gözden uzak olan bir yer artık görünür olmuş, ismi duyulmaya başlamıştır.

Bu arada Dr. Tomas Stockmann kaplıca projesi oluştuktan sonra şehre bağlı olarak kurulan kaplıcaların sağlık işlerine bakan bölümde doktor olarak çalışmaya başlanmıştır…

Günlerden bir gün kaplıcalardan yaralanan misafirlerde görülen cilt hastalıkları dikkatini çekmiş ve bu hastalıkların kaynağının kaplıca suyu olabileceği şüphesi içine düşmüştür, almış olduğu numuneleri bu konuda uzman olan birime göndermiştir…  Gelecek rapor onun bu konuda duruşunu belirleyecektir, çünkü doktor öncelikle halkına ve hastalarına sorumludur, işletme ve şehir bu oluşacak aksiliği gidermek ile sorumlu olduğu fikrini taşımaktadır. Doktorlar eğitimlerinden kaynaklı yalan söyleyemezler ve etik kurallarına bağımlı insanlardır. Siyasiler gibi ne düşünebilir ne de tavır alabilir. Sorun varsa onun hasıraltı etmek yerine kamuoyuna duyurup, o sorunun giderilmesi için bir halk sağlığı uzmanı gibi uğraşır… 

Gelen rapor beklediği gibidir, analiz sonucuna göre şehrin pis suyunu kapılıca suyuna karıştığını tespit edilmiştir. Sorunun çözümü bellidir ve acilen bu konu gündeme alınmak zorundadır. Kaynağından gelirken oluşan bu kanalizasyon ve su borularının ayrıştırılması ve yeniden düzenlemesi kaçınılmazdır, önce insan sağlığı doktor için önceliklidir, fakat şehir idaresi için bu öncelikli olacak mı?

“Hem evde hem de okulda o kadar çok yalan var ki. Evde konuşmamalıyız, okulda ise ayakta durup çocuklara yalan söylemek zorundayız.” Petra

İşin bir de siyasi boyutu vardır, her ne kadar etik işin hemen düzeltilmesini emretmesine rağmen siyasi tarafı çıkarları bu işin öyle basit bir şey olmadığı gerçeğini ortaya çıkaracaktır…

Siyaset ile bilim insanın bir olguya bakışı çatışmayı ortaya çıkaracaktır…

Henüz yeni para kazanmaya başlayanların çıkarı, kaplıcadan sağlık için faydalanan insanların sağlığından daha önemlidir, çünkü istenilen değişim, düzenleme iki yıl gibi bir zaman alacak ve kentte yaşayanların bütçesinden harcama yapılacaktır. İki yıl turistlerin kaçması anlamına gelir, daha da fena olarak gözüken küçük esnafın gelirinin azalması ve vergilerinin bu iş için harcanmasıdır, büyük sermaye oluşan bu durumda ödemeye razı değildir.

Başta Dr. Stockmann yanında yer aldığını söyleyen yerel basın ve küçük esnaf temsilcisi siyasi baskı sonucunda ve kaybedecekleri gelirler göz önüne alındığında, gerçek sorunun hasıraltı edilmesi, var olan sorunun zaman içinde çözülmesi konusunda şehir idaresi ile bir uzlaşmaya varmıştır. Başlangıçta büyük sermayeye ve şehir idaresini sıkıştırma stratejileri kısa sürede çöpe gitmiştir. Çıkarlar ideal olanı ortadan kaldırır ve siyasi “esneklik” esen rüzgara göre eğilmeyi ortaya çıkarır.

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz. Asla, diyorum! Bu, bağımsız, akıllı bir adamın savaş vermesi gereken sosyal yalanlardan biridir. Bir ülkede nüfusun çoğunluğunu kim oluşturur? Zeki insanlar mı, yoksa aptallar mı? Şu anda aptal insanların tüm dünyada ezici bir çoğunlukta olduğu gerçeğine itiraz edeceğinizi sanmıyorum… Gerçeğin tekelinin çoğunluğun elinde olduğu yalanına karşı bir devrim yapmayı öneriyorum. ” Dr. Stockmann

Dr. Stockmann, önerisi boşa düşmüştür, toplum içinde bir dalgaya neden olmuş ama kısa zamanda çıkarlar o oluşan dalgayı ortadan kaldırmıştır, devrim çağrısı artık arkasız ve temelinden yoksundur.

Küçük burjuvazi çıkarı omurgasını ve duruşunu değiştirmesi şaşırtıcı değildir ama Dr. Stockmann bu ikiyüzlülük karşısında yalnız ve çaresiz kalmıştır, hatta toplanan halk meclisinde onu “halk düşmanı” ilan edilip taşlanmasına, çocuklarının okuldan atılıp, kendisini destekleyen arkadaşının işsiz kalmasına varan olaylar zincirini tetikler. Bu arada kaplıcayı işleten şirketlerin borsada değeri düşer, elinde tahvilleri olanlar elinden çıkarır ama bu çıkarılan hisseleri Dr. Stockmann’ın kayınbabası toplar… Kayınbaba elindeki hisseleri Dr. Stockmann eşinin ve çocuğu için ayrılmış olan miras parası ile yapmıştır. Kısaca bu iki derede bir arada bırakılan Dr. Stockmann yeni bir karar vermek zorundadır. O, gönüllü gitmeyi düşündüğü sürgüne artık gidemeyecektir, çünkü eşinin ve çocuğunun geleceği vereceği karar bağlıdır…

Oyunun kısaca özeti yukarıda ki gibidir, elbette bu uzun oyunda birçok konu ele alınmakta ve radikal bir şekilde toplum, toplumsal düşüncenin oluşumu ve linçe kadar gider tepkiler ortaya konmaktadır. Bütün bunlara karşı bilim insanın duruşu ve gelen baskılar, ki baskı aile içinde ki çıkarlara kadar inecektir ve her ne kadar ailesi yanında olmuş olsa da kayınbabasının çok ucuza elde ettiği tahviller ile onu çıkmaz bir sokakta tek başına kalmasına sebep olur… Bilim insanı eğitimden almış olduğu etik ile gerçekler arasında yüz yüze kalacaktır, vicdanı ve mesleğinden gelen duruşu sorgulanacaktır.

Yaşadığımız zamanda, geçmişte yaşanan olaydan pek farkı yok gibidir, bilim insanlarının duyarlılığı içinde - hala gerekleri - konuşmaya çalışan insanlar vardır ve genelde onlar toplum içinde “halk düşmanı” ilan edilmiştir. İlan edilen halk düşmanları zaman geçince birer kahraman gibi anılmakta ve o düşman ilan eden toplum onları “onurumuz” diye sahip çıkarak bir anlamda tarih ile yüzleşmenin üstünü örtmektedir.

Suç birkaç kişinin çıkarıdır, toplumun değil!

Sonuç olarak “insanlar doğru yaşamak istemiyorlar. Sadece hayatta kalma derdindeler.” Küçük çıkarları anlık ne gerektiriyorsa onlar için gerçek o’dur ve o yaratılan gerçekliğin savunucusu olurlar. Bugün de o günlerde olduğu gibi ahlaksızlık hüküm sürüyor, siyasi irade yer alanlar hala yalan söylemeye, çıkarlar ile onların gerçeği algılamaları değil, önemli olan var olan siyasi iradenin devamını sağlamaktır.

Toplum bugün siyasi iradenin her türlü yalanını, çürümenin boyutunu biliyor, farkına varıyor ama kimse kalkıp bunu açıkça ifade edemiyor, çünkü korkuyor. Korku, cesareti ortadan kaldırıyor. Bir bilim insanın cesareti de bir noktaya kadardır, çünkü delirmek ile yaşama devam etmek arasında bir tercih yapacaktır…

Oyunun sahnelenmesine gelirsek eğer Orhan Alkaya oyunu epik tiyatronun tüm öğelerini kullanarak ele almış, seyirciyi oyunun içine ikinci bölümde dahil etmeye çalışmıştır. Çalışmıştır demekteyim, çünkü banttan verilen sesler ile salon bir anlamda Dr. Stockmann’ın sorgulandığı bölümdür. Bir anlamda toplum ile idealist bir doktorun sorunlar üzerinden topluma yön veren siyasi iradenin toplumu manipüle etmesi sahnesidir. Liberal düşüncenin özgürlük kavramının altının ne kadar boş olduğu gerçeğini vurgular, fakat sahne düzenlemesi ve ışık sahneyi seyirciye yakınlaştırmış olmasına rağmen seyirci hiperaktif olarak oyuna dahil olamamaktadır, oyuncular sahneye seyircilerin arasından çıkmış olmasına rağmen seyirci hep pasif konumdadır, sahneden seyirciye doğru yöneltilen sorulara tepkisizdir…

Banttan gelen sesler, gürültüler seyircilerin önüne görünmez bir duvar örmektedir.

Duvar örmek yerine sahne düzenlemesinde yer alan, sahne arkasında bulunan tiyatro çalışanları oyuna seyirci koltuğundan katılıp, o gürültüleri canlı çıkarabilir, bir anlamda seyirciyi oyuna dahil etmek için ortam yaratabilirdi… Oyuncuların seyircinin arasından gelmiş olmasına rağmen oyunun içine seyirciyi dahil edilmemiş durumda…

İzlediğim oyunun dekorundan başlamak istiyorum, çünkü oyun o dekor üzerinden seyirciye ulaşmaktadır. Sahne boş değildir ve o boş olmayan alanda yerleştirilen her aletin, nesnenin bir anlamı ve oyuncunun hareket alanını genişletmesi olarak kullanılır… İKEA mağazalarının kullandığı İskandinav anlayışına uygun olarak koltuk ve kitaplıkların seçilmesi bana göre çok doğru karar verilmiş bir anlayış olarak önüme çıkıyor, hareketli ve bölümler arası geçişte sahnede olan hep sahnede kalarak farklı çağrışımlar ve oyunun nerede geçtiği hakkında fikir vermesi açısından başarılıdır. Fakat gazete yönetimin olduğu bölümde sahne bir köşeye sıkışmakta, piyanonun olduğu alana kadar boş duruma getirilmiştir. Sahne çok dar alanda, seyirciyi o alana doğru yönlendirmiştir. Sahne bir bütündür ve oyun sahnenin her alanı daha verimli kullanılabilirdi diye içimden geçirdim. Onun dışında dekor tasarımını çok başarılı buldum, özellikle seyirci ile buluşulan ve tüm salonun ışık içinde kaldığı anda sahne öne doğru iteklenmiştir. Işık denilince ben oyunu Üsküdar Şehir Tiyatroları salonunda izledim. Oyunun akışına uygun bir tasarım olmuş, başarılı. Çeviren (Dilek Başak Carelius) ve Dramaturg (Sinem Özlek) ortak çalışması diyeceğim bir başarı gördüm, oyun geçişlerinde gerek normal akışta oyuncuları zorlamayan, oyunun güncele doğru göndermeleri ince ince oyunun içine işlenmiş ve oyuncularda ellerine verilen tekste ses, hareket katarak büyük bir başarı göstermişler. Müzik ve dans konusuna gelince hepsi oyunun ruhuna uygun şekilde seçilmiş ve hatta verilmiş olduğunu gördüm. Turgay Erdener, Burçak Çöllü, Derya Yıldırım, Orhan Alkaya ve canlı piyano çalarak Burçak Çöllü oyuna ayrı bir katkı sunuyorlar. Her biri birbirini destekleyerek oyunun ruhunu seyirciye ulaştırıyorlar. Müzik, dans, vücut dili, anlatılan hikayenin müzik eşliğinde seyirciye sunulması ve oyunu dinamik tutması açısından her birinin emeğini buradan da alkışlamak istedim.

Mert Tanık oyunu öyle bir nefes oluyor ki, öfkesi, heyecanı, bilim insanın duyarlılığı ve hayal kırıklığı seyirciye ulaşırken, onun yanında onu yönlendiren, biçimlendiren, patronu aynı zamanda abisi rolü ile Cem Baza oyunun en görünen iki ismi gibi gözükmesine rağmen, oyunda aslında öne çıkan ve çok rahat davranışları ile Tankut Yıldız olmaktadır. Halkın Sesi Gazetesi yazı İşleri Müdürü aynı zamanda gizli aşık rolü, diğer yandan tetikçi / kışkırtıcı konumu ile değişen anları gerek vücut dili, gerek sesi ile sahneyi doldurmakta… Elbette oyun bir bütündür, oyunculardan biri dahi oyuna vermesi gereken katkıyı, yönetmenin vermiş olduğu görevi yarım dahi yaparsa oyun çöker, bundan dolayı bu oyun bu kadar uzun olmasına rağmen seyirci hiçbir şekilde dikkatini dağıtmadan sahneye odaklanmış ise eğer, o oyunda emeği geçenlerin hepsinin ortak başarısı var demektir… Bundan dolayı, sözü fazla uzatmadan her birinin emeği karşısında oyun sonunda olduğu gibi ayağa kalkıp alkışlıyorum…

Zamanımıza uygun, zamanın sorunlarına dikkat çeken bir oyunu bu zaman diliminde sahnede görmekten büyük mutluluk duydum. Zaman değişmiş, ülkeler farklı olsa da ne yazık ki çıkarlar toplumu ve o toplumun seçmiş olduğu liderler hala kimin halk düşmanı, kimin sermaye dostu olduğuna karar vermeye devam ediyor…

İsmail Cem Özkan

 

Bir Halk Düşmanı

Yazan: Henrik Ibsen

Çeviren: Dilek Başak Carelius

Yöneten: Orhan Alkaya

Dramaturg: Sinem Özlek

Müzik: Turgay Erdener

Dekor Tasarımı: Tomris Kuzu

Kostüm Tasarımı: Duygu Can

Koreograf: Özge Midilli

Işık Tasarımı: Murat İşçi

Efekt Tasarımı: Ersin Aşar

Lirik: Orhan Alkaya

Korrepetitör: Burçak Çöllü

Yönetmen Yardımcıları: Yağmur Ulusoy Göktürk, Ertan Kılıç, Elif Verit

Suflör: Zeynep Köylü

Oyuncular:

Doktor Stockmann: Mert Tanık

Katrin Stockmann: Müge Akyamaç

Petra Stockmann: Hazal Uprak

Peter Stockmann: Cem Baza

Morten Kiil: Gökhan Mete

Hovstad: Tankut Yıldız

Billing: Barış Çağatay Çakıroğlu

Kaptan Horster: Rahmi Elhan

Aslaksen: Hakan Arlı

Şan: Derya Yıldırım

Piyano: Burçak Çöllü

Seslendirenler: Orhan Alkaya, Ahmet Saraçoğlu, Ertan Kılıç, Yağmur Ulusoy Göktürk, Elif Verit, Fatma İnan, Ada Alize Ertem, Ceren Hacımuratoğlu, Canan Kübra Birinci, Tevfik Şahin, Emre Yılmaz, Cihat Faruk Sevindik, Alp Tuğhan Taş, Osman Kaba, Asrın Gurur Kuyucak, İrem Erkaya

Dublaj Yönetmeni: Zeynep Ceren Gedikali 

 

4 Kasım 2024 Pazartesi

Açılım masası kurulurken, masa devrildi…

Açılım masası kurulurken, masa devrildi…

Kürt açılımı aslında Türk resmi tarihi ile yüzleşmek için bir fırsattır, fakat bu fırsat yeni bir resmi tarihin oluşumu ile sonuçlanarak suya düşecek, onu bir dere alacak ve denizin suları içinde yok edecektir... Kısaca resmi tarihi yok edersen başka bir resmi tarih yerini alır, bu sefer tek milletli kurtuluşu savaşı yerini iki milletli, sözde eşit vatandaşlık kabul görmüş bir tarih alır...

Kürt açılımı yapması gereken Kürt ulusunun temsilcileri bugün yaptığı konuşmalarda, kurtuluş savaşına bakışta sürekli resmi tarihin içinde yer alan Türk kelimesinin yanında Kürt kelimesini oturtur ve birlikte yaptıklarını iddia eder...

Şimdi bu gerçek mi diye sorsam, resmi tarih eğitiminden geçen her birey doğru ve gerçek diyecektir. O zaman soru şu olması gerek: madem eşit koşullar altında, birlikte yapıldı, peki neden CHP tek parti ve çok partili seçimlerde Kürtlerin önemli bir bölümü neden sandığa gitmedi, çok partili seçimlerde neden CHP Kürtlerden oy alamadı?

Kısaca Kürtler her zaman devletin arzularının ne olduğunu biliyordu, oranın bir sürgün yeri seçilmesi, teknolojinin, medeniyetinin nimetleri olan eşyalarının oraya savaş aletleri dışında çok geç gitmesini açıklayamaz… Hatta Kürt sorununa bakış içinde kuruluş aşamasında Türkiye ve Kürt sorununa bakışta “komitern” bakışı bu konuda Türk devletinin de bakışını ortaya koyar... Bundan dolayıdır ki nazım hikmet komiterne rağmen bu ülkenin renklerini anlatırken derinlemesine konuya girmez ama onların direktiflerini de sanatın ince dili ile aşmıştır... Sovyet tarihinde Türk devletinin resmi tarihinin söylemlerinin hakim olması tesadüfi değildir, çünkü İngilizler ve Sovyet Rusya’nın çıkarı araya konulmuş geçiş yani tampon ülkenin oluşumuna uygun bir dil ve davranış sergilenmiştir... Kısaca tarih resmileşince, devletin elinde olunca ister istemez çıkarlar halkın yaşadıklarının önüne geçer ve onları manipüle eder... Bu da o eğitim sisteminden geçmiş bireylerin doğru olmayacağı konusunda tüm şüpheleri ortadan kaldırır ve doğruymuş gibi iddialı savunmayı ortaya çıkarır...

Bu ülkede kurtuluş savaşı değil, yeniden kuruluş mücadelesi oldu...

Yıkılmış, yok edilmiş, paramparça edilmiş bir Osmanlı devletinin yerine balkanlardan kovulmuş, hiçbir iddiası olmayan, Ankara merkezli bir yeni devlet -ama yeni dediğime bakmayın- sadece batılılar tarafından kullanıla gelen ismin resmiyet kazanmasından başka şey değildir. Çünkü devlette devamlılık önemlidir ve iktidar el değiştirmiş, eski liderler sürgüne gitmiş, orada öldürülmüş ve onların boşluğunu iyi eğitilmiş yeni bir kadronun doldurması ve ideal olarak kabul edilenlerin yeni bir ulus devleti altında oluşturulması, kısaca devletin yeniden kurulmasıdır...

Tek adam fikriyatına karşı olanların acımasızca ezildiği, idam sehpalarında son nefesini verdiği bir kuruluş süreci yaşanmıştır... Bu süreçte elbette tek millet, tek vatan, tek ideal, tek politika, tek lider, tek bayrak... kısaca tek olanların devrim adı altında eski olanların yeniden gözden geçirilip zaman uymayanları kaldırıp yeni ama eskiden beri dillendirilen/istenilenin hayata geçirilmesidir...

Tarihe nereden durup baktığınız çok önemlidir, kimin çıkarından baktığınız sizi gerçeğe daha yakınlaştırabilir de uzaklaştırabilir de. Fakat tarih her zaman kuşkuların olması gerektiği, sürekli yeni soruların sorulduğu, bugün ki etkisine bakarak geçmişi yeniden yorumlanması gerektiğini unutmamak gereklidir, çünkü tarih durağan ve bitmiş bir şey değildir, tersine aktiftir ve dinamik olarak sürekli yeniden yaratılır...

Kürt açılımı gerçeğe yaklaşmak ya da daha yakın bir şeyler söylemek için fırsattır ama gelişmeler bunu böyle olmayacağını, Atatürk yanına Atakürt konmasını getirecek gibi... Yapay zeka bu fotoğrafın konmasını ve yeniden oluşturmasına imkan tanıyor, hatta o döneme ait filmler ve belgeseller yeni yaratılan gerçekliği doğru diye kitlelere sunacak ve yeni bir resmi tarih oluşturacaktır...

Bugün "Kürt" olduğunu söyleyenler tutuklanabilir, işkence altında olabilir ama yarın o Kürt diyenler el üstünde, pozitif ayrımcılık içinde, geçmişte ve bugün mücadele edenlerin alın teri, kanı üzerine yeni bir yaşam kuracaklar ve yeni tarihe inanacaklardır... Kürt sermayesi vardır ama bugün Türk sermayesi içinde kendilerini saklıyorlar, yakında bu saklama TÜSİAD yanında, paralelinde KÜSİAD adında da örgütlenme ile yeni devletin efendisinin kim olduğunu ilan edebilme ihtimali yüksektir...

Her açılım demokrasi için bir adım atılır ama demokrasiden kimlerin faydalanacağı, kimler için özgürlük kavramı içinde yerini alacağı önceden tespit edilemez...

Türkiye gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, henüz yazıyı tamamlamışken, birden kurulduğu ilan edilen masanın devrilmiş olduğuna dair siyasi gelişmeler oldu. Muhalif belediyelere kayyum atandı…

Elbette kafalarda başka açılımlara neden oldu…

Tarihte olmuş olayların başka özneler ile yeniden mi sonucuna bakarak uygulamaya konuyor?

"Etle tırnak" gibi deyimi genelde Türk - Kürt sorunu konuşurken dillendirilir, fakat hepimiz biliyoruz ki etle tırnak meselesinde tırnak sökülür ve atılır.

Ermeni sorununun çözümü böyle olmadı mı?

Kürt sorunu çözüm masası kuruldu ya da kurulurken bir ayağı zaten (!) kısaydı, sonuçta masa kuruldu ama masa devrildi, arkasından kayyum atamalar başladı.

 Ayrımsız olarak tüm muhalifleri sopa ile eğitme süreci başladı, bakalım nasıl bir sonuç doğuracak?

Açılım sonucunda kimler için hangi özgürlüklerden faydalanacak sorusu sormuştum, yanıtı sanırım hep ortada duruyordu, kayyum açılımı yapanların özgürlükleri, öteki olanların özgürlüğünden her zaman önceliklidir…

Demokrasi en çok ezilenlerin haklarının korunması ile ölçülür, bizde ise en çok eziyet yapanın özgürlüğü ile ölçülür oldu…

İsmail Cem Özkan

Devrimciler ancak devrimci mücadele içinde yaşar…

Devrimciler ancak devrimci mücadele içinde yaşar…

Nasuh abi aramızdan fiziki olarak ayrılalı 10 yıl olmuş. Bugün (3 Kasım 2024) onun mezarı başında yoldaşlarının çok küçük bir bölümü olacak, diğerleri uzaktan belki anımsayacak, belki de günlük olayların içinde sözünü bile etmeden geçiştirecek...

Genelde her yıl hacı merkezi gibi turlar düzenlenir ve bir grup arkadaş gider hacı olur dönerdik. Bir Bektaşi’nin türbesini ziyaret edip, Bektaşi olmayı sürdürmesi gibi bir şey... Neyse ben bu sene ve gelecek yıllarda gitmeyeceğim, çünkü bir şeyi ritüel haline döndürürseniz onu kutsamış olursunuz, bizim kutsallarımız yoktur, olsaydı her birimiz Londra’ya gidip Marks’ın mezarında ayin yapar olurduk!

O yaşadı ve öyle olduğu için önce arkadaşları ile birlikte Devrimci Gençlik, arkasından siyasi ayağı olan Devrimci Yol hareketini kurdu, boyunu aştığı(!) İçin “ileri aşamaya” götüremeden yenilmiş hareketin lider konumunda yerini aldı... Yeniden toparlanacak ve “ileri adım” atacak örgütlenme kuramadan kansere yakalandı ve aramızdan ayrıldı.

Harekete ve ona karşı gönül bağlılığı olanlar onun cenaze töreninde meydanları dolduracak kadar kalabalık oldu. Senede bir yapılan anma toplantıları başta ilgi gördü ama yıllar içinde yapılan törenler yapılmak için yapılan, birbirini takip eden ama yıl yıl gericileşen yapıya döndü, katılım sayısı da doğal olarak azaldı...

Oraya katılanlar yeni bir siyasi adım atmak yerine var olanı korumayı seçti, arada farklı yollarda olanların anılarını tazeleme buluşmasına döndü... Anılar artık bir bölümü için yazlıklarda, bir bölümü mezarlık buluşmaları ile devam ediyor...

Nasuh Mitap anmasını bu sene (2024) CHP gibi düzen içi bir partide siyaset yapana kadar geriledi... Devrimci ruhu ortadan kaldırıp, anti Erdoğan siyaseti ile soslanmış düzen için düzen ile birlikte hareket eden, düzen karşıtı olanları ehlileştirme hareketi konumuna doğru evirildi.

Bugün yenilgi öncesi Devrimci Yol hareketi yoktur, tarihi misyonunu çoktan kaybetmiş, yenilmiştir. (lider kadrosunun bir bölümü yaşamış olması, hareketin varlığı anlamına gelmez, temsiliye anlamına gelir) yenilenler yeniden ayağa kalkamamış, kalkma girişimleri ise küçük ayak oyunları ile düştüğü noktaya geri çekilmiş ve sürekli "yeniden" denilerek yeni bir şey ortaya çıkamamış, kişiler üzerinden siyaset konuşulur olmuş...

Devrimci Yol hareketi kişiler üzerine değil, sorunların çözümü üzerine kendisini var etti...

Kişiler ve onların kibirleri üzerine kurulmaya çalışıldığında sorunları tanımlamak sorunu çözmek anlamına gelmediğini bugün yaşanan ortamdan anlamış olmamız gerek...

Nasuh abi gideli 10 yıl olmuş, zaman ne kadar çok hızlı geçiyor...

On yıl önce kimler ile birlikteydik, kaçı aramızda hala nefes almaya devam ediyor, kimilerini rahmet ile anıyoruz? Kimileri de ne geçmişi, ne bugünü ne de nefes aldığını biliyor, birçok arkadaş da kanser tedavisinde, yarına umutla sarılmaya çalışıyor, bir bölümü yayınladığı kitabı pazarlama derdinde, oluşmuş olan etnik pazarın en dar alanında ticari kaygılar içinde... Okuyucunun duyması gerektiğini önceden bilen editörlerin kontrolünden geçmiş kitaplar piyasada okuyucu beklemekte, ayıp olmasın diye alınıp ama hiç okunmayan kitaplar kütüphanede yerini almış durumda… Anılar piyasaya bir düşünce, piyasa kuralları anıları da yeniden yaratır…  

On yıl çok hızlı geçti, on yılda ileri adım atılacağına daha da muhafazakar oldu, daha da küçüldü...

Nasuh abi bugün aramızda değil, anılarının bir bölümünü taşıyanlar aramızda ve bir süre sonra onlarda yaşam döngüsü içinde gidecek...

Geriye ne kalmış olacak?

Her yıl yapılan anma toplantıları da bir anlamda havaya yazılmış olarak kalacak ve İttihat ve Terakki Partisinin ruhunu çağırma seanslarına dönecek diye korkar oldum...

İsmail Cem Özkan